26 Ekim 2008 Pazar

ÖCALAN: ”Yaşananlar Ayaklanmayı Aşan Bir Tepkidir!”



Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan avukatları ile haftalık olağan görüşmesini gerçekleştirdi. Öcalan bu haftaki görüşmesinde bölge başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde Kürtlerin gerçekleştirdiği eylemleri, milliyetçilik, Kürt sorunu ve çözümü konusunda değerlendirmelerde bulundu. Savunmalarının halen mahkemeye ve AİHM'e gönderilmediğini belirten Öcalan AİHM'in bu konuda direnmesi ve savunmalarını almaya çalışması gerektiğini söyledi.

Savunmalar halen ulaşmadı

Savunmaları yüzünden ciddi bir ideolojik sarsıntı yaşanacağını kaydeden Öcalan şöyle konuştu: ' Savunmalarım halen mahkemeye ulaşmadı, AİHM'e gönderilmemesini anlayamıyorum. İki günlük bir şey, neden göndermiyorlar? Ben bu savunmalarımda Türkiye aleyhine, Cumhuriyet aleyhine bir şey söylemedim. Zaten tek bir cümlede Türkiye’den bahsediyorum. AİHM bu konuda direnmeli, savunmalarımı almaya çalışmalı. Ben bu savunmalarımda kapital sistemi değerlendirdim ve çözdüm. Benim savunmalarım Marks'ı aşan bir nitelikte. Sanırım savunmalarım yüzünden ciddi ideolojik bir sarsıntı yaşayacaklar, bu nedenle kaygılılar. İlker Başbuğ'un son dönemlerde ulus-devleti gündeme getirmesi, korumaya çalışması yine Erdoğan'ın bazı konuları tekrar gündeme getirmesi, benim savunmalarıma karşı yapılan bir şey. Ama mahkeme savunmalarımı alma konusunda direnmeli'

'Mahkeme savunmalar konusunda güvence vermeli'

Savunmalarının ulaştırılması noktasında mahkemenin güvence vermesi gerektiğini ifade eden Öcalan, 'Ben savunmalarımda Yahudi halkını da değerlendirdim. Bu savunmalarımda Yahudilerin kurtuluşunun nasıl olacağını bunun alternatif çözümünü formüle ettim. Savunmalarımdan sanırım dış güçler de rahatsız oldu. Amerika ve İsrail'in baskıları var. Bu konuda, savunmalarımın mahkemeye ulaşacağı konusunda mahkeme güvence vermeli. Önemli bir konu. Bu durum savunma hakkımın engellenmesidir. Savunma yapamıyorum. Savunmalarımın devamını yazabilmem için de mahkeme bana garanti vermeli. Ve mahkeme bu baskılara karşı ağırlığını koyarak direnmelidir' diye konuştu.

'Çözüm istemeyen dış güçler var'

Kürt sorunun çözülmesini istemeyen dış güçlerin olduğunu, fakat Türkiye'nin bunu görmediğini belirten Öcalan, ' Avni Özgürel benim 'Ben bu meseleyi bitirirsem beni de bitirirler' dediğimi ifade etmiş. Türk aydınlarının bunları ifade etmesi önemli, çünkü bu sorunun çözülmesini istemeyen dış güçler var. Onun da kastettiği budur. Ben bunu hep söylüyordum. Bu sorunu çözmek istemeyen, çözümsüzlükten nemalanan güçler, gruplar, lobiler var. Türkiye bunları görmüyor' şeklinde konuştu.

'Yahudilerin kurtuluşu dünyanın kurtuluşudur'

Kendisinin tüm milliyetçiliklere karşı olduğunu dile getiren Öcalan, 'Benim Yahudilik konusundaki görüşlerim açıktır. Yahudilere ilişkin düşüncelerimi bu savunmalarımda çok daha derinlikli ve Yahudi aleyhtarı yaklaşımları aşacak şekilde yazdım. Ben, Yahudi halkı için alternatif çözümü savunmalarımda açtım. Marks nasıl, 'İşçi sınıfının kurtuluşu toplumun kurtuluşudur' diyorsa, ben de diyorum ki, Yahudi halkının kurtuluşu, dünyanın kurtuluşudur. Ben Yahudilerin en büyük dostuyum. Düşüncelerim onların da kurtuluşu içindir. Ben Yahudilerin başına ikinci Hitler çıkmasın diye bunları söylüyorum. Ben her türlü milliyetçiliğe karşıyım. Türk, Kürt, Arap, Alman milliyetçiliği fark etmez. Hepsine karşıyım, her türlü milliyetçiliği lanetliyorum' dedi.

'Bugün yaşananlar Kahire Konferansı'nın sonuçları'

Türkiye'nin çok ciddi bir krize doğru ilerlediğini ifade eden Öcalan şöyle konuştu: 'Türkiye, çok ciddi bir krize doğru ilerliyor. Türkiye, tarihi hatalar yapıyor ve ben Türkiye'nin bu tarihi hatalarında rol almak istemiyorum. Türkiye'nin tarihi hatalarını benim üzerimden açıklamasını ve bana mal etmesini istemiyorum ve buna izin vermeyeceğim. Bugün Türkiye'de yaşananlar tarihi yönleri de olan gelişmelerdir. Bugün yaşananlar, 1920'lerde Kahire Konferansı'nda alınan kararların sonucudur. Cezaevinden bir arkadaşımın gönderdiği mektubunda da bundan bahsediyor. Ben de katılıyorum. Kahire Konferansı belgelidir. Bu konferansta Ortadoğu'yu denetim altında tutmak için, Kürt sorununun çözümsüz bırakılması ve sürekli gündemde tutulması kararlaştırılmıştır. Kürdistan'ı dört parçaya bölerek Ortadoğu'daki dört devleti denetimi altına aldılar. Bu kararın alınmasında İngiltere etkili olmuştur. Bugüne kadar bütün çözüm girişimlerinin engellenmesi bu konferans kararı nedeniyleydi. Benim burada tutulmam da bu nedenledir. Beni Türk yetkililere teslim eden Yunanlı Kostulas, kırk yıl Londra'da yaşamış. Sonra ortaya çıktı ki uluslar arası bir İngiliz ajanıdır, MI6 bünyesinde çalışmıştır. Uluslararası güçler bu konferansta alınan kararı uygulayabilmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar, yapıyorlar. Ben bu nedenle benimle görüşenlere, sorunu kendi aramızda çözelim, sorunun çözümünü dış güçlere havale etmeyin dedim. Sorunu kendi aramızda çözmek isteyen yetkililer de oldu'

'Erdoğan ordu ile anlaştı'

Çözüm için daha önce hükümetler nezdinde bazı girişimlerin olduğunu fakat bunlara izin verilmediğine dikkat çeken Öcalan, Tayip Erdoğan'ın da ordu ile iktidar konusunda anlaştıktan sonra sorunu tamamen askere havale ettiğini söyledi. Öcalan şöyle devam etti: 'Özal'ın girişimleri oldu. Bunu engellediler. Daha sonra Erbakan'ın girişimleri oldu. İzin vermediler. Ordunun bir kısmı da devreye girdi. Kıvrıkoğlu, zamanında bir albayını göndermişti. Ordu kendi çözümünü böylece hayata koyacaktı. Buna da izin vermediler. Özal'ın çözümünü kabul etmediler, Erbakan'ın çözümünü kabul etmediler, ordunun çözümünü kabul etmediler. Yani böylece bu sorunu çözümsüz bıraktılar. Hatta 2002'lerde Ecevit de girişimlerde bulundu. Ben buraya getirildiğimde benimle görüşmeye gelen yetkili, 'Ben Ecevit adına sizinle görüşmeye geldim' dedi. Ben şaşırmıştım. Rahşan affı denen şey, bizden bağımsız değildi. Buna da izin vermediler. MHP'nin o dönem engelleyici bir tavrı vardı. Daha sonra Erdoğan'ın da aslında girişimleri oldu ama Amerika ve diğer bazı dış güçler tarafından bu durum engellendi. Erdoğan daha sonra orduyla anlaştı, iktidarda kalmasına karşılık olarak sorunu askere havale etti. İşte o bildiğimiz meşhur PKK ortak düşmanımızdır söylemi bu nedenle yapıldı.'

'Tüm çözüm girişimlerine karşılık verdim'

Kendisinin tüm çözüm girişimlerine karşılık verildiğini kaydeden Öcalan, 'Ben her türlü çözüm girişimlerine karşılık verdim. Buradan Cumhurbaşkanı Gül'e yazdığım 10 sayfalık bir mektup vardı. Benzer şeyleri bu mektupta da ifade etmiştim. Yine hücre cezamla ilgili Bursa 2.Ağır Ceza Mahkemesi'ne sunduğum itirazda da barış ve çözüm için girişimlerimi anlattım. Gelen her türlü çözüm önerisini karşılıksız bırakmadık. Özal'ın çözümüne olumlu karşılık verdik, Erbakan'ın çözümüne olumlu karşılık verdik. Buraya geldikten sonra da barış ve demokratik çözümün gelişmesi için elimden gelen her şeyi yaptım ve yapmaya devam edeceğim. Çözüm konusunda bir kusur ve eksikliğimiz yok mu diye sorulursa, iki eksikliğimizin olabileceğini düşünüyorum. Bunlardan biri ben Şam'dayken oturduğumuz binaya askeri bir ateşe geldi. Biz Şam döneminde bu kişinin bizi bombalamak için geldiğini düşünmüştük. Bulunduğu binaya bu nedenle gitmiyorduk. Ama daha sonra fark ettim ki bu kişi dolaylı bir diyalogun önünü açmak için gelmiş olabilirdi. Ben o dönem bu konuda yanlış bir yorum yaptığımı düşünüyorum, onunla o dönem görüşebilmeliydik, onunla irtibat, diyalog, çözüm için bir fırsat olabilirdi. Yine Özal'ın yazdığı mektuba cevap konusunda geciktik. 99'dan sonra, yani buraya getirildikten sonra ise, benim demokratik çözüm için üzerime düşeni fazlasıyla yaptığımı herkes biliyor' şeklinde konuştu.

'Çözümsüzlük devlet içindeki krizin sonuçlarıdır'

Şuana kadar ki çözümsüzlüğün nedeninin devlet içerisinde 1990'lı yıllardan itibaren başlayan krizin sonuçları olduğunu belirten Öcalan devamla şunlara değindi: 'Özal çözümü olmadı, öldü veya öldürüldü. Erbakan'ın çözümü olmadı, seçimi kaybetti. Ordunun çözümü olmadı, Ecevit'in çözümü olmadı, Erdoğan'ın çözümü olmadı. Onun çözümü olmadı, bunun çözümü olmadı. Bunlar, devlet içerisinde 1990'lardan başlayan ve hala devam eden bir krizin sonuçlarıdır. Bunun dışında 1995-99 arasında bu konuda PKK içinde de bir kriz vardı. Ben bu krizi aşmak için çok yoğun olarak düşünüyordum, çözüm geliştirmeye çalışıyordum. Hatta savaş böyle olmaz, savaşacaksanız adam gibi savaşın diyordum. Tüm çabalarıma rağmen PKK içindeki bu krizi aşamıyordum. Bilindiği gibi meşhur Diyarbakır üçgeninde yapılanlar vardı. Sadece dışa yönelik değildi bunlar. PKK içerisinde de onlarca değerli kadrolarımızı, arkadaşlarımızın şahadetine de neden oldular. Sonra ortaya çıktı ki PKK içindeki krizin aşılamamasının nedeni, bunların çözümün gelişmesini istemeyen güçlerle ilişki halinde olması, Ergenekon ve Veli Küçükle bağlantılarıydı.'

'Avrupa'da batağa çekildik'

Avrupa'ya çıkış nedeninin diplomatik ve siyasi çözüm çalışmalarının daha yararlı olduğunu düşünmesi olduğunu dile getiren Öcalan şöyle konuştu: ' 99'a geldiğimizde, yani benim Şam'dan çıkma sürecimde ise, gece-gündüz nasıl bir yol haritası çizmemiz gerektiğini düşünüyordum. Zaten önümde iki seçenek vardı. Ya dağa çıkacaktım ya da Avrupa'ya. Dağa mı, Avrupa'ya mı gitmeliyim, net bir karara varamamıştım. Dağa mı Avrupa'ya mı ikilemini çok yaşamıştım. O dönem dağa çıkmak benim için bir alternatifti. Neden kullanmadın diye sorarsanız, dağa çıkabilirdim ama Türkiye 300 uçağı havalandırarak hiç kimseyi düşünmeden beni yok etmek için tüm Kürdistan coğrafyasını tuzla buz edebilirdi, halk büyük zarar görebilirdi. Bunun kimseye bir yararı olmazdı. Diplomatik ve siyasi çözüm çalışmalarının daha yararlı olacağını düşünerek Avrupa'ya çıktım. Avrupa'ya çıkış koşullarının olup olmadığını, diplomatik ve demokratik siyasi bir yöntemle çalışmalara devam edip edemeyeceğimi çok yoğun tartıştık. Hatta Yunanlı yetkililerle de görüştük, bunun üzerine diplomatik ve siyasi çözüm çalışmaları yürütebilmek için Avrupa'ya çıktım. Oraya vardığımda ise, koşulların oluşmadığını, batağa çekildiğimizi fark ettim ve sonuç bilindiği gibi buradayım.'

'Bu ayaklanma değil, örgütlü demokratik halk tepkisidir'

Kürt sorunun çözümü için DTP ile görüşülebilineceği önerisini yineleyen Öcalan şunları ifade etti: 'Ben burada hala çözüm için çabalıyorum. Bir devlet yetkilisi burada gelip benimle görüşürse kimse bir şey kaybetmez. Ben öyle yetki, rütbe, makam, mevki meraklısı da değilim. Benim için önemli olan onurlu barış ve demokratik çözümün gelişmesidir. Çözüm gelişecekse ben olmasam da Barzani'yle, Talabani'yle, DTP ile de görüşebilirler. Yeter ki çözüm gelişsin. Ama Kürt halkı çözüm için tercihini yapmıştır, bunu görmezden gelemezler. Benim için Kürt halkının onuru diyorlar. Tabii ki ben Kürt halkının onuruyum. Bunu kendimi övmek için de söylemiyorum. Çözüm için etkili olacağım açıktır. Son yaşananlar da bunu gösteriyor. Kadınlar da bu dönem onurlarına sahip çıkmışlardır. Bu eylemlerde kadınlar da vardır. Halkımız kendi talepleri için harekete geçmiş, ayaklanmıştır. Hatta bu son yaşananlar ayaklanmayı da aşan bir tavırdır. Ayaklanmada kişiler bölük pörçük kendi başına dağınık hareket ederler. Oysa bu yaşananlar örgütlü, kararlı, kontrollü ve demokratik bir halk tepkisidir, bir ayaklanma değildir. Ben buradan halka eylem çağrısı yapmadım. Halkın kendi kararıdır, bu nedenle kendilerine eylem yapmayın diye çağrı da yapmıyorum. Aldıkları kararı, eylemliliklerini anlamlı buluyor ve selamlıyorum. Halkımız demokratik tepkisini yükselterek hükümete ulaşırsa ve halk benden isterse müdahil olurum. Halkımız bana onurlu ve anlamlı bir diyalogun yolu açıldı ve gel arabuluculuk yap derse ben dahil olurum. Bu konuda onurlu ve anlamlı bir diyalogun gelişmesi için üzerime düşeni yaparım. Bugüne kadar da hep yaptım. Anlamlı bir diyalog olacaksa ben burada çözüm için hazırım. Tüm gücümle çözümün nasıl gelişeceğine yoğunlaşır, yol yöntem belirlerim, çözümü formüle ederim'

'PKK en güçlü dönemini yaşıyor'

Türkiye'nin çok ciddi bir krize çekildiğini kaydeden Öcalan, 'Buradan sayın Erdoğan'a sesleniyorum; Türkiye çok ciddi bir krize çekiliyor. İzlanda gibi iflas edecek. Bunun farkında değiller. İşte faiz oranları biliniyor, yüzde yirmilerde. Türkiye dünyanın en yüksek faiz oranına sahip ülke, böyle ülke yönetilmez. Bir kriz halindeler, kriz derinden etkiliyor ama bunu gizliyorlar. Bu ekonomik kriz 2000'lerde yaşanandan daha ciddi. Temelleri daha 90'lı yıllara dayanıyor. Ama bunu görmüyorlar ya da görmezden geliyorlar, gizliyorlar. Bütün dünya başta da Amerika bir ekonomik kriz halinde, ve daha da derinleşti' diye konuştu. PKK'nin gerilla savaşını daha da derinleştirme kararı aldığına dikkat çeken Öcalan, devamlara şunları söyledi: 'Ayrıca PKK, gerilla savaşını derinleştirecek, bunu ben söylemiyorum, bu PKK'nin kararı. Bu kararda benim fiili bir liderliğim yok. PKK, kendi kararını almış, ben yapın veya yapmayın demem. Ben burada kötü koşullarda yaşayan bir tutukluyum. Bulunduğum konum gereği halkın ve PKK'nin kararlarına etkim olamaz. PKK kararının anlamı şudur; PKK en güçlü dönemini yaşıyor. PKK, sistematik, kontrollü bir gerilla savaşına girebilecek gücü olduğunu söylüyor. PKK'ye katılımlar da yoğundur; İran, Irak, Suriye ve Türkiye'den katılımlar vardır. Savaş derinleşirse PKK'yi de destekleyen güçler ve gruplar var, PKK'nin ittifakları var, yeni ittifaklarla daha da geliştirir. Ben PKK'yi tanıdığımdan dolayı söylüyorum, gerilla savaşını derinleştirirse Türkiye ciddi bir kaosa sürüklenir, hiç kimse bundan fayda görmez. 2004 yılından 2008'e kadar onlarca insan yaşamını yitirdi, bunun kime ne yararı oldu. Sayın Erdoğan bunu dikkate almalı. İşte ben burada bu tehlike konusunda uyarıyorum, bu tehlikenin önüne geçmek için çözüm önerilerinde bulunuyorum. Ama anlamlı ve onurlu bir barış ve diyalog yolu açılmazsa, ben bir şey yapamam. PKK ve halk kendi kararını alır ve hayata geçirir'

'Moralimi bozmaya çalışıyorlar'

Son olarak da kendisine yönelik uygulamalar ve sağlık sorunlarına değinen Öcalan şöyle konuştu: 'Burada yaşanan sıkıntılar, psikolojik gerginlik devam ediyor, benim moralimi bozmaya çalışıyorlar. Benim moralimi kolay kolay bozamazlar. Çünkü ben kendi moral gücümü kendim yaratıyorum. Yine gazeteleri düzensiz veriyorlar. İdarenin bana yönelik bu tavırlarının nedenini anlamaya çalışıyorum. Ben burada Diyarbakır'daki gibi, Kemal Pir arkadaşlar gibi bir direnişe girebilirim. O direnişe büyük saygım var ama benim tarihi sorumluluklarım var. Benim buradan ölümün çıkmasının hiç kimseye faydası olmayacak, hatta kıyamet kopar. Bu nedenle benim tarihi kararım, kendi eylemimle yaşamıma son vermeyeceğimdir. Ben burada her şeye rağmen sağduyumu koruyacağım. Burada kendi irademle yaşamıma son vermeyeceğim, böyle bir şey olursa bilinsin ki bu benim iradem dışında gelişmiştir. Ben ölümden korkmuyorum. Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin umurumda değil ama benim en büyük çabam tarihi sorumluluğum gereği olabildiğince uzun ve sağlıklı yaşamaktır. Bana verilen ilacı, yeniden kullanmaya başladım. Bu ilaçtan sonra idrara çıkmam çok seyrekleşiyor. Ayrıca vücuttaki kaşıntılarım yeniden başladı. Vücudumda lekeler oluştu.'

'Ergenokon yargılaması şova dönüştü'

Ergenekon yargılanmasının gerçek bir yargılama olmadığını tamamen bir şov olduğunu belirten Öcalan şunları söyledi: 'Ergenekon yargılaması gerçek anlamda bir yargılama değil, faili meçhul cinayetlerin çözülmesine girmeyecekler anlaşılan, şov yapacaklar. Ben buradan Avrupa ve Türkiye'deki tüm dostlara selam söylüyorum. Türk aydınlarının barış için girişimlerini anlamlı buluyorum ve önemsiyorum. Almanya'daki ve Avrupa'daki sosyalistlere de selam söylüyorum. Burada ve Türkiye'de yaşananları bilmeli durumun ciddiyetini görmelidirler. Bunun dışında ben, tüm halkımıza, her köyün kendisine ait ağaçlandırdığı koru alanlar yapsın. Özellikle Cudi Dağı ağaçlandırılabilir. Cudi Dağı dememin sebebi, Cudi Dağı'nın Nuh'un gemisinin orada olduğuna inanılmasıdır. Yani bu ağaçlandırmalar Nuh'un anısına yapılsın. Ama onun dışında tüm köy ve yerleşim yerleri kendilerine ait ağaçlandırmalar, korular yapabilirler. Ben buradan tekrar söylüyorum. Sağduyumu koruyacağım. Halkımıza selamlarımı sunuyorum. Kadınlara da özel selamlarımı sunuyorum. Cezaevindeki arkadaşları selamlıyorum' İSTANBUL

24 Ekim 2008 tarihli Görüşme Notu'dur

Kaynak: Gündem

23 Ekim 2008 Perşembe

Kapitalizmin Krizine Dair Gerçeği Söylemek!(1)



Fikret Başkaya

Borsalar çalkalanıyor, bankalar batıyor, emperyalist ülkelerin devlet erkânı telaşlı, kompradorlaşmış Üçüncü Dünya rejimlerinin yöneticileri şaşkın, 1929 krizini hatırlatan manzaralar, intiharlar, televizyonlarda, gazetelerde ‘konunun uzmanlarının’ can sıkıcı gevezelikleri, kredi derecelendirme kuruluşu denilenlerin sefaleti, piyasa dinine tapanların pişkinliği, velhasıl kepazeliğin ve kafa karışıklığının doruk noktası... Ne oluyor, neden oluyor, olup-bitenler kimin için ne anlama geliyor? Söylemle gerçek durum arasında nasıl bir uyumsuzluk var? Sorunun kaynağında ne var ve buraya nasıl gelindi? Neden şeylere dair gerçek söylenmiyor? Bir günde borsalarda 1.2 trilyon doların buharlaştığı söyleniyor... Buharlaşan alkol gibi, su gibi bir şey mi? Kim neyi nasıl kaybediyor? Şu borsa denilen ne menem bir şeydir ve orada ‘oynayanların’ oyunu kimin için ne demeye geliyor? Ya da ‘borsa oyuncusunu’ nasıl bilirsiniz? Menkûl değerler denilen kendinden menkûl bir şey midir yoksa reel bir karşılığı olmak zorunda mıdır?

İşçilerin çalışıp/ürettiği fabrikaların, işletmelerin, meta ve özel mülk kategorisi haline gelmiş, toprakların, madenlerin, enerji kaynaklarının, üretilmiş malların, v.b. maddi [reel ] bir varlığı ve değeri vardır. İşte o varlıklar karşılığında piyasaya sürülen şirket hisseleri, devlet tahvilleri, v.b. [kıymetli kâğıtlar] borsa denilen yerde alınıp satılıyor, işlem görüyor. Oyunculardan bazıları bir şirketin hissesinin veya bir kâğıdın değerinin ilerde yükseleceği beklentisiyle satın alıyor ama birileri alırken başka oyuncuların da söz konusu kâğıtların değerinin ilerde düşeceği beklentisiyle satması gerekiyor. Velhasıl, oyunun oynanabilmesi için bazılarının satması, bazılarının da alması gerekiyor. Bu işlemler sonucu hiçbir ‘yeni değer’ yaratılmıyor, yaratılması mümkün değildir. Hiç bir yeni değerin yaratılmadığı, sadece oyuncuları ilgilendiren borsa neden her günün vazgeçilmez haberidir? Netice itibariyle söz konusu olan sıfır toplamlı bir oyun değil midir? Aynı kumar oyununda olduğu gibi... Kumar oyununda masadaki para oyuncular arasında döner, kaybedenin parası kazananın cebine girer ama oyunun sonunda ceplerdeki para toplamı aynıdır. Bu aşamaya kadar sorun kumarcıları ilgilendiriyordur. Fakat kaybeden orada durmaz elindekini kaybettikten sonra saatini, yüzüğünü, ceketini, evini, arsasını, tarlasını, babasından kalma tüfeğini, vb. de masaya sürerse, kumar oyunu kumarcıdan başkasını da ilgilendirir hale gelir. Bu “yuva yıkma eşiğidir”... Borsada hileyle veya değil bazı kâğıtların hisseleri suni olarak yükseltilir ve reel durumla aradaki fark fazlasıyla açılırsa, belirli bir eşikten sonra bir güvensizlik tablosu ortaya çıkar ve herkes satmaya kalkar, kimse almak istemez ve oyun oynanamaz, sürdürülemez duruma gelir. İşte borsa krizi denilen böyle bir şeydir... O aşamadan sonra sorun borsa oyuncularından başkasını da angaje eder hale gelir. İşletmeler iflas eder, işyerleri kapanır, işsizlik artar, işçi sınıfının pazarlık gücü zayıflar, yoksullaştırıcı ekonomik ve sosyal politikalar gündeme gelir. Kumar oyunu örneğinde olduğu gibi belirli bir sınır aşıldığında, sorun borsanın dışına taşar ve reel ekonomi denileni de angaje eder hâle gelir... Bazı şirketler batar, sahneden çekilirken, ayakta kalmakta zorlanan bazıları da güçlüler tarafından yutulur, sahneden çekilenlerin pazar payları ayakta kalabilen güçlülerin eline geçer. Velhasıl kriz herkes için aynı anlama gelmez... Bazıları silinirken başkaları güçlenir. Her kriz tekelleşme sürecini kamçılar. Başka türlü ifade edersek, bir tür düzeltme, hizaya getirme operasyonu gerçekleşmiştir. Fakat söylem farklıdır: “Herkes elini taşın altına koysun” denmeye başlanır... Aslında taşın altına konacak eller değişmez, hep aynıdır ama taşın ağırlığı artar sadece... Velhasıl her zaman krizin yükü ezilen ve sömürülen sınıfların omzuna yüklenir. Büyük bir finans kurumu veya işletme iflas ettiğinde onu iflasa götürenler olsa olsa bir süreliğine egzotik bir tatile çıkarlar ama işçiler ekmek parasından


olurlar... aç kalırlar... sokağa atılırlar... Uzağa gitmeye gerek yok: ABD’de batan ve devlet tarafından kurtarılan dev firmaların patronlarına, CEO’larına bak anlarsın... Dev şirketleri kurtaran burjuva devleti işsiz kalan işçiler için de bir şeyler düşünüyor mu? Elbette düşünüyor ve ne düşündüğünü gayet iyi biliyoruz... Üstelik kriz bir de doğal afet türü bir şeymiş gibi sunuluyor... Krizin, gözü doymaz ve doyması da asla mümkün olmayan kapitalistlerin, spekülatörlerin, borsa oyuncularının eseri, velhasıl kapitalizmin işleyişinin sonucu olduğu gerçeği yok sayılır. Hiçbir zaman kriz kelimesi kapitalizmle birlikte telâffuz edilmez. Birincisi, krizler kapitalist üretim tarzının mantığının ve temel eğilimlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkar, istisna ya da ‘yol kazası’ değildir. Başka türlü söylersek, kapitalizm için krizler bir tür ‘gençlik aşısı’ veya ‘taze kan’ niteliği taşır. Krizler her zaman bir finans ve/veya banka krizi şeklinde tezahür eder ama gerisinde ekonomik kriz denilen vardır; ikincisi, krizler her zaman talep yetersizliğinden, üretilenin satılamamasından, aşırı üretimden, aşırı kapasiteden, netice itibariyle realizsasyonun sağlanamamasından, kaynaklanır. Bunun anlamı sermayenin değerlenememe/ değersizleşme sorunuyla karşı karşıya gelmesidir.

Buraya nasıl gelindi?
İkinci emperyalistler arası savaşın neden olduğu yıkımın ardından, kapitalizm yeniden bir yükselme dönemine girdi. Bu dönemin yeni ve dinamik ürünlerini otomobil, transistör, elektrikli ev aletleri, konfeksiyon, fonksiyonel kentleşme, v.b. denilenler oluşturuyordu. Belirli bir aşamadan sonra bu malların pazarının genişlemesi yavaşladı, pazarlar daraldı, verimlilik ve kâr oranları düştü. Kâr oranlarının düşmesinin iki nedeni daha vardı: birincisi, hizmet sektörünün göreli ağırlığının artmasıydı – bu sektörde verimlilik ve kârlılık oranları ekseri sanayi sektöründen daha düşüktür-; ikincisi, özellikle emperyalist ülkelerde sermaye tarafından dayatılan yoğun çalışma koşullarına ve temposuna işçi sınıfından gelen tepkiydi. İşçiler bunaltıcı iş temposuna karşı eyleme geçtiler, işi yavaşlattılar, oturma eylemleri yaptılar, fabrikaları işgal ettiler, grevler yaygınlaştı. [Elio Petri’nin ünlü filmi: İşçi sınıfı cennete gidiyor, Türin’de otomobil fabrikalarındaki direnişin hikâyesidir...] Bu tür eylemler işletmelerin verimlilik ve kâr oranları üzerinde olumsuz etki yarattı. Bu arada sermaye sınıfı yüksek reel ücretlerden ve yüksek oranlı vergilerden de şikâyetçiydi elbette...

Kapitalizmin krizi 1974-75’te tüm emperyalist ülkeleri etkisi altına aldı ki, söz konusu olan yapısal krizi de haber veren bir devrevi krizdi. Sermaye kâr oranlarını restore etmek üzere saldırıya geçti. Savaştan sonra ısmarlama üzerine üretilmeye başlanan neoliberal tezler pratik politikaya tercüme edildi. Ekonomiye devlet müdahalelerine savaş ilân edildi. Aslında sermayenin devlet müdahalelerine karşı olması asla mümkün değildir. Dolayısıyla durumun nüansa edilmesi gerekir. Sermaye sınıfı, sermayenin tek yanlı çıkarını gözetenler dışındaki müdahalelere karşıdır demek gerçeğe daha uygundur. Bu yüzden kendi kendini düzenleyen piyasa tam bir mittir... Mesela ABD ekonomisi serbest piyasacı modelin sembolü sayılır, oysa orada devlet her dönemde ekonomiye müdahale etmiştir ve etmektedir, kapitalizm var oldukça da edecektir. Devlet müdahalesi her zaman istisna değil, kuraldır. Onun için söylenene değil yapılana bakmak gerekir... Aynı şey serbest ticaret söylemi için de geçerlidir. Serbest ticaret her zaman başkaları içindir... Daha çok Üçüncü Dünya ülkeleri içindir. Bununla söylediğimi yap, yaptığımı yapma denmek istenir... Kâr oranlarını restore etmenin en kestirme yolu her zaman reel ücretleri düşürmekten [sömürü oranını yükseltmekten] geçer, işçi örgütlerini etkisizleştirmek üzere harekete geçildi, sermayeden alınan vergiler düşürüldü, sosyal amaçlı devlet harcamalarına, kamu hizmetlerine savaş ilân edildi, bazı sanayi dalları ve işletmeler ucuz işçi cenneti denilen Üçüncü Dünya ülkelerine kaydırıldı [bu ülkelerde sadece ücretler çok düşük değil, aynı zamanda vergiler de çok düşüktür veya vergi kaçırmak çok kolaydır, çevre koruma mevzuatı ekseri yoktur veya yetersizdir, üstelik sermayeye sayısız teşvikler de sunulmaktadır... sömürü ve yağma için koşullar kıvamındadır...], Üçüncü Dünya ülkeleri borçlandırılıp bir tür emperyalist sermaye tarafından rehin alındı ve yapısal uyum programlarını uygulamaya uygun koşullar yaratıldı. Böylece Üçüncü Dünya’nın sömürüsü tarihte görülmemiş kapsam ve yoğunluğa ulaştı, sermayenin hareketini kısıtlayan engeller liberalizasyon sloganıyla birer birer ortadan kaldırıldı, önce kamu işletmeleri, daha sonra kamu hizmetleri özelleştirildi [böylece sermaye önemli bir değerlenme alanına kavuştu], savaş sonrası güçler dengesi konjonktüründe oluşturulmuş, emekçi kesimleri gözeten sosyal ve kültürel politikalar uygulamaya imkân veren mevzuat da deregülasyon-dereglemantasyon sloganıyla tasfiye edildi... Merkez bankaları ‘özerkleşme’ adı altında küresel büyük sermayenin ihtiyacı doğrultusunda yeniden biçimlendirildi, işlevsizleştirildi... Özellikle 1980 sonrasında alınan tüm önlemlere ve sermayenin tek yanlı çıkarını gözeten düzenlemelere, uygulanan anti-sosyal neoliberal politikalara, liberalizasyona, deregulasyon-dereglemantasyona ve özelleştirmelere rağmen kâr oranlarını restore etmek mümkün olsa da bütün bu zaman zarfında toplam talep artışı hep düşük kaldı, gereken/beklenen düzeye çıkamadı. Burada neden çıkmadığının tahliline girmem mümkün değil ama yine de kısa bir hatırlatma yapmak gerekiyor. Reel ücretlerin düşürülmesi demek, emekçi çoğunluğun satın alma gücünün düşürülmesi, efektif talebin daralması veya istenilen düzeyin altında kalması demektir... Kapitalizmin içinde bulunduğu aşama dikkate alındığında, bunun neden öyle olduğunu açıklamak için uzun boylu tahliller gerekmiyor. Zira 19. yüzyıl ekonomik krizlerinden farklı olarak, İkinci Savaş sonrası dönemde sermayenin ürettiği malların en büyük müşterisi onu üreten işçi sınıfıydı. Oysa, Samir Amin’in yazdığı gibi, liberal-endüstriyel dönemde [1770–1880] efektif talep işçilerin talebi değil, daha çok köylülerin, orta sınıfların, ve dışarının, dış pazarların talebiydi.1 Bu durum 1929 krizinin ardından Keynes tarafından farkedilmişti. Şimdilerde reel ücretlerin düştüğü [1982 – 2005 aralığında ücretlerin GSYİH ya oranı sürekli gerileyerek G-7 ülkelerinin tamamında %67,5 dan %61,5 seviyesine, Avrupa’da da %66,3 den %58,1’e ve düştü. Düşüş Üçüncü Dünya’da çok daha sert oldu] düşüşün süreklilik kazandığı, gelir dağılımı dengesizliğinin skandal halini aldığı koşullarda, efektif talebi oluşturan daha çok hızla zenginleşen küresel oligarşinin ve onu taklit eden ‘ikinci dalga zenginlerin’ ve orta sınıfların ‘lüks’ tüketim talebidir... Bunun anlamı sermaye sınıfının yeterli efektif talep veya aynı anlama gelmek üzere değerlenme sorununu bir türlü çözememiş oluşu, dolayısıyla sürekli bir toplu değersizleşme riskiyle yüzyüze oluşudur.

Spekülasyon veya gazino ekonomisi
XX. yüzyılın son çeyreğinde, özellikle neoliberal politikaların gözü kara uygulandığı 1980 sonrasında, tuhaf bir durum ortaya çıktı: bu bir tür parayla para kazanma dönemiydi. Sanki para yavruluyordu... Söz konusu dönemde spekülasyon istisna değil kuraldı. Bu durumun gerisinde de başlıca iki düzenleme-düzensizleştirme vardı: birincisi, 1971’de Bretton-Woods sistemiyle oluşturulan doların altına konvertibilesine [çevrilebilirliği] son verildi. Bu ABD’nin istediği zaman, istediği kadar para basabilmesi, dünya likiditesini belirler duruma gelmesiydi. [Bir fikir vermek için 1971’de piyasalardaki [tedavüldeki densin] dolar 776 milyar iken bugün 12 000 milyar dolardır, Şimdilerde ABD’nin toplam borç stoku 48.000 milyar dolardır ki, bu ABD federal bütçesinin tam 19 katı, ABD GSYİH’nin de 4 katıdır. Amerika Birleşik Devletleri her yıl 400 milyar dolar faiz ödüyor, dış ticaret açığı 1971’de 10 milyar dolardan 1994’de 100 milyar dolara ve 2006 da 850 milyar dolara yükselmiş durumda. Bütçe açığı da 2006 da 470 milyar dolardı... Bu rakamlar para dünyasındaki duruma dair fikir vermeye yeter... ]; ikincisi, 1980’li ve 1990’lı yıllarda finansal hareketleri düzenleyen mevzuatın ortadan kaldırılması velhasıl para piyasaları veya finansal piyasalar denilenin kuralsızlaştırılmasıydı. Artık sermayenin her türlüsünün önündeki tüm engeller ortadan kalkmıştı. Fakat spekülasyonu açıklayan asıl neden neoliberal politikaların toplam talebi küçültmesi, ya da gerekli düzeyde artıramamasıydı. Sömürü oranlarının yükseltilmesinin sonucunda kârlar hızla büyürken, ortaya çıkan devasa para sermayesini talep yetersizliğinden ötürü verimli bir şekilde kullanmak, ‘üretici yatırımlarda’ değerlendirmek, yeni üretim kapasiteleri oluşturmak zorlaşmıştı. Bunun anlamı sermayenin değersizleşme riskiyle yüz yüze gelmesidir. Ve sermaye bir şekilde kullanılmazsa değersizleşir. İşte böylesi koşullarda, sermayeyi toplu değersizleşme riskine karşı korumanın bir tek yol kalıyordu: üretim aşamasını atlayarak spekülasyonla veya parayla para kazanmak. Arık nerede spekülasyona uygun bir ortam varsa para-sermaye oraya ulaşıyor, nerede bir ‘boşluk’ varsa dolduruyordu. Başlıca soygun ve sömürü alanlarından biri Üçüncü Dünya’nın yağmasıydı. Söz konusu ülkeler borçlandırıldı ve yüksek faiz oranları dayatıldı. Neoliberal politikaların pupa-yelken yol almaya başladığı 1980 de Üçüncü Dünya’nın toplam borçları 540 milyar dolardı. 1980’le 2004 arasında söz konusu ülkeler tam 5300 milyar dolar borç ödediler... Bunun anlamı 24 yılda 1980 deki borç tutarı kadarın tam on defa ödenmesidir ki, bu tam bir skandaldır... O kadar borç ödendikten sonra toplam borç hâlâ 2600 milyar dolar düzeyinde... Daha sonra yapısal uyum programlarıyla Üçüncü Dünya ülkelerinin yağma ve talan kapitalizmin, emperyalizmin ve modern sömürgeciliğin tarihinde görülmemiş boyutlara ulaştı. Sermayenin bir başka spekülatif değerlenme alanı döviz piyasalarındaki dalgalanmalardan yararlanmaktı. Döviz piyasalarında dönen para 2005 de 4.174,6 milyar dolardan 2008 Haziranında 7008,1 milyar dolara çıktı... Bu arada vergi cennetleri spekülatif sermayenin sığınağı olmaya devam ediyor. Borsalar suni olarak yükseltildi. Velhasıl reel ekonomi dünyasıyla finans dünyası arasında zihinlere durgunluk veren bir uçurum ve uyumsuzluk oluştu. İşte XXI’inci yüzyılın ilk on yılında bunak kapitalizmin manzarası... Gelecek yazıda ABD’de bir yıl önce patlak veren, Eylül 2008 sonunda doruk noktasına ulaşan ipotek krizi [subprime] denilene karşı alınan önemlerin kimin için ne anlama geldiğini, emperyalist ülkelerin ve ‘Yükselen Piyasaların’ [Çin, Hindistan, Bresilya, G. Kore, v.b.] krize nasıl tepki verdiğini ve krizin başta bizzat kapitalizmin kendisi olmak üzere, sömürülen sınıflar, ezilen halklar için ne anlama geldiğini, v.b. tartışmayı sürdüreceğiz...

--------------------

(1) Bkz: Samir Amin, Du Capitalisme à la Civilisation – la longue transition, Syllepse, Paris, 2008, p. 120.

18 Ekim 2008 Cumartesi

YENİLİK, TEORİ ve JAKOBEN KALKIŞMALAR





Demir Bilgin / demir.bilgin@yahoo.dk



I
YENİLİK VE TEORİ



Daha önce yazdıklarımı tekrarlamak zorundayım. Daha önce Toplumsal Kurtuluş dergisi ve başka yerde yazdıklarımı tekrarlamak zorundayım. Zira beyinlerin silinmek ve ezilmek istendiği tekeller Türkiyesi ve dünyasında bu kaçınılmaz oluyor. Bu bellek silme operasyonlarına karşı, bizler, tekrar ve tekrar ”elifba”dan başlamak zorunda kalıyoruz. Bu anlaşılır bir durumdur. Türkiye’de yaşanan 12 Eylül 1980 faşist darbesi ve dünya sosyalist blokunda yaşanan sosyalist çözülme ve karşı-devrim hareketleri beraberinde büyük bir yozlaşma getirmiştir. Bu şu demek oluyor: İnsan hem Türkiye’de hem de dünyada ”küçülmüştür”.

Dünya bir yana, Türkiye’de 12 Eylül ile başlayan ve ”eylülist kuşak” diye adlandırılan kesim, toplumsal yaşamın karmaşık yönlerini derinlemesine analiz etmedi, edemedi. Toplumsal yaşamın karmaşık yönlerini ”analiz” etmek bir yana, ürettikleri herşeyi ”post modern” olarak nitelendirip, özünde ne kadar ”post ilkel” olduklarını gösterdiler. Her alana el attılar, ama hiç bir alanda dikiş tutturamadılar.

Modern ve yenilik güzeldir. Doğrudur. Ama bazen doğru, “doğru” olmuyor. Çoğu zaman “post-modernlik” ve “post yenilik”, “post ilkellik” oluyor.

”Yeni Sol” adına çıktılar, ama savundukları ”sol” sol olmaktan çıktı.

“Yeni Edebiyat” adına çıktılar, ama yazdıkları şiir, hikaye ve roman, ne yenilik oldu, ne de “edebiyat” oldu!

Yeni ve post-modern?! Neyin yenisi? Neyin post modernizmi?

Yeni Sol! Solun yenisi ne?

Bunlara yanıt vermeden yeni ve yenilik, ”yenilik” olmuyor.

Keza, Türkiye devrimci hareketinde ”jakoben reddiye” olarak doğan THKP-C, THKO ve TKP-ML/TİKKO hareketler de yanlış anlaşıldı. Onlar adına çıktılar, ama onlar adına ya ”kemalizm” ya da ” yeşilci” oldular. ”Yenilik” adına ikinci kez sınıfta kaldılar. Kaldıkları yerde kaldılar.

Peki yenilik bu mu?

Ama zaman akıyor. Zaman durmaz. Biz durmayız. Toplum durmaz.

Yürüyoruz. Doğru yürüyenlerle birlikte yürüyoruz.

Yürüyüş durmaz. Çünkü toplum durmaz.

Yürüyüş, ancak devrimci bir teoriyle olur. Devrimci teori, dünü, bugünü ve yarını görmek oluyor. Teori, bilimsel teori, budur. Canlıdır. İstenen bir pratik ve gelecek kurmanın feneridir.

Zaten teori sözcük olarak, Grekçe’den geliyor: ” theoriein ”. Görmek demektir.
Teori, görmektir.

Bu tanıma ekleyeceklerim var; katkım olsun. Teori, bir; insanın yaptığı işi anlamasıdır.

İki:
teori, insanları, toplumsal yaşamı, toplumsal yaşamın bir çok yönünü anlamak, yorumlamak ve açıklamak oluyor.

Teori, budur.

Teori, körler savaşının reddidir.

Körlerin yapacağı savaş ”kör savaşıdır”.

Körler savaşı, zarardır. Herkese zarar veriyor. Artık bunun anlaşılması gerekiyor.

Doğru teoriyi açıklama yolunda uğraşlarımız ve görevlerimiz vardır.

Görevlerimizin ilki, eşitlik, özgürlük ve ortaklık yoluna hizmet eden teoriler üretmektir. Bu determinizmdir. Yaratmak ve kurmak için, zorunluluktur. Olmazsa olmaz bir gerekirciliktir. Budur.

Sonuçlar var ve şu:

Bir:
Bilime dayanmayan teori, teori değildir.

İki:
pratisyenlerin yazdıklarını okumak ve pratiklerinden dersler çıkarmak ve bunlardan yararlanmak çok önemlidir. Ama bunlar, bilim anlamında, sosyalist teori alanına girmezler. Girmiyorlar.

Üç:
Şehid edebiyatı teori olmaz. Şehid edebiyatı ne sola, ne de sağa faydası olmaz. Yoktur.

Görevimiz, bunların dışında, bilime ve aynı anlama gelmek üzere insanlara hizmet eden teoriler üretmektir...

II
JAKOBEN KALKIŞMA

Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C), Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) ve Türkiye Komünist Partisi- Marksist/Leninist (TKP-ML) Türkiye devrimci tarihinde birer Jakoben hareketler olarak yerlerini aldılar. Kuruluşlarından hemen sonra Türkiye’yi sarsan eylemlere giriştiler. Çok kısa bir zaman sürecinde eylemleriyle adlarını duyurdular. Bir yıla sığan eylemleriyle (1970 sonları ve 1972 başı) Türkiye devrimci tarihinde ”ihtilalci” çıkışın örneklerini verdiler.THKP-C ve THKO; Kemalizm, Çin ve Latin Amerika ile süslenmiş pratik ve teorileri ile, iktidarın ancak şiddet yolu ile alınacağına inanıyorlardı ve bu inaçla ölümsüzleştiler. TKP-ML ise, hem ulusal sorun, hem de Kemalizmi eleştirme ve reddetme alanında bu iki hareketten ayrılıyordu.

THKP-C ve THKO hareketleri sonuna kadar Türkiye İşçi Partis (T.İ.P), Doğan Avcıoğlu ve Yön çizgisinde kalmalarına rağmen, ikitidarın ”ilerici bir ordu darbesi ile” alınacağına tepki göstererek, bu anlamda onlardan ”koptular”.

TKHP-C ve önderleri, Türkiye’nin bir ”bir suni” denge durumunda bulunduğunu ve bu ”suni dengenin” ancak ”öncü savaşı” ile bozulacağını dile getiriyorlardı.

THKO hareketi ise, siyasi olmaktan çok askeri bir örgütlenme olarak doğdu. Örgütlenme biçimi ”fokoculuktur.”Bir kaç bildiri ve Deniz Gezmiş’le yapılan söyleşi dışında yazılı belgeleri yoktur. En son , Hüseyin İnan tarafından kaleme alınan, ”Türkiye DevriminYolu” başlıklı hızlı ve düzensiz yazılmış bir çalışma vardır. Bunu da eklemekte yarar var.

Dikkat edilirse, THKP-C ve THKO’nun yazı ve bildirilerinde ”sosyalizm”, ”komünizm” sözleri bulunmaz. Zaten yazılarında işçi sınıfından ziyade, ”halk” vardır. Kurdukları partiler de, ”halkla” başlar.

TKP-ML hareketi ayrıdır. Adını açıkça ”komünist” bir parti olduğunu ilan ederek, başkan Mao’nun, ”bir kıvılcım, tüm bozkırı tutuşturmaya yeter” şiarıyla köylü ağırlıklı bir hareket olarak doğdu. Bu hareketin en önemli yanı hem ”ulusal sorunu” savunması, hem de ”Kemalizmi” açık bir şekilde mahküm etmesidir. İbrahim Kaypakkaya, bir ara Türkiye İşçi Partisinde çalışmasına rağmen, hem T.İ.P, hem de Yön yörüngesinden kendini kurtarmasını bilmiştir. Ama İbrahim Kaypakkaya’da, Türkiye’de feodalizmi abartarak, işçi sınıfının rolünü yadsımış; temel güç olarak köylülüğü görmüştür.

Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve arkadaşları Türkiye İşçi Partisi ve Yön çizgisinden geldiler. Yön, Doğan Avcıoğlu’nun Yön dergisi oluyor. Özetle şudur:

Türkiye’de komprodor burjuvazi olduğu için, işçi sınıfı cılız ve önemsizdir. Bundan dolayı da ”devrim” yapacak güce sahip değildir. Çözüm, ”zinde güçler” yani ”ordudur”. Mahir Çayan, ”ilerici ordu darbesine” sıcak bakmayarak, ”suni denge” formülü üzerine kurulu bir ”öncü savaşını” savundu.

Her üç hareket, THKP-C, THKO ve TKP-ML, mücadele biçimi olarak, ”Vietnem Halk Kurtuluş Ordusu” ile ”Çin Halk Kurtuluş Ordusu” modellerini seçtiler. Her üç hareket, bunlardan hem stratejik, hem, de taktik olarak yararlandılar. Zaten bu hareketlerdeki ”kurtuluş” ya da ”ordu” sözcüklerinin bulunmasının kaynağı budur.Bu, bir.

İki: THKP-C ve THKO hareketleri, bazı ince farklılıklara rağmen, yazılarında ve mahkeme savunmalarında, Doğan Avcıoğlu’nun ”Türkiye’nin Düzeni” kitabında ileri sürdüğü görüşleri bir bütün olarak tekrarlamışlardır.

Üç: THKO’da, sosyalizmi savunduklarına dair bir bildiri ve belge yoktur. Anti-emperyalist olmanın dışında hiç bir özelliği yoktur. Ama her iki hareket (THKP-C ve THKO) yine Doğan Avcıoğlu’nun etkisiyle, ”kemalizmi” son derece yanlış ve büyük bir abartma ile savunmuşlardır. Mahir Çayan:
”Kemalizmin özü, emperyalizme karşı tavır alıştır. Kemalizmi, bir burjuva ideolojisi veya bütün küçük burjuvazinin veyahut asker-sivil bütün aydın zümrelerinin ideolojisi saymak kesin olarak yanlıştır. (…) Kemalizm soldur; milli kurtuluşçuluktur. Kemalizm devrimci milliyetlerin, emperyalizme karşı aldıkları radikal tutumdur.” (Mahir Çayan, Toplu Yazılar. Devrimci Yol. Ankara 1978. Sayfa:282)

Deniz Gezmiş, Doğan Avcıoğlu’nun çıkarmış olduğu Devrim Gazetesinde şunları söylüyor:

”Devrimci gençlik eylemi, Mustafa Kemal ve zinde güçler saflarını biribirlerine kenetlenmiştir. Mustafa Kemal adı geniş öğrenci kitlelerinde daha fazla ağızdan ağıza dolaşır olmuş, forumlarda ”Bursa Nutku” ve ”Gençliğe Hitabe” tekrarlanmış ve bunlar olmuştur. (…) Bugün Türkiye’de Kemalist devrimin bekçiliğini yüklenen güçler arasında başta ordu, 27 Mayıs’ı yapan güçlerin önemli bir yeri vardır…”(Devrim Gazetesi, Sayı:10. Sayfa:2-7. 23 Aralık 1969)

Evet, durum budur. Ne yazık ki, Türkiye solu bir bütün olarak (TKP-ML hariç) doğumunda kemalizme bulaşıktır!

Tekrarlamak zorundayım: THKP-C ve THKO hareketlerin ideolojik gıdaları, T.İ.P ve Yön çizgisi ile Çin ve Latin Amerika teori ve pratikleridir:

- ”Kamil Dede: Hapishaneye Joao Quartum’un bir yazısı gelmişti: Brezilya devrimi ve Regis Debray. Kesintisiz devrim satır satır bu yazı gibiydi. Politikleşmiş Askeri Savaş Statejisi de bu yazıdan alınmıştır.”

-”Necmi Demir: İlk başlarda görüşler tam Che Guevara – Lin Biao karışımıydı. Eylemler döneminde Latin Amerika etkisi ağır basıyordu. Kaçıştan sonraki Kesintisiz Devrim II ve III’de Rusya’ya yaklaşım eğilimi görülüyor… Aslında çeşitli görüşleri alıp birleştiriyordu. Yani eklektikti…”

- ”İlkay Demir: Kesintisiz devrim II ve III’de revisyonist yazar Varga’dan satır satır kopya vardı…” (Proleter Devrimci Aydınlık. Sayı:12. 26 Aralık 1979)

Bitiriyorum, ama sonuçlar var:

1- Jakoben reddiyeci olan bu hareketlerin Kemalizmle süslenmiş eklektik yazıları teori olmuyor. Bilimsel ya da sosyalist anlamında teori olmuyor.

2- ”Suni denge” üzerine inşa edilen ve yarı-Kemalizm ve yarı-Çin ve Latin Amerika savlarını teori olarak kabül etmek mümkün değil; bilim dışıdır…

THKP-C, THKO ve TKP-ML’nin söylediklerini tekrarlayarak, bunlara sahip çıkılmaz.

Şehid edebiyatıyla, bu hareketlere sahip çıkılmaz ve bir arpa boyu yol da alınmaz.

En önemlisi, devrimci demokrat olan bu hareketlerin pratiklerinden yararlanmak ve dersler çıkarmaktır.

13 Ekim 2008 Pazartesi

Öcalan: AKP, Hizbullah’ın Resmi Biçimidir



SON SAVUNMALARIM ÖNEMLİ

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın avukatları ile görüşmesi sırasında önemli açıklamalarda bulunduğu öğrenildi. Edinilen bilgilere göre Öcalan, CIA, MOSSAD ve MIT’in rolleri, AKP’nin yerel seçim öncesi planları ve Genelkurmay Başkanı’nın açıklamaları, İran’daki açlık grevi, PKK ve Ortadoğu eksenli uluslar arası politikaları değerlendirdi.

Öcalan, yeni savunmalarına dikkat çekerek, “Bu son savunmalarım önemlidir. Ortada çok önemli bir trajedi var, yaşandı. Bu durumun ortaya çıkarılması, anlatılması lazım. Bunların bilinmesi lazım, bunlar bilinmeden, yargılamanın da savunmanın da bir anlamı kalmaz” dedi.

Baykal’ın yapmış olduğu bir konuşmaya işaret eden Öcalan şöyle dedi: “Baykal’ın daha önce bir konuşması vardı. Bu konuşmayı boşuna yapmıyorlar. Yaşar Büyükanıt da aynı şeyi söylüyordu. Benim için ‘Rudolf Hesse’ benzetmesi yapmışlardı. Ben çok düşündüm. Bu, onlara ait bir düşünce olamaz dedim. Bu düşüncelerini bir yerden almışlardır. Sekiz dokuz yıl önce bir makale okumuştum. Yani İsrail’in benimle ilgili bir değerlendirmesi vardı. Sonra anladım ki bu benzetmenin amacı bu fikirden alınmıştı. Bu değerlendirme İsrail’e aittir. Benim Suriye dönemimle ilgili çok araştırma yapmışlar. Suriye’deki durumum üzerine çok çalışmışlar, beni çok iyi takip etmişler. Çok ilginçtir, benim çıkışımı, Hitler milliyetçiliğinin çıkışına benzetmişler. Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’nın durumu ile bizim çıkışımızı karşılaştırmışlar. Bizim yoksul Kürtleri temsil ettiğimizi söylüyorlardı, bunu biliyorlardı.”

BEN YOKSUL KÜRTLERİ TEMSİL EDİYORUM

Hakkındaki değerlendirmelerin doğru olmadığını ifade eden Öcalan, şu değerlendirmelerde bulundu: “Tabi hakkımdaki değerlendirmeleri doğru değil, bu değerlendirmeler bilinçli yapılıyor. Hitlerin ordusu vardı, gücü vardı, ekonomisi vardı, onlara dayanarak milliyetçilik yapıyordu. Oysa ben yoksul Kürtleri temsil ediyorum. Ben başından beri demokrasi ve özgürlüğü benimsedim ve ön plana çıkardım. Bu makalede Kürt milliyetçiliğinin tarihinden de bahsediliyor. Bununla ilgili Kürt Milliyetçiliğinin Kökeni isimli bir kitaptan alıntılar vardı.

Milliyetçilik fikrini ortaya çıkaran, geliştiren Yahudilerdir. Bunu kitabımda çok iyi açmışım, incelemişim. Her devlet kendi milliyetçiliğini geliştirmeye çalıştı. Hitler milliyetçiliğini de Yahudiler ortaya çıkardı, onlar geliştirdi. Geliştirdikleri bu milliyetçilik daha sonra kendilerine döndü.”

KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİNİ DE İSRAİL ORTAYA ÇIKARDI

Öcalan İsrail’in milliyetçiliklerin gelişmesinde oynadığı role işaret ederek önemli tespitlerde bulundu: “Kürt milliyetçiliğini de ortaya çıkaran İsrail’dir. İsrail ve Kürt milliyetçiliğinin çok güçlü ilişkileri var. İsrail, bu milliyetçiliği kontrol altında tutmaya çalışıyor.

Türk milliyetçiliğini de geliştiren Yahudilerdir. İttihat Terakki’den beri de kontrolleri altına aldılar. Türk milliyetçiliği de bir ön İsrailliyattır. Nihal Adsız, Türk milliyetçisidir ama kendisi yıllarca hapishanelerde yattı. Nihal Atsız’ın milliyetçiliği, Türkeş ve Bahçeli milliyetçiliğinden farklıdır. Atsız’ın milliyetçiliği Almanya milliyetçiliğine dayanır, soy milliyetçiliğidir, soya dayanır. Türkeş onların milliyetçiliği farklıdır. Suphi Karaman onlar var. Türk milliyetçileri ‘50’lerden itibaren Amerika’ya gittiler, Amerika’yla ilişkilerini geliştirdiler. ‘80’lerden itibaren Ilımlı İslam adı altında Nakşî kıyafetli olarak sürdürülüyor.

Ancak Türk milliyetçiliği İttihat Terakki’de laik kıyafetlidir. Türk milliyetçiliği laik karakterli olarak gelişti. Kürt milliyetçiliği ise Nakşî karakterlidir, içinde laiklik kıyafeti azdır.”

İNGİLİZ İSTİHBARATI M16 ÜZERİMİZE GELİYORDU

İngiliz oyunlarına da dikkat çeken Öcalan, “İngiliz istihbaratı MI6 de üzerimize geliyordu. Bizi dikkatle izliyordu. Ama onlar biraz farklıydılar. Milliyetçilik anlayışları biraz farklıdır. Anglo Sakson geleneğine dayanıyorlar.

Bizim çıkışımız başından beri demokrasi ve özgürlüğe dayanıyordu. Beni emperyalizme yani kapitalizme dâhil etmek için çaba sarf ettiler. Beni Kuzey Irak’a çekmek için çok gayret ettiler. Beni sürekli Kuzey Irak’a davet ediyorlardı, oraya çekmeye çalışıyorlardı. Ben o zamanlar çok merak ediyordum, niye ısrarla beni buraya çekiyorlar diye. Ama bugünkü kadar nedenini bilemiyordum. Beni Kuzey Irak’a çekmek için çok ısrar ediyorlardı. Ben bağımsız olmamız gerektiğine inanıyordum” diye belirtti.

HALKIMIZI CIA, MOSSAD VE M İT’İN ETKİSİNDEN KORUDUM

“Ben halkımızı CIA’nın, MOSSAD’ın dolayısıyla MİT’in etkisinden korudum” diyen Öcalan şöyle devam etti: “Bunlar ‘Yoksul Kürtler de temsil edilmelidir. Bunu da Apo temsil ediyor’ diyorlar. Ama bizim kontrolümüzde olmalıdır diyorlar. Doğrudur. Ben bir grup yoksul Kürdü temsil ediyorum. Onlar beni kontrol edemeyeceklerini, Kuzey Irak’a çekemeyeceklerini anlayınca ürktüler, çok öfkelendiler, bana çok kızdılar. Sonra Suriye’ye bilinen büyük baskıyı uyguladılar, Suriye’yi tehdit ettiler. Hafız Esat gibi bir adam bile korktu. Suriye yönetimi, oradan çıkmam için bana defalarca rica etti. Buradan bir an önce ayrılın diyorlardı. Sonraları anlaşıldı ki savaş da olmayacaktı.

Benim tasfiye edilmemle ya da kontrol altına alınmam halinde PKK’nin tamamen kontrol altına alınıp amaçları doğrultusunda kullanmayı düşünüyorlardı. Her şeyi hazırlamışlardı. Elçi, Bucak, Güneyli güçler onlar hepsi işin içindeydi. Hatta Türkiye’deki Kürt milliyetçiliğini de bunlar üstlenmişti. Bunu yürütmeleri için ciddi destek, ekonomik destek de alıyorlardı. Buraya getirilişimde CIA, MOSSAD, MI6, hepsinin rolü vardı.”

Öcalan PKK içinde de kimi güçlerin etkili olmaya çalıştığına dikkat çekti. Öcalan bu konuda şunları söyledi: “PKK içerisinde de kimi güçler etkili olmaya çalıştılar. Bunların bazılarına dörtlü çete deniliyordu. Bu dörtlü çeteyle başarılı olamayınca Şemdin’i devreye soktular. Onunla da sonuç alamayınca bazılarını devreye koydular. Benim etrafımı ele geçirerek bizi kontrol altına almaya çalışıyorlardı. Beni kontrol altına alırlarsa PKK’yi de kontrol altına alacaklarını düşünüyorlardı. Devlet PKK’ye yönelmeden önce bazı sol örgütleri kontrolüne almaya çalıştı, kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya başladı.

Biz Şam’dayken de bizi gözlemliyorlardı, izliyorlardı. Hatta ‘96’ya gelindiğinde PKK’yi kontrol ettiklerini düşünüyorlardı. Biraz rahat hareket etmeye başlamışlardı. Zaten amaçları PKK’yi kontrollerine alıp beni de sadece etkisiz, simgesel bir konuma getirmekti. Bunu başardıklarını sanıyorlardı ama biz kendimizi koruduk, kontrollerine girmedik. PKK’yi tasfiye edemediklerini, bizi kontrol altına alamadıklarını anladıklarında da üzerimize daha çok gelmeye başladılar. Bu işin içerisinde birçok kimse var. ABD, İsrail, ve işbirlikçi güçler var. Hatta bazı PKK’lilerin teslim edilmesi için çaba harcadılar. Sınırdan bazıları teslim olmaya geldiklerinde de bazılarına dokunmadılar. İçlerinden çok suçlu olanlar, suçları büyük olanları Şemdin gibi, tutukladılar. Çünkü onların kontrol edilmeleri gerekiyordu. Aslında bu şekilde onları kontrole, himayeye aldılar. Hatta ilginçtir bu gruba dâhil olanlar çoğunlukla Silopi kapısında teslim oldular. Bazıları da Şemdin Sakık’ın ağır şekilde cezalandırıldığını görünce teslim olmaktan korktular.”

ERGENEKON’UN TASFİYESİNİ MOSSAD İSTEDİ

Bu hafta da Ergenekon’u değerlendiren Öcalan, çarpıcı ifadeler kullandı. Erkenenok-MOSSAD ilişkisine işaret eden Öcalan şöyle konuştu: “Veli Küçük onların büyük suçları var. Bir sürü kirli işe bulaştılar. Binlerce insanın ölümüne neden oldular. Tuncay Güney’in ifadelerine bakılırsa bazı gerçekler anlaşılır. Tuncay Güney’in Ergenekon’un deşifre olmasında büyük katkısı vardır. Tuncay Güney, MOSSAD ajanıdır, MOSSAD adına çalışıyor muhtemelen. Yani MOSSAD, Ergenekon’un tasfiyesini istedi, bu nedenle Ergenekon tasfiye oluyor. Ama Ergenekon tasfiye edilirken onun yerine geçecek diğer bir kesim de hazır. Bu da ‘80’li yıllardan itibaren ortaya çıkan, çıkarılan Ilımlı İslam’dır. Yani tasfiye edilenlerin yerine Ilımlı İslam anlayışındakiler getirilecekler. Bu tasfiye ile Deniz Baykal daha da zayıflayacaktır.”

AKP HİZBULLAH’IN RESMİ BİÇİMİDİR

Türk Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un Diyarbakır ve Van ziyaretlerini değerlendiren Öcalan, “İlker Başbuğ, Diyarbakır’a giderken 22 Sivil Toplum Kuruluşu temsilcisiyle görüşmüştü. Bunu Van’da da yaptı. Bu sivil toplum kuruluşları hepsi AKP anlayışındalar, hepsini tek bir parti olarak anlamak lazım. Bu çok önemlidir. Bunu bu şekilde anlamak gerekir” dedi.

Öcalan devamla şunları belirtti: “Yine bunların içinde Kürt milliyetçileri, Elçi, Bucak onlar da var. Bunların hepsi tek bir partidir ve tek merkezden yönetiliyor. Bunlara destek veriliyor ve paralar gönderiliyor, kurulan holdinglerle destekleniyorlar. AKP, bu şekilde Diyarbakır ve Van’ı almak istiyor. Bu amaçla bölgeye ciddi paralar aktarılıyor. İşte şu sosyal, ekonomik, kültürel tedbirler dedikleri bunlardır. Kürt çocuklarını bunlarla daha çok bağlayarak, asimile etmeye, Türkleştirmeye çalışacaklardır. AKP ve Ordu Bölgede il il dolaşarak kendilerine yakın gördükleri Sivil Toplum Kuruluşlarıyla bir araya geliyorlar. Ticaret Odaları gibi kuruluşlarla görüşmeler yapıyor. Şener Eruygur da 300 Sivil Toplum Kuruluşunu temsil ettiğini dile getiriyordu. Yani 300 Sivil Toplum Kuruluşunun koordinatörüydü. Bu görev ona verilmişti. Bunların hepsi bir partidir. Böyle görmek lazım. Bu önemlidir.

Bunlar, AKP, Hizbullah’ın resmi biçimidir. Bunu böyle anlamak lazım. AKP ayrıca bölgede Nakşîciliği kullanarak da etkin olmaya çalışıyor.”

KÜRTLER HER ALANDA DEMOKRATİK OLARAK ÖRGÜTLENMELİ

Kürtlerin de her alanda demokratik örgütlenmelerini yapmaları gerektiğini ifade eden Öcalan, “Kürtler de her alanda demokratik olarak örgütlenmelerini yapmalıdırlar. Onuru, cesareti, vicdanı, yüreği olanlar, kendilerine dayatılan paraya, güce teslim olmayanlar her alanda demokratik kurumlarını oluştururlar” şeklinde konuştu.

PKK’nin kırılma noktasına getirilemeyeceğini dile getiren Öcalan sözlerini şöyle sürdürdü: “Genelkurmay Başkanı, ‘PKK’nin kırılma noktasında olduğunu’ söylüyor. Bu doğru değil. PKK’yi kırılma noktasına getiremezler, bitiremezler. Radyodan dinledim, hatta daha güçlendiğini bile söylüyorlar. Suriye’den katılımların yoğun olduğunu, İran’dan katılımların yoğun olduğunu, yine Türkiye’den yoğun katılımların olduğunu kendileri belirtiyorlar. Bu şekilde sorunu çözemezler. ‘Amerika bize her türlü desteği veriyor daha da üzerlerine gideceğiz’ diyorlar.

Türkiye’ye CİA, MOSSAD, MI6 her tür desteği veriyor. Amerika’yla birlikte “PKK bizim düşmanımızdır”, “PKK bizim ortak düşmanımızdır”, “bitireceğiz” diyorlar. Soruna bu şekilde yaklaştıkça Türkiye kapitalist sisteme daha çok bağlanıyor. Kapitalist sistem de İran ve Suriye çekişmelerinden dolayı Türkiye’nin bir müddet daha kendisine daha çok bağlanmasını istiyor. Bu şekilde Türkiye büyük kaybedecek, tamamen bağımlı hale gelecek. Daha önceleri İran-Irak savaşında Saddam’a da tam destek vermişlerdi. İran Şahına da zamanında destek vermişlerdi. Sonları ortada. Bu şekilde devam ederse Türkiye’ye de sonunda yöneleceklerdir. Fakat Türkiye’nin kendi içinde de çelişkileri büyüktür. Şu an sessiz kalıyorlar ama bu ekonomik krizle birlikte bu çelişkiler daha büyüyerek gün yüzüne çıkacaktır. Türkiye’nin daha fazla bağımlı hale gelmesi olayını bence MİT tam bilmiyor, anlayamıyor. Erdoğan CHP onlar da bilmiyorlar. Bazı yazarların bu konuda önemli tespitleri var. Türkiye’nin bu kadar bağlanmasını, Türkiye’yle bu kadar oynanmasını onurlarına yediremiyorlar.”

BEŞAR ESAD TESLİM OLDU

İmralı’da Atilla Uğur’un Genelkurmay adına kendisiyle görüştüğünü hatırlatan Öcalan görüşmeye ilişkin şunları belirtti: “Ben buraya getirildiğimde de Genelkurmay adına Atilla Uğur, benimle görüştüğünde, bana ‘bu sorunu kendi aramızda çözelim’ demişti. Ben onlara ‘ben samimiyim, demokratik cumhuriyet için zaten adım atıyorum’ dedim. Hatta o dönem tek taraflı adım bile attım, ateşkes ilan edildi. Bana o zaman ‘güdümlü, kademeli demokrasi sistemi’ni önerdiler. Ben kabul etmedim. “Hayır, neden güdümlü, kademeli demokrasi olsun, demokrasi açık, şeffaf ve özgür olmalıdır” dedim. Ama sonra kendi aralarında askeri taktik mi yaptılar bilemiyorum. Aslında hiçbir şey yapılmadı değil bazı şeyler de yapıldı. Ancak 11 Eylül saldırılarından sonra o adımlar da kesildi. AKP de aslında 2005’e kadar biraz farklıydı. Şemdinli olayından sonra AKP ile asker işbirliği yaptı, askerle aralarında anlaştılar. O bilinen Dolmabahçe görüşmesinden sonra sisteme tamamen teslim oldu. Her türlü teknikle PKK’nin üzerine daha çok gelebilirler. Ancak bir sonuç alamazlar. Güneyli bazı güçler direnir mi bilemiyorum, ne kadar direnir, ne kadar teslim olurlar bilemiyorum. Bu sistem, İran’a yönelecek, Suriye’ye de yönelebilirler. Beşar Esat, Türkiye üzerinden bu sisteme teslim olmuş. Ancak daha da üzerlerine gidebilirler. Türkiye üzerinden İran’ı da kontrol altına almak istiyorlar. Ahmediecad Türkiye ziyaretinde camiye sığınmasının nedeni budur, bu kontrol altına alınmadır. Ancak İran öyle kolay kolay teslim olmayacaktır, belli bir geçmişi, tecrübesi var, teslim olmayı asla kabul etmez.”

İMRALI’DA SERTLEŞME VAR

Öcalan, İmralı’daki tutukluluk koşullarına da dikkat çekerek, görevlilerin tutumlarında sertleşme yaşandığını söyledi. Öcalan, “Buradaki görevlilerin tavırlarında bir sertleşme var. Bireysel olduğunu düşünmüyorum, kimi politikalarla bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Yine bu mazgal meselesi. Ben, “zaten içerisini aletle kontrol ediyorsunuz, mazgalı açık da bırakabilirsiniz ama iki de bir açıp kapatmayın” dedim. Bu yüzden uyuyamıyorum, kitap okuduğumda da rahatsız oluyorum. Ben istersem eşi görülmemiş bir direniş gösterebilirim ama bunu doğru bulmuyorum. Doğru bulmadığımı daha önce de söylemiştim. Ben olgun, sorumlu davranıyorum” diye ifade etti.

İRAN’DAKİ AÇLIK GREVİNDEKİLERİ SELAMLIYORUM

İran cezaevlerinde Kürt tutsakların 25 Ağustos’tan bu yana yürüttüğü açıklık grevine de değinen Öcalan, “İran’daki Kürt tutsaklar açlık grevindelermiş. Hayatlarının tehlikeye girmemesine dikkat edilmelidir. Hepsini selamlıyorum” diyerek destek mesajı verdi.

Öcalan, belediyecilik ve çatı partisine ilişkin ise şu değerlendirmelerde bulundu: “Benim için demokratik belediyecilik önemlidir. Kararların halkla birlikte alınabilir. Mesela Diyarbakır’da Belediye Başkanlığı diğer başkanlarla birlikte halkla haftalık toplantılar yapılabilir, sorunlar tartışılabilir. ‘Biz bu hafta burada şunu şunu yapmak istiyoruz’ şeklinde öneriler yapılabilir, halkla birlikte kararlar alınabilir. Ve o hafta, o süre içinde bu kararlar uygulanabilir. Benim belediyecilik anlayışımda halkla birlikte karar alınır. Halk da kendine güvence veren, sözünün eri olan adaylara oy verebilir. Ben ancak böyle adayları desteklerim. Bazı partilerde olduğu gibi, öyle tepeden dayatmalarla, parayla gelen adaylara oy verilmemelidir. Tabanın istekleri doğrultusunda bu işler yürütülebilir. Umuyorum başarılı olunur.

Türk aydınlarıyla birlikte, Çatı örgütlenmesi yapılabilir. Demokratik çözüm için bu çalışmalar yapılabilir. Ben birlikte çalışma derken, Türkiye geneli ve Bölge merkezli iki demokratik örgütlenmeden bahsediyorum.”

IRAK’TAKİ HALKIMIZ DİKKATLİ OLMALI

Tüm parçalarda ve yurtdışında yaşayan Kürtlerin bayramını kutlayan Öcalan’ın bayram mesajı şöyle: “Özellikle Suriye’deki halkımızın bayramını kutluyorum. İran’daki halkımızın bayramını kutluyorum. Irak’ta da halkımız çok dikkatli olmalı, kendi öz güçlerini geliştirmeliler, orada saldırıya açıklar, hedef olabilirler, kendilerini korumalılar. Kendi gücüne dayanabilirler. Bayramlarını kutluyorum. Avrupa’daki halkımızın, bayramını kutluyorum. Herkesin, tüm halkımızın bayramlarını kutluyorum. Türkiye’deki tüm dostlarımızın, aydınların bayramlarını kutluyorum.”

Öcalan son olarak bu aralar edebiyat üzerine, sanat üzerine, bilimsel kitaplar okumayı düşündüğünü belirtirken, “Yine tarihe, Avrupa’nın, Rusya’nın ve İran’ın tarihi ile İslam Uygarlığıyla ilgili kitap okumayı düşünüyorum” diye belirtti.

Kaynak: ANF NEWS AGENCY

Beşikçi İle Türk Milliyetçiliği Üzerine Bir Sohbet


-Roşan Lezgîn: Sayın İsmail Beşikçi, kendim epey zamandır yazılarınızı izlemeye çalışıyorum, Kürtçeye çeviriyorum. Kimi zaman, sanki, tam olarak bir şeylerin izah edilmediği/edilemediği duygusuna kapılıyorum. Mesela, tekrar ederek Türk milliyetçiliğinin katılığından, değişmezliğinden, yumuşamazlığından söz ediyorsunuz. Örneğin, “Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Kürtlere Ne Veriyor?” başlıklı yazınızda da, daha önce yayınlamış olduğunuz yazılarınızda da bazı karşılaştırmalar yapıyorsunuz. Örneğin, şöyle diyorsunuz: “Nelson Mandela’yı 27 yıl cezaevinde tutan anlayışın temsilcisi De Klerk Nelson Mandela’nın yardımcılığına geldi. Bu, “dünyanın en ırkçı devleti” denen Güney Afrika’da resmi görüşün çok da katı olmadığını göstermektedir. Nelson Mandela’yı 27 yıl cezaevinde tutan anlayışın Cumhurbaşkanı De Klerk’in, seçimler sonunda, Cumhurbaşkanı seçilen Nelson Mandela’nın yardımcılığını kabul etmiştir. Türkiye’deyse, resmi görüş çok katıdır, hiç değişmemektedir. Katı, değişmeyen resmi ideoloji, hızla değişen bir toplumu yönetmeye çalışmaktadır.” Tabi burada “resmi görüş” denilen şey “Türk milliyetçiliği”dir. Ben böyle anlıyorum.

Bu belirlemeniz, somut, olgulara dayanan bir tespit. Ama benim merak ettiğim şey şu: İşte bu, “katı, değişmez Türk milliyetçiliği”ni yaratan tarihsel arka plan, sosyolojik, psikolojik nedenler nelerdir acaba?

-İsmail Beşikçi: 19. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı aydınları imparatorluğun bekası üzerinde, yani imparatorluğun kalıcılığı, ölmezliği üzerinde düşünmeye başladılar. Osmanlıcılık ilk fikir hareketiydi. “Dil ve din farkı gözetilmeden herkese Osmanlı diyelim” deniyordu. Ama Balkanlarda, Yunanlılar, Bulgarlar, Romenler, Sırplar, Makedonlar, Hırvatlar arasında gelişen milliyetçilik hareketleri Osmanlıcılık düşüncesinin yaşam bulmasını engelliyordu. Balkanlarda gelişen bu milliyetçilik hareketlerinden geriye dönüş olmadığı anlaşılınca İmparatorluktaki Müslüman halkları bir arada tutabilmenin yolları arandı. İslamcılık akımı böyle gelişti. İkinci Abdülhamid döneminde (1876-1908) bu akımın geliştirilmesi için büyük çaba harcandı. Araplarda ve Arnavutlarda gelişen milliyetçilik hareketleri bu düşüncenin de geleceği olmadığını ortaya koydu.

Yeni Osmanlılar, daha sonra da Jön Türklerle birlikte Türkçülük akımı da gelişmeye başlamıştı. 1910’larda, Balkan yenilgisiyle birlikte bu akım güç kazanmaya başladı. İttihat ve Terakki, İmparatorluğun bekasını, yani kalıcılığını ve ölmezliğini teminat altına almak için Türk unsura dayalı yeni bir organizasyondan söz ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nu Türk unsuru etrafında yeniden organize etmeye, Türk unsurun egemen olduğu yeni bir devlet kurmaya çalışıyordu. Yeni tasarımın yaşama geçmesinde, Ermeniler, Rumlar, Kürtler ve Aleviler ciddi engeller, pürüzler olarak görülüyordu. Rumların sürgün edilmesi, Ermeni nüfusunun çürütülmesi düşünülmeye, bu doğrultuda planlar hazırlanmaya başlandı. Ekonominin millileştirilmesi için de bu yapıldı. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu, Alevilerin Müslümanlığa asimilasyonu, yine, bu çerçevede gündeme geldi.


Yunanlılar (Rumlar), Bulgarlar, Romenler, Sırplar, Hırvatlar Makedonlar, 19. yüzyılda İmparatorluktan ayrılıp kendi bağımsız devletlerini kurma sürecindeydiler.

Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte, Arnavutlar ve Araplar da İmparatorluktan ayrılıp kendi bağımsız devletlerini kurma sürecine girdiler. 1917 Sovyet Devrimi sırasında Ermeniler de Doğu Ermenistan’da bağımsız Ermenistan’ı kurdular. Osmanlı Devleti sınırları içinde Türkler, Kürtler kaldı. Süryaniler yine bu sınırlar içinde kaldılar. Birinci Dünya Savaşı sürecinde, İngiltere, Fransa ve Rusya arasında, Mayıs 1916’da Sykes-Picot antlaşması imzalandı. Bu antlaşmayla Kürtlerin yaşadığı topraklar bölünüyor, parçalanıyor, paylaşılıyordu. Bu gizli antlaşmaya, Nisan 1917’de, Saint-Jean de Maurienne Antlaşmasıyla İtalya da katıldı. 1923’deki Lozan Antlaşmasıyla, Osmanlı

Devleti sınırları içindeki Kürdistan üç parçaya bölündü.

Birinci Dünya Savaşı sonunda, savaştan yenik çıkan imparatorlukların sömürgeleri, savaştan zaferle çıkan İngiltere, Fransa ve İtalya arasında paylaştırıldı. Milletler Cemiyeti yönetiminde kurulan bu yeni sömürgelere manda devletler deniyordu. Bu çerçevede, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki Arap topraklarında ve Kürt coğrafyasında manda devletler kuruldu. Bunlara A Tipi mandalar deniyordu. İngiltere’ye bağlı Irak, Ürdün ve Filistin, Fransa’ya bağlı Suriye ve Lübnan mandaları kuruldu. B Tipi mandalar, Afrika’daki Alman sömürgelerinin paylaşılmasıyla oluşturuldu. Pasifik’deki Alman sömürgelerinin paylaşılmasıyla ise C Tipi mandalar oluşturuldu.
Görüldüğü gibi Kürtler ülke olarak ve halk olarak bölündü, parçalandı ve paylaşıldı. Misak-ı milli aslında, Türklerin ve Kürtlerin birlikte yaşadıkları topraklar olarak anılıyor. Cumhuriyetten sonra ise Kürtler inkar ediliyor ve asimilasyon politikaları kararlı bir şekilde uygulanıyor. İttihat ve Terakki döneminde başlayan asimilasyon uygulamaları Cumhuriyet döneminde sistematik olarak sürdürülüyor. Kürtleri Türkleştirmek, Türk milliyetçiliğinin çok önemli bir amacı oluyor.

Osmanlı döneminde “tamamiyet-i vatan” deniyordu. İngiltere’ye bağlı olarak Irak mandasının (sömürgesinin), Fransa’ya bağlı olarak Suriye mandasının (sömürgesinin) kurulması, Kürtlerin üzerinde yaşadıkları toprakların bir kısmının, üzerine yaşayanlarla birlikte, Irak ve Suriye mandalarının (sömürgelerinin) denetimine verilmesi “tamamiyet-i vatan” anlayışında önemli bir gedik açıyor. Geriye kalan Kürtler üzerinde, yani Kürt topraklarının Kuzey kısmında, yani Türkiye’nin denetimine bırakılan kısmında, iyice etkin olabilmek için Türk milliyetçiliği geliştiriliyor. Burada, Kürtlerin üzerinde yaşadığı toprakların doğal zenginlikleri kadar, psikolojik faktörler de rol oynuyor kanısındayım. Başkalarını yönetmek önemli bir istek, önemli bir duygu olmalı. “Kürtler, geri, ilkel, cahil bir halk, onları da mı yönetemeyeceğiz, onları da mı adam edemeyeceğiz, onları da mı terbiye edemeyeceğiz…” anlayışı mevcut. Türklerin büyüklüğü söylemi başta Kürtler için geliştiriliyor, kanısındayım. Bu söylemin Kürt insanında şöyle bir duygu yaratması umuluyor: Ben de Türk olayım. Büyüklükten, maddi ve manevi zenginlikten yararlanayım. Bu ilkel, yoksun yaşamdan kurtulayım…

Resmi söylem, Kürt topraklarının verimsiz, yoksul olduğu şeklindedir. “Her taraf dağ, tepe, kaya… Yılın 6 ayı yolları kapalı vs.” Bu resmi söylem Kürtlerin kafasına da kazınmaktadır. Kürtler de durumun böyle olduğuna inandırılmıştır. Aslında Kürt toprakları doğal kaynaklar bakımından, tarım ve hayvancılık bakımından, turizm bakımından, su kaynakları bakımından çok zengindir.


Türkiye’de devletin ve hükümetin, demokratik bir Kürt politikası oluşturması çok zordur. Çünkü bu konuda, asker, üniversite ve yargı arasında sıkı bir işbirliği vardır. Bu anti-Kürt işbirliğinin, basın tarafından da militanca desteklendiği bilinmektedir.

-Roşan Lezgîn. Başka uluslardan birey veya toplulukları kendine katmak için Türkler kadar ısrar eden başka bir millet görülmüş değildir. Öte yandan, bir Kürdün kalkıp “Ben Arabım” demesi Arapların umurunda bile değil. Baas Partisi döneminde, kimi Yezidi, Şebek, Feyli Kürt grupları resmi belgelere Arap şeklinde kaydedildi, ama bu, yine de, temel olarak yok sayma değildi. Farslarda da hakeza. Kürtler ise, Kürt olmayan birisinin kalkıp “Ben Kürdüm” demesine gülerler. Ama Türkler, herkesin “Ben Türküm” demesini istiyorlar, sürekli bunu dayatıyorlar. Bütün enerjilerini bu yönde harcıyorlar.

Anlaşıldığı kadarıyla, gizli bir şekilde, asimile ettikleri diğer ulusların soy kütüğü çetelesini de tutuyorlardır sanırım. Örneğin, Türk Tarih Kurumu Başkanı Profesör Yusuf Hallaçoğlu böyle bir şeyden söz etti. Daha sonra da, bu konuda internette bazı belgeler, listeler yayınlandı. Bir de 1930’lu yıllardaki faaliyetler var. Devlet olarak çok yoğun bir mesaide bulunmuşlar. Antropometrik çalışmalar yapmışlar, kafatası ölçülerini falan almışlar. Her kesin kökeniyle ilgilenmişler…
Sonra, şu dönemlerde Vatansever Kuvvetler vs. adı altında organize olan kimi güçlerin yemin metinlerinde şöyle bir cümle var: “… Türk anadan, Türk babadan doğmuş, soyunda dönme olmayan Türk oğlu Türküm ben. …” Gazeteci Şamil Tayyar da Ergenekon yapılanmasında bulunanların Kafkas kökenli oldukları vurgusunu yaptı.

İTÜ öğretim görevlisi antropolog Timuçin Binder genetik alanında yaptığı araştırmaya dayanarak Türkiye nüfusunun sadece % 10-15’i Orta Asya kökenli olabileceğini, geri kalan nüfusun en az 40 bin yıldır bu topraklarda yaşadığını söylüyor.

Yani, aslında Türkler herkesi asimile etmeye, Türkleştirmeye çalıştıkları halde, gizli bir gündemle sürekli Irk Mülahazası yaptıkları, safkan Türklerin var olduğu, Türkiye yönetiminde asıl söz sahibi olanların bunlar olduğu gibi bir durum ortaya çıkıyor.

Bu garip davranışın bir izahı var mı sizce? Türkler, böylesi garip bir milliyetçiliğe neden ihtiyaç duyuyor?

-İsmail Beşikçi: Başka milletleri, başka halkları asimile etmek niyeti ve isteği de olabilir. Fakat Kürtlerin asimilasyonunu sağlamak temel bir devlet politikasıdır. Devletin zora dayalı güçleri, ekonomik gücü bu amacı gerçekleştirmeye yeterlidir diye düşünülüyor.
Öte yandan, çağdışı, bir politika uygulandığı zaman, dünyada gerek devletlerden gerek uluslar arası kurumlardan tepki gösterecek, Türkiye’yi, bu politikadan, uygulamadan caydıracak bir güç bulunmuyor. Ama, örneğin 1980’lerin sonlarında, Bulgaristan’daki Türklerin Bulgarlığa asimilasyonuna karşı, Türkiye’yle birlikte bütün dünya tepki gösterdi. Örneğin Rumların Türklüğe asimilasyonu konusunda bir politika izlense, Yunanistan’la birlikte bütün dünya buna tepki gösterir. Kürtler için bu böyle olmuyor. Kürtlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması Kürtleri dostsuz, sahipsiz bırakmıştır.

Bütün bunlardan dolayı Kürtlerin milli haklar istemeleri, Türklüğe hakaret olarak algılanıyor. Kürtler baskı altında tutularak, asimilasyon uygulamaları yoğunlaştırılarak, dünyada, nüfus olarak, ülke genişliği olarak büyük olma özlemi bir parça tatmin edilmiş oluyor. Bütün bunlara rağmen, özü Türk olmayan insanlara “Türküm” dedirtmek başkadır, onlara çok da güvenmemek, kritik mevkilerde görev vermemek başkadır.

Antropolog Timuçin Binder’in görüşü dikkate değer bir görüş. Onuncu yüzyıldan itibaren Orta Asya’dan, Batıya doğru Oğuz Türklerini akınları oldu. Horasan’a, İran’a, Mezopotamya’ya, Irak’a Anadolu’ya akınlar oldu. Dört asır boyunca bu akınlar devam etti. Yani, onbirinci, onikinci, onüçüncü yüzyıllarda da akınlar oldu. Bütün bu süre içinde gelen Oğuzların sayısı toplam olarak 400-500 bin civarındadır. Gelenler aile olarak gelmiyordu. Genel olarak atlı ve silahlı erkekler geliyordu. O zamanlar, Anadolu’da ve Anadolu’nun doğusunda yaşayan nüfusun 13 milyon civarında olduğu söylenmektedir. Bu halklar, Gürcüler, Ermeniler ve Rumlardı. Van Gölü ve Urmiye Gölü çevresindeyse Kürtler, daha Güney’de de Asuriler ve Araplar oturuyordu. Demek ki, Oğuzlar, yerli kadınlarla evlenerek bir nüfus çoğalması oldu. 13 milyon yerli nüfusa karşı 400-500 bin civarındaki akıncıların, fetihçilerin sayısının çok az olduğu söylenebilir. 13 milyon yerli nüfusa karşı 400-500 bin civarındaki akıncıların baskın gen oluşturamaması doğaldır. Akıncılar veya fetihçiler baskın gen oluşturamadığı için, Anadolu’da yaşayan Türklerle, Orta Asya’da yaşayan Türkler, örneğin Kırgızlar, Kazaklar, Hakas Türkleri ve Tatarlar arasında, fizik bakımında benzerlik bulunmuyor. Bu toplulukların genel olarak çekik gözlü oldukları biliniyor.
Resmi görüş “Bu topraklar üzerinde yaşayan ve kendini Türk hisseden Türktür” diyor. Bu hükmün insanları, örneğin Kürtleri Türk yapamayacağı açıktır. Kürtler artık kendilerini Türk hissetmiyorlar. Bunu açıkça dile getiriyorlar. Bu süreci idari ve cezai yaptırımlarla engellemek de artık mümkün değildir. Kürtler artık, Türklerle, Kürt olarak ve eşit koşullar içinde yaşamak istiyorlar. Kürtler, artık, Kürtlerin, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını talep ediyorlar, savunuyorlar. Doğal olan, doğru olan budur.

-Roşan Lezgîn: Türklerde “Vatan” imgesi aşırı derecede kullanılıyor. Bu, Türk siyasal, sosyal, sanatsal ve kültürel yaşamına genel olarak yön veren bir imge. Örneğin, dağa taşa, her yere “Önce Vatan” sloganı yazılmış. Tabi ki beyinlere, duyguların derinliklerine de kazınmış. Asker ocağında, polis ve askeri kışlalarda, okullarda vs. daha birçok yerde “Her şey vatan için”, “Vatan sana canım feda” gibi sloganlar habire beyinlere yerleştiriliyor. Öyle ki bu uygulamaya muhatab olan kişilerde “vatan” artık haşarı bir refleks, bir saplantıya dönüşüyor. Bu, İttihat ve Terakki’nin Selanik Kongresi’nden bu yana süregelen bir çabadır. Örneğin, İttihat ve Terakki kadrolarının 1911’de İstanbul’da kurdukları Türk Yurdu Ocağı’nın yayın organı “Türk Yurdu”dur. Bu dergide sürekli “Vatan” imgesi işleniyor. Mustafa Kemal’in 1918’de Şam’da “Vatan” adında gizli bir örgüt kurduğundan söz ediliyor. Bugün, Türk aydınlarının, siyasilerinin, yöneticilerin en çok korktuğu şey “Vatan bölünüyor, vatan elden gidiyor!” ibaresidir. “Vatan elden gider” korkusundan dolayı sürekli gergin durumdalar, sürekli hareket halindeler, hep hazır kıta, eller tetikte teyyakuzdalar… Örneğin, şöyle diyorlar: Söz konusu vatan ise, gerisi teferuattır!...
Nedir Türklerdeki bu “Vatan” hassasiyeti? Türklerin “vatan”ı neden elden gitmeye hep hazır bir durumdadır? Gerçekten vatanları elden öyle kolay gider mi?

-İsmail Beşikçi: Türk düşüncesinde, resmi ideolojide, geçmişe özlem de vardır. Osmanlının büyüklüğü, çeşitli halkları yönetiyor, terbiye ediyor olması, geçmişe duyulan özlemin boyutlarıdır. Toprak genişliği olarak büyük bir coğrafya vardır. O coğrafyayı yeniden kontrol etmek artık mümkün değildir. Ama elde olanın üzerinde, elde kalanın üzerinde, kontrolü sağlayabilmek için her önlem alınmalıdır. “Vatan”, “Önce vatan” gibi söylemler, sloganlar bu anlayışa hizmet etmektedir. Kürtlerde milliyetçilik duygusunun gelişmesi, devlette bazı korkular ve endişeler yaratmaktadır. Vatan söyleminin, sloganının yoğunlaşması, yoğunlaştırılması bu korkuyu, bu endişeyi bir parça bastırmak olarak da değerlendirilebilir.

-Roşan Lezgîn: Kürt-Fars, Kürt-Arap gerginliği ile Kürt-Türk gerginliği arasında ilginç özellikler, farklılıklar göze çarpıyor. Örneğin, Kürt-Fars gerginliğinde, çekişmesinde Kürtlerin varlığı inkar edilmemiş, aksine, Kürtlerin yaşadığı topraklara hep “Kordistan” veya “Ostani Kordistan” denilmiş. Kürt-Arap gerginliğinde, çekişmesinde de, tıpkı Arap aşiretleri arasında çıkan kavgalar misali vahşi öldürmeler olduğu halde, Kürtlerin varlığı, dili, kültürü ve vatanı inkar edilmemiş.
Daha sonraları, Suriy, Iraklı ve İran’ın Kürtlere yönelik davranışlarında Türkiye tarafından telkin edilmiş önermelerin, dayatmaların payı çok büyüktür tabi. Öte yandan, Farslar ve Arapların Türkiye’ye, Türklere, gelin Kürt politikanızı şöyle oluşturun, Kürtler konusunda şunu şöyle bunu böyle yapın, dedikleri pek görülmüş, duyulmuş değildir sanırım.

Türkiye, Türkler, ABD ile ilişkilerinde, Avrupa ülkeleri ile ilişkilerinde, Rusya vs. devletlerle ilişkilerinde, her türlü nazı/kozu kullanarak sürekli bu devletlerin Kürtlere yönelik davranışlarını olumsuzlaştırmaya çalıştığı da görülmektedir.

İlginç bir örnek anlatacağım: Kazakistan’da 100 bin civarında Kürt nüfusu yaşamaktadır. 1937 yılında Stalin’in despotik iktidarı döneminde oraya sürüldüler. Sovyetler dağılıp diğer 15 ülke gibi bağımsızlığına kavuşan Kazakistan’ın 17 milyon olan nüfusunun yarısından fazlası çeşitli etnik gruplardan oluşmaktadır. Nur Sultan Nazarbayev yönetimindeki Kazakistan’da etnik gruplar üzerinde herhangi bir ırki veya milli dayatma söz konusu değildir. Hatta 14 Ekim 2006 tarihinde, başkent Alma-Ata’da gerçekleştirilen ve çeşitli ülkelerden Kürt aydınlarının iştirak ettiği “Günümüz ve Gelecekte Kürt Ulusu” başlıklı konferansa Devlet Başkanı Nur Sultan Nazarbayev’in yardımcılarından üst düzey bir devlet yetkilisi bizzat devlet başkanı adına katıldı. Nazarabayev’in Kürtlere olan sevgisini sempatisini samimi bir şekilde dile getirdi. Kürt grupların anadilde eğitim hakkını tanındı. Hazırlanan ders kitapları Eğitim ve Bilim Bakanlığı tarafından tasdik edildi. Bu konuda haberler basında yayınlanmaya başladığından sonra, hemen Türkiye’de, çeşitli yayınlarda Kazakistan’daki Kürtleri konu alan olumsuz teoriler, kışkırtmalar yayınlanmaya başladı. Örneğin, Türksolu dergisinde yayınlanmış son derece iftira dolu, kışkırtıcı, komplocu bir yazının başlığı şöyle: “Kürt İstilası Kazakistan’a Sıçradı”.

Ardından, hemen Türkiye-Kazakistan arasında üst düzeyde diplomatik ziyaretler gelişti ve… İşte, Kazakistan’da Kürtlere yönelik tavırda büyük değişiklikler oldu. Ortam gerildi. Kürt gruplar ile Kazaklar arasında çatışmalar başladı. Kürtler, yerlerini terk etmek zorunda bırakıldılar.


Türklerin Kürtlere yönelik asıl emeli nedir, neden Kürtlere böyle davranıyorlar? Türkler Kürtlerden ne istiyor?

Eğer bugün Türkler Kürtlerin Kürtlükten kaynaklı her türlü haklarını tanısalar, gerçekten ABD, AB ülkeleri, Rusya, İran, Irak, Suriye veya vs. herhangi bir devlet, bir güç kalkıp Türklere bu konuda engel olur mu? Adlarını andığım bu güçlerin böylesi bir niyetleri var mıdır sizce? Hangi “dış güçler” ne gibi çıkarlarından dolayı, ne tür bir hesaptan kaynaklı olarak, Türk-Kürt anlaşmasını engellemeye çalışır?

-İsmail Beşikçi: Türk-Kürt ilişkileriyle, Kürt-Arap, Kürt-Fars ilişkileri değişiktir. Türkiye’de temel politika asimilasyondur. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonudur. Bu bakımdan inkarcı ve imhacı bir politika uygulanmaktadır. Arapların ve Farsların Kürtlere baskı uygulamaları, baskı politikaları vardır, ama bunu asimilasyon olarak adlandırmak, Türk politikalarına benzetmek kanımca doğru değildir. Türkiye, gerek Irak’a, gerek Suriye’ye, gerek İran’a, “Kürtlere karşı şöyle şöyle politikalar uygulayalım” şeklindeki, başvuruları, önerileri her zaman yapmaktadır. Örneğin, “Irak’a komşu ülkeler toplantısı” Türkiye tarafından planlanan ve gündeme getirilen bir politikadır. Türkiye’nin bu başvurularının, İran’ın, Irak’ın, Suriye’nin politikalarını, uygulamalarını etkilemiş olduğu elbette söylenebilir. Ama, bu devletlerin sık sık Türkiye’ye başvurup “Kürtlere karşı şunu yapalım, bunu yapalım, şöyle bir politika izleyelim” dediğini sanmıyorum.


Kürtleri asimile etmek, asimile olmayanların şu veya bu şekilde etkinliğini azaltmak, imha etmek, sistematik bir politikadır.

11 Mart 1970’de, Kürdistan Demokrat Partisi Başkanı Mustafa Barzani ile Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin arasında özerklik anlaşması imzalanmıştı. Bu anlaşma Kürtler arasında, bu arada Kuzey Kürtleri arasında da moralleri yükseltmişti. O zaman Türk yetkililer, “bu anlaşmayı yaşama geçirmemek için her türlü önlemi alırız” diye konuşuyorlardı.

ABD, Avrupa Birliği devletleri, Rusya Federasyonu, Kürtlerin, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarının tanınmasından memnun olurlar kanısındayım. Sorunun çözümsüz bırakılmasından, gerginlik, çelişme, çatışma doğmaktadır. Bu devletlerin bu çatışma ortamından yararlandıkları ise, bu devletlerin tutumunun farklı bir boyutudur. Kürtlere karşı uygulanan baskı politikalarının, Batılı devletlerin, uluslar arası kurumların yardımıyla yürütüldüğü bir gerçektir. Türkiye, Kürt sorununa bir çözüm geliştirse, İran, Irak, Suriye gibi devletlerin, Türkiye’nin bu girişimine engel olacakları kanısında değilim. Ama, örneğin, Saddam Hüseyin döneminde, Irak’ın Kürt sorunu konusunda geliştirmeye çalıştığı ılımlı çözümler Türkiye tarafından her zaman engellenmeye çalışılmıştır. Kazakistan için dile getirdiğiniz örnek dikkate değer kanısındayım.

-Roşan Lezgîn: Kimi Türk büyükleri, sözleri dinlenen, sözlerine itibar edilen kimi Türk tarihçileri, örneğin, Türk tarihçisi Profesör Halil İnalcık, Türklerin başlıca üç düşmanından söz ederken, Yunanlılar, Ermeniler ve Kürtlerin adını anıyor. Bunlara fırsat verilmemesini tembihliyor…
Türklerin kendilerine ettiği bunca kötülüğe rağmen, Kürtlerde, Türklere karşı, herhangi bir düşmanca duygunun var olduğunu gösteren bir gelişme görülmüş mü? Peki, bunlar, hangi saikten kaynaklı olarak bu yargıya varabiliyorlar? Neden kendi halkına bu tür telkinlerde bulunuyorlar? Böylesi bir düşüncenin temel referansları ve geleceğe yönelik amaçları nelerdir sizce? Ne tür bir hesaplamadan kaynaklı böyle bir yargıya varılıyor?

-İsmail Beşikçi: Kürtlere karşı izlenen temel politikanın asimilasyon olduğunu belirtmiştim. Asimilasyona direnen Kürtler, Kürt kalmak için çaba sarf eden, Kürtlerin Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını savunan Kürtler, Türklüğe, devlete hakaret etmiş sayılmaktadır. İç düşman sayılmaktadır.

Türkiye’de, Kürtlere karşı bu olumsuz duyguların düşüncelerin değişmesi kolay değildir. Çünkü Kürtlere karşı izlenen politika konusunda, asker, üniversite ve yargı organı arasında yoğun bir işbirliği vardır. Bu işbirliği basın tarafından, radyo, televizyon, gazeteler tarafından militan bir şekilde desteklenmektedir. Türk düşüncesinde zaman zaman Kürt jenosidi bile gündeme gelebilmektedir. Örneğin, derin devlet Ergenekon’a yakın olan bazı örgütler, Türk solu gibi çevreler, Saddam Hüseyin’i sadece bir Halepçe yarattığı için eleştirmektedirler. “Sekiz-on Halepçe olsaydı, bu gerici, işbirlikçi halkın kökü kazınırdı” demektedirler. Ama, artık soykırım da mümkün değildir. Kitle haberleşme araçlarının, örneğin, cep telefonlarının böylesine geliştiği bir yerde soykırımın yaşama geçme olasılığı yoktur. Bunun ötesinde milli bilinç de yükselmektedir. Kürtler, nüfus olarak da büyüktür ve belirli bir coğrafyada oturmaktadır. Kürt soykırımının gerçekleşmesini önleyen başka etkenler de vardır.

Kürtleri Türklere karşı düşmanca duygular beslemediği, çok açık bir gerçektir. Fakat Kürtlerin geçmişi çok çabuk unuttukları, belleksiz oldukları da açıktır. Bu da olumlu değil, olumsuz bir tutumdur. Bu konuyla ilgili olarak Kürtlerle Çerkeslerin tutumları arasında çok büyük farklar vardır.

Şöyle bir anım var:
1987 sonbaharında, Çerkesler, Rusya’dan sürgünlerinin 125. yılını anmak için bir hafta düzenlemişlerdi. Bir Çerkes arkadaş bu toplantıya beni de davet etmişti. Bir hafta süreyle akşamları gerçekleşen bu toplantılara ben de katıldım. Toplantılar, Ankara’da, Ulus’ta, Altındağ Belediyesi’ne ait Kültür Salonu’nda düzenleniyordu. İlk gece sunuş konuşması, açılış konuşmaları yapıldı. Sahnede hep Çerkesler vardı. Hep Çerkesler konuşuyordu. Oturum başkanı olan, açılış konuşmaları yapanlar hep Çerkeslerdi. Anma toplantısına katılan ve salonda olan ileri gelenler hep Çerkeslerdi. Onların varlığından, onları toplantıya şeref verdiğinden söz ediliyordu. “Ürdün’den falanca Çerkes, Çerkesler için şunu yaptı”, “Almanya’dan falanca Çerkes, Çerkesler için şu fedakarlığı yaptı.” “ABD’den falan Çerkes, Çerkesler için şunları yaptı.” Toplantıya mesaj gönderenler de vardı. Mesaj gönderenler de Çerkesdi veya sadece Çerkeslerin mesajları okunuyordu. Toplantıya devlet bürokrasisinde yer alan bazı bürokratlar da katılmıştı. O gece benzer bir toplantıyı Kürtler düzenleseydi nasıl olurdu diye düşündüm. Oturum başkanlığına muhakkak bir Türk’ü davet ederlerdi. Konuşmacıların çoğu Türk olurdu.

Son gece sahneye, 50 civarında, çok güzel kağıtlara sarılmış, kurdelelerle bağlanmış paketler konuldu. O paketler de hep birer birer Çerkeslere dağıtıldı. “Ürdün’den falan Çerkes’e, Çerkesler için şu eyleminden dolayı”, “Suriye’den falanca Çerkes, Çerkesler için şu faaliyetlerinden dolayı”, “Mısır’dan falanca Çerkes, Çerkesler için şu şu çabalarından dolayı”… Bu paketler dağıtılırken de, “Eğer, benzer bir toplantıyı Kürtler düzenleseydi, armağanlar, ödüller dağıtılsaydı, bu paketleri kimlere verirlerdi?” diye düşündüm. Belki birkaç Kürd’e de bu paketlerden verirlerdi, fakat paketlerden çoğunu Türk misafirlerine dağıtırlardı.

Kişi olarak Çerkeslerin çok katı tutumlarını da, Kürtlerin gevşek-liberal tutumlarını da benimsemiyorum. Fakat Çerkeslerin tutumunun daha anlaşılır olduğunu düşünüyorum.

-Roşan Lezgîn: Türk enetellejensiyasında -belki birkaç istisna olabilir- dikkatleri çeken çok garip bir özellik var: Müthiş kafa karıştırcıdırlar, habire komplo teorilerini üretiyorlar. Örneğin, herhangi bir Tv. programında Kürt Sorunu mu konuşulacak veya bir Kürt Konferansı mı düzenlenecek. İşte, özellikle böylesi bir konuda, konunun özü, esası, içeriği, özellikleri sade, anlaşılır, mantıklı bir çerçevede konuşulacağına, akla hayale gelmeyecek varsayımlardan hareketle habire komplo teorilerini üretiyorlar.

Bu, sadece benim tespitim değil. Çok ilginçtir, aynı şeyi, ta geçen yüzyılın 10’lu - 20’li yıllarında uzun bir süre Diyarbakır, Hakkari, Van vs. gibi illerde kalmış, Türk, Kürt, Ermeni, Fars, Nasturi gibi toplumları gözlemlemiş, kardeş olan iki İngiliz misyoneri, W. A Wigram ile Edgar T. A. Wigram İnsanlığın Beşiği Kürdistan’da Yaşam, (Avesta 2005) adlı kitaplarında Türklerden, İttihat ve Terakki kadrolarından söz ederken, aynı özellikleri öne çıkarıyorlar. Türk milliyetçilerinin ürettikleri komplo teorilerinden yaka silkiyorlar. Bunu farklı milletlerden başka insanlardan da duymak mümkün.

Başkalarının kafasını karıştırmayı bunca kendilerine temel hedef seçmelerindeki asıl gaye ne olabilir? Yani, neyi gizlemek, nelerin üstünü örtmek için sürekli böylesi garip bir çabanın içerisindeler sizce?

-
İsmail Beşikçi: Devletin temel politikası asimilasyondur. Asimile olan bir Kürt’e, Kürtlükten, Kürt haklarından söz etmeyen bir Kürt’e “kardeş” nazarıyla bakılır. Kürtlükten vazgeçmeyen, Kürtlerin Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını isteyen bir Kürd’e “iç düşman”, “dış düşmanların içteki maşaları” gözüyle bakılır. Radyoda, televizyonda, gazetelerde, Kürtleri aşağılayan, inciten programlara sık sık rastlanır. Filmler, paneller, tartışmalar vs. Böyle, incitici, yaralayıcı, aşağılayıcı bir çabanın geleceği yoktur. Siyaset biliminde ideolojinin olumsuz etkisi diye bir konu var. Burada da bu tür çabaların ters tepeceği, olumsuz etkiler yaratacağı açıktır. Devlet ideolojisi için olumsuz olanın Kürtler için olumlu sonuçlar ortaya koyacağı da anlaşılır bir durumdur.

-Roşan Lezgîn: Türkleri de Kürtleri de memnun edecek, her iki tarafı da rahatlatacak, her iki tarafın çıkarına olan gerçek, adil bir çözüm yok mudur acaba? Eğer varsa, bu, nasıl mümkün olabilir? Bunun için, asıl inisyatif kimlerin elindedir sizce, asıl kimlerin, hangi yersiz/anlamsız kaygılarından vazgeçmesi gerekir?

-İsmail Beşikçi: Çözüm için zihniyet değişikliği gerekir. Kısa vadede bunun gerçekleşeceği kanısında değilim. Fakat Kürtlerin kendi milli değerlerine, örneğin, dillerine sahip çıkmaları gerekir. Kürtçe konuşma, Kürtçe yazma, mecburi Kürtçe eğitim talep etme vazgeçilmez olmalıdır.


Kürt Sorunu, çözümü gecikmiş bir sorundur. Zaman geçtikçe çözüm daha da zorlaşmaktadır. 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Irak, Ürdün, Filistin, Suriye, Lübnan mandaları (sömürgeleri) yanında bir de Kürdistan mandası (sömürgesi) kurulmuş olsaydı, İngiltere’ye veya Fransa’ya bağlı sömürge bir Kürdistan kurulsaydı, çözüm çok kolay olurdu. Sorun 20. yüzyılın ortalarında çözülmüş olurdu. Bölünme, parçalanma ve paylaşılma çok ağır bir yaptırımdır. Bu, bir insanın iskeletinin parçalanması gibi, beyninin dağılması gibi bir sonuç yaratmıştır. Bu sonucun çözüm projelerin zorlaştırdığı açıktır. Sorun, ancak, Kürtlerin milli değerlerini, dillerini fiilen yaşamalarıyla çözüm yoluna girebilir.

-Roşan Lezgîn: Sizinle sohbet etmek benim için bir şerefti, büyük zevk aldım. Değerli görüşlerinizi paylaştığınız için teşekkür ediyorum.

-İsmail Beşikçi: Bu sohbet benim için de çok yararlı oldu. Dile getirdiğiniz konulara ilişkin bazı açıklamalar yapmaya çalıştım. Dile getirilen konular, sorular, bu sohbet, ufuk açıcıydı. Bu konularda, bana bazı açıklamalar yapma fırsatı verdiğiniz için ben de teşekkür ediyorum.

Dar Sokak Dergisi’nin 3. Sayısı Çıktı!

Antakya’da Aylık olarak yayınlanan Dar Sokak dergisi, Filistin konulu dosyasıyla okurlarıyla buluştu.

Editörlüğünü Murat Altunöz’ün,Yayın kurulunu ise Özcan Özgün Faiz Cebiroğlu ve Özhan Özgün’ün yaptığı derginin üçüncü sayısında, Filistin’e bir yolculuk yaptı.

Dar Sokak üçüncü sayısında, Ahmet Telli’nin Şiir Ona İhtiyaç Duyanındır, Adil Okay’ın 12 Eylül ve Edebiyatımızdaki izdüşümü, Abdullah Şevki’nin Sıra Dışı Cinselliklerden Söz Ederken Kullandığımız Sözcükler yazıları dikkat çekerken şiirleriyle, Özcan Özgün, Adnan Gül, Ahmet Günbaş, Yunus Yunusoğlu, Onur Arslan, Nilgün Baykızı dergide yer aldı..

Dar Sokak Üçüncü sayısında Filistin Dosyası ise;

İşgal Filistin şiirini Gerilettirdi ( Filistinli Şair Musa Hawamdeh) söyleşi Murat Altunöz

Dizelerimizdeki Filistin’i Düşlüyoruz. ( Filistinli Şair Halid Ebu Halid) Söyleşi Bedran Cabiroğlu

Filistin’den Yola Çıkarak Tüm Kültürleri Bir Araya Getirmeliyiz. ( Filistinli Şair Halid Derviş) Söyleşi Mehmet Karasu

21. Yüzyılda Filistin Şiirinin Durumu ( Abdüllatif El Mühenna) Arapça’dan çeviren Nebihe Karasu

Mahmut Derviş, Filistin’in Nazım Hikmet’idir / Berket Kar


Şiir Çevirileri, Filistin:

Semih El Kasım : Yarasalar
- Arapça’dan çeviren: Faiz Cebiroğlu

Macit Ebu Goş: Nazım Hikmet - Arapça’dan çeviren: Faiz Cebiroğlu

Halid Derviş : Orada
- Arapça’dan çeviren: Nebihe Karasu

------------------------------
Adres: Dar Sokak Edebiyat Dergisi,

P.K 16

Antakya / Hatay
----------------------------------
İletişim: Murat Altunöz: murataltunoz@hotmail.com

Faiz Cebiroğlu: faizce@hotmail.com

Web adresi: http://www.darsokak.tr.cx/

12 Ekim 2008 Pazar

Hüzünleri İsyan Olan Gençler Öldürülür..





Gazeteci ve yazar: Murat Altunöz

“Açar da acının rüzgarına, hüznün solgun yelkenini, ne zindan karanlığı,ne zulüm
ne işkence, indiremez dudaklarındaki gülümsemenin bayrağını”

İşte böyle diyordu şair Ahmet Telli; dudaklarımızdaki gülümsemeler, acılar ve ölümler artık hayatımızın bir parçası haline geldi. Düşünün bir çocuk, sırf yasal bir dergi satıyor diye sırtından vurularak hayatı boyunca felç kalıyor. Bu da yetmiyor; Eylül 2008 günü Sarıyer’in Derbent mahallesinde, bayilerde de satılan YÜRÜYÜŞ dergisi’nin tanıtımını yaparken öldüresiye dövülerek gözaltına alınan ve tutuklanıp Metris Hapishanesi'ne gönderilen Engin Ceber,

gördüğü yoğun işkenceler sonucu kaldırıldığı Şişli Etfal hastanesinde hayatını kaybediyor. Evet yanlış duymadınız, hayatını kaybediyor. İşte bu kadar insan hayatı ucuzdur kimileri için.


Şimdi merak ediyorum, o gence öldüresiye vuran Polis veya gardiyanlar acaba evlerinde rahat uyuyabiliyorlar mı? Acaba onlar çocuklarını kucaklarına alıp sevmeye başladıklarında o öldüresiye öldürdükleri gencin çığlıklarını hatırlıyorlar mı?

Şimdi kendimize bir soru soralım. Engin Ceber’i öldürenlere ne olacak? Benim düşüncem, Engin Ceber’i öldürenler yakın bir süre sonra terfi olacaklardır. Zaten bu ülkede hep böyle olmaz mı?..

Hrant’ı öldürenler ve ölmesine göz yumanlar bu ülkede kahraman ilan edilmişti. Hatta bu katil, film yıldızına benzetilerek kendisiyle hatıra fotoğrafları çekenler bile olmuştu.

“Hangi çığlık bir çığ gibi yarıyorsa gecenin gerilmiş karnını bu saatte acı tükenip bitmiştir orada artık çırılçıplaktır tarihin bu sayfası “Çırılçıplaktır tarihin bu sayfası “ , evet çırılçıplaktır tarihin bu sayfası bunu hepimiz biliyoruz. Hiçbir suçu olmayan bir gencin ölümü hepimizin vicdanlarını rahatsız etmiştir. Onun katilleri hesap vermelidir. Başta AKP hükümeti hesap vermelidir. Bu ülkeyi kaosa sürükleyen, Türk’ü Kürt’e kırdırtan insanların hesap vermesi gerekir. Onu öldürenler Ferhat’ı sırtından vuranlar susturabildi mi sesleri? Şüphesiz susturamadı, bizim için sözün bittiği yerdir. Aynı şairin dediği gibi; Yüreğinin pas tutmakta olan kıvrımları;

“ve bir hançer gibi saplansın
puştlukların ihanetlerin bağrına
Bak o zaman nasıl bitecek yanlışlar
ve cehennemleşen yalnızlığın
Sevdalar duman olmayacak o zaman
Hüznün isyan olmuştur çünkü

Hüznün isyan olmalıdır”

12 Ekim Pazar- Halep-Suriye