26 Ocak 2009 Pazartesi

Yerel Seçimler ve DTP




A.Kadir Konuk / : Yenihayat1@t-online.de

Konuya girmeden önce Gamze kardeşimin aşağıdaki mektubuyla ilgili kısaca yazmak istiyorum.

“gamze

abi ben affın geleceğine inanmıyorum artık hiç umudum kalmadı af vermeyecek akp onlardan bu affı söke söke alırız bu bizim hakkımız diyen de yok olmayacakta ben ve benim gibi çocuklar babasız büyüyeceğiz ve kimse ne sesimizi duyacak ne de bizi bilecek abi şimdi kızacaksın umutsuzluk yok diyeceksin ama yok abi beim umudum yok af vermez bunlar vermeyecekte abi - 24.01.2009”

Sevgili Gamze

Üzerinde uğraştığımız konu basit, bu günden yarına hemen çözümlenebilecek bir konu değil. Eğer dayanmanın, direnmenin adına sabır deniliyorsa bize o şimdi daha çok gerekli. İnsanlara yersiz ümitler vermek istemiyorum, ama görüyorsun önce çek-senet mafyasına çıkardılar affı. Cezaevlerinde disiplin suçlarıyla ilgili kararlarını da yeniden ele almak zorundalar. Ayrıca değişik kamu kuruluşları cezaevleriyle ilgili raporlarını birbiri ardına yayınlıyor, dikkatleri oraya topluyorlar. Bunlar damlalar inan bana. Yağmur sonradan sağanak olur her defasında, ansızın bastırır. İçindeki sevinci, neşeyi, direşkenliği canlı tutmanı rica edeceğim. Af her şey değil yaşamda, bunu da unutma sakın.

Şimdi yazının asıl konusuna dönüyorum.

İnsanlar kendilerine masallar anlatmam için beni geri çağırmadılar. Yeri geldiğinde siyasi düşüncelerimi de yazacağım. Yani geçmişte ilan ettiğim “Siyasi emeklilik”ten de geri dönüyor, iş başı yapıyor, dönekliği ve tutarsızlığı tamamlıyorum.

İkinci kez okuduğum bir kitap var elimde. Amerikalı yazar Robert Ludlum’un “Kartal Hamlesi” isimli romanı dünya çapında gerçekleştirilmek istenilen bir “Ergenekon”dan söz ediyor. Bir dönem amaçlarına ulaşamamış, Amerikalı, Alman, İsrailli, İngiliz generallerin dünyanın her yanında savaşlar çıkarmaya yönelik ortak örgütlenmesini konu almış yazar. Ama bu Ergenekon’da sadece tepedekiler yer almıyor. Çünkü generaller tek başlarına darbe yapamazlar, onların darbeyi yaşama geçirecek ordulara da, silah tekellerine de ihtiyaçları vardır.

Oysa Türkiye’de ortaya çıkarıldığı iddia edilen Ergenekon’da silahı kullanacaklardan söz edilmiyor. Yani işin militan kesimi görünürlerde yoktur. Gözaltına alınan, tutuklanan kişilerin ise değil silah kullanmak, tuvalete kadar bile kıçlarındaki osuruğu tutabilecek güçleri yoktur. Silahı kullanabilecekler ise Ergenekon gölgesinde son bir karşı Kürt hamlesi yapabilmek için silahlarını yağlıyorlar.

Bu havada ülke yerel seçimlere hazırlanıyor.

Şimdi Türkiye’de olsaydım, bulunduğum alanda oy kullanmaya gitseydim oyumu kesinlikle DTP’ye verirdim.

Onun sürdürdüğü politikayı bütünüyle desteklediğim için değil bu tercih. Ötekilere, yıllardır el birliğiyle insanlığa kurşun sıkanlara bir tepki oyu olurdu benimki.

DTP’li arkadaşlar yıllardır milletvekili ve yerel seçimlerde kendilerini yeterince anlatamadılar, yoğun bir seçim çalışması yürütemediler. Kusura bakmasınlar ama deyim yerindeyse kimi hallerde burunlarından kıl aldırmadılar. Belirli merkezlere sıkışmış bir görünüm sergilediler. Önlerine koydukları tek sözcük “Kürt” sözcüğü oldu. Oysa Kürt kenti olarak adlandırılan yerlerde bile sadece Kürtler yaşamıyorlar. Oralarda da insanların işsizlik, geçim, sağlık, eğitim sorunları olduğu gibi yerelde belediye hizmetlerinden yeterince yararlanamadıkları çok açık. Ötekini eleştirerek, mahkum etmeye çalışarak değil, kendisinin geldiğinde ne yapacağını, farklılıklarını kesin çizgileriyle ortaya koyarak sürdürülmeliydi seçim çalışmaları.

Bir seçim bittiğinde anında gelecek seçimler için çalışmaya girişilmeli, daha o günlerden adaylar belirlenmeli, bu adayların bölge insanlarıyla yoğun bir ilişki kurmaları istenmeli, propaganda yaşamın tüm alanları için gerçekleştirilmeliydi.

Özellikle yerel seçimlerde A bölgesinden gelen birini B bölgesinde aday göstermek yanlışların en önemlisini oluşturuyor bence. Yerel seçimlerde insanlar adayın ulusal kimliğinden çok vitrinine bakarlar. Bu nedenle seçim bölgesinin en sevilen sıradan bir esnafı bile partinin göstereceği tanınmamış bir adaydan daha çok seçilme şansına sahiptir.

Yerel seçimler yaklaşıyor. DTP yöneticileri 105 beldede belediye başkanlıklarını alacağız, dediler.
Resmi rakamlar yanlış değilse, sadece Kürt illerinde merkez ilçeler dahil 225 belediye başkanlığı var. Nahiyeler bunlara dahil değil.

DTP’nin alacağız dediği belediye başkanlıklarından çoğunu nahiye belediye başkanlıkları oluşturuyor. Nahiyelerde belediye başkanlığı kazanmak başarı sayılmaz diyenler yanılıyorlar. Bazı hallerde muhtarlıklar bile önemlidir.

DTP bunların hangisine talip?

“Biz Kürdistan’ın en büyük ve en güçlü partisiyiz” diyenler neden bir çoğu ilçe ve nahiye başkanlığı olacak 105 başkanlığa fit oluyorlar?

Mersin’i de alacağız denildi. Türkiye’nin öteki kentlerinde başkanlık alamayacaklarını kabullenmiş gibiler. İzmir, İstanbul, Ankara, Adana gibi gecekondu alanları Kürtlerle dolu yerlerde en azından birkaç belediye başkanlığı için örgütlenmek gerekmez miydi?

Oralarda ortak adaylar gösterilecek… Ve iddia ediyorum bunların hemen hiç biri seçilemeyecekler. Tıpkı milletvekili seçimlerinde İzmir’i kaybettikleri gibi. İzmir Türkiye’nin en demokrat kentlerinden biri olarak tanınır, gecekondu semtlerinde de genellikle Kürtler yoğundur. İyi bir çalışmayla en kötü olasılıkla Gültepe, Çiğli, Bayraklı bölgelerinde belediye başkanlıkları kazanılabilirdi.

Erken ötüyorum, 105 hedeften 60 başkanlık kazanabilirler, diyorum. 70’de anlaşırım. Neden mi?

Örgütlenmeye yeterli önemi vermediler, sadece Kürt kentlerinin tümüne kazanılmış gözüyle baktılar da ondan. Bu varsayımım yanlış çıkarsa üzülmem, sevinirim, ayrıca yanlış bir yargıda bulunduğum için hiç utanmadan özür dilerim.

Geçtiğimiz ay Diyarbakır’da “Dilimi istiyorum” konulu bir gösteri yapıldı. Milletvekillerinin de yer aldığı bu gösteriye üç bin kişinin katıldığını yazdı haber ajansları.

Bunu bir başarı saymıyorum. Diyarbakır gibi bir yerde, özellikle de dil konusunda yapılan bu gösteriye yüz binin üzerinde insan katılmalıydı, o zaman bir başarı sayılabilirdi bu.

Ama orayı “Bizim” diye adlandırmak, her yönüyle kazanılmış saymak hiç aksatılmadan sürdürülmesi gereken çalışmaları savsaklamak anlamına gelir ve sonuçta acıların, üzüntülerin yaşanmasına neden olur.

60-70 başkanlık Türkiye genelinin 1004 belediye başkanlığında yüzde on bile değildir.

Anımsanacak, milletvekili seçimlerinde 62 aday gösterilmişti, 21’i seçildi. O günlerde konuştuğum gazeteci arkadaşlarım tanığımdır, daha seçimler yapılmadan kazanılacak milletvekilliği yirmiyi pek geçmez demiştim. Bu bir kehanet değildi.

Yine istenilen düzeyde bir kazanım olmayacak, yine devletin oyunlarıyla ilgili nedenler ileri sürülecek elbette.

Seçimlerin hemen öncesinde DTP’nin kapatılma olasılığı ise işe ayrı bir renk katıyor.

Çatı Partisi mi?

Özellikle Türkiyeli sol kesimlerin içinde yer alacağı böyle bir güç birliğini yıllardır candan isteyenlerden biriyim. Ama yine yıllardır halka kapalı bir şekilde sürdürülen ve bir türlü somut bir sonuca ulaşamayan tartışmalar bu özlemin gerçek olamayacağını gösteriyor. Eğer katılımcıların böyle bir parti kurma niyetleri olsaydı, şimdiye kadar temelden çatıya her şey tamam olurdu. Bu nedenle unutun gitsin bu türküyü.

Geriye ne kalıyor?

Devlet harıl harıl bir katliama hazırlanıyor. Hayır, bu kez iş öyle şaka falan değil. Bahar ayları yığınla kötülüğe gebe. Ergenekonla yatıp kalkan insanlara yerel seçimler yeni bir uğraş olacak, bu arada bazı yasal, rahatlatıcı iç düzenlemeler yapılırken dağlarda insan kıyımına girişilecek. Köylerin bombalanması, sivil halkın bölgeden uzaklaştırılması, alanın boşaltılması, yapılan askeri yığınaklar, bölgeye dökülen misket bombaları geleceğin zehirli gaz bombalarının ön hazırlıkları bana göre. Dört aydır rüyalarımı dolduran korku bu.

Taktik çok açık. Köylüler köylerinden uzaklaştırılıyorlar, bölgede sadece gerilla kalacak, yoğun bir askeri işgal hareketiyle güneye doğru sürülecek gerillalar burada yerel yönetim tarafından teslim alınmaya çalışılacak. Direnen gerilla güçleri zehirli gaz dahil tüm yöntemlerle imha edilmek istenilecek. Buna dünya ülkelerinin sesi çıkmayacak, çünkü sonuçta bir çok ülkenin “Terörist” saydığı bir güç ortadan kaldırılmak isteniliyor.

Güney yönetiminin aylardır sürdürülen bombalamaya sessiz kalışının temelinde bu yatıyor. Kürtlerin artık birbirlerine silah sıkmayacağı sözü burada doğrulanıyor, çünkü buna gerek kalmıyor, Güney yönetimi Türkiye’nin, İran’ın askeri saldırılarına sessiz kalarak, kendi ulusunun insanlarına sahip çıkmayarak sözünü tutuyor. Hoşyar zebari’nin bu konudaki son sözleri çok açıktı ve yukarıdaki planı doğrulamaya yeterliydi.

Bütün illerin vali ve emniyet müdürlerinin bir araya toplanmasının da bu amaca hizmet ettiğini, bir katliam anında illerde gerçekleşebilecek gösteri, başkaldırı eylemlerinin acımasızca bastırılması talimatının verildiğini düşünüyorum.

Birleşilecekse şimdi birleşilecek, güç birliği yapılacaksa hemen yapılacak, çatı mı, baraka mı kurulacaksa hemen kurulacak. Küçük parti çıkarlarını değil, büyük kitle çıkarlarını savunmanın zamanı şimdi değilse o zaman asla bir daha gelmeyecek. Bu gün bu birleşme gerçekleşmeyecekse suç hepimizin hesabına ayrımsız yazılacak.

Yerel seçimleri güç birliği, gerçek içeriğiyle dostluk, birlikte iş yapabilme becerisini geliştirmek için önemli bir olanak olarak değerlendiriyorum. Bu aynı zamanda herkes için son şans denilebilir.

Son şans diyorum, özellikle son yıllarda Kürt kesiminde Marksizm’e, bir başka söylemle “Reel sosyalizm”e karşı karalayıcı, yıkıcı, gerekçesi tam anlaşılamayan bir kampanya sürdürülüyor. Bir anlamda Kürtler sol düşünceden uzaklaştırılıyor. Özellikle devletin hedeflediği ama bir türlü elemine edemediği tanınmış aydınlar değişik biçimlerde Kürt eliyle yerin dibine geçiriliyor, halk önünde zararlı unsurlar olarak ilan ediliyorlar. Bunun neden yapıldığını tam olarak anlayabilmiş değilim, ama bu çalışma gelecek açısından devleti rahatlatıyor.

Neden mi?

Kürt sorunu her hangi bir biçimde çözümlendiğinde, barış ortamı yakalandığında devletin karşısına güçlü bir sol muhalefet çıkamayacak da ondan.

Türkiye’de gelmiş geçmiş tüm sol, Marksist legal ve illegal örgütlenmelerin insan gücünün önemli bir kesimini Kürtlerin oluşturduğunu hiç kimse yadsıyamaz. Bu kesimin desteğini yitirmiş, üstelik isminden çok söz edilmesine karşın işçiler arasında yoğun bir örgütlenmeyi sağlayamamış bir sol ise devlet karşısında hiçbir güç gösteremeyecektir.

Geçmişte dağlarda MLKP, DEV-SOL, TİKKO gerillalarından da söz ediliyordu, özellikle Abdullah Öcalan’ın yakalanışından sonra bu çalışmaların ağır ağır eriyerek kaybolduğuna tanığız. Kürt kesiminde ise bir dönemler herkesin sıklıkla duyduğu “Milis, yurtsever” sözcükleri günümüzde kullanılmayan sözcükler haline geldiler. Gerillaya yer yer yeni katılımlar olmasına karşın genelde, ekonomik ve siyasi alanlarda bir daralmanın yaşandığı ise politikayı yakından izleyen herkes tarafından bilinen bir gerçek.

Onun için kırmayalım birbirimizi, parçalayıp dağıtmayalım, dostluğu, sevgiyi geliştirelim, en azından birbirimizin ellerinin sıcaklığını hissedelim? Bırakın hiç değil selamlaşabilecek kadar sevgi kalsın bir yerlerde.

Evet, seçime katılabilseydim, bu güne kadar siyasi genel af konusunda tek sözcük etmemiş olsalar bile oyumu her şeye karşın DTP’ye verirdim.

Denemeye değmez mi, siz nasıl düşünüyorsunuz?

Sevgili mahkum yakınları,

Beni geri çağırdınız sizin sesiniz kesildi. Yakınlarınızın neden hüküm giydiklerini, ne kadar süredir içeride bulunduklarını, adreslerini, bu hükmün sizleri aile olarak nasıl etkilediğini, ziyaretlerine hangi sıklıkla gittiğinizi, içeride karşılaştıkları zorlukları, onlarsız yaşamınızı nasıl sürdürdüğünüzü bana yazabilirseniz sevineceğim.

Belki o insanlara değişik seslerden mektupların gitmesini sağlayabilir, yüzlerinde bir gülücük açılmasına birlikte neden olabiliriz.

Zindanlar boşalsın! Siyasi genel af!
Zindanlar boşalsın, genel af!

25 Ocak 2009 Pazar

Ulusal Olmayan Ulusal Konferans




Abdulkadir Ulumaskan / ulumaskan@hotmail.de


”…Herşeyden önce PKK’ nin her dediğinin tersi doğrudur anlayιş ve yaklaşιmι terk edilmeden ulusal olunamaz ve bu anlamda yapιlacak hiç bir Konferans ulusallaşmaya hizmet edemez.

Elbete buna karşι PKK’ nin kendi dιşιndakileri ulusal güç olarak görmemesi de aynı kapιya çιkar. Bu şekilde birbirini etkileyen, iten ve besleyen anlayιş ve yaklaşιmlarιn olmasι halinde Kürtler devlet bile olursa yine de ulusal olamazlar…”

Bütün Kürtler, ulusal bir birliğin olmasι gerekiği konusunda hemfikir olmasιna rağmen, ne yazιk ki bu birliğin kurulmasι için gerekli çaba ve fedakarlιğι da göstermiyorlar. Bugün taraflι tarafsιz, bilinçli bilinçsiz her kürdün söylediği ilk söz kürtlerin birlik olmasι gerektiğidir.

Ve yine her Kürdün söylediği ikinci bir söz de, Kürtlerin birlik olmadιğι ve olamayacağι sözüdür. „Kürtler birlik olamaz. „ sözü adeta bir Kürt atasözü haline gelmiştir. Artιk bu aşamadan sonra bunun sorumluluğunu devlete yιkmakla yetinmek hiç bir Kürt siyasi hareketini sorumluluktan kurtaramaz. Bence Kürtlerin bu inançsιzlιğιnι kιramayan ve yine halkιn bu konudaki özlemini gideremeyen hiç bir partisi artιk bu halkιn temsilcisi olduğu iddasιnι sürdürmemeli ve bir kenara çekilip oturmalιdιr.

Ulusal, sιnιfsal yada başka birlikler, toplumsal bir genişleme ve büyümeyi ifade eder.

Her birlik kendi başιna bir büyüme hareketidir. Büyük hedef ve amaçlar için kişi ve kurumlarιn öncelikle kendilerini aşmasι ve topluma adamasι gerekir. Büyük birliktelikler büyük fedakarlιklar ister. Yoksa küçük hesaplar peşinde koşarak büyük amaçlar gerçekleştirilemez. Peki acaba bizde kaç politikacι veya genel başkan partisinin gelişimi için başkanlιğιndan feragat edebilir veya kaç tane siyasi partimiz ulusal birlik için kendi partilerinden vaz geçebilir mi ?

Önümüzde duran güncel bir sorun ve tarihsel bir bir görev olarak bizde birliklerin neden kurulamadιğι yada kurulanlarιn neden gelişemeyip erken dağιldιğιdιr. Bence bazι diğer yan neden ve etkenler olsa da, esas olan birliğe gitmeye çalιrken yapιlan hesapçι ve dar gurupçu hesaplarιn yanlιşlιk ve küçüklüğüdür. Gerçek anlamda ulusal bir amacι, bilinci ve iradesi olan kişi, örgüt yada parti ulusal amaçlar sözkonusu olunca kendini, örgütünü veya partisini buna feda edip gerektiğinde onu fes dahi edebilmelidir.

Birliğe gitmeye çalιşan taraflar birlik içerisinde beraber büyümek yerine, birlik içinde yanιndakini küçülterek kendinilerinin büyütme arzu ve pratiğidir. Amaç, ortak büyük bir birlik kurmak yerine birlik içinde yada birlik yoluyla sadece kendisini büyütmek olunca birlikten güç doğmuyor. Bu noktada birliğe olan yaklaşιm ve amaç yalnιzca kendisini büyütüp geliştirmek yerine kendini birliği büyütmenin bir parçasι haline getirmek olursa hep beraber gelişilip birlikte büyük bir güç oluşur. Yoksa birliği küçülterek kendini büyütmeye çalιşan bir anlayιş ve yaklaşιm her ikisinide birlikte küçültür. Yani birlik, ortak bir amaç için birlikte büyümek değil de sadece kendini büyütmenin aracι olunca fazla bir anlamι ve gelişme şansι da olmuyor.

Birlik konusunda bu temel anlayιşι böyle belirtikten sonra şimdi de son dönemlerde tartιşιlan Kürt ulusal Konferasιndan biraz bahsetmek istiyorum.


Herşeyden önce PKK’ nin her dediğinin tersi doğrudur anlayιş ve yaklaşιmι terk edilmeden ulusal olunamaz ve bu anlamda yapιlacak hiç bir Konferans ulusallaşmaya hizmet edemez.

Elbete buna karşι PKK’ nin kendi dιşιndakileri ulusal güç olarak görmemesi de aynı kapιya çιkar. Bu şekilde birbirini etkileyen, iten ve besleyen anlayιş ve yaklaşιmlarιn olmasι halinde Kürtler devlet bile olursa yine de ulusal olamazlar.

Ben bir Kürt olarak, ilkin böyle ulusal bir konferansιn yapιlacağι haberini duyunca çok sevinip umutlanmιştιm. Hele böyle bir konferansιn haberinin Güney Kürdistandan seslendirilmiş olmasι beni daha da heyacanlandιrarak umutlandιrmιştι. Sanιm bu sadece benim değil bütün yurtsever Kürtlerin ortak bir sevinci, umudu, hevesi ve özlemidir. Umarιm Kürt hareketleri bizim bu hevesimizi, sevincimizi kursağιmιzda bιrakmayacaklardιr.

Ancak ne yazιk ki yapιlan bazι son açιklamalar malesef bu heveslerimizi kursağιmιzda bιrakacak türden haberlerdir. Özellikle bu konferansιn PKK dιşιnda yapιlmak istendiği yolundaki duyum ve söylentiler bu konudaki kuşkularι artιrιyor. Ve söylenenler gerçekten doğruysa, eyvah Kürtler yine sonuçsuz bir birlik sözünü duyup tekrar hayal kιrιklιğιna uğradιlar demektir.

Ve yine söylenenler doğruysa PKK de haklι olarak kendilerinin dιşιnda gerçekleştirilecek bir konferansa uymayacaklarιnι ve bunun meşru olmayacağιnι söylüyor.

Herşeyden önce ulusal olacak bir konferansιn tüm Kürt siyasi güçlerini kapsamasι gerekir. Hele bu konferans Kuzey Kürdistan ile ilgiliyse bunun Kuzey Kürdistanιn en büyük partisinin kendisine rağmen bunun içinde yer almamasι ulusal olamaz. Adι Ulusal Konferans da olsa, ulusal olamaz. Ulusal demek, tüm ulusu kapsamak demektir.

Adιna ulusal diyerek ulusun en büyük temsilcisini bunun dιşιnda tutmak ulusal olmaz.

Beğenilsin / beğenilmesin, artι ve eksileriyle birlikte PKK Kürdistan ulusunun en çok halk desteği olan en büyük partisidir. Onun, içinde olmayacağι bir konferans, ”konferans” olabilir ama ulusal bir konferans asla olamaz. Ama illa ki buna ulusal denilecekse ulusal olmayan ulusal bir konferans olur. Hemde PKK kendini bundan geri çekmediği halde diğer ulusal güçler bunu yaparsa bu çok vahim ulusal bir hata olur. Hele hele eğer PKK yi bunun dιşιnda bιrakmanιn nedeni, Kürtlerin ulusal düşmanlarιnιn etkisi ile oluyorsa, bu ulusal hatanιnda ötesinde ulusal bir felaket olacaktιr. Ve hiç bir Kürt oluşumu bunun ağιr vabalini sιrtιnda taşiyamaz vede taşιmamalιdιr...

25. 01. 2009

İFŞA! - بَوْحْ







ماجد أبوغوش

كنت أحب مشاهدة الغيمات البيضاء
وهي تمضي جهة البحر
وأن أركض خلفها إلى أخر الجدار
كنت أحب طائرتي الورقية
وهي ترمي ظلها على نافذتك

كنت أحلم أني في ليلة مقمرة
قد قبلت خديك

كنت أحب أمي وأبي
وأخي الصغير
وشجرة الجميز
وصوت الموج
وكنت أحبك

كانت أمي تعد طعام العشاء
وكنت أقف عند النافذة التي
تطل على بيتك
عندما غطى الظلام الرهيب
كل شيء

........................
........................
كان الولد الشهيد يبوح
لجارته الشهيدة

رام الله المحتلة
---------------------


”Kahraman şehid: Hafız al-Masri”


İFŞA!

Macid Ebu Goş

Deniz yüzünü kaplayan
Beyaz bulutları seyretmeği severdim.
Ve bulutun arkasından koşardım duvarın sonuna kadar.
Ve gölgesini pencerene vuran
Uçurtmamı severdim.

Ay ışıklı geceleri düşlüyorum
Yanaklarından öpmüştüm!

Annemi ve babamı severdim.
Ve küçük kardeşimi
Ve akçaağacı
Ve dalgaların sesini
Ve seni severdim!

Ve korkunç karanlık
Hertarafı kapladığı zaman,
Annem akşam yemeğini hazırlıyordu
Ve ben, evine bakan
Pencerenin arkasında duruyordum!

……………………….
……………………….

Şehid çocuk,
Şehid olan komşusunun
Çocuğuna bakıyor!

Ramallah / Filistin

Çeviri: Faiz Cebiroğlu.

Türkiye’li Aydınlar Filistin Halkına Destek İçin Sınıra Yürüdü.


Murat ALTUNÖZ- SURİYE

Türkiye Edebiyatçılar Derneği, PEN Yazarlar Birliği, Türkiye Barış Meclisi, KESK, TTB, PSAKD üyeleri, Suriye-Filistin sınırındaki köyleri ve mülteci kamplarını ziyaret ederek, İsrail'in Gazze saldırılarını protesto etti.

Türkiye Edebiyatçılar Derneği ve PEN Yazarlar Birliği'nin organize ile oluşturulan ve Türkiye Barış Meclisi, KESK, TTB, PSAKD, Tarih ve Toplum Bilimleri Enstitüsü ve Halkevleri üyelerinin de aralarında bulunduğu heyet ilk önce Suriye'nin başkenti Şam'da bulunan Arap Yazarlar Birliğini ziyaret etti.


Ziyarette konuşan Arap Yazarlar Birliği Başkanı Hüseyin Cuma, İsrail'in Gazze'de acımasızca çocukları öldürdüğünü belirterek, "İsrail ABD desteği ile Gazze'ye saldırdı. Acımadan çocukları, kadınları ve herkesi öldürdü, bir ülkeyi yok etmek istedi. Bu süreçte özellikle dünya sessiz kaldı. Türkiye'de gerçekleşen eylemler ve destekleri gördük çok sevindik, şimdi sizin buraya gelmeniz bizde bir umut ışığı yaktı. Özellikle Arap ülkelerinin sessiz kaldığı bir ortamda, BM ve Mısır projelerini ret ediyoruz" şeklinde konuştu.

Daha sonra söz alan Türkiye Edebiyatçılar Derneği Genel Başkanı Gökhan Cengizhan da, İsrail'in Gazze'ye saldırısını soykırım olarak nitelendirdiğini ifade ederek, "Bizler Türkiyeli yazarlar ve demokratik kitle örgütleri olarak, İşgal altında kalan Gazze'nin yalnız kalmadığını belirtmek ve onların yanında olduğumuzu göstermek için geldik" dedi.

Yerle bir edilen Kuneytra Kenti Gezildi.

Suriye’nin başkenti Şam’a 1 saat uzaklıkta bulunan Kuneytra şehri Kudüs'e 40, Şam ve Amman'a 60 kilometre uzaklıkta. Golan Tepeleri, Şey Dağları ve İsrail Sınırı ortasında bulunan Kuneytra şehri kitle tarafından gezildi. Kuneytra Kenti İsrail ordusu tarafından 5 Haziran 1967'de Golan bölgesine ilk girdiğinde, tıpkı 1947'lerde Filistin'de yaptıkları gibi, kasaba ve köylerdeki evleri bombalarla ve tanklarla yerle bir etmiş orada yaşayan halkta kendi topraklarında mülteci duruma düşmüştü. Suriye’nin Han Arnaba köyünden itibaren ikisi Suriye'ye, biri de Birleşmiş Milletler'e (BM) ait üç askeri kontrol noktası bulunuyor ayrıca Birleşmiş Milletler Barış Gücü'ne ait bin 300 asker, Golan Tepeleri çevresindeki köylerde ve İsrail-Suriye sınırında bir tampon bölge oluşturmuş. BM askerleri Kuneytra Kentinde de bir birliği bulunmakta.

Filistin Kampları Gezildi.

Grup daha sonra Şam merkezinde bulunan ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi denetiminde olan Muheyyem Yerduk Mülteci Kampını ve Cafra Gençlik Merkezi'ni ziyaret etti. Burada konuşan Türkiye Edebiyatçılar Derneği Başkanı Gökhan Cengizhan, Filistin halkının mücadelesini selamladığını ve Türkiyeli yazarlar olarak her zaman onların yanında olduklarını söyledi.
Her konuda bilgi alışverişi yapacaklarını ifade eden Cengizhan önümüzdeki süreçlerde talep olması halinde daha büyük bir kitle ile destek için gelebileceklerini söyledi.

Altunöz; Gezi amacına ulaştı…

Türkiye Edebiyatçılar Derneği Antakya Temsilcisi Murat Altunöz, Suriye’ye yapılan ziyaretin amacına ulaştığını ifade etti.

Altunöz; Gezi ile birlikte Özellikle Filistin halkının yanında olduklarını gösterdiklerini belirterek, "Muheyyem Yerduk Mülteci Kampı ve Cafra Gençlik Merkezi'ndeki Filistinlilerin sıcak ilgisiyle karşılandık. Ortak çalışmalar için sözler verildi. Filsitin’lilerin orada yaşadığı zorluklar ve mülteci yaşam Türkiye’den gelen konuklara anlatıldı. Kampta Türkiye’li Aydınlar ile Filistin’li gençler ortak marşlar söyleyerek bir kez daha İsrail’in saldırılarını protesto etti” şeklinde konuştu.

Altunöz, Geziye katılan herkese Genel merkez adına teşekkür ederek, bundan sonraki süreçlerde Filistin halkının yanında olmaya devam edeceklerini Filistinlilerle karşılık çalışmalara imza atacaklarını söyledi.

23 Ocak 2009 Cuma

Şehid Kavramı Üzerine(*)



Demir Bilgin

”Bir başka soru da şu: Kürdistan’da, Kürtlere karşı yapılan operasyonlarda ölen askerler, niye şehid olarak kabül ediliyor?..Bu askerler dini inaçları uğruna mı savaşa sürülüp kendilerini feda ediyorlar, yoksa bir halkın kimliksel varlığını ortadan kaldırmak için mi?..”

”…Oysa ki şehit (şehid) kavramı, dinsel bir kavramdır. Tanımı şudur: Dini inancı uğruna ölmek; dini inancı uğruna kendi feda etmek demektir…”

Bazen, şaşırıyorum. Bazen, Türkçe’de kullanılan kavramlara bakıp, çok şaşırıyorum. Onlarca kavramın, inanılmaz bir şekilde özünden boşaltılmasına ve gelişigüzel kullanılmasına, gerçekten çok şaşırıyorum. İşte Türkiye’de, Türkçe’de yanlış kullanılan bir kavram daha: Şehid kavramı.

Yazık. Sosyalizmi, materyalizmi savunan insanların ”şehit” kavramını kullanmaları, gerçekten çok yazık. Oysa ki şehit (şehid) kavramı, dinsel bir kavramdır. Tanımı şudur: Dini inancı uğruna ölmek; dini inancı uğruna kendi feda etmek demektir. Bu kavram hem islam, hem de Hıristiyan dinlerinde de kullanılıyor. İslamda, ”şehid”, Hıristiyan dininde de ”martyr” (martir) olarak aynı anlamları ifade eder. Bu kavramın anlamsal kökü, ”martyros” tur. Grekçedir. Tanıklık, demektir: inancın tanıklığı, tanrının büyüklüğü ve doğruluğudur.

İslam’a dönersek, şehid kavramı, islam inancı ve doğruluğu yolunda ölmek, kendini bu yolda feda etmek, demek oluyor. Bu anlamda, şehid ya da şuhâde şudur: Allahtan başka Allah yoktur. Muhammed Allah’ın resulüdür.

Bu anlam doğrultusunda, ”eşitlik, ortaklık ve özgürlük” yolunda ölen yoldaşlarımız, hangi mantıkla ”şehid” olarak kabul ediliyor? Sosyalizm inancı yolunda düşenler, neden ve niçin, ”şehid” olarak kabul edilsin? Bunların şehidlikle ne ilgisi var?

Bir başka soru da şu: Kürdistan’da, Kürtlere karşı yapılan operasyonlarda ölen askerler, niye şehid olarak kabul ediliyor?

Bu askerler dini inançları uğruna mı savaşa sürülüp kendilerini feda ediyorlar, yoksa bir halkın kimliksel varlığını ortadan kaldırmak için mi?

Şimdi bu şehid tanımı doğrultusunda kalarak, Kürdistan’da ölen askerlere, ”şehid” demek, islama da hakaret olmuyor mu?

Üzerinde durulması gereken sorular bunlardır.

Birde diğer taraftan, ulusal bağımsızlıkları için kendilerini feda edenler var, bunları nasıl tanımlamak gerekiyor?

Bu, bu yolda mücadele eden hareketin programına ve dayandığı ideolojiye göre değişir. Bugün hem Lübnan, hem de Filistin’de bir çok kuruluş kendilerini islam dinine bağlı hareketler olarak tanımlıyor. Örnek olsun, Hizbullah (Allah’ın Partisi), ölen militanlarını ”şehid” olarak kabul ediyor. Keza, Filistin’deki bir başka islami hareket, kendini, ”Şehid Kassem Tugayı” olarak adlandırıyor.

Bu gibi kuruluşlar, bağımsızlık mücadelelerinde, islam inancıyla kendilerini feda ediyor, bu inançla ”şehid” olduklarını kabül ediyorlar. Bu da, yukarda tanımını yaptığım ”şehid” kavramına uygundur. Burada herhangi bir tuhaflık yok.

Bu durum Kürd hareketleri için de geçerli. Bugün Kürdistan’dan mücadele eden ve farklı ideolojilere sahip olan bir çok hareket vardır, parti vardır. Dinsel hareketler olduğu gibi, dine dayanmayan hareketler de vardır. Bunlar da, ulusal bağımsızlık savaşlarında kimi kendilerini ”şehid” olarak kabûl ediyor, kimileri de, ”ulusal kahraman savaşçıları” olarak adlandırıyor.

Burjuvazinin ”yer, zaman ve mekana” göre islami kavramları kullanıp, bu alanda ”sahtekârlık” yapması, anlaşılır bir durumdur. Zaten bu yüzden, Türkiye’de, Kemalist ideoloji tek başına devleti ayakta tutmaya yetmediği için, burjuvazi, çoğu zaman, ikiyüzlüce ve sahtekârca islami kavramlara da ihtiyaç duyuyor. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi döneminde, Kenan Evren, bir yandan Necmettin Erbakan’ı hapse atması, diğer yandan, Türkiye’nin tüm illerinde konuşmalarını Kuran Süreleriyle süslemesi, bu sahtekârlığın bir örneğidir! Bu, anlaşılır bir şeydir.

Oysa ki, sosyalistlerin, sosyalizmi benimseyenlerin, ideolojilerine temelden zıt olan bir kavramı, şehid kavramını savunmalarını haklı çıkaracak hiç bir yön yoktur. Zira, ideolojimiz dinsel değil, bilimseldir. Bilimsel sosyalizmdir.

Evet; artık, solcular arasında yaşanan bu kavram kargaşalığına son vermek gerekiyor. Bilimsel sosyalizmi savunanların kavramları, çıkış tarihinden ve özünden boşaltıp, gelişigüzel kullanmalarına son vermek gerekiyor.

15 Ekim 2007

------------------------------

(*) Yoğun istek üzerine Demir Bilgin’in iki yıl önce yazılan makelesini tekrar yayımlıyoruz.

21 Ocak 2009 Çarşamba

Neo - Ergenekon




Abdulkadir Ulumaskan / ulumaskan@hotmail.de


"...Bunun için burada ortaya çιkan iddia edildiği gibi, devlet içerisindeki derin devlet değil bir bütün olarak devletin derin olduğudur. Ve bu derin devlet ya
da Ergenekonu tasfiye etme mücadelesi falan değil, yeni derin devlette bir Neo - Ergenekonun yapιlanma savaşιmιnda kimlerin yer alacağι kavgasι ve görev bölümünden başka bir şey değildir..."


Ergenekondan bahsederken öncelikle bir gerçeği teslim etmek gerekiyor. Ergenekon ne Türk devletinin istek ve iradesiyle kurulmuş ve ne de onunla ile ortadan tasfiye edilebilir. Burada sadece Ergenekonun ismi Türkçe olup, elemanlarι Türktür. Yalnιzca içerisine çeteci Türk ιrkιlιğι girmiştir o kadar. Gerisi Amerikanιn marifetidir.

ABD, yeni ιlιmlι Neo - islam modeline bazι eski Türk elemanlarιnι işe yaramayacağιnι bildiğinden bunlardan bazιlarιnι yerini değiştirmek, bazιlarιnι tasfiye etmek ve yeni bazιlarιnι işbaşιna getirme operasyonlarιdιr, bu tüm olup bitenler. Belki de gittikçe güçlenen Ergenekon ABD için denetiminden çιkma eğilimini olduğu veya olabileceği ihtimali de bunda bir etken yada neden olmuş olabilir.

Amerika Ergenekon konusunda bu işi tek başιna AKP nin yapamayacağιnι görünce, ordu ile AKP yi barιştιrmak durumda kaldι ve bunu da gerçekleştirdi. ABD talimatι verince herkes Ak Parti ile asker arasιnda antagonist gibi görünen çelişkinin nasιl da uzlaşmaya dönüştüğü görüldü ve AKP hükümetin tam tekmil Genelkurmayın emrine amade oldu.

Avratasyacι denilen Ergenekoncu kanadιn ortaya çιkmasι herhangi bir tesadüf sonucu olamaz. Örneğin Ergenekon sanιğι eski Milli Güvenlik Kurulu sekreteri Tuncer Kιlιç’ιn
Amerikadan vazgeçip yönünü Rusya ve irana çevirme gereğini belirtmesi boşuna değildir. Yine Doğu Perinçek’in her sözünde Amerikaya saldιrmasι da bundandιr. Bunlar adeta ABD. tarafιndan gözden çιkarιlmιş, terk edilmiş ve ihanete uğramιşlar gibi bir halleri vardιr. Perinçek sözde sosyalistliği döneminde bile bu kadar Amerikan karşιtι değilken, şimdi bu kadar küfür etmesi düşüncürüdür.

ABD. nin direktiflerine uygun Genelkurmay ile Erdoğan arasιnda arada bir ilker Başbuğ’un gidip azarlamasι dιşιnda herhangi bir çelişki ve uzlamazlιk yoktur.

Bu azarlamaya sebep olan trafiğin nedeni AKP nin Ordu ya kafa tutmasι falan değil. Sadece AK Partinin acemiliğinden kaynaklanan çizme aşmalardan başka bir şey değildir. Bu gibi durumlarda Yalçιn Küçük ‚ün deyimiyle paşa hazretleri gidip başbakana haddini bildiriyor, o kadar. Nitekim Ergenekon’un bir numaralι olduğu söylenen Tuncer Kιlιç’ιn gözaltιna alιnmasιndan sonra Paşa hazretlerinin gidip Erdoğan ve Gül ile görüşmesinin ardιndan serbest kalmasι başka bir tesadüf olmasa gerek.

Gerçi bunlardan birisi tarif edilen Ergenekonun bir numaralιsι olduğu idda edilenin tιpkι Atatürk tarifi olduğunu söylemesi bir tepki veya espiriden çok Atatürkü Ergenekonun bir numaralι adamι olarak göstermesi onursal başkanlarι olarak manevi anlamda kulanιlmιşsa eğer, bu pekte yanlιş sayilmaz.

Türk basιnιnda çιkan: „Erdoğan ve Başbuğ’un görüş alιş - verişi yapmιşlardιr.“ gibi değerlendirmelere karşι bir Türk köşe yazarιnιn da : „ Görüş alιş - verişinde bulunmamιş, Genelkurmay kendi görüşlerini bildirmiştir.“ demesi ilginç ve doğrudur. Yani burada karşιlιklι bir görüş alιş - verişi yok, Başbuğ hazretleri direk olarak talimat vermiştir.
Zaten Başbuğ göreve gelirken artιk elektronik darbelerin döneminin bittiğini söylemiş ve adam bu sözüne de bağlι kalarak elektronik emirler yerine gidip kendi emirlerini bizzat kendisi canlι olarak veriyor.

Yaklaşιk bundan bir yil önce yazmιş olduğum bir yazιda Ergenekonun davasιnιn ucunun deniz Baykal’a kadar uzanabileceğini söylemiştιm. Tuncay Güney’in son
açιklamalarιyla Ergenekonun izini Baykal’a kadar götürdü. Deniz Baykal Ergenekonun avukatι olduğunu söylerken aslιnda kendi kendinin avukatι olmak istiyordu. Eğer bu iz sürdürülürse eminim ki sonu „Fιrat kenarιndaki kuzunun hesabι bizden sorulur.“ diyen Süleyman Demirel’e kadar gidecektιr. Demirel’in Cumhurbaşkanι olduğu dönemde onun eski partisinden ve onu iyi taniyan bir milletvekili olan Esat Kιratlιoğlu, Demirel için şöyle demişti : „ O, bu sefer, hayatιnda ilk olarak bir sefere mahsus doğruyu söylemezse, ben ona Cumhurbaşkanιm değil, Çankaya’daki Şişman diyeceğim.“ Bence eğer Kιratlιoğlu hala hayata ise artιk Demirel’e kerhen de olsa „Cumhurbaşkanιm“ diyebilir. Çünkü yarιm yamalak ve dolaylida olsa Süleyman Demirel : „ Böyle olursa Türk devletinde herkes Ergenekoncudur“ diye ilk defa bir doğruyu söylemiş oldu. Bu her ne kadar işin ucu kendine kadar uzanmasιn diye söylense de dolayli bir itirafιda belirtir.

Bunun için burada ortaya çιkan iddia edildiği gibi, devlet içerisindeki derin devlet değil bir bütün olarak devletin derin olduğudur. Ve bu derin devlet ya
da Ergenekonu tasfiye etme mücadelesi falan değil, yeni derin devlette bir Neo - Ergenekonun yapιlanma savaşιmιnda kimlerin yer alacağι kavgasι ve görev bölümünden başka bir şey değildir.

Koparιlan tüm kiyamet bu yeni modern derin devlette kimlerin kalιp kimlerin gideceği ya
da yeni olarak kimlerin getirileceği kavgasιdιr.

1980 Cuntasι ve öncesi Pro - Ergenekon iken, sonrasι süreç de Ergenekonun kendisi ve günümüzde yapιlandιrιlmak istenen de Neo - Ergenekondur.

21.01.2009

Kötü Şarkıcı




A.Kadir Konuk / Yenihayat1@t-online.de

Hiç istemediğim halde üzdüğüm insanlardan özürüm olsun, önce bir fıkra anlatayım.
Tıklım tıklım dolu salonun sahnesinde sesi berbat ama bacakları güzel uyduruk bir şarkıcı ne zaman programını bitirmeye kalkışsa dinleyiciler “İsteriz” diye tempo tutuyorlarmış. Haber yazmak için orada bulunan gazeteci yanındaki genç adama “Ama bu kadın gerçekten kötü söylüyor şarkıları, neden durmadan yeniden istiyorsunuz” diye sormuş.

“Ah abi” demiş genç adam, “Sen asıl bundan sonra sahneye çıkacak olanı gör, o daha beter. Bunun hiç değil bacakları güzel!”

Oysa benim bacaklarım da güzel değil, çarpık çurpuk. Ama okurlar ille de “Geri dön” şarkısını söylediler ısrarla.

“Hep birlikte isterüüüz diye bağırıyoruz” yazdı e-mailinde sevgili Yener Orkunoğlu. Şarkıcı oradan geldi aklıma.

Doğrusu bunu beklemiyordum. Üç günde belimi büktünüz, aynada kendi yüzüme bakamaz oldum.

Yaşamımda ilk kez bir yazıyı ağlayarak yazıyorum. Sevilmek, aranmak ne güzelmiş meğer, unutmuştum.

Siteden ayrıldığımı belirttiğim yazıdan sonra siteye gelen yorumların, yüzünü bile görmediğim sevgili şefim Hasret Birsel’in benim için tam bir “Sevgi darbesi” yazısının dışında dost insanlar telefonla aradılar, e-mailler gönderdiler, üç günde beni yerin dibine geçirdiler. Ne korkaklığım kaldı, ne kaçaklığım, ne dönekliğim, ne yarı yolda bırakmalarım…

Hele de Türkiye’de yaşayan, kendilerini benim kızlarım sayan, yüzlerini görmediğim, mahkum yakını o iki liseli genç kızın sözleri…

Biliyorum yüreğinde insan sevgisi taşımayanlar “Gene kendini konuşturdu, insan bu kadar tutarsız olmaz, gidiyorum deyip kendini dayattı” diyecekler.

Umurumda değil. Bana sevgilerini bu kadar açıkça söyleyen insanların varlığı bütün utançları ortadan kaldırmaya yeterli.

Bir sevgili dostum, “Hem mazoşist, hem sadist olamazsın” dedi.
Hem kendine hem bizlere eziyet etme!

“Siz güçtünüz, sestiniz kalın bence Kalmalısınız” diye seslendi bir şair kadın binlerce kilometre öteden.

Mehem ben neymişem? (Annem meger-meğer demez mehem derdi)
Simit sattığım günlerde bir simitçi ustam vardı, Ecem emmi derdik ona, Erzincan’ın en güzel simitlerini, döner lavaşlarını o yapardı. Acemistan’dan geldiği söylenirdi, bilmezdik Acemistan nere.

Ecem emmi kızdığı, burnundan soluduğu anlarda, şu godugumun Ecemistanında mene bir mezer bulunmadı, geldim bu puştların götüni gohlirem, derdi.

Hayır, konuyla ilgisi yok bunların, elimi yazıya alıştırmaya çalışıyorum. Baskılara dayanamayıp döndüm ya, dönek oldum ya, yer ısıtıyorum, yüzümün kızarıklığını gidermeye uğraşıyorum.
Geçmişte sevgililerimden ayrıldığım anlarda, kapıyı kapamadan önce “Gidiyorum, söyleyecek bir sözün varsa şimdi söyle” demiştim, yanıt derin bir sessizlik olmuştu her defasında. Kal deseler kalır mıydım, bilemiyorum.

Anam, babam, çocuklarım, ailem olan, içinde ömrümün en genç yıllarını geçirdiğim, uğruna “Ölümlere gidip geldiğim” siyasi örgütümden istifa ettiğim zaman, eskiden beni salonlarda ayakta alkışlayan binlerce insanın arasında yığınla sevenim vardı, biliyorum, ardımdan kimse kal dememişti.

Yıllarca içlerinde çalıştığım gazetelerden ayrılırken iş arkadaşlarım da kal diye ısrar etmemişlerdi hiç. Beni seven okurlar olduğunu biliyordum, ama onlar da gazeteleri mektup yağmuruna tutmamış, yazarımızı isteriz dememişlerdi. Diyenler olduysa bundan benim haberim olmadı, darılmasınlar.

İlk kez, inanın bana ilk kez böylesine bir okur sevgisiyle karşılaşıyorum. Beybun sitesinin dışında yazılarımı gönderdiğim iki sitenin yöneticileri de kal diye seslendiler ilk günden.
Erkekler de ağlarlar, hem de zırıl zırıl ağlarlar, diye eğittiğim sulu gözlü yüreğim ha patladı ha patlayacak!

Bir konuya açıklık kazandırmalıyım.

Korktuğum, mücadele etmekten yıldığım için almamıştım ayrılma kararını. Başta beybun sitesi olmak üzere internet sitelerine izinle, davetsiz gelen bir konuktum, ev sahiplerimin benim yüzümden rahatsız edilmelerini istemediğim için aldım o kararı. Başkalarını üzmek, başkalarına sorunlar yaratmak işim değil, böyle anlarda kendi içime yöneliyor, zaten aksi olan suratım daha da aksileşiyor, berbat bir adam haline geliyor, acılarını özel yaşamımda yaşıyordum. Geçmişte bu nedenlerle kendime yöneldiğim anlar oldu, yeniden aynı duyguları yaşamak istemedim, bundan çekindim açıkcası.

Yazılarımı açık ismimle yazıyorum, her tür eleştirinin, küfrün, beğeninin bana yönelmesi gerekirdi.

Bazı dostlarım yazılarımı doğrudan, çok açık sözlerle yazmak yerine, sözcükleri yazılarımın içine yedirmemi önerdiler.

Ezop devri kapandı zannediyordum. 2009 yılında o zıkkım düşünce özgürlüğünü yaşayabileceğimi düşünmüştüm, yaşasın dilim özgür oldu diye seviniyordum.

Ağalık devri kapanmamış, yeni anladım.

Yine de yazacaksam düşündüğüm gibi, açıkça yazmayı yeğlerim. Belası sevdam olsun.

Gene başladım işte!

Anam da öyle derdi: “Ağzını kapasalar gerin durmuyor!”

Can çıkıyor da huy çıkmıyor, neylersiniz. Siz bilmiyorsunuz ben neler çektim bu dilimin yüzünden.

En iyisi yine bir fıkra anlatayım.

Efendim, şehirler arasında yük taşıyan eski bir kamyonun parçaları bir gün isyan etmişler. Ne bu lan demiş lastikler, mecbur muyuz yıllarca bu yükleri taşımaya, ya biz, demiş balatalar, yandık ulan yandık bu manyak şoförün fren sevdasından, rot bağırmış, direksiyon haykırmış, vites kolu zırlamaya başlamış, amortisörler inlemiş, tahtaları parçalanmış kasa ağıda başlamış, birden bir nara patlamış orta yerde:

Susun ulan, diye bağırmış mazot deposu, her benzinlikte bana giren hortumlar hanginize girdi?
Cinsiyetçi olmadı değil mi?

Ne bileyim ben, Türkiye AB’ye girecek denilince cinsiyetçi olmuyor, (AB ülkelerinin arasına katılacak denilmesi gerekiyor) ama hortum mazot deposuna girince cinsiyetçi olabilir.

Sizlere teşekkür ediyorum.

Tartışmalar gelir geçer. Belki beş-on yıl sonra olmayacağım bu dünyada, kimse de anımsamayacak, ama en azından küçücük de olsa sevgi kalabilmeli yüreklerde. Bana yeniden yaşattığınız, yeniden var olduğuna inandırdığınız insan sevgisi…

Gerisi laf-u güzaf!

Gelelim şu ünlenen af öykümüze.

İsteyen istediğine af isteminde bulunsun, sonuçta hepimiz aynı noktada birleşeceğiz. Niye mi?
Nasrettin Hoca öyle söylüyor da ondan. Bu fırkayı çok uzun yıllar önce bir gazetede yazmıştım, yine başım belaya girmişti. Ama yeri geldi, cuk oturur.

Nasrettin Hoca yetişkin oğluna kız istemeye gitmiş. Eve girmiş, oturmuş, yekten, bizim oğlan sizin kızla evlenecek, demiş.

Hocayı döverek atmışlar kapıdan dışarı. Komşuları görmüşler, ne iş hoca diye sormuşlar. Kız istemeye gittim, dövdüler, demiş hoca ve olayı anlatmış.

Ama kız böyle istenmez ki hoca, demişler, izin ver biz gidip isteyelim.

Komşular gitmişler kız evine, Hoca da gidip evin penceresinin altına siperlenmiş. Komşular oturmuşlar, dereden tepeden konuşmuşlar, kahvelerini içmişler, sonra, biz buraya hayırlı bir iş için geldik, sizin kızı bizim Hocanın oğluna Allah’ın emri, peygamberin kavliyle istiyoruz, demişler.

Hocanın oğlundan iyisini mi bulacağım, demiş kızın babası, ama Hoca öyle demedi.

Hoca dayanmış pencereye, öyle de olsa, böyle de olsa benim dediğim olacak, bizim oğlan sizin kızla yatacak, demiş.

Sizin isteminiz, isteme biçiminiz ne olursa olsun, her hangi bir af çıkması halinde bundan içerideki her kes yararlanır.

İdam hücrelerindeydik. O günlerde it osurdukça idam cezası veriyordu askeri mahkemeler. Yeni idam cezaları verildiğinde hep birlikte idamlara hayır sloganını haykırıyorduk. Omuzu kalabalık askeri hakim kalemini ben mahkeme salonunda yokken kırmıştı, gıyabımda idam cezası aldığımı gazeteden öğrendiğimizde koğuş arkadaşlarım haydi gel senin sloganını atacağız demişler, beni pencerenin önüne dikmişler, hep birlikte idamlara hayır diye bağırmıştık. Boynuma takılmak istenilen yağlı ipi hissetmiş, acayip olmuştum.

O günlerde faşistlerden bir kaçına da idam cezası verildi. Tartışmaya başladık. Şimdi bu sloganı yine bağıracak mıydık?

Nirengi burasıydı. Biz genel olarak mı idamlara karşıydık, bize verilen idam cezalarına mı?
Genel olarak idam cezasına karşıysak faşistlere verilen idam cezasına da karşı çıkmamız gerekiyordu. Onları asın bizi asmayın diyemezdik. Yaşamak en temel insan hakkıydı.
İşkence insanlık suçuydu, idam cezası ise asılma anına kadar süren gizli ve aşağılık bir işkence türüydü. Ben asılacağı günü en kısa süre bekleyenlerden biriyim, bekleme sürem önemli bir bölümü tek kişilik hücrelerde, yaklaşık 7 yıl sürdü.

Biz genel olarak idama karşıydık. Bu nedenle faşistlere idam cezası verildiği günün akşamında hep birlikte yine bağırdık!

İdamlara hayır!

İdam cezası kaldırıldı Türkiye’de. Şimdi sokaklar infaz yeri. Serseri bir slogan çınlıyor meydanlarda: “Yargısız infazlara hayır!”

“Yargılı” olanlara “Evet” anlamına mı geliyor bu?

Doğrusu; “Gerekçesi ne olursa olsun tüm cinayetlere hayır” olmalı değil mi?

Çünkü düşüncesi ne olursa olsun, insan yaşamı kutsaldır! Bütün demokratik ülkelerin anayasalarında böyle yazar.

Prensip olarak siyasi tutsaklara af istemekle başladım bu işe. Olaya en çok adli tutuklu, hükümlü yakınları sahip çıktılar. Yorumlardan herkes onların siyasi konularda pek de bilgili olmadıklarını gördü. Ben bir yılan da olsam, onların istemlerini dillendirdiğim için bana da sarıldılar. Dinci-faşist kesimler de insanların bu istemlerini kendi kanallarına akıtmak için hemen çalışmaya giriştiler.

Sol partiler, solcu yazarlar, gazeteciler susuyorlar. Onlar hala işin ayıp boyutuyla uğraşıyorlar, yada bir yerlerden kalk borusu çalınmasını bekliyorlar.

Üstelik bu kesimler kendisi demokrat olmayan bir hükümetten demokratik açılımlar yapmasını beklemeye de devam ediyorlar. Anayasa değişikliği yapılmalı, demokratik haklar verilmeli, Kürt dili özgür bırakılmalı…

Ama yukarıda sayılan hakları istedikleri, elde etmek amacıyla kendi bildikleri doğrularla mücadele ettikleri için zindanlara doldurulmuş siyasi tutsaklar yatmalı içeride, onlar için af istemek ayıptır. (!)

Bu sitenin yazarları, okurları olarak istiyoruz bu affı, ayıbı boynumuza olsun, bir gerdanlık gibi göstererek taşırız o ayıbı.

Şimdi yine benim geri dönmeme geliyorum.

Benim için bir zevk, bazı okuyucular için işkence olan yazılarıma sizlerin sevgisiyle dönüyorum. Anladım, inanın anladım, bu kadar yol geldikten sonra geri dönülmezmiş. Bıktırıncaya, kovuluncaya kadar kalırım artık. Belayı siz çağırdınız geriye, katlanacaksınız.
Umarım ve dilerim zor anlarımda da yanımda olur, beni sevgi dolu dayanaklardan yoksun bırakmazsınız.

Gelinen noktadan geri dönülemeyeceğini sevgi dolu tokatlarınız sonucunda anlamış bulunuyorum. Yüzümün kızarıklığı, alev alev yanması bundandır.

Efendim, Türkiye’nin başbakanı olma şerefine ulaşmış, aynı zamanda hemşerim olan, Erzincanlı, eski sebze hali müdürü Yıldırım Akbulut da bir zamanlar öyle demişti. Transseksüel kardeşlerim fıkradan lütfen alınmasınlar.

“Yıldırım Akbulut bir gün işe giderken yolda otostopçuluk yapan erkekten dönme iki kadını (Onlara şimdilerde transseksüel deniliyor) arabasına almış. Bir süre gitmişler, kadınlardan biri, biliyor musunuz, biz dönmeyiz, demiş.

Yıldırım Akbulut gülmüş, bu kadar yol geldikten sonra zaten dönülmez, demiş.”

Bu kadar yol geldikten sonra dönülemeyeceğini ben de anlamış bulunuyorum. Şimdi geriye yüzü de, bacakları da, sesi de güzel bir kadın şarkıcıdan miras, kulaklarımda inleyen şarkı kalıyor.

“Dönülmez akşamın ufkundayım, vakit geç/Bu son fasıl ey ömrüm, nasıl geçersen geç!”

Sanıyorum, dönek olmadan önce bir sloganda kalmıştık.

Zindanlar boşalsın! Siyasi genel af!

Zindanlar boşalsın, genel af!

20 Ocak 2009 Salı

VEDA YAZISI






Yener Orkunoglu / y.orkunoglu@fbi.h-da.de


İnsanın yaşamında bazı anlar vardır. Bir şeyi yapmak istersiniz ve bu bir şeyi yapmak için nedeniniz vardır, ama bir gerekçe eksiktir. Neden ve gerekçebir araya gelince, yapmak istediğiniz şey gerçekleşir.

İşin aslına bakılırsa, 2009 yılının hemen başından itibaren yazılarıma ara vermek istiyordum. Yazılarıma ara vermek için nedenim vardı, ama bir gerekçem eksikti.

İki nedenden dolayı, 2009 yılının hemen başında değil, Şubat ayından itibaren yazılarıma ara vermeye karar vermiştim.

Birincisi, devam etmekte olan bazı yazılarımın sonunu bağlamak istemiştim. Örneğin Rousseau’nun burjuva uygarlığını eleştirdiğini açıklamıştım. Ama Rousseau’nun burjuva uygarlığına eleştirilerinin tek-yanlı olduğunu açıklayamamıştım. Bu açıklamaya devam edecektim. Ayrıca Voltaire, Hegel ve Marx gibi filozofların Rousseau’ya yönelttikleri eleştirilere de yer vermek istiyordum. Öte yandan Liberal Ütopya ile Köylüğün Ütopyası konusunda mutlaka yazmak istiyordum. Doğal İnsan ve Uygar İnsan’ı yazacaktım. Negatif ve Pozitif Özgürlük konularını yazacaktım.

Amacım, tarihten dersler alarak, muhtemel yanılgılardan kaçmanın yollarını aramaktı. Okuyucuya söz verdiğimden, yazılarıma ara verme kararımı Şubat ayına ertelemek istiyordum;

İkincisi, 1997 Şubat ayında Özgür Politika’da yazmaya başlamıştım. 12 yıla yakın bir süredir yazıyorum. Şubat ayından sonra uzun bir süre ara vermenin daha doğru olduğunu düşünmüştüm.

Bu arada şunu da belirteyim. 12 yıllık dönem içinde yazılarım için para almadım. 12 yıl içinde mümkün olduğu kadar nesnel olmaya çalıştım. Yazılarımı olumlu bulanlar olduğu gibi, eleştirenler, kızanlar ve küfredenler de oldu.


***
Özgür Politika ve Gündem’deki yazılarıma son vermeye karar verdim. Beni tanıyanlar bilir. Duygusal kararlar vermem. Kararlarımda nesnellik daha ağır basar.

Selahettin Erdem’in yazısı bardağı taşıran son damla oldu. Selahattin Erdem’in ‘Maaşlı Yazarlar’ başlıklı yazısının ‘talihsiz bir yazı’ olduğunu belirterek şunları yazmıştım: ‘Selahattin Erdem’in yazısında bazı doğrularla bir çok yanlış iç içe geçmiştir. Öte yandan yazı, ince ayrımlar yerine, çok kaba genellemeler içeren bir yazı. Geçimini sağlayan yazarlarla, ticari amaçlar için yazanları aynı kaba koyuyor.’

Daha sonraki yazımda ise konuya açıklık getirilmesini söyledim: ‘Sonuçta ayırım yapmadan, kültür dünyasına katkı yapıp yapmadığını analiz etmeden, tüm yazarları aynı kaba koymak, ‘tüm kültür ve uygarlık dünyasını yadsımaya gider.’ Bu nedenle Selahattin Erdem, yazısına açıklık getirmek gibi bir sorumlulukla karşı karşıyadır.’

Selahattin Erdem açıklık getirdi. Kulaktan dolma bilgilere dayanarak şunları yazdı: ‘Duyduğuma göre, arı kovanına çomak sokma misali bu yazı bazılarını yerinden hoplatmış. Ben yazılanları okumuyorum. Türkçe'deki amiyane deyimle 'it ürür kervan yürür' deyip geçiyorum. Okuyanların söylediklerine göre, benim yazarlara hakaret ettiğimi yazıyorlarmış. Oysa ben onlara 'yazar' dememiştim. Doğrusu öylelerini 'yazar' olarak görmüyorum.’

‘İt ürür kervan yürür’ diyor. Evet, aynen böyle. Yazılanları okumuyor, başkalarının söylediklerine göre hareket ediyor. Bu ciddi bir tutum değildir. Yapılan eleştiriler arasında ayrım yapmadan, yine hepsini aynı kefeye koyuyor. Bu tutum, köylülüğün bir özelliğidir. Köylülük düşüncesi, ince ayırımlar yapamaz. Kaba genellemelere yatkındır.

Bu kadar yıllık siyasal tecrübesi olan Selahattin Erdem’in saldırgan bir üslup kullanmasını anlamak mümkün değildir. Eleştiri ve tartışma yerini hakarete bırakmıştır. Toparlayıcı olması gerekirken, dağıtıcı bir tutum almasını anlamak zor. Selahattin Erdem’in böylesi kaba üslupları hoş görülecek bir tutum değil. Sinir yıpratıcı bir davranış.

Ben Abdullah Öcalan’ın şimdiye kadar dışarıya karşı bu tür bir dil kullandığını hatırlamıyorum. Öcalan, içeriye karşı kullandığı dille dışarıya karşı kullandığı dili ayırmasını bilmiştir. Doğru olan da bu tutumdur. Selahattin Erdem, böylesi ince tutumu gösteremiyor nedense.

Son olarak Lenin’in vasiyetinden bir paragraf aktarmak isterim.

‘'Stalin gereğinden fazla kaba. Komünistler arasında, bizler arasındaki ilişkilerde kesinlikle rahatsızlık vermeyen bu eksiklik, bir genel sekreter için kabul edilemez nitelik haline geliyor. Yoldaşlar, ben bu nedenle Stalin'in başka göreve getirilmesi konusunu görüşmenizi öneriyorum. Bu göreve, Stalin'e göre her şey bir yana tek olumluluğu olan, yani daha sabırlı, ağırbaşlı, kibar, ve başkalarına daha çok dikkat gösteren kaprissiz vb. bir yoldaş önerilmeli.’

Sevgi ve dostlukla, hoşça kalın! Umut dolu yarınlara!

19 Ocak 2009 Pazartesi

Siyonizmin Vahşetine Terk Edilmiş Mazlum Bir Halk...





Abdulkadir Ulumaskan / ulumaskan@hotmail.de

Uygar ve demokratik bir dünyada, insanlarιn haklarιna göre değilde güçlerine göre hareket etmeleri vahşetir. İsrail’in, Filistinlere uyguladιğι da böyle bir vahşet oluyor. Modern dünyada insanlarι bu tür vahşetlerden korumak için bazι kurum ve kuruluşlarιn olmasιna ihtiyaç vardιr. Ancak eğer bu kurum ve kuruluşlarιn vahşeti uygulayanlarιn etkisinde olmasι, vahşetlerden koruma ve kollamak yerine bu vahşetin aracι olabiliyorlar. Bu gün mazlum Filistin halkιna karşι Birleşmiş Milletler Teşilatιnιn böyle bir konumu vardιr. Zaten bu Birleşmiş Milletler değil miydi 1947 yilinda Filistin topraklarιnιn yarιsιnι İsrail’e vererek bu adaletsizlik üzerine 1948 de uluslararasι Emperyalizmin gayri meşru çocuğu olan İsrail devleti kurulmuş, o günden bu güne kadar da ABD’nin ortadoğudaki bostan korkuluğu görevini yapmιştιr.

Amerika’nιn desteği, Avrupa’nιn iki yüzlülüğü, müsümanlarιn sesizliği ile Araplarιn tepkisizlik ve tutarsιzlιklarι siyanizmin katliamlarιna yol ve cesaret vermektedir. Bu koskoca dünyadaki tüm devletler içerisinde sadece bir tek Venezuela lideri Hugo Chawez namuslu çιkarak israilin elçisini ülkesinden kovarak tüm ilişilerini kesme onur ve cesaretini gösterebildi.

Bunun dιşιnda hemen herkes canlι dizi filim seyreder gibi kadιn, çocuk, yaşlι masum sivillerin katledilmesini seyr etmektedir. Dünyada bu kadar uyuşuklaştιrιlmιş vicdanlarι uyandιrιp ayaklandιrmak gerekiyor. Gerçi tüm halklar yapιlan bu vaşete karşι tepkili, ama bu vahşete ortak olan devlerlerinin barikatlarι ünlerini kesiyor.

Arap halkιnιn, üzerine tükürmesi halinde tüm siyonistlerin bu tükürük altιnda boğulacağι sözleri doğrudur ve Arap bir arkadaşιn : „ Bizler Araplar olarak birer köpek olup israil’e saldιrιrsak, İsrail diye bir şey kalmaz.“ Demesi esasιnda kendi halkιna hakaret etmekten çok, işbirlikçi Arap devletlerine karşι bir isyanιn sözlere yansιmasιdιr. Gerçekten de işbirlikç Arap ülkeleri mazlum Filistinli soydaşlarιnι siyanizmin vahşet ve katliamlarιna terk etmişlerdir. Yalnιz Araplar değil tüm dünya söz birliği edercesine - ki çoğu söz birliği de etmiş - mazlum Filistin halkιnι siyanizmin vahşetine terk etmiştir. ABD nin : „İsrail’in kendisini savunmasιnι anliyoruz.“demesi ve Birleşmiş Milletlerin ateşkes kararιna karşι çekimser kalmasι, bu vahşetin bariz bir ortaklιğι olup Gazze’nin vurulmasιna devam edilmesi isteğinin diplomatik ifadesidir.

Irak konusunda karar çιkarmaktan hiç teredüt etmeyen Birleşmiş Milletler, kendi ateşkes kararιnι hiçe sayan ve hiçe saydιğιnι da açιkça söyleyen İsrail’e karşι aynı Birleşmiş Milletler adeta dilini yutmuş gibi.

20 gün içerisinde 1000’ni aşkιn masum Filistinli insan katledildi. katliamιn sayısι beli bir doygunluğa ulaştιktan sonra Emperyalizmin kendi rengine ihanet etirileceği şimdiden beli olan yeni başkan Obama’ ya bir rol verilip “Dur” dedirtecek ve 2000 tarihindeki Yaser Arafat ile Barak ιn Oslo Anlaşma oyunu gibi yeni bir Camp David süreci türünden Filistin halkι beli bir süre daha umutlandιrιlιp oyalanacak ve tekrar birbirine düşürülecektir.

Amerika’nιn Filistin sorununu çözme veya İsrail’in HAMAS ι bitirme gibi bir amacι yoktur.
Zaten HAMAS’ ι kuran İsrail’in kendisi deği lmidir ? Amaç Filistin halkιnι oyalıyarak, katledip göçerterek, siyonistlerin İsrail bayrağιndaki Nil ve Fιrat nehirleri arasιnda bir Yahudi imparatorluğunu kurmaktιr. Belki Fιrat’a zor, ama Filistin halkιnι ortadan kaldιrmayi önlerine koymuş ve adιm adιm ilerliyorlar. 5 milyon civarιnda Filistinli dünyanιn dört bir yanιna savrulup hala dönmelerine izin verilmezken, dünyanιnιn dört bir yanιndan getirilen Yahudilerin sayisι gün geçtikçe artmaktadιr. 1918’ de Filistin’deki Yahudilerin sayιsι 24 bin iken İsrail devletinin kurulduğu 1948 de bu sayi 806 bin olmuş ve bugün 7 milyona ulaşmιştιr. Bu süreç içerisindeki normal bir nufus artιşι değil ithal edilen bir nufustur.

Burada, Türkiye’nin İsrail ve Filistin konusundaki sahte tepkisine kιsaca değinmek gerekir.
Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunden beri İsrail’in stratejik bir ortağιdιr ve 1949 yilinda İsrail devletini tanıyan ilk müslüman ülke Türkiye’dir. Türkiye sahte İsrail karşιtι söylemi ve Filistin halkιnιn yanιnda olduğu tüm ikiyüzlü açιlamalarιna rağmen hep İsrailin yanιnda olmuştur.

Türkiye’nin siyasi, askeri ve ekonomik ilişkilerinin en yoğun olduğu devletlerden birisi İsrail’dir.
Sözümona en radikal israil düşmanι ve kardeş müslüman Fiistin halkιnιn dostu olduğunu söyleyen ve İsrail kelimesini bu günkü Ermeniler’de olduğu gibi bir küfür olarak kulanan Erbakan dahi iktidara gelince bugün Gazze’de Filistinli kadιn ve çocuklarι bombalayan İsrail pilotlarιnιn Türkiye’ de eğitim görme anlaşmasιnι yapmιştιr.

Yine o dönemin Erbakan çιraιğι olan ve bugün timsah gözyaşlarιnι döken Erdoğan’da İsrail’e en sιkι - fιkι olan başbakan, o zaman bu bağιrtιlar İsrail’e karşιmιş gibi sahte naralar niye ?

Aslιnda niyesi yaklaşan seçimler ve islami duyarlιlιğι olan Türk halkιnιn dini duygularιn tüccarlığιdιr. Erdoğan : „ Filistin çocuklarιnιn kanι yerde kalmayacaktιr.“ Derken kendisini seçim meydanιnda his ediyor ve adeta : Bana oy verin !“ der gibi bağιrιyor. Ruh hali ve hareketleri iyi gözlenirse bu sesler duyulacaktιr. Eğer yalan değilse, sahtekarlιk değilse ve dürüst ise o da Hugo Chawez gibi namuslu ve onurlu bir tavιr göstererek İsrail ile tüm ilişkilerini keserek İsrail elçilerini kovarak kendi konslosluğunu geri çeksin. Bu öyle : „Dükkan değil, devlet yönetiyoruz.“ ikiyüzlüce demogoji yapmakla olmaz. Hugo Chawez de dükkan değil devlet yönetiyor ve namusluca da yönetiyor. Bir devlete savaş açmιş gibi iç kamuoyuna seslenmek ve ayni devletle her türlü ilişkiyi sürdürmek siyaset değil siyasi puştluk olmaz mι acaba ?

Diyelim ki Türkiye İsrail' den silah aliyor ve bunlarι özellikle Kürtleri katletmek için alıyor. Tamam onu da anladιk, Kürtleri de katletsin. Ama silah tek İsrail de yok ki başka yerden alιp yine Kürtleri katletmeye devam etsin. Ama kardeş müslüman Filistin halkιnιn katili dediği İsrail’den almasιn. Dünyanιn neresinde kardeşlerinin katilinden silah alan ve kendi ülkesinden katil uçaklarιn kalkιp kardeşlerine bomba yağdιrmasιna müsade eden bir kardeş vardιr acaba, Erdoğandan ve hükümetinden başka ?

Timsahlar da önce yavrularιnι yer, sonra da sayın Erdoğan gibi oturup gözyaşι dökerlermiş.

YASTAYIM(*)




Faiz CEBİROĞLU

Evet, çok üzgünüm. Yastayım. Ermeni dostum sevgili Hrant Dink’i de fiziki olarak aramızdan ayırdılar. Çok üzgünüm. Yastayım. Hrant Dink, Ermeni’ydi; ama insanları seven bir aydındı.Hrant Dink, Ermeni’ydi; ama çok dilli bir Anadolu’nun savunucusuydu. Hrant Dink, gerçek bir insan-sever aydınıydı.

Ne tesadüf, Hrant Dink’in takma adı, Fırat’tır. Çok yakışıyor.

Evet, Hirant ( Fırat), Malatya doğumludur. Sevdanın ve kavganın çemberinden geçmiştir. Yine ne tesadüf, Firat, fıratlılarla aynı kaderi paylaşıyor. Fiziki olarak ortadan kaldırılıyor, ama ölmüyor!

Hrantlar (Fıratlar) ölmez biliyorum. Hrantlar Mazlum Doğan’laşıyor. Ölmüyor. Ben öldükçe yaşarım diye haykırıyorlar. Şiirleşiyorlar. Yıllar öncesinde yazdığım ve müziğini yaptığım şiir, tekrar yerini alıyor, Hrantlaşıyor, güncelleşiyor:

”Güneş bugün doğmam diyor
Yas tutuyor Hrant için
Fırat bugün akmam diyor
Yas tutuyor, Hrant için!

Hrant güneşle doğuyor
Işık veriyor veriyor Anadolu halkları için
Ekin oldu topraklarda
Anadolu’da bitmek için!..”

Evet yastayım. Yas tutuyorum.

Bu alçakça cinayeti işleyenin baş aktörü Amerikan emperyalizmi olduğunu düşünüyorum. Elimde kesin delil yok; ama “emperyalizmi suçlama belgeleri” yazılarımdan kalkarak, bu haince saldırının planlayıcıları, Amerikan emperyalistleri ve onların yerli faşist ortakçıları olduklarını söyleyebilirim.

Zaten, “derin devletin” içinde ve bu yönde emperyalizmle işbirliğinde bulunarak, bu ve benzeri katliamların yapıldığı herkesin malümüdür. Kahraman Maraş, Çorum... gibi alevi sunni kışkırtmaları; 1 Mayıs 1977 katliamı, aynı zincirin halkalarıdır...

Evet; yastayım; şuan daha fazla yazacak durumda değilim. Sevgili Hrant Dink’in ailesi, yakınları ve tüm sevenlerine başsağlığı diliyorum.

Provakosyonları bozmanın yolu, örgütlülükten geçiyor.

Provokasyonları ortadan kaldırmanın yolu; Anadolu halklarının, safları sıklaştırmasından geçiyor!

Bu bağlamda; Anadolu halkları sıklaştırın safları, diyorum.
19.01.2007

-------------------------

(*) İki yıl önce, sevgili Hrant Dink’in öldürülmesiyle ilgili yazdığım yazıyı, Hrant Dink’i tekrar anarak, ORTAKÇA okuyucularıyla paylaşıyorum.

18 Ocak 2009 Pazar

Ararsanız Evde Olacağım




A.Kadir Konuk / Yenihayat1@t-online.de

Günlük Özgür Politika Gazetesi yazarı Selahattin Erdem (Duran Kalkan) ortada fol ve yumurta yokken kendi başlattığı „Parayla yazı yazma“ tartışmasında, kendisini eleştirenleri „Okumadığını“ belirttiği yeni yazısında „İt ürür kervan yürür“ dedi.

Nokta!

Dünyaca tanınmış bir siyasi hareketin yöneticilerinden birinin, kendisinin neden olduğu bir tartışmada aldığı tavır buysa gerisine aldırma!

Erdem’in „İt“ dedikleri; yazılarını parayla yazan, beyinlerinin, kalemlerinin emeğiyle kıt kanaat geçinmeye çalışan insanlar.

Küfürün tartışmaya katıldığı anda saygı da tartışma da bitmiştir. Söylenilecek hiç bir söz kalmaz böyle hallerde, „Yolunuz açık olsun“ denilir.



Düşüncelerini özgürce yazmayı, yazdıklarının bedelini ödemeyi ilke edinmiş bir yazar ve gazeteciyim. Gerekçesi ne olursa olsun yazamadığım anlarda giderim!

Sizlere veda etmek zorundayım.

„İnsanlara ümit verdin, şimdi çekip gidiyorsun“ demeyin. Onlar yollarını bilir, bulurlar akacakları dereleri. Ben sadece bir kıvılcım oldum, onlar yangın olmakta gecikmeyecekler, inanıyorum buna.

Ayrıca onlar için hep bilgisayarımın başında olacağım. Özel yazışmak isteyenlere açık olacak yüreğim, kapım, beynim.

Son zamanlarda siyasetten kaynaklanan ve beni çileden çıkaran sorunları yine özel yaşamıma taşımaya başladım. İnsanlık, kendi halkım ve dünya halklarının mutluluğu için çalışırken yaşamıma değişik dönemlerde giren, birlikte güzel günler de yaşadığım, içlerinden birinin işkencelerde 42 gün kalmasına da neden olduğum, çocuklarımın anneleri olan üç kadınımın hiç birini beni sevdikleri halde mutlu edemedim.

Üç çocuğum bu mücadelenin içinde savrulup gitti, mutsuzluklarının temelinde benim insanlık için mücadelem yatıyor. Tek tesellim, beni sevmeseler de, artık her biri çocuk sahibi olan çocuklarımın benim yardımıma gerek duymadan kendi ayaklarının üzerinde durmayı başarmaları.

Dördüncü çocuğumu mutsuz etmek, politik nedenlerle kudurmuş bir yüzle ona bakmak, kendi siyasal sorunlarımı ona yansıtmak istemiyorum.

Ne kendime yönelmek, ne de başkalarını kırmak istiyorum artık. Gidişim bundandır.

Başta „beybun“ sitesi olmak üzere yazılarımı yayınlayan, beni çalışmalarımda destekleyen, huysuzluklarıma katlanan, yazılarım yüzünden sıkıntılar yaşayan tüm internet sitelerinin yöneticilerine içtenlikle teşekkür ediyorum. Onlara yazacağım son yazım bu.

Giderken kimseyi üzmek istemem. Kimseleri kırmadan gitmek isterim. Geldiğim gibi sessizce çekip gitmek. Hiçbir yoruma açık kapı bırakmamak, tüm suçu, sorumluluğu üstlenerek gitmek isterim.

Yolculuklarım hep böyle başladı yaşamımda. Kimseler uğurlamasın istedim giderken. Mendil sallamasınlar, su serpmesinler ardımdan. Hele, gözyaşı, onu hiç istemem, damlasını dökmesinler.
Hemen kalkıp, hemen gittim ne zaman gitmem gerektiyse. Ardımda güzel bir ses bırakmak istedim her defasında. Becerebildim mi, bilemiyorum.

Gitmelerimde türkü söylemeyi sevdim hep. Bu kez şiirlerle gitmek istiyorum. Neşe kalsın geride.
Severim Can Yücel’in sevgi dolu şiirlerini.

„Boş ver be yaşı başı
Gönlün ne kadar şık, sen ondan haber ver
Şöyle atıp koyu girileri-siyahları sabahtan
Sarı bir kaşkol atabiliyor musun boynuna, ondan haber ver
Koyma bir kenara yüreğini, aç kapılarını
Gelene geçene yol verme girsin diye içeri, ama
Gömme başını toprağa bir çift güzel göz uğruna
Bilirim yine yeşerecek bir çiçek bulursun bir dalda
Ama aklını kaybedecek kadar bir aşk varsa avuçlarında
Bırak aksın yollarına

Yağ geç, yık geç, kimse inanmazsa inanmasın
Sen inan yüreğine
Hem ona geçmezse kime geçer sözün
Büyü büyü
Bak ellerin ayakların kocaman
Aklın da maşallah yerinde
E.. ne diye tutarsın yüreğin uçmasın diye
Akıllı ol, yüreğin gelir peşinden
Boş ver yaşı başı
Aşk var mı aşk, sen ondan haber ver

Takılmışsın yüzündeki gözündeki çizgilere
O çizgilerin yüreğine neler kazıdığını düşün
Atmak mı istiyorsun kendini bir dereye soğuk bir kış günü
Öl gitsin...

Parayı pulu savurup
Bir balıkçı köyünde balık tutmak mıdır isteğin
Savrul gitsin

Boş ver be yaşı başı
Kim tutar seni kim
Kendi yüreğinden başka kim
Aklını al da öyle git
İster bir duvara, ister bir odaya, ister kıra bayıra vur da git
Dert etme ellerini, onlar da gelir seninle bırakmadıkça birine
O biri de gelir gerçekten istediğin oysa
Seveceksen ve öleceksen uğruna…
Yaşa be, yaşa da öyle git, gireceksen toprağa..

Yaş 70’e gelse bile hayat daha bitmemiş
Sen mi biteceksin
Çekeceksen bile bayrağı
Yaşadım ulan, dibine kadar diyemeyecek misin?“

Yaşamın „Dibi“ neresi, onu henüz bilmiyorum, o an geldiğinde öğreneceğim. „Müthiş yaşadım“ diye yazmıştım, anımsayacaksınız. Gerisini de „Müthiş“ tamamlarım her halde.

Ve elbette her yolculuğun başında veda anlamında söylense de ümidi dillendirir, „Buluşmak üzere“ sözü.

Can Yücel de öyle yazmış.

„Buluşmak Üzere

Diyelim yağmura tutuldun bir gün
Bardaktan boşanırcasına yağıyor mübarek
Öbür yanda güneş kendi keyfinde
Ne de olsa yaz yağmuruPırıl pırıl düşüyor damlalar
Eteklerin uça uça bir koşudur kopardın
Dar attın kendini karşı evin sundurmasına
İşte o evin kapısında bulacaksın beni

Diyelim için çekti bir sabah vakti
Erkenceden denize gireyim dedin
Kulaç attıkça sen
Patiska çarşaflar gibi yırtılıyor su ortadan
Ege denizi bu, efendi deniz
Seslenmiyor
Derken bi de dibe dalayım diyorsun
İçine doğdu belki deİşte çil çil koşuşan balıklar
Lapinalar gümüşler var ya
Eylim eylim salınan yosunlar
Onların arasında bulacaksın beni

Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
Çakmak çakmak gözleri
Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı
Herkes orda sen de ordasın
Herif bizden söz ediyor, bu ülkenin çocuklarından
Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim
Özgürlüğe mutluluğa doğru
Her işin başında sevgi diyor
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
Bi de başını çeviriyorsun ki
Yanında ben varım.“

Giderken sizlere son bir mektup sunuyor, son çağrıda bulunuyorum.

“Sayın KONUK…..Aslında ben size veda etmek için yazıyorum. 12 gün sonra Sincan Kadın Cezaevi’ne teslim olacağım. Cezam 6 yıl. Tabiri caizse yatarı 22 ay. Davamın başladığı 2000 yılından beri af beklentisi içindeydim. Ancak 8 yıl geçmesine rağmen umut verici bir gelişme olamadı. Başınızı ağrıtmayım, içimde az bir süre yatmanın umuduyla 5 aylık bebeğimle cezaevine gidiyorum. Sizin her zaman bu konunun üzerinde olacağınızı bilmek, ben ve diğerleri için çabaladığınızı bilmek güzel... Kendinize iyi bakınız. Sevgi ve saygılarımla. SEVİL ALDEMİR“

Sevil Aldemir’in çocuğunun adı „DÜNYA“.

Dünya’yı cezaevinde oyuncaksız bırakmazsınız değil mi?


Adres: Sevil Aldemir ve kızı Dünya Aldemir Sincan Kadın Cezaevi-Ankara

Ya işte böyle.

Aha ben gittim!
Sevgiyle kalın hepiniz!

Ararsanız sizler için hep evimde olacağım!

16 Ocak 2009 Cuma

Kanla Beslenen Siyonist Devlet






Fikret Başkaya

Siyonist İsrail devletinin yaptığı her katliamın ardından tepkiler yükseliyor. Gösteriler, yürüyüşler yapılıyor, İsrail ve Amerikan bayrakları yakılıyor. İsrail’in koşulsuz destekçileri ABD ve Avrupa lânetleniyor, insanlar Filistin’de ölenler, yaralananlar, evleri yıkılıp aç, susuz, çaresiz kalanlar için ağlıyor... “Konunun uzmanı” medya yorumcuları ve gazetelerin köşe yazarları siyonizmden, koloniyalizmden, emperyalizmden hiç söz etmeden saatlerce konuşup, sayfalarca yazıyor...

Televizyon stüdyolarına davet edilen “seçkin dış politika dehaları” neden sorusunu yok sayıp, nasılla idare ediyor ve derin tahliller yapıyor... Ve İsrail’in saldırıları daha da yoğunlaşarak devam ediyor. Her saldırı, her katliam, her yıkım sanki bir ilkmiş gibi algılanıyor ve öncekileri unutturuyor. Bu tepkiler haklı, insânî ve yerinde lâkin kınamak, lânetlemek, üzüntü duymak, ağlamak, hicâb duymak, Filistin halkının yüzyıllık trajedisine son vermeye yetmiyor, çekilen acılara dermân olmuyor, olması mümkün değil. Spinoza, gül, ağla ama anla demiştir. Zira, anlamak aşmaktır. Filistin halkının binlerce yıldır üzerinde yaşadığı topraklar neden ve nasıl sömürgeleştirildi? Filistin’in Müslüman-Arap halkı neden topraklarından kovuldu? Neden Filistin’de Ürdün’de Suriye’de, Lübnan’da Mısırda mülteci kamplarında yaşıyor ve neden kesintisiz terör, katliam ve vahşete maruz kalıyor? Siyonist devlet ne menem birşeydir, varlık nedeni ve misyonu nedir? Neden sömürgeci/emperyalist ülkeler [ABD, AB ve uzantıları] İsrail’in katliamlarını sadece desteklemekle kalmıyor üstelik onu özendiriyor? Türkiye’de insanlar siyonist vahşetten büyük utanç ve ızdırap duyar katliamları lânetleyip, mahkum ederken TC ne yaptı, ne yapıyor? Hükümet çevrelerinden yapılan açıklamalar ne anlama geliyor. Türkiye’de kaç kişinin İsrail/ Türkiye arasındaki “stratejik ittifaktan” haberi var? Onyıllardır onuru için mücadele ederken, insanlığın insanlığını da test eden, insanlık suçunu ve ayıbı yüze vuran Filistin halkının dramı nasıl sona erebilir?

Siyonizm, ırkçı/şoven bir ideoloji ve politik bir harekettir. Sanıldığı ve iddia edildiği gibi dinle, Yahudilikle ilgili değildir, dolayısıyla Yahudi çoğunluğunu temsil ve angaje etmiyor. Seçilmiş halk, vaadedilmiş topraklar, vb. gibi bir dizi dinî efsane ve ideolojik söyleme dayanıyor. Kutsal metinlere yapılan gönderme, Hristiyanları ve Yahudileri aldatmayı, onların gözünde koloniyalist/emperyalist yayılmayı, etnik temizliği, katliamları ‘meşrulaştırma’, ‘kabullendirme’ amaçlı ideolojik bir manipülasyondan başka birşey değildir. Irkçı bir ideoloji olan siyonizm, doğası gereği yabancı düşmanlığı üzerine inşa edilmiştir ve başka halklarla bir arada yaşaması bu yüzden mümkün değildir. Filistin halkına yönelik sürekli saldırının, katliamların ve etnik temizliğin gerisinde, siyonizmin bu inkârcı/dışlayıcı/yok sayıcı/yok edici niteliği yatmaktadır. Dünyanın dört-bir yanına dağılmış Yahudileri bir ülkede toplama projesinin gerisinde, başta İngilizler olmak üzere Sömürgeci/emperyalist güçler ve onların çıkarları vardı. Başka türlü ifade etmek gerekirse, siyonizm, emperyalist amaçlar için araçlaştırılmış, ırkçı/yayılmacı bir politik harekettir.

Siyonist rejimin tüm katliamları ‘öz-savunma’, ‘meşru müdafaa’, siyonizme yönelik eleştiri anti-semitizm, siyonizme karşı direniş de terör sayılıyor. Böylece siyonist İdeoloji ve hareket hem bir tür ‘dokunulmazlık’ kazanıyor hem de ideolojik terör estirme olanağı elde ediyor. Siyonizm düşmansız yaşayamaz ve eğer gerekirse mutlaka sanal bir düşman yaratır. Siyonistler Hitlerin iktidara geldiği günden emperyalist savaşın sonuna kadar Nazilerin en büyük müttefiki ve destekçisiydi... Irkçı Nazilerle, ırkçı siyonistlerin çıkar ortaklığı söz konusuydu. Zira, Aryen ırkın temizliğini öncelikli amaç olarak gören ve saf Almanların [âri ırkın] egemen olduğu bir dünya kurmak isteyen Naziler, başta Yadudiler olmak üzere “kirli ırklardan” kurtulmak, Yahudileri Almanya’dan atmak istiyorlardı. Filistin”de bir devlet kurmak isteyen ve kendilerini seçilmiş halk sayan ırkçı siyonistler de Alman Yahudilerinin göçertilmesi için her yolu deniyorlardı. Oysa Hitler iktidara geldiğinde siyonist harekete katılan Alman Yahudilerin oranı sadece %5 civarındaydı... %95’i dinlerine, kültürlerine sahip çıkarak Almanya’da yaşamaktan, orada kalarak sivil hakları için mücadele etmekten yanaydı... Yazar ve gazeteci, siyonizmin önde gelen liderlerinden Theodore Herlz boşuna: “Anti-semitler [Yahudi düşmanları] bizim en iyi müttefiklerimiz olacak” dememişti.

Filistin'de gerçekleştirilen etnik temizlik, sürgün ve sürekli devlet terörü, bir dizi yalan, hurafe ve ideolojik söylemle de desteklendi. Birincisi, Filistinlilerin gönüllü olarak yurtlarını terkettikleri yalanıdır.

İkincisi, halksız bir toprak, toprağı olmayan bir halk için sloganıyla ifade edilendir.

Üçüncüsü, siyonist İsrail devletinin kuruluşunun uygarlaştırıcı bir girişim olduğu;

Dördüncüsü,
Filistin halkına yakıştırılan sıfatlarla ilgilidir, buna göre Araplar: “ ilkel, terkedilmiş, yağmacı, talancı, haydut, soyguncu, hileci, yakıp/yıkan, Yahudileri terörize eden, vb. bir topluluktur... Kendi dışındakini bu şekilde tanımlamak her zaman sömürgeciliğin vazgeçilmez/değişmez kuralıdır... İşte bu yüzden Filistinliler mutlaka Filistin'den atılmalıydılar...
Beşincisi de, siyonist devletin Yahudilerin Arap tehdidine karşı yürüttükleri soylu bir kurtuluş savaşı sonucu kurulduğu safsatasıdır. Filistinlilerin gönüllü olarak yurtlarını terkettikleri iddiası siyonistlerin bir uydurmasıydı, dolayısıyla üzerinde durmaya gerek yok. Halksız bir toprak... söylemine gelince, Filistin toprakları siyonistler tarafından sömürgeleştirilmediği dönemde, bölge Osmanlı İmparatorluğundan koparılıp, İngiltere’nin mandası altına girdiği 1917 yılında orada %98’i Müslüman olmak üzere 1 milyondan fazla insan yaşamaktaydı. Geri kalan %2’yi de Hristiyan ve Yahudi azınlıklar oluşturuyordu. Görece refah içinde yaşayan bir halk söz konusuydu. Şimdilerde Lübnan, Suriye, Ürdün, Gazze ve Batı Şeria’daki kamplarda yaşayan mülteci nüfus 4 milyon civarındadır. Mülteci kamplarındaki bu 4 milyonluk nüfus, Siyonist devletin kuruluşunun ilan edildiği 14 Mayıs 1948 öncesi ve hemen sonrasında yurtlarından kovulan 800 bin Filistinlinin çocuklarıdır... Fakat İsrailli siyonist resmi tarihçilere göre, söz konusu 800 bin nüfus, Arap devletlerinin çağrısı üzerine ülkelerini terkettiler... Siz hiç davet üzerine öz-yurdunu terkeden bir halk biliyor musunuz? Oysa tam tersi söz konusuydu, Filistinliler kendilerine dayatılan savaşın ve katliamların sonucunda vatanlarından sürüldüler... Filistin devletinin bir “ulusal kurtuluş savaşı” sonucu kurulduğu yakıştırmasına gelince: Böyle iddia her halde kara mizah alanını ilgilendirebilir...

Sömürgeci/emperyalist Avrupalılar tarafından ‘Orta-Doğu’ denilen bölge, koloniyalist dönemde hep jeostratejik bir öneme sahip oldu. Fakat sadece koloniyalist kapitalist dönemde değil, tarih boyunca da hegemonya emelleri olan tüm güçlerin gözlerini bu bölgeye dikmeleri boşuna değildir. İngilizlerin Orta-Doğu’da bir Avrupa devleti kurma projesi, daha 1840’lı yıllarda kimi İngiliz dergilerinde yazılmaktaydı. Siyonizmin ‘ruhanî babası” sayılan Theodore Herzl [1860–1904]. Ünlü İngiliz sömürgecilik teorisyeni ve mimarı Cecil Rhodes’a sunduğu siyonist programıyla ilgili olarak: “ Mâlum olduğu üzere, benim programım sömürgeci [colonial] bir programdır. Sizden siyonist projeyi desteklemek üzere ağırlığınızı koymanızı istiyorum.” diyordu. 1895 de yayınlanan Yahudi Devleti adlı kitabında da: “orada [Filistin– F.B.] Asya’ya karşı Avrupa için bir siper oluşturacağız, orada barbarlığa karşı uygarlığın ileri karakolu olacağız.” diyor. Aslında Siyonist devlet demek, Orta-Doğu’daki ‘Batı devleti’ demektir. Başka türlü ifade edersek, Müslüman-Arap toprağındaki Siyonist İsrail, emperyalizmin/koloniyalizmin o bölgeye taşmış bir uzantısıdır. Siyonist İsrail Devleti demek, Orta-Doğu’daki ABD, AB ve uzantıları demektir. Siyonist rejim emperyalist çıkarlar için vazgeçilmez olduğu için koşulsuz destekleniyor. Bu gerçeği yok sayarak yapılan tahliller, ancak o tahlilleri yapanları ve ahmakları aldatmaya yarayabilir. Koloniyalizm ve emperyalizm kavramları kullanılmadan yapılan ve yapılacak tahlillerin bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir. Siyonist rejim sürekli bir çatışma, savaş, terör ve şiddet sarmalı yaratarak, Arap Birliğinin gerçekleşmesini engelliyor, bölge haklarının kendi ayakları üstünde durmasına imkân vermiyor, demokratikleşmenin önünü kapatıyor, bu arada çürümüş, emperyalizmin uşağı otokratik Arap rejimlerinin iktidarına süreklilik kazandırıyor ve bölgeyi saldırıya açık hale getiriyor, vb. Statu quo bu şekilde devam ettikçe emperyalizmin bölgenin kaynaklarını hoyratça yağmalaması mümkün oluyor. Bu yüzden Başta ABD olmak üzere, Avrupa ve uzantılarının Siyonist rejime verdiği desteği, sadece Siyonist lobilerin marifeti saymak büyük bir yanılgıdır. Son tahlilde Siyonist lobilerin varlığı emperyalizmden bağımsız değil. Siyonist devletin destekçileriyle Siyonist lobilerin gerisindekiler aynı odaklar. Eğer herhangi bir şekilde Siyonist İsrail Devleti emperyalizmin çıkarları açısından zararlı hale gelirse, kendisinden bekleneni veremez hale gelirse, anında siyonist lobilerin esamesi de okunmaz hale gelir. Bu yüzden Siyonist devletin varlığı, sürekli çatışma, savaş, şiddet, etnik temizlik, koloniyal yayılma olmadan mümkün değil. [Zira, efsanede Nil’den Fırat’a uzanan bölgenin vaadedilmiş topraklar olduğu söyleniyor ki, bu daha fethedilecek çok toprak var demek...]. İşte bu yüzden Siyonist rejim kanla beslenen bir rejimdir. Varlık nedenini her seferinde daha çok öldürmeye, kan dökmeye, yakıp/yıkmaya, tahrip etmeye, ortalığa terör ve korku salmaya borçlu tuhaf bir rejimdir. Canlıların su ile beslendikleri bilinir, sanki Siyonist rejim bir istisna ve kanla besleniyor. Velhasıl Tuhaf bir ölme/öldürme sarmalı... Durum böyleyken soruyu sorulması gerektiği gibi sormak gerekir. Naif, hanyayı/konyayı bilmekten aciz kimileri, neden ABD, Avrupa ve Birleşmiş Milletler [BM] Siyonist rejimi durdurmak için harekete geçmiyor diye yakınıyor, hayıflanıyor... Eğer siyonist İsrail devletinin ABD ve Avrupa olduğunu bilselerdi, bu tür hezeyanlara ve kuruntulara da kapılmazlardı. Siyonist rejimin neden teknoloji harikası yeni silahları Filistinli kadınlar ve çocuklar üzerinde denediğini de bilirlerdi... BM’ye gelince, söz konusu örgüt İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında oluşturulan emperyalist statu quo yu sürdürmek üzere başta ABD olmak üzere emperyalist güçler tarafından oluşturulmuş bir örgüttür. Bu örgütün asıl misyonu, kimi soylu, evrensel, hümanist kavramlara gönderme yaparak ve bazı insancıl denilen [sözde uluslararası] örgütleri de [işte FAO, WHO, UNICEF, UNESCO, vb] araçlaştırarak, ideolojik mistifikasyon yaratmak, ortalama insanı aldatmaktır. Emperyalizmin çıkarlarının bekçiliğini yapmak, yanılsama yaratmak üzere oluşturulmuş bir örgütten Filistin halkı lehine birşeyler beklemek birşeyi olmadığı yerde aramak değil midir? Bir de hayli zamandır dillendirilen bir uluslararası toplum söylemi var. Şu uluslararası toplum denilen ne menem birşey ve kimlerden oluşuyor? Bu ‘topluma’ kimler dahil dersiniz? Mesela Nijerya, Suriye, Kolombiya, Tayland, v.b. de dahil mi? Aslında uluslararası toplum denilen kolektif emperyalizmin öteki adı, şu bildik ABD, Batı Avrupa ve uzantılarından başkası değil... Bu söylemin de ideolojik bulanıklık yaratmak üzere peydahlandığında şüphe yok...
Türkiye kuruluşunun hemen ardından Siyonist devleti tanıyan [28 Mart 1949] ilk Müslüman ülkeydi. O zamandan beri ne zaman Müslüman-Araplarla emperyalistler arasında bir çatışma çıksa, hep Batılıların safında yer aldı. Sırtını Arap ulusuna, yüzünü emperyalizme çevirdi. Hem bir Batı uydusu ve NATO müttefiki olup, hem de bu tür çatışmalarda emperyalizm karşıtı bir politik duruş sergilemek zaten mümkün değildir. ABD’den “yardım” almak, ancak siyonist rejimle iyi geçinmekle mümkündür. Aradan geçen 60 yılda ‘garp cephesinde yeni birşey yok’... Emperyalizme karşı çıkmadan Siyonist rejimin vahşetine ve aşırılıklarına karşı çıkılamayacağına göre! Üstelik bu utanç verici ‘tercihi’ Türkiye’nin ‘milli çıkarları’ gerekçesinin arkasına gizlenerek savunuyorlar ve bir ‘diplomatik başarı’ olarak da sunmaya çalışıyorlar... Bu yazıda ‘milli çıkar’ denilen safsataya dair açılım yapmamız mümkün değil. Sadece sınıflı bir toplumda “milli çıkar’ diye birşeyin mümkün olmadığını, olamayacağını, bu tür söylemlerin birer egemen ideoloji kategorisi olduğunu söylemekle yetinelim. Öyle bir “Türkiye’nin ulusal çıkarı” ki, vahşet, etnik temizlik, katliamlar karşısında sessiz ve tepkisiz kalmayı haklı çıkarıyor... Sanki Filistin halkıyla İsrail arasında bir savaş varmış da, kalıcı bir barışla sorun çözülecekmiş gibi maalesef yaygın bir izlenim de yaratılmış durumdu... Oysa oradaki durum “barış” kavramıyla ifade edilebilir değil. Barış, iki devlet veya iki taraf arasındaki savaşın sonundaki bir ‘uzlaşma’ durumunu ifade eder. Filistin söz konusu olduğunda “barış” kavramı uygun değil. Orada koloniyalist/emperyalist bir işgal, kuşatma ve topraklarından sürülmüşlük durumu var, dolayısıyla sorunun çözümü ancak sömürgeci/emperyalist gücün oradan atılmasıyla mümkün. Velhasıl durum ancak ‘ulusal kurtuluş’ kelimeleriyle ifade edilebilir... Bu tür ideolojik manipülasyonlar, saldıranla saldırıya uğrayanı ‘eşit statüde’ görmek veya aynı zemin üzerinde saymakla ilgili... Biri sizin boğazınızı sıkmaya çalışırken korunma refleksiyle yaptıklarınız şiddet, terör gibi kelimelerle ifade edilebilir mi? Barışla ilgili olarak Romalı tarihçi Tacit, haklı olarak bir çöl yaratıyorlar sonra da ona barış diyorlar [2] demişti...

Siyonist rejimin son saldırısı ve vahşet görüntüleri, insanların vicdanını yaralıyor ve haklı tepkilere neden oluyor. Elbette acil yardımları gerektiren acil bir durum söz konusu ve olabildiğince çok yardım için acilen seferber olmak öncelikli ve gerekli ama yeterli değil. Eğer sizin devletiniz Siyonist rejimin en büyük destekçilerinden biriyse, o zaman acil yardımdan başka şeyler de yapmanız gerekecektir. Eğer ağlamak, sızlamak, lânetlemek, vb. bir işe yarasaydı, [daha öncesi de olmakla birlikte] 61 yıllık işgalin, kıyımın ve barbarlığın sonunun çoktan gelmesi gerekmez miydi? Türkiye İsrail’in “stratejik müttefiki”, velhasıl ikisi arasında ‘derin bir uyuşma var. İttifak’ın anlamlarından biri de uyuşmadır ve ancak birbirlerine benzeyenler uyuşabilir... Türkiye İsrail’in en büyük silah müşterisi, İsrail’in hava kuvvetlerinin eğitiminin bir kısmı Türkiye’de gerçekleşiyor. Vücutları bombalarla paramparça olan çocukları, kadınları, Filistinli savaşçıları, her yaştan insanları öldürenlere, topraklarınızda katliam antrenmanları yapmasına karşı çıkmıyorsanız, döktüğünüz gözyaşları ne demeye gelir? Timsah gözyaşları ikiyüzlülüğü ve sahtekârlığı gizlemek için değil mi? Türkiye ile İsrail arasındaki “Güvenlik ve Gizlilik Anlaşması” ne için ve kime karşı? Fakat iki devlet arasındaki anlaşmalar sadece “Stratejik İttifak‘, ‘Güvenlik ve Gizlilik Anlaşması” “Askerî Eğitim ve İşbirliği Anlaşmasından” ibaret değil. Onlarca alanda yapılmış onlarca anlaşma var: Turizmden telekomünikasyona, Serbest Ticaret Anlaşmasından, Savunma Sanayii İşbirliği Anlaşmasına, vb...

Filistin halkının maruz kaldığı yüzyıllık şiddet ve vahşetten kurtulması, topraklarında onuruyla, bağımsız ve özgür yaşaması, başta Müslüman/ Arap halkları olmak üzere, Türkiye de dahil, tüm Orta-Doğu halklarının ortak yürüteceği, tutarlı, kararlı bir anti-kapitalist, anti-koloniyal, anti-emperyalist mücadeleyle mümkün. Fakat Filistin halkının kurtuluşu sadece onun kendi kurtuluşu da olmayacak, Filistin halkının gerçek anlamda kurtuluşu, aynı zamanda tüm bölge halklarının kurtuluşu da olacaktır. Bu yüzden enternasyonalist dayanışma ve işbirliği vazgeçilmezdir. Bunun için de işe öncelikle bölgenin emperyalizm tarafından araçlaştırılan, çürümüş otokratik Arap rejimlerinin iktidarına son vererek başlamak gerekiyor. Zira altedilmesi gereken düşman sadece emperyalizm değil, kaldı ki, emperyalizm iç-uzantılar olmadan hükmedemez... Velhasıl dış düşman -içdüşman özdeşliği söz konusu. Bunun için de enternasyonalist dayanışmayı ve işbirliğini bir söylem olmaktan çıkarıp, ete-kemiğe büründürmek gerekiyor. Velhasıl radikal olmak gerekiyor ki, radikal olmak demek, sorunları kökeninden ele almaktır denmiştir. Aksi halde oradaki vahşetten hepimiz sorumlu olmaktan kurtulamayız.

Bu yazıyı Filistinde öldürülen çocukların anısına Hanoch Levin’den bir dörtlükle bitirmek uygun düşüyor...

Sevgili baba, mezarımın üstünde durduğund
Yaşlı ve yorgun ve çok yalnız,
Ve beni bu toprağa nasıl gömdüklerini gördüğünde
Benden seni affetmemi iste baba.
-----------------------------
1 Baruch Spinoza [1632-1677] 17. Yüzyılın önde gelen Hollandalı Filozof
2 Publius Cornelius Tacitus, [MS: 55-120] Tarihçi-Filozof.
3 Hanoch Levin [1943-1999] İsrailli şair, yazar, oyun yazarı, tiyatro yönetmeni. dramaturg.

Aftan Herkes Yararlanır






A.Kadir Konuk / Yenihayat1@t-online.de

Bir şeyler oluyor.
Gece saat üçte, dörtte, beşte onlar oradalar. Televizyonlarda gecikmiş olabileceğini düşündükleri bir haberi bekliyorlar. Bilgisayarı olanlar internette arıyor aynı haberi.
Çıkıyor mu acaba? Çıktı mı?

Beni şaşırtan, sevinçten zıplatan, duygulandırıp çocuk gibi ağlatan mektuplar düşüyor bilgisayar ekranına. Onların umutları umudum oluyor bir anda.

Ama biliyorum, umut etmek güzel, umudu gerçekleştirebilmek için mücadele etmek daha güzel, umudu gerçeklerin yerine geçirmek yanlış.

„Devrimciler duygusal olmazlar“ diyenlerin inadına duygu dolu yüreğim. Kırk yıllık siyasi yaşamımda bütün olan bitenin tanığı olduğum, çok daha korkunç olayları yakından bildiğim halde gelen mektuplar beni ağlatıyor, sihirli bir çubuğum olmadığı için onları isteklerine hemen kavuşturamıyorum, kendi güçsüzlüğüme sinirleniyorum.

Bu nedenle öncelikle bana gerçekten güç veren bir mektubu alıyorum aşağıya.

„„Merhaba içime çığ gibi düşen ses, merhaba... Bir şiirimde demiştim ki;

Nasılsa hesap vermiştim,
sesimle yargılandığım
gözaltı odalarında
ne çok kimsesiz çocuklardık biz
kısırlaşan
coğrafyada
ne çok iltihaplar armağan edildi
alın yazımıza
özgürlüklerimiz ne dardı
vurulduk düşüncelerimizden
gömüldük çürük kokusundan midelerimizin bulandığı
ağızların tavan aralarına
unutulduk…

En güzel mevsimimde mayıs ağrısı gibi çöreklendi, yuvalandı eşimin yokluğu.
Eşim de değilmiş hani, cezaevi öğretti bana ilk.
Sevdiğine dokunamamanın sancısını.
Resmiyet gerekirmiş, birinci derece yakın değilmiş. Yürekten yüreğe kurulan köprüler.
Demek ki devet baba sevdalık hiç çekmemiş.
Islah etmek değilmiş amacı, çok şey öğrendim aslında. Burada sayamayacağım.
Adli mahkum yakınları tanıdım. Afistiyorum.com'da.
Bizler af istemeye utanırdık dediğiniz gibi.
O yüzden siyasi suçlu yakınıyım diyemedim.
Sol dehlizi yüzünden yargılandı, ceza aldı, düşünce suçlusudur diyemedim.
Dinsizim, ırksızım hepinizi kucaklamaya geldim acım aynıdır diyemedim.
Oysa bizlerin yakını topluma en ufak zarar vermemiş, çalıp çırpmamış, tecavüz etmemiş, öldürmemişti kazara olsa bile...

Efsun tanıdım orada. Ne Efsun ama, adı gibi...
Sorgusuz kucakladı beni.
Sorgudan yorulan yüzümü öptü.
Onunla bağırmaya başladım ben de af istiyorum diye.
Yılmayın sayın Konuk.
Bizleri yıldırmaya çalıştıkları gibi siz de yılarsanız kim sesimize ses olabilir.
Adli mahkum yakınları tecriti bilmez, F tiplerini bilmez. Anlatın.
Sesinizle daha çok çoğalsınlar.
Öğrensinler.
NÂZIMLAR, DENİZLER BUNLAR DA BİZİM KAYIPLARIMIZ.
ONLAR ACILARIMIZI BİLSELER SESLERİ DAHA GÜR ÇIKAR.

Gününüz aydın olsun değerli Konuk, aynı sesin güzelliğinde Zindanlar boşaltılsın siyasi genel af, aynı sese kulak vererek, KOŞULSUZ GENEL AF... Sevgilerimle..."

Böyle yazmış sayın Ayşe Beyza.

Teşekkürler sayın Beyza. Güç verdiniz bana. İlk kez bir siyasi tutsağın yakını doğrudan ses verdi sesime. Biliyorum ötekiler de bir şeyler söylemek istiyorlar, ama nedense çekiniyorlar, utanıyorlar. Onların da seslerini yakın zamanda duyacağımıza inanıyorum.
Şimdi tartışma biraz daha boyutlandı.

Kime af?

Sözcüğün tam anlamıyla iğrenç suçlar için böyle bir talebim olmadı benim. Ama böyle bir talebin olmaması, çıkabileceğini varsaydığımız bir afta onların bu affın dışında kalacakları anlamına gelmiyor.

Yasalar kişilere, zümrelere göre yapılmazlar. Büyük aflardan biri olarak bilinen 1974 affı her ne kadar siyasiler gözetilerek ilan edildiyse de içeride olan herkes bu aftan yararlandı. Daha sonra yapılan yasal düzenlemeler, şartlı salıverilmelerle ilgili yasalarda da böyle oldu. Böyle olması hukuk açısından anormal değildi.

Bizim bazı suçlular için af istememiz yada istemememiz konuyu değiştirmez. Ben önceliği siyasi tutsaklara veriyorum, ama onlar için bir af çıkarıldığında bunun öteki tutuklu ve hükümlüleri de kapsayacağını biliyorum.

Bizi bırakın, onları içeride tutun şeklinde bir istemde bulunmak hem olanaksız hem de –bazı iğrenç suçları dışında tutarak- genelleme yapılınca insani değil.

Affın böyle bir yanı var işte. En iğrenç suçları işleyenler de yararlanıyorlar ne yazık ki.

Konuyla ilgili yazan bir okur mektubunu aşağıya alıyorum:

„SAYIN Abdulkadir Bey, ben de http://www.afistiyorum.com sitesinin bir üyesiyim, bugüne kadar sizin varlığınızdan bile haberdar değildim. sitede yazılarınızı yayınlamışlar kendimce sizinle orda tanıştım ve çok mutlu oldum,

ben 80 li yıllarda hiç suçsuz yere 8 yıl diyarbakır cezaevinde her türlü işkenceye maruz kalmış ve 8 yılın sonunda suçu sabit görülmediği için beraat etmiş bir adamın yiğeniyim,

şu anda cezaevinde abim var cezası kesinleşmemiş olmakla beraber 3 kez ağırlaştırılmış müebbet cezası isteniliyor. sitedeki arkadaşlarla bir çok konuda fikir ayrılıkları yaşadım, bunlardan en başta geleni ben ayrımsız şartsız genel af çıkması taraftarıyken sitedeki arkadaşların bir kısmı sadece kader mahkumu dedikleri adli suçladan cezaevinde yatan yakınlarına af çıkmasını savunuyorlar, tüm adli suçlardan yatanları kader mahkumu sınıfına sokmanın doğru olmadığını defalarca tekrarlamama rağmen bir türlü anlatamadım, adli suç sayılan tecavüz suçunu işleyeni dahi kader mahkumu sınıfına koymak ne kadar doğru_? bence hiç.... çıkacak olan bir affın siyasi suclular sayesinde çıkacagına eminim, bu sayede adli mahkumlarında faydalanacagınıda ama bunu anlamamakta ısrar edenler var aramızda, nedense rtak bir paydada buluşamıyoruz..!!

site açıldığından beri kayde değer bir adım attığımız söylenemez, bizim sesimize gönülden kulak veren tek kişi sizi gördüm diyebilirim... cumhurbaşkanına, başbakana, adalet bakanına faxlar çekiyoruz mailler atıyoruz ama bunlarla bir sonuca varamayacağımızı sitedeki bazı arkadaşlar anlamasa da ben çok iyi biliyorum..

sitedeki ne mutlu türküm logosuna yaptığınız eleştiriyi de çok yerinde buluyorum, hak vermekle kalmayıp bu fikrin doğru olduğunu ve kulak vermemiz gerektiğini de sitede yazdım.. YIKILSIN ZİNDANLAR !!“

İkinci mektubun yazarı büyük bir beklenti içinde. Konuyla ilgili bir gelişme olup olmadığını soruyor, benden bir müjde bekliyor. Önce mektubu okuyoruz:

“Sevgili Abdülkadir Bey! Sizi duyarlılığınız ve zekanızla tanıyoruz, bu ülkede istedikleri kişilere af çıkarılabilirken, içeridekiler kesin suçlu konumuna düşürüyor, emin olunki yakından yaşadık, kesinlikle tanıdık meselesi yüzünden ceza yiyenler var, o kadar haksızcaki herşey; ifade etmekte zorlanıyorum, istikbali sönen, onbinlerce insan var, madem suç var, nedeni de vardır, elbette gerçekten suçluluları savunmuyorum, ama suçsuz olanları gözlerimizle gördük, lütfen af konusunda bir gelişme var mı, hepimiz perişan olduk, hem maddi hem manevi olarak, lütfen bize bu konuda yardım edin, size güveniyoruz, sevgilerimizle öpüyoruz. 22 yaşında kardeşinin haksızca içeri alındığını gören bir vatandaş... Ayrıca bu konuyla ilgili sitemizi de lütfen kontrol edin, http://www.afistiyorum.com/ seviyoruz.“

1983 yılında İzmir Şirinyer Askeri Cezaevi’nden önce İstanbul Selimiye Askeri Cezaevi’ne oradan da Sultanahmet Cezaevi’ne götürülmüştüm. Tek Tip elbise giydirmek için insanlara işkence yapılıyor, saçları kesiliyor, fotoğrafları çekiliyordu. Bu elbiseyi giymemek için nelerini vermedi insanlar o günlerde. Kaç kişi öldü bir bez parçası nedeniyle.

Açlık grevinin dokuzuncu gününde İzmir’e sevkim çıktı. Bindirildiğim sevk arabası cezaevi avlusundan çıkınca bir yığın yaşlı kadın koşuştu arabaya doğru. Hepsi incecik tel aralarından içerideki kişiyi görmeye çalışıyordu. Hep oradaydılar, sadece geceleri yatmaya gidiyorlardı. Ne zaman bir araba çıksa dışarı, anında sarıyorlardı çevresini. Oğullarıydı belki o adam! Yüzü kafes telleri tarafından küçücük karelere bölünmüş olsa bile oğullarını tanırlardı elbet!
Ağlamıştım!


Bir çiçek göndermiş sevgili bir mahkum annesi bana. Başım gözüm üstüne. Biliyorum benden genç o anne, ama yine de bir oğlu da ben oluyorum, öpüyorum ellerinden saygıyla.
„Bu çiçek sana alev alev yüreyi yanan bir anneden nasıl teşekkür edebilirim ki. Sesimizi duydun demekki istenirse duyulurmuş kor olup küllenmeyen bu ateşe bir yudum su istenirse atılırmış ben size nasıl teşekkür edebilirim ki sessiz çığlığımızı duyup bize ses oldunuz...Biliyor musun uykusuz sabahlıyorum 19 ay/13 gündür nasıl ki sabah oluyor kaçıyorum evden ayaklarım beni nereye sürüklerse şuursuzca, deli virane dolaşıyorum bu kaçışlar bilinç altında belki de bir arayış ama yok, yok hiç bir yerde yok bütün baba oğullar oğluma benziyor gençler kız arkadaşları yanında ince uzun tertemiz hepsi oğluma benziyor ama oğlum yok, oğlumu ayırdılar hapismiş adı ceza eviymiş ne bilirim ben hiç bilmemki oralarda işim olmazki şimdi oğlum tutuklu kahretsin yaşanır mı böyle yaşanır mı akıyo yine gözlerim acıyo, çok acıyo canım biz bunları hakedecek ne yaptık ahhhh kadir bey ahhh bilemezsin bu acı nası yakıyo kendi çektiğim rezilliği hiç düşünmüyorum beş araba deyiştiriyorum oğluma giderken sabah beşte yoldayım kimsecikler yok bir ben...Yollara sor vallayi yollar dayanmıyo feryadıma.. O kapıları yumruklarımla kırasım geliyo, benim yavrumla arama giren o kapılar allahım çok soğuk canımı yakıyo o demirler benim canımı yakıyo beni yalnız siz anlarsınız diye yazıyorum... siz bize yardımcı olun biz sizinle birlikteyiz yeterki siz bizi yönlendirin benim canım çok acıyo allahım oğlum ne diyo biliyo musun anne diyo neden böyle kaliteli ayakabı aldın bir daha giymiycem ki diyo ay allahım bu ne zulm kulların ne vicdansız 23 yaşındaki filiz bunu söylüyo umudunu çaldılar bizim başımıza hasbel kader bu iş geldi ama bunların yaptıkları kasten insanı yokediyorlar benim canım çok acıyo çok zor,çok zor yaşanmıyo yaşanmıyo!“

Çocukları gözlerinin önünde kurşunlanan, öldürülen anneler o çocukların bir daha geri gelmeyeceklerini biliyorlar, ama yine de dönebilecek bir şeyleri beklediklerini biliyorum. İzmir Gültepe’de öldürülen, kucağıma bastığım, yüzüne gözyaşlarımı damlattığım sevgili öğretmen İskender Gül’ün ablasının „Kalk İskender“ diye bağırışı hala kulaklarımda.
Dışarıda öldürülemeyenler içeride bir bakıma çürütülüyorlar. Sapasağlam içeri girenler bin bir hastalıkla, genç yaşta kocamış olarak da tamamlayabiliyorlar cezalarını. On sekizinde cezaevine girip, otuşbeşinde, kırkında yaşlı kadınlar olarak çıkanları tanıyorum. Cezaevlerinde mektuplarla tanışıp, cezaevlerinde aşkı büyütenleri, nişanlananları, evlenenleri de biliyorum.

Acıları yakından tanıyorum, bu nedenle kendinizi yıkmayın diyorum sadece, kendinize özen gösterin, o çocuklar o duvarların arasından koca koca adamlar olarak çıkıp geldiklerinde sizleri yıkılmış, çökmüş görmesinler! Başınız dik olsun sokaklarda, kimse sizi ezik, bitkin, tükenmiş görmesin, kimse sizinle alay edemesin! Bu fırsatı tanımayın onlara. Sizin olmayan suçların ağırlığı altında ezdirmeyin kendinizi!

Yaşamımın tamamını bir ütopya uğruna harcamış, gelecek güzel günleri dilimden hiç düşürmemiş olsam da, insanlara boş ümitler vermeyi sevmiyorum. Ama önümüzdeki dönemde sınırlaması nasıl olursa olsun bir af olayının yaşanacağına inanıyorum.

Neden?

Cezaevleri alarm vermeye başladığı zaman Türkiye gibi ülkelerde yöneticiler geçici de olsa bir rahatlatma yolunu seçerler. Bu gün cezaevleri kapasitelerinin üzerinde dolu, bir yığın sorun taşıyorlar. Bir tutsak yakının belirttiği gibi cezaevi içi isyanlar bile yaşanabilir. Bu tür olayların özellikle af beklentisinin yoğunlaştığı günlerde yaşandığı biliniyor. İçeride tek beklentisi af olan insanlardan bazıları böyle anlarda kendilerine bile yönelebiliyor, özellikle uyuşturucu kullanma alışkanlığı olanlar, hapçılar kendi bedenlerini jiletlerle doğramaktan kaçınmıyorlar.

Bunların yanı sıra –belki kötü niyet sayılacak ama- sürdürülen Ergenekon operasyonları da bir affın öncüleri bana göre. Tutuklandılar, yargılanıyorlar, ceza verilse çeteden verilecek, yanlış bilmiyorsam altı ayla altı yıl arasında bunun cezası. Yatanlar yattılar, ötekiler yakalandı suçlu olarak lanse edildiler, sıra temize çıkarılmalarında. Böylece yargılanmış, cezalandırılmış insanlar olacaklar ama serbest kalacaklar. Bunun yolu küçük de olsa bir yasal düzenleme yada aftan geçiyor.

Yukarıdaki nedenler ve hızla yayılan herkesi pençesinde inleten ekonomik kriz iç huzursuzluğu artıracak. Burada af bir yerde devletin isteminin dışında rahatlatıcı bir olay olarak da değerlendirilebilecek.

Cezaevlerinin kısa sürede yeniden dolması engellenebilir mi?

Af elbette sosyal, ekonomik, eğitimsizlikten kaynaklanan sorunların çözücüsü değildir. Kader mahkumları, adli mahkumlar olarak isimlendirilen insanlar eğitimsizliğin, ekonomik yeterlisizliklerin, işsizliğin ürünleridirler. Bu sorunlar köklü bir çözüme kavuşturulmadıkça cezaevi kapıları onlar için her zaman açık duracaktır. Yazları parklarda bahçelerde yaşamayı becerebilen insanların küçük suçlarla kışı hapishanelerde geçirdiklerini biliyorum.

Siyasiler için sorun daha başka. Düşünce, örgütlenme, siyasi gösteri, kendini özgürce ifade edebilme, basın yayın alanlarında yasal düzenlemeler yapılmadığı sürece ve içeriden çıkanlar siyasi çalışmalardan vaz geçmedikçe onlar için de dışarıda sonsuz bir özgürlük olmayacaktır.

Tutsakların ve „Kader mahkumları“nın yakınlarına önerim; isteklerini tüm gazete yazarlarına, tüm televizyon çalışanlarına, ilgili kurumlara, sivil toplum örgütlerine, partilere bıkmadan yazmaları, onları bir anlamda bunaltmaları. Bir araya gelmeleri, tanışmaları, birlikte çay içip en azından acılarını paylaşmaları onları daha güçlü yapacak, buna inanıyorum. Sıcak günlerde cezaevlerinin çevresinde toplanmak, oraları birer picknick alanı haline çevirmek, birlikte yemek, içmek, şarkılar seslendirmek onları güçlendirir, birbirlerinin sorunlarına da çözücü yaklaşımlar getirir. Bu alanda yapılabilecek yasal gösterileri vazgeçilmez bir hak olarak kullanmaları onları çoğaltacak, seslerine yeni seslerin katılmasını sağlayacaktır.

Sizden oy istemeye gelenlere bir tek söz söyleyin:

„Af yoksa oy da yok!“

Ne yerel seçimlerde ne de genel seçimlerde vermeyin oyunuzu. Onlar cezaevlerini sizlere karşı silah olarak kullanıyorlarsa siz de oylarınızı onlara karşı kullanın! Önce çıkarsınlar affı, sonra istesinler oyu.

Biliyorsunuz, asıl af o ülkenin bütün yönleriyle demokratikleşmesinde yatıyor. Biz sadece insanların çektikleri acılara geçici de olsa bir çözüm istiyoruz. Af ne yazık ki şimdilik bu anlamdan pek fazla öteye gidemiyor.

Ama yine de „İsteyenin bir yüzü kara, vermeyen tandır deliği“ diyeceğim.

Zindanlar boşalsın! Siyasi genel af!
Zindanlar boşalsın genel af!