29 Haziran 2009 Pazartesi

SAVAŞLAR VE KATLİAMLAR


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Leningrad da Eremitage müzesini gezerken meşhur Rus ressamı REPİN’in bir tablosunu gördüm.Savaş sonrasına dair.Piramit tarzında yığılı başlardan ibaretti.Ürpermemek mümkün mü?

Madrid de PRADO müzesinde gene beni irkiten GOYA’nın bir tablosunu gördüm.Bir manga asker eli arkadan bağlı bir asiyi kurşuna dizerken.Asinin etrafına yığılı köylülerin gözleri fal taşı gibi açık görüntülenmişti.

İlk okulda 50 Türk büyüğü diye resimli bir atlas okumuştuk.Orada TİMURLENK ve CENGİZ hanında resimleri vardı.Onlar zamanında savaşta kesilen başlardan yapılmış piramitlerin yüksekliğine göre kumandanlar,padişahlar o kadar büyük kahraman sayılırdı.

Osmanoğulları Viyana kapılarına gelinceye kadar az kelle uçurmamışlardı.Ellerindeki kılıçlarla.Şimdi resmi törenlerde bizim generaller sembolize olsada kılıç taşımaktan çekinmiyorlar.

Osmanoğullarında taht kavgası olmasın diye padişahlar kardeşlerini boğdururlardı.Elliye yakın sadrazam katledilmiştir.En sonunda Sadrazam Menderes ve iki bakan arkadaşı.Daha sonra darağacında üç fidan ,DENİZ GEZMİŞ ve iki arkadaşı.Ressam,şair Bedri Rahminin bir Yunus Emre tablosu vardır.Bir lale çiçeğinin kökünde yatan 3 mevtayı görüntüler ve derki ‚’ Kimi güzel,kimi MASUM yiğitler’’

İhsan Sabri Çağlayan hatıratında, Dersim isyanından sonra SEYİT RIZA’NIN asılma hikayesini anlatır.12.Eylülde 17 yaşında bir gencin yaşı büyütülerek idam sehpasına gönderilmişti.
Orgenaral BAŞBUĞ son PKK ‚lıyı da öldürünceye kadar savaşa devam edeceğiz diyor.KARAYILAN ise ‚’ bizi bitiremezsiniz’’ diye cevap veriyor.Çünkü öldürülen kırk bin PKK’lının 3-5 kardeşi vardır ,askere nefret duygusu ile motive ,dağa çıkacak kardeşleri.Ya o 17 500 katili meçhul cinayetlerde hayatını yitirenlerin akrabaları.General MOLTKE ‚Türkiye Mektuplarında’ derki :’’Ne Osmanlının topu,tüfeği,ne de Kürtlerin gençleri biter’’
Abdulhamid bilhassa Kürtlerden kurdurduğu HAMİDİYE alayları ile kaç bin Ermeniyi katledilmişti.Daha yüzbinlercesi ise tehcirde yürüyüşe dayanamadığı için yaşlı,hasta,kadın,çocuk yolda ölüvermişlerdi.

12 Eylülde zindanlarda,dar ağacında can verenler.

Daha düne kadar İrlanda da kaç bin katolik protestanı katletti.Ya Cezayirde Fransızların katlettikleri.Kızıl derililere Amerikan kovboylarının sinek öldürür gibi yapageldikleri.Irakta hala Şiiler,Sunileri , Suniler Şiileri tavuk imha eder gibi yok ediyorlar.Afganistanda NATO vurmağa devam ediyor.

Kerbela da Hüseyinin başıyle futbol oynayanlar.

Hitler milyonlarca Yahudiye,keza Stalin antikomunistlere SOYKIRIM uyguladıkları unutulmadı.
Adem babanın oğullarından Kabil ve Habille başlamış bu cinayetler.’’Kardeşim beni öldürmeye niyetin olduğunu biliyorum fakat buna rağmen ben sana ayni niyetle davranmayacağım demiş.Bende diyorum ki:Ben asker olsaydım düşmanımı katledeceğime kendim ŞEHİT düşmek için tetiği çekmezdim.Katil olmaktan kurtulur ,şehitlik rütbesine erişirdim.Korkaklığımdan değil.Korkak olsaydım insanların yaşamını uzatmak için en çetin kanser ameliyatlarına cesaret etmezdim.

Elbetteki Avrupalılar muasır medeniyetin temsilcileridir.Avrupa birliğini kurarak,hudutları kaldırarak artık savaş olmasını önlediler.Bizde ‚’Hala bir çakıl taşı dahi vermem diyen’’güya aydın siyasiler var.Bu Anadolu ,bu Türkiye Türklerindir diyor utanmaz Hürriyet gazetesi.Bu Anadolu Hititlerin,Likyalıların,Bizansın,Selçuklunun,KÜRTLERİNDİR,.

İsveç’te bir meslektaş şöyle demişti:Bizim Carl’ın Balkanlarda ne işi vardı.Bir İngiliz Profesör Singapurda bana demiştiki:Bizim Millet buralarda bile ne kötülükler yapmışlar.Milletimden utanıyorum.Bizimkilerse Viyana kapılarına kadar gitmekten gurulanırlar.O İngilizlerki birinci dünya savaşından sonra KÜRTLERİ dörde bölmüşler,Arapları cetvelle ona bölmüşlerdir.İşte Kürtlerin bugün yaşadıkları zulmün müsebbibi İngilizlerdir.Tony Blair’e mektup yazdım ve Kürtlerden özür dileyip tekrar birleşmeleri için destek vermelerini söylemiştim.

Evren’i yargılayalım diyorlar.Evvela savaşları mümkün kılan silah fabrikatörlerini yargılamalı.Fatihe Macar asıllı bir adam İstanbulun fethi için TOP inşa etmişti.Krupp Hitlere fabrikasında silah imal ettiği için Nürenberg mahkemesinde yargılandı.Atom bombasını yapıpta yüzbinlerce Japonun ülümüne sebebiyet veren ilim adamlarını ne yapmalı.NOBEL dinamiti icat etmiş .Günahının affı için Barış ödülü tertiplemiş.

Rahmetli Özal’ın en büyük günahıda Türkiye de silahı serbest bırakması idi.Türkiye Cumhuriyetinin bütcelerinin yarısını ordular,askerler harcamakta,silaha para yatırmaktadırlar.Hatta birde silah endüstrisi kurmuşlardır.

Silah icat edildi,mertlik bozuldu diye türküler vardır.Halbuki silahtan evvel kılıçlar vardı.Mertlik yoktu.Halepçede Saddam denen zalim 5000 Kürdü gazlı bomba ile katletmedi mi?

YETER artık bu silahla oynamalar.PKK silahı bırakmadan ben savaşa devem edeceğim diyor BAŞBUĞ.Halbuki Karayılan da aksini söylüyor.Sen kes ateşi bende silahı bırakırım diyor.Hani sen büyük devlettin.Yap büyüklüğünü.Dönsün gençler evlerine,siyaset yapsınlar.TBMM ine gir,Kürtlerden korkma,utanma.Onlarda İnsanmış demedin mi?

Burda ,Hindistan da,Çin de ölüm karşısında düşünce ayni’’ diyor şair.!
------
Köln.28.06.09

26 Haziran 2009 Cuma

DEVLETİN KOLTUK DEĞNEKLERİ



Faiz CEBİROĞLU

Burjuvazi, sömürücü düzenini sürdürebilmek için, her türlü yola başvurur; sınıf savaşımında, “yer, zaman ve şartlara” göre de, kartlarını oynar. Bunu; bazen ajanlarını, bazen “ulusun” “ulusal devrimci”lerini, bazen de sözde sol örgüt ve aydınlarını birer “koltuk değneği” gibi kullanarak gerçekleştirir. Türkiye tarihi, bunun örnekleriyle doludur.
Tipik iki örnek vermek istiyorum: Biri, Murat Belge ve ‘sivil toplumcu’luk; diğeri ise Doğu Perinçek ve ulusalcılık.
Murat Belge, bir “çağdaş” ; Doğu Perinçek ise, bir “ilkel” sınıf uzlaşmacısı.

Çok iyi hatırlıyorum. 12 Eylül 1980’den sonra, sınıf savaşımının tekrar kıpırdanmaya başlayacağı bir zaman aşamasında, Murat Belge, sivil toplum kavramı adı altında sınıf savaşımını gözden düşürmek için epey çaba sarfetmişti. Yazılarında sınıf uzlaşmacılığı fikirleri öne sürerek, devletin sınıfsal karekterini gizlemeye çalışıyordu. Hatta, askeri darbelerin kaynağını, Türkiye’de sivil toplumun gelişmemesine bağlıyordu. Gerçekte sivil toplum, hakim olan sınıfın, burjuvazinin çıkarlarını yansıtan bir kavramdır. Bu biliniyor. Uzlaşmacılığın kod adı olan sivil toplumculuk savları tutmadı. Sınıfsal mücadeleyi sivil toplum kavramıyla örtmeye, Murat Belge’nin entellektüel gücü, yetmedi.

İşte şimdi de, işçi sınıfı ve Kürt halkının demokratik hakları için mücadelelerini yükselttiği bu aşamada da, devletin bir başka koltuk değnekçisi ön plana geçti: Doğu Perinçek. Devleti burjuvaziden daha iyi savunan Perinçek, faşistlerle büyük bir yarış içinde, “Asıl milliyetçi benim!” diyor. Faşistlerle birlikte, “2. Kıbrıs Harekâtı”nı gerçekleştirdi! Bu yetmedi. Daha yeni, Lozan’ı fethetti!

Doğu Perinçek, nedir?

Kısaca şu: Perinçek’e göre, Türkiye’de hiç bir şey sınıfsal temelde gelişmiyor. Türkiye’de sınıf diye bir şey yoktur. Yani, hepimiz; “İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz!” Onun için, herkes (sağcısıyla- solcusuyla) ‘ulusa’ ve ‘ulusal değerlere’ sahip çıkmalı!

Anlaşılan Perinçek, başka bir çağda ve yerde yaşıyor veya kendini böyle göstermek istiyor. Bu, onun bileceği bir iş. Ama Türkiye’de, toplumun sınıflara bölündüğünü, buna göre iki temel sınıfın, burjuvazi ve proleteryanın olduğunu herkes biliyor.

Acaba Perinçek, Türkiye’de herkesin bildiği bu sınıfsal ayrımı, söylediği ve yazdığı her sözün başına “ulusal” ekleyerek, gizleyeceğini mi sanıyor? Gerçekte, ne boş bir çaba!

Artık, bu “ulusalcılık” safsatasına son vermek gerekiyor. Ulusun, sınıflardan oluştuğu/sınıfsal niteliği, siyasal tarihin ABC’sidir. Bu, bir.
İkincisi; ulusallık, ülkedeki tüm sınıfları kapsamak demektir.

Üçüncüsü; ulusallık, hakim olan sınıfın, burjuvazinin çıkarlarını yansıtır.

Onun için; vatanı, insanlarını sevmek ayrı; ulusallık ayrı şeydir.

Dördüncüsü; ulusallıkla yurtseverliği birbirine karıştırmamak gerek. Yurdunu sevmenin, halkına bağlılığın en yüksek biçimi, sosyalist yurtseverliktir. Bu da, hem ülke, hem de başka halkları kucaklayan bir enternasyonalist içerik taşır.

Ve beşincisi de şu: Bugün Türkiye’de ulusal sorun, hala hiç bir hakka sahip olmayan bir halkın, Kürt halkının sorunudur. Yani, Kürt sorunudur.

Peki, tüm bunlar böyleyken ve açıkken; sınıf savaşımını, dün ‘sivil toplumculuk’la; bugün ise “ilkel ulusalcılık”la gizlemeye çalışmak, bir sahtekârlık değil midir?

Ama unutmamak gerekiyor: Hangi sıfat, hangi kavram altında olursa olsun; Anadolu gibi, toprağında sürekli devrimci yetişen bir ülkede, devletin hiç bir koltuk değnekçisi, sınıfsal mücadeleyi örtbas edemez!

-----
ATILIM Dergisi, 2007

24 Haziran 2009 Çarşamba

Ağaçlarla MUTLU Dostluklarım

Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com


"...Malatyalıların yaşamında Kaysı, Malatyaca MİŞMİŞ, mühim bir yer tutar.İnsan zekasınıda müsbet etkilediği söylenir...

10-12 yaşlarında iken ben, annemin tavsiyesi üzerine bir kaysı fidanını bahçemize (bağımıza) dikmiştim.Ona gözüm gibi bakmış.sulamış,çapalamıştım.Zamanı gelince aşılattım.Onu kendimle tanımlıyordum.Zira ona İSMET’in ağacı diyorlardı..."


Eski yunan yazarlarından ESOP,sonraları La FONTAİN ve bazı yazarlar (Kelile i Dimne de) hayvan hikayelerini kaleme almışlardır.Fakat ağaçlar hakkında yazılmış bir eser hatırlamıyorum.Bende size ağaçlarla dostluğumdan bahsedeyim diye düşündüm.Onlarda birer canlı varlıklardır, fakat onların sesi çıkmadığı için dile getirilmeleri hiç düşünülmemiş.Benimse çocukluğumdanberi ağaçlarla çok hissi alışverişim olmuştur.İşte beni duygulandıran,mutlu kılan anılarımı hatırladığım kadar sizlere takdim edeceğim.

KAYSI ağacı

Malatya kaysısı ile tanınır.Onun lezzeti başka yerin kaysılarından üstündür.Bunda toprağın ve iklimin etkisi olduğu iddia edilir.Hem çok çeşidi vardır.Ondan çeşitli çerezler yapılır.Malatyalıların yaşamında Kaysı, Malatyaca MİŞMİŞ, mühim bir yer tutar.İnsan zekasınıda müsbet etkilediği söylenir.

10-12 yaşlarında iken ben, annemin tavsiyesi üzerine bir kaysı fidanını bahçemize (bağımıza) dikmiştim.Ona gözüm gibi bakmış.sulamış,çapalamıştım.Zamanı gelince aşılattım.Onu kendimle tanımlıyordum.Zira ona İSMET’in ağacı diyorlardı.İlk senelerde 3-5 meyve verdi.Geliştikçe meyve sayısıda arttı.O benim nazarımda ,kız çocuklarının bebeği,oğlan çocukların kuzusu,daha büyük gençlerin atı,bisikleti gibi bir varlık değerinde idi.Benim mülküm sayılırdı.Şimdiki nesilin bilgi sayarı,mandolini,elektronik cihazı gibi bir şeydi benim için.Boşuna dememişler atalarımız.’’Hayatta bir dikili ağacınız olsun ! ‚’’.Yaz gelince Sarı-penbe renkli meyvesi ile ağaç sanki süslenmiş gibi olurdu ve ben onu seyrederken çok mıtlu olurdum.

FISTIK ağacı

Susyan köyünde babamdan miras bir üzüm bağımızda iki FISTIK ağacı vardı.Annem onları babamın bizzat diktiğini söylerdi.Fıstıklar olgunlaştığında pembe kabukları olurdu.Yeşil yaprakların arasında o renkli meyveler sanki bir ressamın yağlı boya tablosunu andırırdı. .Resme merakımdan mı dır nedir ,o görünüşü beni mutlu kılardı.Van Gogh bize uğramış gibi gelirdi bana.O büyük ressam paleti ile tabiatı tablolarına aksettirirdi ya.Siz fıstık ağacının o halini hiç müşahede ettiniz mi?Asıl beni ilgilendiren ,içlendiren babamı anımsatması idi.Çünkü ben babamı hiç hatırlamıyorum. İki yaşımda iken babam araba kazasında vefat etmişti.Fotoğrafını bile ,kabrini bile annem bize göstermemişti ben on beş yaşıma girinceye kadar.Onun için ben onu hep hayallerdim.Kimseye söylemezdim.O hayal benim sırrımdı.’’Bonjour tristesse ‚’gibi bir şeydi o anılarım.

ÇAM ağaçları.

Bir gün piknik yapalım dedi dayım.Büyükadaya gidelim bu Pazar .O güne kadar adayı hiç görmemiştim.On dört yaşında ben nasıl heyecanlanmazdım ki?Büyükannem ,suböreği,irmik helvası yaptı akşamdan.Yumurta haşladı.Taze domates ve salatalığıda piknik çantasına koydu.Laleliden Aksaray –Harbiye tramvayı ile Galata köprüsüne geldik.Adalar vapurunun güvertesine kurulduk.Bir saat sürdü Maramara da seyrimiz.Adaya çıktığımızda o şahane beyaz köşkler ,bahçelerindeki çiçekler gözlerimi kamaştırdı.Bir faytonla Yörük Ali plajına kadar gittik.Yüzme bilen yoktu ailede.Mayolarımızda yoktu.Biz çamların altında çimenlikli bir köşe bulduk ve oraya sereserpe uzanıverdik.Çamların genzimize dolan yoğun bir kokusu vardı.Sanki güneşin huzmeleri onu kışkırtmış gibi idi.Aşşağıya doğru bakınca Marmaranın o türkiz rengi ise baştan çıkarıcı idi.O çam kokusu ve denizin rengi beni adeta sarhoş etmişti.Börekten,irmik helvasından yemek heyecanımı bastırmıyordu.O anki mutluluğumu unutamamıştım.O çam kokusu ve denizin rengi mest olmamın sorumlusu idi.MİRO’nun o renkler çümbüşü tablolarının birde kokusu olsa diye düşündüm.

Boğaziçinin LEYLAKLARI

Bak diyordu BEDRİ RAHMİ.Bu leylakların açtığı mevsimde BOĞAZİÇİNİ yaşayacaksın.Ressam olmamak,şair olmamak mümkün mü?Bu güzelliğin konservesini biz ressamlar müzelere taşıyoruz.Orijinali ise burada diyordu.

‚’Rumelihisarına oturmuşum,oturmuşumda bir türkü tutturmuşum’’ diyordu ORHAN VELİ.Onun içinde Bedri RAHMİ ‚’Canınız sıkıldığında TÜRKÜ söyleyin MUTLU olmak için .Leylakların MOR rengi Boğaziçindeki aşkları yoğun kılmanın mesuliyetini taşır.Mutluluk iksiri taşır.

JAPON KİRAZI

İster Washington da,ister Constanz gölünün çevresinde Nisan ayı gelince Japon kirazı ve MANOLYALAR bahar bayramını kutlarlar.İnsanı meftun eder bu şükufzarlar.Uzun sürmezsede ömrü, cennetten niyaz,seyrine doyum olmayan görüntüler,beni mutlu kılar her seferinde bahçemdeki iki ağaç.

SALKIM SÖĞÜT

Bu ne tevazu,bu hüzün gösterisi,secde-i şükran içinde ,salkım saçak toprağa yönlenmiş dalları ile Salkım Söğüt duygularınızı irdeler.Bahçemin baş köşesinde yeri.Nedamet duygusumudur onun bu mahzun hali.Hüzzam makamında bir beste yapmak gelir içimden.

Mayhoş bir mutluluk kokteyli içmiş gibi olurdum.

Bana mutluluk veren ağaçları tasvirlerim devam edecek…

Köln. 21.06.09

20 Haziran 2009 Cumartesi

احْتِلالٌ /iHTiLAL



ماجد أبو غوش

ظلٌ أسودُ لِكائِنٍ غَريبٍ
شَيءٌ ثَقيلٌ
يَجثمُ على الصَّدرِ والجَفْنَينْ
أََلمٌ في الحَلْقِعلى نافِذَةٍ مُطْفَأةْ
رائِحَةُ المَوتِ
في ظَهيرةٍ قائِظَةْ

وأسفلِ الظَّهرِ
غُبارٌ أسْودُ
يُغَطّي أوْراقَ الوَرْدِ
حَيثُ يوجدُ
تَلَوُّثٌ بيئيّ
عَرَباتٌ سَوْداءُ
تُرْفَعُ راياتٌ عَلَيْها
عَظْمَتانِ وَجُمْجُمةْ
مَوتٌ مُبَكّرٌ
وَكَوابيسُ طَوالَ الوَقتْ
فِرَقُ إعْدامٍ
وَمُعَسكراتُ اعتقالٍ
رَنَّةُ عودٍ
حَزينةٌ
وآثارُ أقْدامِ الغُزَاةْ

19 Haziran 2009 Cuma

MOLLANIN GİTTİĞİ



Cirik Haci / FEZALİ
Cirik.Haci@gmx.de



Yirmi birinci asır, uzay çağı
Mollanın gittiği yola ne deyim
Karı eksik olmuyor Ağrı dağı
Mollanın tuttuğu yola ne deyim

Evrenin içinde yaşam dönüyor
Bu alem içinde dinci bunuyor
Kargalar misali şeye konuyor
Mollanın battığı yola ne deyim

Kurtlar eksik olmaz karlı dağında
Harami dolaşır dostun bağında
Böyle ömür bitti soygun ağında
Mollanın yattığı yola ne deyim

Onbeş asır bu dertle yandık durduk
Adı özgürlük nice yiğit verdik
Fezali'm hak edilmez yere vardık
Mollanın bittiği yola ne deyim

14 Haziran 2009 Pazar

ERDOĞAN İKTİDAR OLMA STRESİNİ NASIL YENEBİLİR?


Dr.İsmet Turanlı, Antalya.
dr_ismetturanli@mynet.com


Erdoğanın hitabet uslubundan çok şikayet var.Hatta deniyor ki bu hataları bilhassa irticalen konuşmalarında yapıyor.Önceden hazırlanmış textleri okurken uslubu daha mantıki ve etkileyici.Rahmetli Menderes’te bilhassa son devrelerinde CHP nin,bilhassa İnönü’nün kışkırtıcı ,haklı veya haksız ithamlarından sinirlenirdi.O zaman o güzel belegatından uzaklaşıp ,çok sert nutuklar çekerdi.Uslubu haklılığını zaafiyete uğratırdı.Nadiren olsa da İsmet Paşa ile buluşması memlekette bahar havası yaratırdı.Rahmetli Özal ise en provokatif söylemler karşısında bile pek istifini bozmaz.’’Öylede olabilir ‚’ diye lafa başlar ve kontrahendinin öfkesini yatıştırır,akabinde ikna kabiliyetini devreye sokardı.Abdullah Gül Özal’ın taktiğini zaman zaman kullanıyor.Ayni derecede etkili olamıyorsada muhataplarında sinirlenmediği intıbaını yaratıyor.

Bu tesbitlerden yola çıkarak Psikolojik bir analiz yapmağa gayret edeceğim.

14 mayısta DP iktidara gelince Jakoben inançlı CHP li kadrolar iktidar kaybını bugüne kadar içlerine sindiremediler.Ayni haleti ruhiye ile erkanı harbin,elit zümrenin maluliyetini müşahede etmekteyiz.Prof.Esmer’in yaptığı anket çalışmasında bu psikolojik algılama bariz bir tarzda ortaya çıkmıştır.

Şöyle bir postulat düşünelim;Yakışıklı bir erkek günün birinde güzel bir hanımefendiyi kendine yar etmeğe,fethetmeye ,himayesine almağa muvaffak olur.O güne kadar hakimi olan erkek bu mağlubiyeti bir türlü hazmedemez.Kıskançlık hezeyanları içinde kıvranıp,durur.O hanımefendiye zaman zaman sahip olan ikinci bir maşuku daha vardır.Oda çile çekmeğe başlar.Her ikiside bu yeni rakibi yok etmek için her türlü çareye başvurmaktan çekinmezler.Yeni aşık pozisyonundan memnun,keyfi dört köşe fakat ötekilerin kışkırtmalarınıda vurdumduymazlık edemez.Zaman zamanda öfkelenmekten kendini alamaz.

Bu yeni aşık Erdoğan,eskisi ise Baykal ,üçüncü şahıs ise erkanı harp reisi,güzel hanımefendininde İKTİDAR olduğunu düşünürsek ,bu varolan gerilimi nasıl yok etmek mümkün olabilir.Birinci derecede Erdoğan’dan empati beklenir.Ötekilerin bu büyük kayıplarından çektikleri çileyi hafifletmek için arasıra birlikte yemek yemeğe davet edebilir.Sathi olsada birliktelik bir nebze ortamı yatıştırabilir.Aksi takdirde kıskançlık hezeyanları dördünede zarar vermeğe başlar.Öfke,hınç atmosferi zehirlemeğe devam eder.Kimseye sağlık sağlamaz.Erdoğan hislerine değilde aklına mağlup olsa.Zira ,senelerce STRESS üzerinde araştırmacı olarak,kendisine duyurmak isterim ki;Stress halinde kanda Cortisol yükselir ve o kalp,beyin ve böbrek damarlarının iç cidarında tahribat yapar.Bu tahribat irreversibldir.Yani tamiri mümkün değildir.İlmi gerekçeleri ciddiye alması,itaat etmesi hayrına olur.

Dönelim bizim somut vakamıza.Nasıl ki Menderes İnönü ile buluşunca gerginlik kayboluyor,bahar havası esmeğe başlıyordu.Erdoğanda karşılıklı hakarete varan polemiklerle birbirlerini hırpalayacaklarına arasıra öteki beyefendilerle buluşması,birlikte yemek yemesi dördünede şifa sağlar.Gül bu taktiği kullanıyor.

Almanlar nasyonal sosyalizmden kurtulduktan sonra demokrasiyi içlerine çabuk sindirdiler.Şöyleki;Şansölyeler meclisten çıkması zor kanunları ,meclise getirmeden önce muhalefet liderleri ile bir araya gelip yüz yüze müzakere edip bir orta yol arıyorlar ve kanun teklifi meclise geldiğinde çatışmaya hacet kalmıyor.Seçim kanunlarıda modern demokrasinin icaplarını yerine getiriyor.

OBAMA rakibi Clintonu dış işleri bakanı yaptı.Bush’un savunma bakanını yerinde tuttu.Bunlar demokratik olgunluğun eseridir.Şayet Erdoğan’da zaman zaman Baykal,yahut Bahçeliyi yemeğe alıp çetrefilli kanunları onlarla görüşse ,mukni olacağına inanıyorum.Muhalefette onurlanmış olur.Bu davranıştan mültefit olur.Bundan demokrasimiz kazanır.Hükumet işlerini yürütmek kolaylaşır.Onların bu mulayim davranışları partilerin diğer organlarına da sirayet eder ve Türkiye çok hızlı kalkınır.Şimdiki durum sırf enerji kaybına,zaman kaybına,lüzumsuz çekişmelere sebep oluyor.Hiç kimse de prestij kaybı olmaz.Milletin siyasilere güveni artar.Bugünki davranışları siyasi kutuplaşmağa götürüyor.Muhalefet her kanun teklifini anayasa mahkemesine götürüyor.Hükümet adamlarını yüce divanla tehdit ediyor ,vatana hıyanetle suçlamalar oluyor.Neticede kendilerinede,partilerinede,milletede yazık oluyor.

Erdoğan iktidar stresi ile yaşayıp,kann şekerinin, adrenalininin boş yere esiri olmaktan kurtulur.

Mesela genel kurmay başkanı ile buluşmaları iktidarlığını kuvvetlendirmiştir.Bu mulayemeti muhalefede göstermesi,muhalefetinde bu davetlere icabet etmesi Türkiyenin orta doğuda demokratik idare şeklinin model olmasını sağlar.Hergün bir başka devlet ricali ile görüşürken ,kendi politikacılarımıza mesafe koyması akıllı bir davranış değildir.Gerek genel kurmayın,gerekse başbakanın DTP yi adam yerine koymamaları devlet adamlığına yakışmıyor.Hatta bana kalırsa gülünç bir davranıştır.

Bu tarz devlet idaresi pozitif Makyevelizm sayılabilir.

Benim tabipliğimden kaynaklanan siyasi temennilerim bu minvalde .Yaşımda,50 sene yurt dışında yaşamışlığım,ilmi çalışmalar yapmış olmam onlara tavsiyelerde bulunmama müsaittir.

Saygılarımla.

13 Haziran 2009 Cumartesi

Sınav Sanayii veya Eğitimin Sefaleti


Fikret Başkaya

“Yarın yine ÖSS yapılacak. Bir ay kadar sonra sonuçlar açıklandığında televizyonlar ve gazeteler ‘en başarılı’ üç öğrencinin başarısının sırrı üzerine yazılar yayınlanacak canlı yayınlar yapılacak, ‘uzmanlar’ da derin tahliller yapacak, özel üniversiteler birincileri kapmak için yarışaçak, bu vesileyle özel dersaneler şampiyon çıkarmakla öğünecek, lâkin geleceği kararan milyonlarca genç insanın ve ailelelerinin kaderi asla tartışma konusu yapılmayacak...”


ÖSS, KPSS, KPDS, TUS, ALES, TCS, AÖS, SBS, STS, JANU, YÇS, DGS, PMYO, TND, ÜDS, YÖS, ALS, AOS, SBS, YÖS... merkezî olarak yapılan sınavlardan bazıları. Sadece ÖSYM’nin 2009 yılı takviminde 34 sınav var. Görünen o ki, Türkiye’de en hızlı gelişen sektörlerden biri ‘sınav sanayii’... Fakat gözden kaçan çelişik bir durum var: sınav sanayi sektörü hızla gelişirken eğitim sistemi çöküyor. Eğitimin tüm aşamaları hızla özelleştirilip bir kâr metaı haline getirilirken. eğitim hem bir ‘hak’ olmaktan çıkıyor hem de eğitim sistemi varlık nedenine ve misyonuna giderek daha çok yabancılaşıyor.

Şimdilerde Türkiye’de ‘ikili sistem’ geçerli ve özel [paralı] eğitim hızla devlet eğitiminin yerini alıyor. Devlet okulları özel eğitim kurumlarına ham madde veya ara-malı sağlar duruma geliyor... Öyleyse buraya nereden ve nasıl gelindi? Bu sorunun cevabı eğitim sisteminin geçirdiği evrimde bulunabilir. Başlarda eğitim başlıca iki işlev görüyordu: devlet aygıtının ihtiyacı olan yönetici-bürokratik eliti yetiştirmek ve rejimin egemen [resmi] ideolojisini üretip, yaymak... Zamanla, kapitalist gelişmeye paralel olarak, bu iki işleve, sermayenin ihtiyacı olan ‘yetişkin’ işgücünü yetiştirmek de eklendi. Şimdilerde dördüncü bir işlev söz konusu: eğitimin bizzat bir kâr alanı, sermayenin değerlenme alanı, herhangi bir mal gibi alınır-satılır bir meta haline gelmesi... Şimdilik başta öğretmenler olmak üzere insanlar bu durumun vehâmetinin farkında değil. Bu süreç bu istikâmette yol almaya devam ederse, eğitim artık bir ‘kamu hizmeti’ olmaktan çıkacak ve ancak parası olanın satın aldığı bir meta haline gelecek.

Bu eğitim-öğretim faaliyetinin kapitalist işletmelerin etkinlik alanı haline gelmesi demektir ki, daha şimdiden bu yolda önemli bir eşik aşılmış durumda. Özel dersaneler, özel okullar, özel üniversiteler, özel dersler hızla çoğalıyor ve devlet okullarını ‘önemsizleştiriyor’, ‘değersizleştiriyor’. Orta dereceli devlet okullarıyla özel dersaneler arasında bir işbölümü oluşmuş durumda: Devlet okulu özel dersaneler için bir pazar oluşturuyor ve diploma veriyor. Özel dersaneler ve özel dersler de öğrencileri sınava hazırlıyor.

Amaç sınav olunca devlet okulunun verdiği diploma değersizleşiyor ve devlet okullarının varlık nedeni ortadan kalkıyor. Bunun eğitici kesim olan öğretmenlerde de bir yabancılaşma ve ‘değersizlik’ duygusu yaratması kaçınılmaz. Artık araçla amaç ters-yüz olmuş, yer değiştirmiş demektir. Fakat bu sefil durumda öğretmenlerin dahli büyük ve yangına körükle gitmek gibi bir aymazlık içindeler. Kendi varlık nedenlerini tehdit eden kepazeliğe karşı çıkmak, bir kamu hizmet alanı olması gereken eğitim kurumlarını korumak ve savunmak yerine özel dersanelere koşuyorlar...

Bindikleri dalı kestiklerinden haberleri yok mu?.. Kendi etiğine sahip çıkmayan, varlık nedenine ve misyonuna yabancılaşmış bir eğitimci, bir öğretmen, bir öğretim üyesi olabilir mi?
Devlet okulunda öğretmediğini ikiyüz metre mesafedeki özel dersanede öğretiyor... Kent merkezlerindeki binaların bir kaç katı özel dersane ve okuldan çok dersane var... Fakat devlet okulları da gizli bir özelleşme sürecine sokulmuş durumda... Hafta sonları ‘etüt’ adı altında özel dersler veriliyor. Bir öğretmen düşünün ki, kendi görev yaptığı okulda öğretmiyor da özel dersanede öğretiyor, haftanın beş gününde öğretmiyor da hafta sonu ‘etütlerinde’ öğretiyor, okulda değil de kendi evinde öğretiyor zira giderek özel dersler özel dersanelerle yarışır duruma geliyor... Özellikle büyük kentlerin orta sınıflarının oturduğu semtlerde öğretmen evleri birer “özel dersane” olma yolunda... Bu duruma kendini kaptırmış bir öğretmen artık her türlü meslekî etik kaygıdan da uzaklaşmış demektir ki, bu kendi varlık nedenini inkâr ettiği anlamına gelir... Zira, onun ‘özel çıkarı’ artık öğrencinin öğrenmesinde değil, öğrenmemesindedir, başarılı olmasında değil başarısız olmasındadır... Başarısız öğrenci sayısı ne kadar çoksa, öğretmenin kazancı da o oranda yüksek olacağı için... Durumun vehâmeti derken söylemek istediğim bu... Öğrencisinin başarısızlığından çıkar sağlayan bir eğitimci ve böyle bir eğitim sistemi ne anlama geliyor?

Devlet üniversitelerinde eğitimin paralı hale getiren sadece giderek artan harçlar değil. Yaz okulu, ikinci eğitim, eğitimin normal mesai saatleri dışına alınması, vb. gizli özelleştirme yollarından bazıları. Öğrenci başarısızsa yaz okuluna devam etmek zorunda ve yaz okuluna devam eden öğrenci sayısı ne kadar çoksa öğretim üyesinin ‘kazancı’ da o oranda yüksek olacak demektir. Zira öğrencilerin ödediği ders ücretinin %70’i ders veren hocaya kalıyor... Nasıl orta eğitimde öğretmen hafta içinde öğretmediğini hafta sonunda ‘öğretiyorsa’, üniversitelerde de öğretim üyeleri kışın öğretmediğini yazın ‘öğretiyor’...

Öğretmenler pedagojik bir eğitimden geçerek öğretmen olduklarına göre çocukların yedi gün okula gitmesini nasıl açıklayıp-içlerine sindiriyorlar dersiniz?..

Orta öğretimde öğrenci çoğunluğu en azından hafta sonunu özel dersanelerde, özel derslerde ve ‘etütlerde’ geçirdiğine göre... Fakat sorun sadece öğretmenleri ve bir bütün olarak eğitim kadrolarını angaje etmiyor. Eğitimin özelleştirilmesi, sermaye sınıfı için büyük kârlar vadediyor ve kamu okullarında verilen eğitimin kalitesini düşürüp, devlet okullarını ‘değersizleştirmek’ üzere ‘bilinçli’ bir politika izleniyor. Özel sermaye devlet tarafından oluşturulmuş alt-yapıyı kullanarak büyük kârlar sağlamayı amaçlıyor. Özel okul, özel dersane ve özel üniversite patronları yetiştirilmesi için hiçbir harcama yapmadıkları, emekçi sınıfın ödediği vergilerle yetiştirilen öğretmenleri ve öğretim üyelerini kullanıyor. Emekçi halkın ödediği vergilerle yetişmiş öğretmen ve öğretim üyelerini varlıklı sınıfın ve orta sınıfın çocuklarının eğitimi için seferber ediyorlar. Yegane amacı kâr etmek olan özel okullarda, özel üniversitelerde verilen eğitimin daha ‘kaliteli’ olduğuna dair de bir tevatür üretilmiş durumda.

Elbette özel okul ve üniversiteler arasında görece daha iyi eğitim verenleri vardır ama istisnayı kural saymak gerekmiyor. Özel okulda ders veren öğretmenler ithal olmadığına ve özel okulun amacı da kâr etmek olduğuna göre, bu okulların daha kaliteli eğitim verdiği iddiası tartışmalıdır. Özel okulda çocuk okutmak orta sınıf insanları için bir prestij, ‘aidiyet’ ve statü sorunudur ve tüketim modelini angaje eder. Bu kesimler için çocuklarının gerçekten daha iyi eğitim alıp, almamasından çok bu vesileyle ortalama insandan ayrı bir ‘statüye’ sahip olma duygusu önemlidir...

Evine 200 metre mesafede ‘iyi’ bir devlet okulu olsa bile çocuğunu mutlaka özel okula gönderecektir... Statünün bir gereği olarak... Özel okul ve özel üniversite eni-sonu kapitalist bir işletmedir tüm kapitalist işletmelerin tâbi olduğu kurallara tâbidir ve sermayenin mantığına boyun eğmek zorundadır... Fakat eğitim, sağlık ve diğer kamu hizmeti niteliği taşıyan- taşıması gereken- hizmetlerin özelleştirilip, bir kâr aracına dönüştürülmesinin başka saçmalıkları da var. İnsanlar yediği ekmekten, içtiği sudan tutun da akla gelen herşey için vergi veriyor, gelir vergisi ödüyor, bu vergiler niçin ödeniyor? Başta eğitim ve sağlık olmak üzere kamu hizmetleri için değil mi? Eğer bütün bu hizmetler özelleştiriliyorsa vergi vermek, üstelik bu kadar çok vergi vermek neye? Ödenen verginin bir karşılığı olması gerekmiyor mu?

Özel dersaneler ve sınavlar neyin hizmetinde?

Sınav bilgiyi, öğretimin ‘etkinliğini’ ölçmenin bir aracı sayılıyor. Aslında sınav, yapılan işten emin olmamanın itirafıdır. Eğer yapılan şeyden şüphe duyulmasaydı sınav diye birşeye de gerek olmazdı. Fakat bilinenin ve sanılanın aksine sınav sadece bilgi ölçmek amacıyla yapılmaz. Sınavın önemli bir işlevi de disiplin ve ehlileştermektir. Bilindiği gibi sınav, normal eğitim anlarından farklı bir ‘ortamda’ gerçekleşir, sınav ortamı bir gerilim ve korku ortamıdır.

Sınavın bir diğer işlevi de ayıklamadır. İşte bizdeki özel dersane çılgınlığının asıl işlevi de ayıklamadır. Orta öğretim aşamasında öğrencilerin yönü üniversiteye çevriliyor ama üniversitede liseyi bitiren öğrencilerin yaklaşık %20’ine yer var. Üstelik %20’nin tamamının da istediği üniversite, fakülte ve bölüme girmesi mümkün değil.

Dolasıyla üniversite’de okumak üzere lise diploması alan öğrenci iki engelle karşı karşıya: üniversiteye girememe ve istediği bölüme girememe. Bu durumda istediği bölüme giremeyenler de dikkate alınırsa, üniversitenin kapısından sadece %10 civarında öğrencinin geçebildiğini söylemek mümkündür. Böyle bir saçmalık olur mu? Böyle bir eğitim sistemi olur mu? Bizde var... Her yüz öğrenciden doksanının önünü kesen, öğrenci nüfusunun yaklaşık %90’nını başarısızlaştırmayı-değersizleştirmeyi başaran bir eğitim sisteminde özel dersane çılgınlığı neden şaşırtıcı olsun!..

Özel dersaneler aslında akla zarar kurumlar ama bizde bu saçmalık tartışma konusu bile yapılmıyor. Bunların eğitimin kalitesini artırdığı sanılıyor. Tam tersine eğitimi daha da değersizleştiriyorlar. Özel dersaneler üniversiteye giren öğrenci sayısını artırmadığına göre...

O halde özel dersaneye karşı olmak için iki neden var:

Birincisi, bu kurumlar eğitimi özelleştirerek onu bir kamu hizmeti olmaktan çıkarıyor; ikincisi, üniversiteye giden öğrenci sayısını artırmadığı gibi bir dizi olumsuzluk da ortaya çıkarıyor.

Öğrenme-bilgilenme eylemi bütünüyle sınava kilitleniyor ve öğrenci test çözmek üzere ezberliyor. Bu durum pedagojik esaslar ve insan sağlığı bakımından zararlı. Öğrenciye okuma, düşünme, çevreyle bağ kurma, sosyalleşme imkânı vermiyor. Eğer özel dersaneler olamsaydı da az-çok aynı öğrenciler üniversiteye girmeyi başaracaktı...

Özel dersanelerin bir başka olumsuzluğu da özel dersaneye verecek parası olmayan ailelerin çocukları aleyhine olmak üzere, zaten mevcut olan eşitsizliği daha da derinleştirmesidir... Dersaneye giden gitmeyene göre, hem dersanaye gidip hem de özel ders alacak durumda olan sadece dersaneye gidene göre avantajlı duruma geliyor... Ama sonuç itibariyle başarı test çözme başarısı ve ezbere dayanıyor...
Velhasıl özel dersane ve ÖSS sisteminin yegane işlevi ayıklama ama ayıklama koskoca bir toplumu hasta etme pahasına mümkü oluyor, bu saçmalık normal bir durum olarak algılanıyor ve gerektiği gibi tartışma konusu yapılmıyor. Birilerine para kazandırdığı için...

Geçerli sistemde artık diploma da değersizleşmiş durumda. Mesela öğretmen olmak üzere dört yıl eğitim gören bir öğrenci, dört yılın sonunda diploma alıyor ama aldığı diploma öğretmenlik yapması için yeterli sayılmıyor, KPSS denilen bir sınava girmesi gerekiyor. Eğer öğretmenlik için ehil değilse niye diploma veriliyor? Kimbilir belki de ‘sınav sanayiinin’ ara-malı olsun diyedir.
Velhasıl özel dersaneler eğitim sisteminin iflasının resmi... Türkiye’de geçerli eğitim-öğretim sisteminde asıl söz olan, öğretimden çok eğitimdir. Amaç öğrenciye bağnaz resmi ideolojiyi enjekte etmek, düşünme ve soru sorma yeteneğini dumura uğratmak, ehlileştirmek, velhasıl egemenlik sistemiyle uyumlandırmaktır.

İlköğretimin dördüncü sınıfından başlayarak üniversite sonuna kadar yaklaşık onüç yıl yabancı dil dersi okutuluyor ama öğrenci 13 yılın sonunda yabancı dili bilmiyor... Acaba dünya’da bunun bir örneği var mıdır? Tam onüç yıl okuyor ve öğrenmiyor... Demek ki, öğretmemek için 13 yıllık çaba gerekiyor... Eğer 13 yılda bir tek yabancı dili öğretmiyorsa bu zaman zarfında başka derslerde gerçekten birşey öğrendiğni söylemek inandırıcı mıdır?

Eğitim sisteminin düşünmeyi öğretmediği, gençlerin düşünme yeteneğine zarar verdiğini söylemek bir abartma değildir. Bizde eğitim kurumları da zaten yarı-askerî kurumlardır...

Eğitim bir haktır

Eğitim bir haktır, insan potansiyelinin gerçeleşmesinin ve toplumun demokratikleşmenin hizmetinde olmalıdır. Dolayısıyla eğitimin bir hak oluşuyla, tanımı, içeriği ve amaçları arasında ayrılmaz bir bağ ve belirleyicilik ilişkisi vardır, olması gerekir. Bu da öncelikle eğitimin maliyetinin devlet bütçesinden karşılanmasını varsayar. Eğitim elbette ülkenin üretici potansiyelini artırma, başka türlü ifade etmek istersek, emek verimliliğini artırma işlevi de görecektir ama bu yeterli değildir. Eğitim aynı zamanda insan potansiyelinin gerçekleştirmenin, gerçek anlamda ‘yurttaş’ yetiştirmenin de hizmetinde olmalıdır veya aynı anlama gelmek üzere bu iki amaç arasında uygun bir denge gereklidir. Eğitim alanında eşitliğin sağlanması, toplum sınıfları arasındaki eşitsizliğin giderilmesini varsayar. Aksi halde geniş toplum kesimlerinin eğitim sisteminin dışına atılması kaçınılmazdır.

Bilindiği gibi ‘demokratik eğitim’ her sınıftan çocuğun eğitim kurumlarından eşit yararlanması demektir. Toplumsal ayrımın hızla derinleştiği, herşeyin paralılaştığı, metalaştığı, özelleştirme girdabına sokulduğu, soysuzlaştığı koşullarda, demokratik eğitim mümkün değildir. Şimdilerde ‘eğitim reformundan’ söz edildiğinde, eğitimin özelleştirilmesi hedefleniyor ve kendinden menkûl bir ‘insan sermayesinden [capital humain]” söz ediliyor. Bu anlayış, bilgiyi bireyin özel çıkarı için kullandığı bir ‘özel mal’ sayıyor ve bilgi üretiminin sosyal karekterini yok sayıyor. Bu, toplumu bireylerin toplamından ibaret sayan bireyci anlayışın bir tezahürüdür ve doğrudan meta yabancılaşmasıyla ilgilidir.

Keynes [kendi döneminde] Gayri Sâfi Milli Hasılanın [GSMH] yüzde ellisinin [meta kategorisine dahil olmayan] ‘kollektif mallardan’ oluştuğunu söylemişti.

Marx’ın sözünü ettiği “ General intellect” de bu vesileyle hatırlanmalıdır. Marx bununla bilgi ve teknoloji üretiminin ‘sosyal niteliğine’ gönderme yapıyordu.

Şimdilerde kamuya ait olan ne varsa özel şahışlar tarafından özel amaçlar için yağmalanıyor ve bu kepazelik bir de ‘ilerleme’, ‘kalkınma’, ‘rasyonalizmin gereği’ olarak sunuluyor...
Eğitim eleştirel bilinci geliştirdiğinde, insaların yaşadıkları topluma dair sorular sorabilecek ve çözümler önerebilecek yüksekliğe çıkarmayı amaçladığında gerçek bir anlam ve değer taşır. Eğitimin başlıca amacı gerçek anlamda ‘yurttaş’ yetiştirmek olmalıdır ve gerçek anlamda yurttaş eleştirel bilince sahip olandır...

Oysa geçerli eğitim sistemi iki şeyin hizmetinde: Varlıklı sınıfların zenginliğini artırmak [sömürüyü derinleştirmek] ve egemenlik sisteminin [yönetici ayrıcalıklı elitin densin] yeniden üretimini sağlamak... Şimdilerde eğitim sistemi uygulayıcı, tüketici ve sayın seyirci üreten bir fabrikaya dönüşmüş durumda.

Yarın yine ÖSS yapılacak. Bir ay kadar sonra sonuçlar açıklandığında televizyonlar ve gazeteler ‘en başarılı’ üç öğrencinin başarısının sırrı üzerine yazılar yayınlanacak canlı yayınlar yapılacak, ‘uzmanlar’ da derin tahliller yapacak, özel üniversiteler birincileri kapmak için yarışaçak, bu vesileyle özel dersaneler şampiyon çıkarmakla öğünecek, lâkin geleceği kararan milyonlarca genç insanın ve ailelelerinin kaderi asla tartışma konusu yapılmayacak...

5 Haziran 2009 Cuma

Türkiye KÜRTLER’den neler İSTEMİYORLAR?



Dr.İsmet Turanlı ,Antalya
dr_ismetturanli@mynet.com

Son günlerde Televizyonlar da KÜRT SORUNU sık sık gündeme geliyor.Bu mevzuun tartışma konusu yapılması sevindirici.Kürtleri inkar politikalarının geride kalmasına rağmen,hala Kürtlerin Türk asıllı olduklarını,Kürtçe diye bir dil olmadığını iddia eden paşalar,MHP liler,şovenist gazeteciler yok değil.Bu iddiaların çoktan tedavülden kalktığına müdrik değiller.

Kendilerini bu sorunun uzmanı addeden ,gerek Türk gerekse Kürt ,gazeteciler,cahil cühela masa başından ahkam kesmeğe devam ediyorlar.Trafik sorunu, petrol sorunu gibi bir seviyeye indergiyorlar.Ayak üstü ,önlerine uzatılan mikrofonlara bir kaç cümle ile cevap vermekten çekinmeyen siyasiler bile var.

Kürtlere sık sorulan bir soru var.Bugün artık Kürtler her türlü hakka sahipler.Serbest ticaret yapıyorlar,Universitelerde tahsil yapıyorlar,TBMM ne seçiliyorlar,bakan,Cumhurbaşkanı dahi olabiliyorlar.Bu Kürtler NE İSTİYORLAR?

Bende diyorum ki ;Kürdistan’a (Türkiye ve Irak’taki) gidin.Suriye’ye

İran’a gidin .Halkla konuşun.Kürt tarihini ciddi bir tarihçiden öğrenin.Yabancı otoriteleri,siyasileri dinleyin.Ondan sonra ahkam kesin.

Ben bu makalemde tersine bir sual soracağım.Türkler Kürtler’den ne istemiyor?Her iki tarafında ne isteyip,ne istemediğini tesbit edelimde ondan sonra BARIŞ ümidi var mı ,yok mu açığa kavuşturalım.

1. Türkler Kürtlere ÖZGÜRLÜK,hele hele ÖZERKLİK hiç istemiyorlar.KIBRIS’ta Türklere istendiği gibi,KOSOVA’da olduğu gibi DEVLET,yahut FEDERASYON istemiyorlar.

2.
Kültür bakanlığı sadeece Türk kültüründen sorumludur.Kürtlerin kültürüne hizmet istenmiyor.

3. Eğitim bakanı Çubukcu’nun aklının ucundan geçmez Kürt dilinde eğitim.Okul kitaplarında ,tarih,edebiyet,müzik kitaplarında Kürt kelimesinin geçmesine,bunu müfredata almağı düşünmez.Atatürk’ün okunmasını EMRETTİĞİ ‚’Finlandiya hakkındaki ‚’Beyaz Zambaklar Ülkesinde ‚’adlı G.PETROV’un kitabında şöyle diyor Finlandiya halkına;Tek geçerli dil İsveççe idi.Fin dili ise halk dili olarak kabul ediliyordu.Ne Fin dili,edebi dili gelişmedi.Ülkede İsveç kültürü baskındı.Halkın kendi tarihi ve kültürel kökleri olgunlaşmadan,millet olamayacaklarını çok iyi biliyorlardı.Bunun temelini milli edebiyat oluşturulmalıydı.Halkın fakirliği hangi yöneticinin umurunda veya universitedeki hocalardan hangi biri cahil halkın eğitilmesi için kafa yoruyor?Adaletin ve eğitimin dili İsveç (bizde ise TÜRK) dili olduğu sürece,halk asla BAĞIMSIZ olamaz.’’

Erdoğan Almanya da haklı olarak ‚’ Anadil eğitimine mani olmak insanlık suçudur’’demiş .Türkiye de suç sayılmaz(!).

4. Evvela PKK silahları bıraktığını,mayınları ateşlemeyeceğini açıklasın.Kürtler’in özgürlük savaşınını istemiyorlar .BAYKAL’da ayni isteklerde bulunuyor.Ondan sonra AF kanunu çıkarılmasını dile getiririz diyor.Kürtlerin,PKK’nın bu kaçıncı ateşkesi.TSK bombardıma uçakları mukabele edemez.BAŞBUĞ PKK’yı bitirinceye kadar savaşacağız diyor.Halbuki BÜYÜKKANIT ‚’Bütün ordularıda göndersem PKK’yı bitiremeyiz diyor.BAŞBUĞ’un bilmesi lazım gelen,PKK’nın içinde % 30 Suriyeli,sonra İranlı,Iraklı,başka ecnebi menşeli gençler var.Bütün tartışmacıların bilmesi gereken Kürt sorununun ENTERNASYONAL olduğunu idrak etmeleridir.DTP’de.Öcalan da.Kandildekilerde KURNAZCA bir KÜRDİSTAN devletinden vazgeçtik diyorlar.Aslında son merhale bu dörde bölük yaşayan Kürt halkının birleşip Özgürlüğüne kavuşmasıdır.Türklerinde istemedikleri,korktukları gerçek bu.Neticede olacağıda bu.Erken veya geçde olsa.

La Fontain’in masalları okul kitaplarına da geçtiği için herkesçe malumdur.Bir Karga ve Tilki masalı vardır.Karga’nın gagasında ki peynirin kokusunu alan tilki kurnazca bir talepte bulunur.Kargacığım.O güzel sesinle bir türkü söylesen.Karga bu iltifata dayanamaz ve ağzını açar açmaz yere düşen peyniri tilki kapar ve oradan uzaklaşır.Bu masaldan haberdar olan karga bir dahaki seferinde Tilki’ye beni kandırmağa uğraşma der ve türkü söylemez.Şimdi bu KISSA’dan hisse.Kürtler de artık akıllandı ve Baykal’ın siz silahı terk edin size af getireceğiz vaadine inanmıyorlar.Bu sorunun konuşulması için 40 000 gencini kaybetmiş,17 500 faili meçhul kurban vermiş.12 eylülde Diyarbakır zindanlarındaki zulme uğramış insanlar olarak ,defalarca ateş kes yapmalarına rağmen ,Türkler vaatlerini yerine getirmediler.Ne ekonomik yönden,ne kimlik,nede eğitim yönünden.Anne ölümleri batıya nazaran on misli fazla,çocuk vefiyatı hakeza.Son Perinatoloji kongresinde dernek başkanı Prof.Şen resmi istatistiklere inanmayın dedi.

Baykal eğitimde ayrımcılığı önleyecek tedbirler alacağız diyor.Türkçe eğitimi artıracak,assimilasyonu hızlandıracağız demek istiyor.Kürtler kimliklerine bilinçlenmişler.Geçen sene Fırat’ın ötesine yaptığım seyahatta bunu tesbit ettim.DTP nin her türlü tazyik ve zahmete rağmen son seçimleri kimlik referandumuna çevirdikleri ortada.

Genelkumay paşaları TBMM de 20 Kürt mebus var diye meclise küsmüşler.Meclise gelip Kürt mebusları ile karşılaşmak istemiyorlar.Bir çok şehir ve kasabada komutanlar DTP li seçilmiş belediye başkanlarını görmezden geliyorlar.300 de fazla DTP li son günlerde tutuklanıyor.Askere,polise taş atan çocuklara ömürboyu hapis öngörülüyor.Bu çocuklar bana Filistinli bir şairin ifadelerini hatırlattı.’’Ben çocukken pencereden İsrail askerlerinin babamı,kardeşlerimi öldürdüklerini görüyor,İsraillilerden nefret duyuyordum’’.O taş atan çocuklarda babalarının mezarda olduğu,yetim kaldıkları için,kardeşlerine zindanlarda zulüm yapıldığını bildikleri için öyle davranıyorlar.

Türkler Kürtlerden geçmişi unutmalarını istiyorlar.Ahmet TÜRK’te unutmaya razıyız diyor.Türkler Ermenilerin doğuda Türkleri katlettiklerini söyleyip ,öldürdükleri Ermenileri unutup,Kıbrısta Rumların Kıbrıs Türklerini katlettiklerini unutuyorlar mı?

Paris’te tanıdığım Cezayirliler Fransızların katliamını unutmamışlardı.

BAŞBUĞ PKK yı bitirinceye kadar savaşacağız diyor.Amerikanın istihbaratına güveniyor olsa gerek.Çünkü o istihbarat desteği ile nokta bombalamalarında muvaffak olduğunu zannetmişti.USA Viyetnamda da,Afganistan da,Irak’ta Natonun desteğine rağmen bozguna uğramadımı.
Erdoğan istesede barışı sağlayamaz.Almanca da bir laf vardır.’’Will,aber kann nicht’’ Yani istiyor ama muktedir olamıyor.Baykal’ın şu sözüne dikkat etmeli.3,5 aylık bir ömrünüz kaldı diyor.Bu laf bana İNÖNÜ’nün ‚’Sizi bende kurtaramam’’sözünü hatırlattı.Ergenokoncular boş durmazlar.Arınç’ın onları kışkırtıcı sözleri zamansızdı.

Türklerin bu istemezüklerine karşı Kürtlerin feryadı figanlarından anladığım;Özgürlük,Özerklik ve Demokrasi.

Anlayana davul zurna az!!!!.

DAR SOKAK DERGİSİ MAYIS-HAZİRAN 10. SAYISI ÇIKTI


BU SAYIDA:

- Metin Fındıkçı: Ortadoğu’daki Şiddet Lekesi

- Prof. Dr. M.Şehmus Güzel: Ece Ayhan’la Düşünmek

- Sertaç Kesici:
Bilimsel Olarak İnsanoğlunun Gelişimi Evrenseldir

- Hasan Yolcu: Adaletsizliğin Doğurduğu iki Kavram: Felsefe ve Cinsiyet

- Tan Doğan: Şiir / Şair ûzerine Birkaç Söz

- Faiz Cebiroğlu:
Hikaye – Anlatı

- Adonis:
Bu Benim Adım (Arapça çeviri: Somer Sultan)

Ve;

Abdullah Şevki, Necati Albayrak, Tacim Çiçek, Servet Üstün Akbaba, Ahmet Yılmaz Tuncer, Onur Aslan.

------------
Yazışma Adresleri:

Avrupa: Faiz Cebiroğlu:
faizce@hotmail.com

Türkiye: Murat Altunöz:
murataltunoz@hotmail.com

3 Haziran 2009 Çarşamba

“Şu Çılgın Türklerin” STK’ları


“..Sanatçılar gösteri yapıyor, üniversite hocaları cüppeleriyle Anıt kabir’e şikayete gidip bildiri yayınlıyor, darbeciler için Atalarından yardım istiyor... 150 sivil toplum örgütü Ergenekoncuları desteklemek için miting yapıyor ve mitingde konuşan “biz çılgın Türkleriz” diyor... STK denilen bu darbeci örgütlerin asıl kaygısı ne dersiniz?..”

Fikret Başkaya

Herşey devlet için, devlet içinde, devletin ihtiyacı kadar’ cumhuriyet rejiminin vazgeçilmez sloganıydı. Herhangi birşey ‘eğer devletimiz için gerekiyorsa’ mümkün ve muteberdi. Cumhuriyetin bu sloganı tersinden okunduğunda ‘devlet dışında hiçbirşey’ demektir. Durum böyledir ama yere göğe sığdırılamayan bir modernlik, çağdaşlık söylemi geçerlidir. Oysa cumhuriyetin ‘modernliği’ toplumu değil devleti angaje ediyordu ve kelimenin gerçek anlamında moderniteyle ilgili değildi.

Atatürk İnkılapları denilenin yegane misyonu da devleti takviye etmek, devletin toplum üzerindeki denetimini ve baskıcı ‘yeteneğini’ kuvvetlendirmekti. 1923 de değişen sadece devletin adıydı... Devlet toplum ilişkisinin mahiyeti ve yönü sadece eskide olduğu gibi kalmadı, devletin baskıcı niteliği takviye edilerek toplum tam bir cendereye sokuldu. Böyle bir rejimde devletten görece bağımsız halk temelli ‘sivil’ örgütlere yer yoktu. Daha doğrusu hiçbir özerk, farklı, orijinal, ayıkırı düşünce ve devletten ‘görece bağımsız’ muhalif örgütün yaşamasına izin verilmezdi. Eğer devlete ‘sivil toplum örgütü’ veya örgütleri gerekiyorsa, devletimiz gereğini yapardı. Türk Ocakları, Halkevleri, Köy Odaları tam da ‘devletimizin’ bu ihtiyacına cevap veren kuruluşlardı. Aslında bunlara uygun düşen adlar: Devlet Ocakları, Devlet Evleri, Devlet Odaları olabilirdi ve asıl misyonları ideolojik endoktrinasyondu. Çok partili sistem denilene geçildiği 1945 sonrasında özellikle de ‘soğuk savaşın’ kızıştığı 1960’lı yıllarda devletimizin gözde ‘STK’sı Ülkü Ocakları olacaktı. Şimdilerde Alperen Ocakları ve Atatürkçü Düşünce derneği söz konusu geleneğin devamıdır. Elbette 1945 sonrasında tek parti diktatörlüğündekinden farklı bir STK yapılanması ve işleyişi söz konusu olacaktı.

Küresel kapitalizm çağında STK’lar neden önem kazandı? Misyonları nedir? STK söylemi ne demeye geliyor?

Bu sorulara cevap vermeden önce STK’dan ne anlaşılması gerektiği üzerinde kısaca durmak gerekiyor. Sivil toplum, devlet dışında olan toplum sınıflarını ifade ediyor. Sivil toplum örgütü de toplumum belirli sınıflarının, gruplarının, kesimlerinin çıkarlarını gerçekleştirmek amacıyla oluşturulan örgütlere deniyor, en azından teorik olarak öyle olması gerekir. Mesela işçilerin sınıfsal çıkarlarını gerçekleştirmek, işçi haklarını savunmak üzere kurulan işçi örgütleri [eğer gerçekten işçi örgütüyseler] bir sivil toplum örgütü sayılması gerekir. Bu durumda işçi örgütü sermaye sınıfının karşısında konumlanmıştır ve sermaye sınıfına ve devlete karşı sınıfın haklarını, çıkarlarını savunur, savunması gerekir, işçi sınıfının durumunu iyileştirmeyi amaçlar. Bu niteliğinden ötürü de demokratik kitle örgütüdür, misyonu ve varlık nedeni, haklar ve özgürlükler alanını genişletmektir. Topraksız köylülerin toprak reformu ve tarımsal iyileştirmeler amacıyla kurdukları bir örgüt veya ürünlerini değerlendirmeyi amaçlayan üretim kooperatifi bu anlamda bir sivil toplum örgütüdür. Eğitimin demokratikleştirilmesi amacıyla oluşturulan bir örgüt, ifade ve örgütlenme özgürlüğü alanını genişletmek üzere kurulan bir dernek, hapse atılan çocuklarla ilgili bir girişim [zira çocukların gideceği yer mapusane değil, okul ve oyun alanları oması gerekir], vb. sivil toplum örgütü sayılır, sayılması gerekir. Başka türlü ifade etmek istersek, demokrasi, özgürlük ve eşitlik alanını genişletmeyi, toplumu daha eşitlikçi ve demokratik ve rahat yaşanır duruma getirmeyi, bir bütün olarak yaşam standardını yükseltmeyi amaçlayan, toplumun defavorize unsurlarının oluşturdukları örgütlerin, kuruluşların ve girişimlerin gerçek anlamda sivil toplum örgütü sayılması gerekir. Velhasıl bilinen anlamda ‘profesyonel politika’ kulvarının dışında olmakla birlikte, politikayla ilgili, sınıf mücadelesinde taraf kurumlar, örgütler, girişimler, gerçek anlamda sivil toplum örgütleridir.
Oysa şimdilerde sivil toplum örgütü [bizde sivil toplum kuruluşu, STK] denilenler ekseri küresel kapitalizmi ve devletleri, geçerli egemenlik ilişkilerini meşrulaştırma işlevi görüyor. Bu yüzden ‘sivillikleri’ tartışmalıdır. Küresel kapitalizmin ve devletlerin araçlaştırdığı, ingilizce de NGO [non -governmental organizations- hükümet dışı örgürler] denilen örgütler apolitik oldukları ve öyle kaldıkları sürece muteber sayılıyorlar. Amaç söz konusu örgütlerle katılım yanılsaması yaratmak, demokrasinin temellerini hızla aşındıran bir süreç hızla yol alırken, demokratikleşme yolunda ilerlendiği yanılsaması yaratmak, olup-biteni meşrulaştırmaktır. Kapitalist sömürü, yağma ve talan geniş toplum kesimlerini açlık ve sefalete mahkûm ederken, açlıkla mücadele amacıyla kurulan ‘iyilikçi’ yardım örgütleri, aynı şekilde kapitalist sömürü doğa tahribatını derinleştirirken, kapitalizmin adını anmayan çevre koruma amaçlı STK’lar, apolitilik olarak kaldıkları ve kapitalist sömürüyü yok saydıkları sürece muteber sayılıyorlar ve kurulu düzen tarafından desteklenip-ödüllendiriliyorlar. Dolayısıyla tam bir ilişki tersliği söz konusu... Eğer kapitalizm, mantığının ve işleyişinin bir sonucu olarak göreli ve mutlak yoksulluk yaratmadan ve çevre tahribatını derinleştirmeden yol alamıyorsa, kapitalizmi yok sayarak yapılanlar ne anlama gelebilir? Bu tür STK’lar ‘sorunlar çözülüyor’ izlenimi ve yanılsaması yaratırken, aynı zamanda ‘katılım’ izlenimi ve yanılsaması da yaratıyorlar. Sömürü düzenini, sermayenin egemenliğini meşrulaştıran bir de think tank veya bizde ‘düşünce kuruluşu’ denilenler var. STK’lar sistemi pratik planda meşrulaştırıp kabullendirme işlevi görürken, think tank’lar gönüllü kulluğu sağlamanın hizmetinde... Büyük sermaye ve/veya devlet tarafından finanse edilen, asıl misyonları sermayenin saldırısını meşrulaştırıp- kabullendirmek olan NGO’ların, STK’ların teşhir edilmesi büyük önem taşıyor. Gerçek anlamda sivil toplum ve sivil toplum örgütleri ancak canlı bir politik tartışma ve faaliyet ortamında mümkündür oysa egemen STK söylemi apolitik sivil toplum örgütleri demek... O halde gerçekten sivil toplum örgütü sayılması gerekenin sınırı nerede başlıyor? Birincisi, sivil toplum örgütünün sivil toplumun bir bölügünün özel çıkarını savunurken, bunun emekçi toplum çoğunluğunun genel çıkarıyla çelişmemesi gerekir; ikincisi, söz konusu örgütün egemen ideolojiden [bizde resmi ideolojiden] bağımsızlaşması gerekir; üçüncüsü, devlet ve sermaye sınıfı karşısında maddi özerkliğe sahip olması, söz konusu iki odağa finansal planda bağlı olmaması gerekir. Dördüncüsü de devletle bilinen ilişkilerinden ötürü sermaye örgütlerinin sivil toplum örgütü tanımının dışında tutulması gerekir... Bu günün dünyasında sözünü ettiğimiz bu dört kritere uygun STKlar çok sınırlıdır, dolayısıyla STK tanımına dahil edilen örgütlerin büyük çoğunluğunun gerçek anlamda STK sayılması mümkün değildir. Bir kere sivil toplum örgütü denilenler finansal planda sermayeden devletten ve uluslararası kurumlardan doğrudan, ya da vakıflarlardan besleniyorlar. Finansal planda özerk olmayan kurumların, örgütlerin, girişimlerin başka alanlarda özerk olmaları mümkün değildir. Bilindiği gibi, finanse eden yönetir kuralı geçerlidir. Resmi ideolojiyle arasına sınır koymayı başaramayan, resmi ideolojiden bağımsızlaşamayan örgütlerin eninde sonunda rejim tarafından araçlaştırılmaları, kullanılmaları, manipüle edilmeleri kaçınılmazdır. Konumu gereği tüm işçilerin çıkarlarını savunması gereken bir sendikanın sadece kendi çatısı altındakilerin çıkarını savunması, sınıfın diğer kesimlerinin sorunlarına, bir bütün olarak toplumun sorunlarına yabancılaşması onu gerçek anlamda sivil toplum örgütü [sendika] olmaktan çıkarıyor. Böyle bir örgütün inandırıcı olması ve etkinlik sağlaması mümkün değildir.
Herkesin STK’sı kendine...

Türkiye’de devletin niteliğinden ötürü sivil alan son derece dar ve kuraktır. Rejim, özerk olan herşeye düşmandır. Özgür düşünce ve özerk kurumlar rejim tarafından büyük bir tehlike olarak görülür, takip edilir ve denetim altında tutulur. Mümkün olsa devlet dışında hiçbir kurumun yaşamasına izin verilmezdi. Genel yaklaşım da “eğer devletimize STK gerekiyorsa, onu da biz yaparız” şeklinde ifade edilebilir. Devlet engel olamadığı zaman manipüle etme, faaliyeti zorlaştırma yoluna gidiyor, başaramazsa cezalandırıyor, nihai olarak da yasaklıyor. Aslında farklı düşüncenin hain, muhalifin düşman, özerk örgütün tehlikeli sayılması, sistemin paradigmasıyla tutarlıdır. Bir kere devlet-millet özdeşliği varsayılıyor. Mustafa Kemal :”
“Geçen yıl içinde, parti ile hükümet teşkilatını birleştirmekle vatandaşlar arasında ayrılık tanımadığımızı fiilen göstermiş olduk” [1] derken, aslında devlet, millet, hükümet, parti özdeşliğine gönderme yapıyordu. Tam bir teklik söz konusuyken, çıkarları çatışan sınıflar da olmadığına göre, farklı, aykırı düşüncelere, bir sürü örgüte, vb. gerek olur muydu? Sınıfsız kaynaşmış bir kütle söz konusu değil miydi?.. Parti kişi partisi devlet de parti devleti olunca geriye devlet dışında birşey kalmıyordu.

Türkiye’de STK’lardan söz ederken bu durumu gözden uzak tutmamak gerekir. Aksi halde 28 Şubat darbesi için nerdeyse tüm büyük STK’ların darbeciler tarafından seferber edilmesini, şimdilerde bir kısım “STK” nin Ergenekon’a desteğini anlamak zorlaşır. Oysa, sivil toplum kuruluşlarının hiç bulaşmaması, olabildiğince uzağında durması, tam tersine karşısında yer alması gerekenin darbeler ve darbeciler olması gerekmez mi? Darbe yanlısı, darbeyi destekleyen bir örgüt hâlâ sivil toplum kuruluşu [STK] adını hak eder mi? O zaman bunlara başka bir ad bulmak gerekecektir, mesela, DDDK gibi... açılımı şöyle : Darbeci, Demokrasi Düşmanı Kuruluş... 23 Mayıs 2009 tarihli gezeteler 9 sivil toplum örgütünün bir araya gelerek, “ Kriz varsa çaresi de var” adıyla bir kampanya başlattıkları haberini veriyordu. Kampanya ‘Türk halkını tüketime çağırıyor ve beş hafta sürecek seferberliğin ilk haftasında eve kapanma pazara çık’ diyecek deniyordu. Söz konusu 9 sivil toplum örgütü: TOBB, Türk-İş Konfederasyonu, Hak-iş Konfederasyonu, Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu [TESK], Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu [TİSK], Kamu Sen, Türkiye İhracatçılar Meclisi [TİM], Türk Sanayici ve İşadamları Derneği [TÜSİAD], Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği [MÜSİAD]. Türkiye’nin en büyük STK’larının kapitalizmin krizine mucizevî bir çözüm bulduğu anlaşılıyor. Lâkin işçilerin, memurların çıkarlarını savunmak durumunda olan işçi STK’ları denilen sendikaların, patron STK’larıyla bu mucizenin aktörleri arasında yer alması, STK ve STK söyleminin ne menem bir şey olduğu hakkında fikir veriyor. Bir işçi örgütünün kapitalizmin krizi hakkında ve krize çözüm konusunda sermaye örgütleriyle aynı yaklaşıma sahip olması mümkün ve maktıklı mıdır? En kritik konuda dahi kendi safını belirlemekten aciz bir örgüt gerçekten işçi örgütü sayılacak mıdır? Böyle bir fotoğraf karesinde yer alan bir işçi konfederasyonu olabilir mi? Türkiye’de oluyor ve neden olduğu devletin niteliğini angaje eden tartışmaya gönderme yapıyor.
“Şu çılgın Türklerin STK’ları...”

Militarizm, bağnaz milliyetçilik ve körletici resmi tarih ve resmi ideoloji tarafından rehin alınmış bir toplumda, sivil toplum örgütü [STK] denilenlerin bu sefil durumunu anlamak zor değil... Aslında rejime modernlik [çağdaş diyorlar] demokratiklik görüntüsü veren cila kazınır, resmi söylemin dışına çıkılabilirse, Türkiye’nin 780 bin kilometre karelik bir kışla olduğu görülecektir. Sivil toplum örgütü [STK] denilenler işte bu kışlada sivillik yapıyorlar...
Demokrasi söylemi ve bir dizi kurum ve mekanizma, rejimin gerçek niteliğini gizleme işlevi görüyor. Böyle bir rejimde Ergenekon tutuklamalarından ve yargılamalarından ‘Çılgın Türklerin’ rahatsız olmaması mümkün mü? Sanatçılar gösteri yapıyor, üniversite hocaları cüppeleriyle Anıt kabir’e şikayete gidip bildiri yayınlıyor, darbeciler için Atalarından yardım istiyor... 150 sivil toplum örgütü Ergenekoncuları desteklemek için miting yapıyor ve mitingde konuşan “biz çılgın Türkleriz” diyor... STK denilen bu darbeci örgütlerin asıl kaygısı ne dersiniz? Cumhuriyetin kazanımlarının ve laikliğin tehlikede olduğunu sanıyorlar ve darbeyle tehlikenin bertaraf edileceğinden de kuşku duymuyorlar. Daha önce de yazdım, bunların asıl kaygısı cumhuriyetin kazınımlarıyla, laiklikle, vb. ilgili değil. Cumhuriyetle elde ettikleri statülerini, ayrıcalıklarını, dokunulmazlıklarını kaybetme korkusu onları meydanlara, Anıt Kabire taşıyan. Müesses nizamın, nomenklatura’nın efendileri iktidarlarını korumanın darbeden başka yolunun kalmadığını düşünüyorlar. Zira darbeler halkı işin dışında tutmamın, halkı işe karıştırmamanın, demokratik açılımların önünü kapatmanın en etkin aracı... Bu yüzden miting alanından darbecilere selam yolluyorlar. En büyük korkuları muhtemel bir demokratik açılım. Müesses nizamın tüm kurumları yüksek yargı, barolar, üniversiteler, devlet aydınları, ‘bir kısım medya’, tiyatro sanatçıları, vb. teyakkuzda... Laikliğin elden gitmekte olduğunu sanıyorlar.
Bu anlı şanlı kurumların yüksek memurları, ünlü sanatçılar, barolar, YÖK üniversitesinin ünvanlı memurları hayatlarında bir kerecik merak ve zahmet edip şu laiklik denilenin ne menem bir şey olduğuna dair azıcık kafa yormuşlar mıdır? Hiç böyle bir şeye ihtiyaç duydukları olmuş mudur? Korumak için çırpındıkları ‘cumhuriyetin kazanımları’ denilenin gerçekten ne olduğunu, kimin kazanımı olduğunu, cumhuriyetle kimin neyi kazandığını sorun etmişler midir? Edebilerler miydi? Resmi tarihin, resmi ideolojinin rahle-i tedrisinden geçmiş beyinleri hurafeler ve resmi yalanlarla iğfal edilmiş bu zevatın o tarakta bezi olması mümkün müdür?
Öyle bir Barolar Birliği ki, darbecileri korumak için seferber oluyor. Siz hiç bu dünya’da böyle birşey duydunuz mu? Ergenekoncular için ayağa kalkan bu hukukçular taifesinin başka bir konuda mesela işkence, “faili meçhul” denilen devlet cinayetleri, düşünce özgürlüğü, devlet tarafından ‘kaybedilenler’, vb. söz konusu olduğunda hiç başını kaldırdığını duydunuz mu? Duymazsınız çünkü bu ülkede hukuk adeletin tecellisi için değil, kutsal devletin korunması ve kollanması içindir... Elbette kutsal devletin de kimin devleti olduğu mâlûm...
Lâkin artık hiçbir şey eskisi gibi değil ve olmayacak, “memleketin sahiplerinin” rahatı bundan sonra daha çok kaçacak, velhasıl ‘Çılgın Türklerin’, Ergenekoncuların ve Ergenekoncu STK’ların işi zor... Gemi su almaya başladı ‘netekim’...
-------------
1. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri 1919-1938, 2. baskı 1961, Haz: Nimet Arsan, s. 392.