5 Temmuz 2009 Pazar

رُمّان - Nar

Filistin'den



ماجد أبو غوش - Macid Ebu Goş



أمسحُ عنها بِكَفّينِ مُرْتَعِشَتينِ

ما عَلِقَ عَلَيْها

مِنْ شَوْقٍ وانتظارْ

أُطبقُ عَليها بِشَفَتَيّ

وَبِنَهَمٍ شديدٍ

أشربُ ما يترقرقُ
من عسلٍ وماءْ
.......................
.......................
تستطيعونَ الآنَ

نسماعَ تأوّهاتِ شجرةِ الرُّمّا

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Güler Zere’ye Özgürlük


"...Güler Zere, bugün adeta ölüme terkedilmiş durumdadır. Cezaevleri koşullarında ölüme terk edilen bir insandır. İnsanların vicdanlarına dokunan bir sesin en somut örneğidir..."

Murat Altunöz
murataltunoza@gmail.com

Yaşam , bir insanın en kutsal hakkıdır. Ama maalesef ülkemizde yaşam hakkını kazanmak çok kolay değildir. Bu hafta bir dostum elime bir dosya tutuşturdu; üzerinde “Güler Zere’ye Özgürlük” yazıyordu. Şüphesiz Ülkemizdeki cezaevlerinde yaşanan katliamlar, ölümler hiç dillerden düşmedi. Keza şimdi de “kanser hastası” Güler Zere’nin ölümle yaşam arasında incecik bir çizgide yaşadığını öğrendim.

Peki kimdi bu Güler Zere?.. 14 yıldır özgürlüğünden mahrum olan 37 yaşındaki politik kadın tutsak.

Yani ne istemiştir? Daha güzel bir yaşam, bağımsız bir ülke.

Çukurova Üniversitesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı tarafından savcılığın talebi üzerine hazırlanan raporda Güler Zere'nin tedavisinin bu koşullarda mümkün olmadığı ve hayati tehlikesinin bulunması gerekçeleriyle infazın ertelenmesi gerektiği belirtilmesine rağmen, tahliye edilmemiştir. Güler Zere, bugün adeta ölüme terkedilmiş durumdadır. Cezaevleri koşullarında ölüme terk edilen bir insandır. İnsanların vicdanlarına dokunan bir sesin en somut örneğidir. O ölümler yaşam arasında gidip gelen bir insandır. Son bir haftadır Güler Zere’nin çığlığını duyurmaya çalışan arkadaşlarına ses veren var mıydı Antakya’da, maalesef yoktu. Çünkü insan anladığı veya işine geldiği gibi devrimcilik yapıyor veya insan savunucusu oluyor.

Şimdi sormak isterim: Bu ülkede insan haklarını savunmak için kollarını sıvayan İHD’li dostlarımız nerede? Sendikalar, Sivil Toplum Örgütleri neredesiniz ? Neden bu sese kulak olmuyorsunuz?.. Neyin davetiyesini bekliyorsunuz!..

Aslında boş yere bağırdığımı çok iyi biliyorum.Dedim ya, biz sadece işimize geleni duyarız, işimize gelen ile ilgili açıklama yaparız. Ama unutmayın orada bir insan var. Ölümle yaşam arasıda kalan. Orada insanlık onurunu savunan bir ışık var. O ışığı görmeseniz, ışık söndüğünde hepiniz karanlıkta kalırsınız. Benden hatırlatması….

Murat Altunöz
Türkiye Edebiyatçılar Derneği Hatay Temsilcisi
Gazeteci
------------
http://www.antakyaajans.blogspot.com/

3 Temmuz 2009 Cuma

Reklamlar İnsana ve Doğaya Karşı...


“Fakat reklâmcı sadece mal satmanın hizmetinde değil, politika pazarında da etkili, zira politika da giderek metalaşmış bir faaliyete dönüştü. Seçilmenin yolu artık reklamdan ve reklamcıdan geçiyor. Bu politikanın iflası demektir. Şunun için ki, mâlûm “politika toplumsal yaşamı adalet içinde düzenlemek” anlamındadır... Oysa reklam ve reklamcının istediği yurttaş değil tüketicidir...”

Fikret Başkaya


Kapitalizm, mantığının ve temel işleyiş ‘yasalarının’ bir sonucu olarak, her seferinde daha çok üretmeden varolamıyor veya her ileri aşamada daha çok üretmeye mahkûm. Lâkin, her seferinde daha çok üretebilmesi, üretilenin tüketilmesiyle mümkün.
İkincisi, kapitalist üretimde asıl amaç insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, kâr etmek üzere değişim değeri üretmektir. İnsan ihtiyaçlarının tatmin edilmesi gereğiyse, kâr etmenin bir türevidir. Oysa medenî bir insan toplumunda, insan ihtiyaçlarını tatmin etmek üzere kullanım değeri üretilmesi gerekirdi. Şimdilerde insanlığın yüzyüze geldiği sayısız kötülükler ve saçmalıklar, araçlarla amaçların yerdegiştirmesi ters-yüz olması, velhasıl öküzün arabanın arkasına koşulmasının sonucu... Bu kepazelik kendinden menkûl bir bilim ve sürekli kutsanan bir yeni, yenilik/yenilikçilik retoriğiyle tartışılır ve anlaşılır olmaktan çıkıyor. Sistem üretim ve tüketim çılgınlığı üzerine oturuyor ama bu dünyada üretimin de tüketimin de bir karşılığı var, olması gerekiyor. Zira dünyanın kaynakları sınırsız değil.

Türkçenin henüz öztürkçeleştirilmediği dönemde, tüketim ve tüketici yerine, istihlâk ve müstehlik kelimeleri kullanılırdı. Bilindiği gibi, istihlâk helâk’tan türemedir. Helâk: mahvolma, ölme, harcanma... gibi anlamlara geliyor. Fransızca’da Latince cum-summa dan türeme kelimelerden biri olan consumer de bitirmek, yok etmek, öldürmek, yakıp kül etmek... gibi anlamlarla yüklü... O halde insanların yaptıklarının, ne anlama geldiğinin bilincinde olmaları önemli. Eğer daha çok tüketmek daha çok tahrip etmek, daha çok yok etmek, daha çok kirletmek, daha çok atık [çöp] demekse, şu tüketim çılgınlığının saçmalığı açık değil mi? Bu sefil durum bir önkabule dayanıyor: daha çok tüketmek daha büyük mutlulukla özdeş sayılıyor. Tükettiğin kadar mutlusun, tükettikçe mutlusun, ne kadar çok tüketirsen o kadar çok mutlusun...

Elbette çelişki ve saçmalık bununla sınırlı değil, öyle bir burjuva uygarlığı ki, birilerinin [azınlık] daha çok tüketebilmesi, başkalarının [çoğunluk] gerekli olanı tüketemez duruma gelmesiyle, yaşam için gerekli asgarî araçlardan yoksun bırakılmasıyla mümkün... Şimdilerde 1 milyar insan açlıkla cebelleşiyor, yılda silahlanmaya 1400 milyar dolar, reklamlara da 450 milyar dolar harcanıyor... Sadece bu rakamlar burjuva uygarlığının ne menem bir şey olduğunu, insanlığı ne duruma getirdiğini göstermeye yeterli değil mi? Maddi tüketimle insan mutluluğu arasında doğru yönde bir ilişki olduğunu varsaymaktan daha büyük aymazlık olabilir mi? Sistem, çoğunluğu akıl almaz bir sefalete mahkûm ederken, çok tüketen azınlığı da insanlıktan çıkarıyor ama ne hikmetse ona da ‘mutlu azınlık’ diyorlar... Demek ki, herkes için aynı anlama gelen bir mutluluk tanımı yok... İşte onca övünülen, onca yüceltilen kapitalist uygarlığın marifeti... Ortalıkta medeniyet tanımına uygun bir şey var mı?

Adına yarışır, medenî bir insan toplumunun bazı değerlere dayanması gerekir, işte paylaşım, dostluk, kardeşlik, karşılıklı saygı ve sevgi, zayıfları kayırma, hoşgörü, eşitlik ve özgürlük bilinci, estetik duyarlılık, estetik-entellektüel etkinlik, v.b... Sadece ahlâk dışı değil, ahlâka da karşı olan kapitalizmin kitabında bunların hiçbirine yer yoktur. Orada söz konusu olan rekabet, para, güçlünün yasasıdır ve insanın ürettiği eşya [şeyler] onu üreten insandan daha ‘değerlidir’... Kapitalist sistemin devamı için daha çok üretme zorunluluğu var ama üretmekle iş bitiyor. Üretilenin mutlaka satılması [realizasyon] gerekiyor. Fakat sistemin kaçınılmaz olarak bir kutupta zenginlik biriktirmesi, karşı kutupta yoksulluk ve sefalet biriktirmesine bağlı olduğu için, üretilenin satılması yani realizasyon ekseri sorun oluyor.
Kapitalizm toplumsal eşitsizlik yaratmadan ve onu derinleştirmeden yol alamıyor. İşte reklamın ve reklamcının pis misyonu bu aşamada ortaya çıkıyor ve söz konusu pürüzü aşmak üzere devreye giriyor. Reklam potansiyel müşterilerin [satın alabilir durumda olanlar] daha fazla satın almasını sağlamak üzere kelimeleri deforme ediyor, dili ve sembolleri manipüle ediyor, kelimelerin ve kavramların içini boşaltıyor. İnsanlarda satın alma istek ve arzusunu harekete geçirmek için göze pek görünmeyen bir strateji uyguluyor. Bütün bu reklam stratejisinin amacı insanları satın almaya ikna etmek ve o amaç için aldatmaktır.

Reklam, kimi zaman gülünç, kimi zaman ‘sempatik’, kimi zaman da şaşırtıcı görüntü, imaj ve dille tehlikeli bir iş yapıyor, sürekli yenilenen bıktırıcı imajlar, sözler, görüntüler, sesler, vb. insanları alıklaştırıp- yaşamın anlamını yok ediyor. İnsanların düşünme yeteneğini köreltiyor, iyiyle- kötü, doğruyla-yanlış, güzelle-çirkin ayrımı yapmasını zorlaştırıyor. Bunları yazarken reklamcı taifesinin: “siz insanları akılsız, öyle kolay kandırılır yaratıklar olarak mı görüyorsunuz, bu onlara harekettir...” dediklerini duyar gibiyim ama dananın kuyruğu öyle değil. Zira yaptıkları söylediklerini yalanlıyor. Asıl amaçları insanları satın almaya ikna etmek üzere etkilemek değil mi? Oysa insanlar pekâlâ manipüle edilebiliyor ve etkilenebiliyor ve şartlandırılabiliyor... Elbette bıktırıcı tekrar da işlevsiz değil. Bu yüzden George Orwell haklı olarak: “64 bininci tekrarda herşey gerçek haline gelir” demişti... Gerçekten bir şey ne kadar çok tekrarlanırsa bilinçaltına yerleşme olasılığı da doğru orantılı olarak büyüyor... Bu konuda şartlı refleks denilenle ilgili bildiğinizi hatırlamanız yeterli...

Fakat reklâmcı sadece mal satmanın hizmetinde değil, politika pazarında da etkili, zira politika da giderek metalaşmış bir faaliyete dönüştü. Seçilmenin yolu artık reklamdan ve reklamcıdan geçiyor. Bu politikanın iflası demektir. Şunun için ki, mâlûm “politika toplumsal yaşamı adalet içinde düzenlemek” anlamındadır... Oysa reklam ve reklamcının istediği yurttaş değil tüketicidir...
Reklamcının başarısı insana insanlığını unutturmaktan geçiyor. Ünlü çokuluslu reklam şirketi DDB’nin patronu Bill Benbach : “Onları bön ve aptal hale getir [ Keep them simple and stupid]” derken, reklamla amaçlananın ne olduğunu pek de nâzik olmayan bir üslûpla ifade ediyordu... Reklamcı her türlü imkân ve aracı kullanarak potansiyel müşteriyi satın almaya ikna ediyor. Bu amaçla insanları ‘çocuklaştırması’ gerekiyor... Başka türlü söylersek reklamcının imâl etmek istediği insan ‘çocuk olarak kalmış, çocuklaşmış büyüklerdir’... ‘büyümüşte küçülmüş değil de, küçülmüş de büyümüş...

Şu malı veya hizmeti satın alırsan mutlu olursun, almadığın zaman mutsuzsun. O halde reklamın önce insanda mutsuzluk duygusu, eksiklik duygusu yaratması gerekiyor ki, mutluluğa terfi etmek üzere önerilen ürünü satın alsın. Velhasıl mutsuzluk durumundan kurtulmanın yolu satın almaktan geçiyor... Elbette sadece satın almak değil, herkesin aynı şeyi satın alması, daha çok, daha çok ve daha çok satın alması... durmadan satın alması... Öyle bir insan ki, nedensiz ve amaçsız, dur durak bilmeden satın alıyor, satın almak için satın alıyor ve satın aldığı için ‘mutlu’ olduğunu sanıyor. Reklam sahip ol diyor, insan ol demesi mümkün değil. Metroda bir reklam gözüme batmıştı... batmaması mümkün mü... İştahla çikolatalı pastayı yiyen genç kızın resminin altında: “ mutlu et kendini” yazılmıştı. Reklamda sanki iki farklı kişilik resmediliyordu veya genç kızın kişiliği ikiye bölünmüştü: biri mutsuz olan ve pastayı yiyince mutlu olacak olan, diğeri de yeme fiilini gerçekleştirmek üzere pastayı satın alacak olan... Reklamların tahribatının nerelere vardığının sadece bir örneği... Asgari sağduyu ve düşünme yeteneğine sahip biri daha çok sahip olmak eşittir daha büyük mutluluk denklemine itibar eder mi? Ne kadar sembol ve değer varsa insanları tüketim düşkünü, tüketim bağımlısı [ alkol, uyuşturucu... bağımlısı gibi] yapmak üzere seferber ediliyor...
Bir şey üretmek demek doğadan bir şeyler almak, eksiltmek demek ve kullanılan doğal kaynaklar sınırsız değil. Kapitalist üretim ve onu meşrulaştıran kendinden menkûl “iktisat bilimi”, doğal kaynakların sınırsız olduğunu ilân etti. Böyle bir saçmalığa insanlar inandırıldı. Reklamlar her gün binlerce defa ‘daha çok tüket’ diyor lâkin üretilenin çoğu çöpe atılıyor. Çöpe atmak için üretimin kural haline geldiği bir dünyada milyonlarca insan açlıktan ölüyor ve hâlâ kapitalist üretim tarzının yegane rasyonel üretim tarzı olduğuna insanlar inandırılmak isteniyor. Üretim ve tüketim çılgınlığı ve atıklar doğa tahribatını derinleştirirken, insanı, toplumu ve doğayı kirletiyor. Aslında çöp dağlarına bakarak insanlığın içine sürüklendiği sefil manzaraya dair fikir edinmek mümkün... Reklamlar üretilenin eskimesine izin vermiyor. Yeni olan muteberdir düşüncesi sürekli yenilenip, tam bir saplantı haline getiriliyor ve tabii durmadan şeylerin yenileri üretiliyor ve yeniye sahip olmak mutlu olmak demek... Reklamlar ürün fiyatlarını yükseltiyor ve ‘kaliteyi ucuza’ aldığını sanan şanslı tüketiciye yükleniyor. Ödediğiniz fiyata reklam maliyeti de dahil...

Reklamlar basın özgürlüğünün de düşmanı. Şimdilerde yazılı basın, radyo ve televizyon reklamlarla ayakta kalabiliyor ve reklamı verenler de büyük çokuluslu şirketler. Şirketler reklamı kestiğinde televizyonun da fişi kesiliyor, gazeteler kapanıyor, radyolar susuyor. Böyle bir durumda gazetecilerin reklamı eleştirmesi mümkün mü? Reklamı yapılan malın kalitesine dair itirazda bulunabilir misiniz? Zaten reklam tek yönlüdür ve reklama maruz kalanın söz hakkı yoktur. Reklamlara dair eleştirel bir yazının, haberin yayınlanması mümkün mü? O zaman ancak reklamı sorun etmeyenler büyük medyada yer bulabilirler ve yalan ve tahrifat korosuna dahil olabilirler. Mesele okuduğunuz bu yazının veya benzerlerinin büyük gazetelerde yayınlanması, televizyonlarda yankı bulması mümkün mü? Böyle bir ortamda da başta yazılı basın olmak üzere medya denilenin bir tür reklam kataloguna dönüşmesi kaçınılmaz... Oysa basının [veya medyanın densin] adına lâyık olabilmesi, paranın ve devletin iktidarından bağımsız olmasıyla mümkündür.

Reklamlar israfın hizmetinde ve insanlara markalarla tuzak kuruluyor. Marka, malın kalitesini sorun etmeyi engelliyor ve değerinin çok üstünde satmanın da garantisi. Üstelik marka mal almak marifet sayılıyor. Ucuzluk kampanyaları ve promosyonlar israfı daha da büyütüyor. İnsanlar ucuza satın alma yanılsaması tuzağına düşürülüyor. İki alana üçüncüsü bedava türü kampanyalar insanlara ihtiyaçları olmayan şeyleri satmak demek. Bir insanın ihtiyacı olmayan şeyleri ucuz olduğu için satın alması ne anlama geliyor? Ucuza satın alma da ekseri bir yanılsama olmak kaydıyla. Kaldı ki, gerçekten ucuzsa bile ucuza satın almak uzun vadede itibar edilebilir bir şey de olmamalıdır. Mallar emek harcanarak üretiliyor ve ucuza üretilmesinin koşullarından biri ve başlıcası da üreticinin, işçinin, esnafın, çiftçinin aşırı sömürülmesidir ki, bunun uzun vadede bumerang etkisi yaratması kaçınılmazdır. Reklamlar satın alma gücü olmayan insanları da ‘marka’ mallar satın almaya özendirip borçlandırarak düşük gelirli ailelerde gereksiz sıkıntılar, dramlar, huzursuzluklar yaratıyor, gençleri suça özendiriyor...

Tüketiciyi manipüle eden, gereksiz ihtiyaçlar yaratan, doğa tahribatını derinleştiren, erkek egemenliğini ve önyargıları pekiştiren, ürün fiyatlarını yükselten, insanları bunaltan, çevreyi kirletip-çirkinleştiren, sürekli yalan söyleyen... reklamlara karşı çıkmak gerekli ve mümkün. Bu saldırıya başta örgütlenerek, örgütlerle karşı çıkmak mümkün ama bireysel planda da yapılabilecek şeyler var ve bu ikisi birbirini tamamlamak durumunda. Reklam karşıtı örgütler oluşturmak ve muhalif örgütlerin bu konuda duyarlı ve sorumlu davranmalarını sağlamak için çaba harcanabilir. Kaldı ki, kapitalizme karşı mücadele ettiğini söyleyen örgütlerin reklamın tahribatı karşısında tepkisiz kalmaları, onu ciddiye almamaları anlaşılır bir şey değildir... Her birimiz gönüllü yetingenlik tercihi yapabiliriz. Sade yaşamanın, azla yetinmenin insanlık demek olduğu düşüncesini yaygınlaştırmak üzere pekâlâ işe kendimizden başlayabiliriz...

Kapitalizmin ve reklamların dayattığını değil de ihtiyacımız olana sahip olmakla yetinebiliriz. İsraf ordusundan firar edebiliriz. Bir şeyi satın almadan önce ve mutlaka bu bana gerçekten gerekli mi? sorusunu sorabiliriz. Reklamların kölesi olmamanın mümkün ve gerekli olduğunu kendi yaşamımızda gösterebiliriz. İnsan mutluluğuyla sahip olunan eşya arasında doğru yönde bir ilişki olduğuna dair genel-geçer yaygın ama saçma kabulün dışına çıkabiliriz. Asıl zenginliğin meta dünyasının dışında olabileceği düşüncesini yaygınlaştırabiliriz. Bunun için de işe sürüden ayrılarak başlayabiliriz...
Bu vesileyle reklamı sanat sayanlarla, reklamlarda rol alan sanatçılara da bir çift sözüm var: Bir kere reklam kirletiyor ve kirletme eylemiyle sanatın bir ve aynı şey sayılması abestir. Bizzat reklamın varlık nedeni sanatın ve sanatçının inkârıdır; ikincisi, gerçek sanatçının reklamlarda rol alması, bir şekilde reklama bulaşması kabul edilebilir değildir. İnsanları aldatıp-alıklaştıran, kirli ve kirleten reklamlarda rol almayı, bu sefil oyunda kendini maskara etmeyi içine sindiren biri kendi varlık nedenine ve kendi etiğine ihanet etmiştir.

Sanat güzelin ve daha güzelin, hayatı güzelleştirmenin, ona anlam katıp-zenginleştirmenin hizmetinde, reklam da yalanın, insanı ve toplumu kirletmenin, doğayı tahrip etmenin hizmetinde olduğuna göre...

1 Temmuz 2009 Çarşamba

DEVLET-ULUS NE OLA?


Prof. Dr. M. Şehmus Güzel

« Türkiye Cumhuriyeti’nde Kürt, Çerkes, Laz, Süryani, Ermeni halklarına ve diğerlerine eziyet ederek ille « Türk ulusu » yaratmak sevdası 1930’ların başından bu yana sürüyor. Bu konuda değerli bilimadamı, iyi insan, bu konularda yol açıcı dostum İsmail Beşikçi’nin bu alanda ilk olma özelliği de taşıyan birçok kitabında dünya kadar bilgi, belge ve yorum bulunuyor. Bugün varılan tarihi aşamada, dünya ve bölge koşulları içinde bu « sevda »da ısrar bana kalırsa intihara benziyor. Evet bu konuda reform yapmak istemeyen her devlet iflas edecektir. Devletlerin iflası onların aynı zamanda intiharı da demektir. »


Bugün kısaca her tarafından çatır çatır çatırdayan « devlet-ulus »tan söz etmek istiyorum. Çatırdayan « devlet-uluslarının » yerle yeksan olmasını engellemek amacıyla Avrupa devletlerinden birkaçı, halkların değişik yönlü mücadeleleri yani « alta »tan gelen, dipten ve derinden akan nehirlerin ittirmesi sonucu « üst »ten kimi düzeltimlere/reformlara gidildi. Evet devlet-uluslarının sür gitmesinin mümkün olmadığını gören kimi devletlerin « akıllı » yöneticileri « paçayı kurtarmak » için devlet-ulus isimli merkezci, asimilasyonist, başa bela, dediğim dedik, kestiğim kestik, astığım astık devlet-ulusu yerine yerinden yönetime, adem-i merkeziyete, desantralizasyona geçerek federal yapılanmaya doğru adımlar attılar. Kimi ismini söyleyerek, kimi söylemeyerek federal yapıyı seçti. Bugün Avrupa Birliği üyesi devletler arasında açıkca federal yapılı Almanya, Avusturya, İspanya, Belçika, İngiltere örnekleri iyi biliniyor. Ama Fransa ve İtalya’daki « bölge » sistemi de ismini söylemek istemeyen bir yerinden yönetim düzenidir....

Elbette bu yeni tür yapılanmalar halkların kendi kaderlerini bizzat tayin etmek arzusunu ortadan kaldıramıyor. Nitekim kimi örneklerinden bildiğimiz gibi federal yapılı devletlerdeki federe devletlerde veya Fransa Cumhuriyeti gibi bölge sistemini benimsemişlerde bölgelerdeki halkların bağımsızlık özlemi sürüyor. Ve bu özlem siyasi yelpazede yankılanıyor, rengini ve sesini buluyor ve duyuruyor. Kendi siyasi partileri içinde bağımsızlık için mücadelelerini sürdürüyorlar. Seçimlere kimi kez katılan kimi kez boykot eden bu partilerin varlığı halkların bağımsızlık özleminin açık ispatıdır.

Burada hemen şunu vurgulamak şart : Devlet-ulus Türkçeleştirilirken « ulus-devlet » biçiminde yazılarak yapılan, bilinçli veya bilinçsiz, açık hataya artık son vermek lazım. Çünkü bu sadece bir çeviri hatası değildir. Bu çok önemli bir konseptin ters yüz edilmesidir. Bir kavramın çarpıtılmasıdır. Bir yaklaşımın tam da ters biçimde anlaşılmasına yol açabilecek koskocaman bir yanlıştır. Hiç kimsenin evet evet hiç kimsenin « ulus-devlet » diye yazmaya hakkı yoktur.

Çünkü devlet-ulus belasını başımıza saranlar ulus-devlet demek niyetinde olsaydılar Etat-Nation veya State-Nation diye yazmazlardı. Hele bu iki sözçüğün arasına o tireyi hiç koymazlardı. Bu tire bu iki sözçüğün çeviriminde sıranın bozulmamasının gerektiği anlamındadır.
Bu kadar da değil. Ulus-devlet diye yazmak aynı zamanda inanılması bile çok zor bir kavram hatasıdır. Çünkü devlet-ulus kavramını icat edenlerin/önerenlerin bu biçimde yazmalarının nedeni belli bir tarihi aşamada kurulan bir devletin kendisine belli bir tanınmışlık, bir meşruiyet kazandırabilmek için ille BİR ULUS YARATMAK İHTİYACINI duyduğunu vurgulamak istemeleridir. Şimdi elbette kimi arkadaş « Ulus zaten vardır » diyebilir. Ben de o zaman « Maalesef birçok devlet kendi ulusunu yaratmak için çok kan döktü, çok eziyet etti, çok insan öldürdü, kimi yüzyıldan fazla bir süre sonra bile bunu başaramadı. » derim. Örneğin İtalya veya Fransa « Cumhuriyet »leri. Ve halklar halk olarak kalmak istediler. Ve kaldılar. « Ulus »u devletlere bıraktılar...

Daha vahimi bu örnekleri ve hele « yayılmacı » niteliği sonucu Fransız usulü devlet-ulusu kopya eden bölgemizin, halklarına düşman devletlerinin bu « kendi ulusunu inşa » işine 1920’lerden, 1930’lardan sonra başlaması ve en çekilmez rejimleriyle halklarını,yani bizzat kendi yurttaşlarını inim inim inletmeleri. Ama bütün bunlara rağmen bunu başaramamaları. Çünkü bu « kendu ulusunu inşa » 19. Yüzyılda mümkün değildi veya çok ama çok zordu, 20. Yüzyılda mümkün olamazdı. Hele 21. Yüzyılda ya iflasla bitecektir. Ya da federal yapıya geçmek zoranda kalacaktır. Bugün Irak Cumhuriyeti’nin iflası bu bağlamda hiç mi hiç yabana atılamayacak bir örnektir. Daha birkaç yıl önce « Irak ulusu » « Irak ulusu » diye diye hançerelerini yırtanların bugün gıkı çıkmıyor. Çünkü Irak Cumhuriyeti’nin diğer halklar yanında Arap ve Kürt halklarını zorla, binbir eziyet ve akıl almaz katliamlarla « eriterek », zorla birbirine benzeterek, tek dil konuşturarak yaratmak istediği « Irak ulusu » « olmadı ». İnşa edilemedi. Serada yetiştirilemedi. Yaratılamadı. Irak Cumhuriyeti isimli devlet-ulus macerası sıfırı tüketti. İflas etti. Bugün onun yerini alan devlet yapısı federal devlet yapısıdır. Evet bunun başka türlü bir biçimde yapılması tercih edilirdi. Halkların ve bilhassa toplumsal sınıfların özlemlerine koşut olarak. Bu önemli, ayrı ve asla ihmal edilmemesi gereken bir konu. Ama bizi burada ilgilendiren Irak sivil ve askeri takımlarının, bu takımlara siyasetbiliminde « elitler », veya sadece « elit », veya « seçkinler » deniyor, bildiğiniz gibi, Fransa Cumhuriyeti kopyacılığında nasıl sınıfta kaldıklarının altını çizmek. Bu takımlar kopyacılıkta bir darbelerini bir 14 Temmuz’da yapmaya kadar bile götürerek işin ölçüsünü kaçırdılar. Sanki devlet-ulus modeli Fransa’da « başarılı olmuş » ta « Irak’ta da başarılı olacak » diye halklarını gözlerini kırpmadan ezdiler. Ezdiler. Halklar direndiler. Direndiler ve saati gelince rövanşını almasını bildiler. Evet Irak’taki merkezi ve hotzotcu devlet aynı zamanda katliamlarla, kitlesel öldürmelerle (Halebçe’yi T büyük harfla Tarih hiç bir zaman unutmayacaktır. Kürt halkı başta bölge halkları ise asla.)

Irak örneği herkese ve hele en başta komşularına örnek olacak mı ? Göreceğiz.

Fransa taklitciliğinde Afrika’dan da örnek verebilirim. Başkenti Niamey’in mütevazi Üniversitesi’nde bir süreliğine ders vermeye gittiğim Afrika’nın ve dünyanın en yoksul devletlerinden ve 1960’dan itibaren bağımsız (Fransa sömürgeciliğinden) Nijer’de (Güney komşusu ve petrol zengini Nijerya Birliği ile karıştırılmamalı) Niamey havalanına indiğimde ilk gördüğüm dev bandrolların Fransızca yazılı olarak « Yaşasın Nijer ulusu » bandrolu olması karşısında ağlamalı mı ağlamamalı mı diye durakladım. Bu ve benzeri ( İşte biri daha « Nijer ulusunu yaratmak için ileri ! ». Pes !) bir dizi bandrol birçok halklı, birçok dilli bu şirin ülkeye tam anlamıyla haksızlıktı(r). Birçok dil kullanan öğrencilerim, değişik birçok halktan çocuklardı. Ben bile o bir süre içinde Nijer’de nüfusun çoğunluğunca konuşulan Hausa halkının dilini öğrenmek üzere ders çalıştım. Epey sözçük ve birçok cümleyi aklıma yazdım. Ama bu devlette Fransızca resmî dildi ve halkın büyük çoğunluğu bu dili bilmiyor(du)... Aklıma elbette hemen Mustafa Kemal’in 1920’lerin başında o zamanki telafuzu ve yazılışıyla « Türkiya Cümhüriyeti » için resmi dil olarak birara Fransızcayı seçmeyi düşündüğü geldi. Bakalım « Nijer ulusunu » yaratmak sevdası ne kadar sürecek. Ama şimdiden yazayım Nijer’de tanıdığım ve oradaki isimleriyle « Çölün Mavi Adamları », giysileri çünkü tümden mavinin değişik tonlarından, Tuaregler, Tuareg halkının en okumuş akıllıları bu konuda hiç te devletle aynı fikirde değiler ve Nijer’in kuzeyinde, kuzeybatısında ve Mali’de ve Tuareglerin bulunduğu diğer bölge devletlerinde seslerini duyuruyorlar.

Umarım buraya kadar anlattıklarımla devlet-ulus yazmak gerektiğini, çünkü bu kavramla kurulan bir devletin « kendi ulusunu » yaratmak için ne yapmak istendiğinin vurgulandığını kısaca anlatabildim. ( Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için Devlet-Ulus isimli kitabıma bakılabilir. Alan Yayıncılık, İstanbul, 1995. Tanımlar için s. 7’den itibaren.)

Türkiye Cumhuriyeti’nde Kürt, Çerkes, Laz, Süryani, Ermeni halklarına ve diğerlerine eziyet ederek ille « Türk ulusu » yaratmak sevdası 1930’ların başından bu yana sürüyor. Bu konuda değerli bilimadamı, iyi insan, bu konularda yol açıcı dostum İsmail Beşikçi’nin bu alanda ilk olma özelliği de taşıyan birçok kitabında dünya kadar bilgi, belge ve yorum bulunuyor. Bugün varılan tarihi aşamada, dünya ve bölge koşulları içinde bu « sevda »da ısrar bana kalırsa intihara benziyor. Evet bu konuda reform yapmak istemeyen her devlet iflas edecektir. Devletlerin iflası onların aynı zamanda intiharı da demektir.

Lenin olsaydı « Ne yapmalı ? » diye sorardı. Ve yanıtını bizzat kendisi şöyle verirdi : « Bu devletleri yıkmalı yerlerine daha adil, daha eşitlikçi, daha dürüst, halklarına eziyet etmeyen, asıp kesmeyen, çıkardığı kanunlara önce kendisi saygılı, yere düşen kadın ve erkekleri ve çocukları tekmelemeyen polislere sahip, kadınlar ve çocuklar başta bütün yurttaşlarına daha saygılı, yerinden yönetilen, federal yapılı, toplumsal demokrasiyi de içersemiş devletler kurmalı veya daha güzeli Ortadoğu Birleşik Devletleri adı altında her halkın kendini özgürce ifade edebileceği, kararlara katılan ve kararları yürüten insanlardan,yurttaşlardan, halklardan oluşan ve güler yüzlü sosyalizme doğru emin adımlarla yürüyen bir yeni yapılanma, federal veya konfederal bir devlet yapısı benimsenmeli. »

Bu mümkün mü ? Evet mümkün. Mutlaka kolay olmayacak ama mümkün. Biz göremeyebiliriz ama torunlarımız görecek. Bundan eminim.

(Bu metin 27-28 Haziran 2009’da Demokratik Halklar Federasyonu tarafından Ankara’da düzenlenen sempozyuma sunduğum « Devlet-Ulus : Kopyacılıktan iflasa » başlıklı tebliğimin girişinin gözden geçirilmiş yeni bir biçimidir. Bu sempozyumu düzenleyen dostlara burada bir kez daha teşekkür etmek isterim. Sempozyuma sunulan tebliğler bütünlükleri içinde yakında ortak bir kitap biçiminde okuyuculara sunulacak. Bunu da şimdiden haber vereyim dedim.)