31 Ekim 2009 Cumartesi

Öcalan: Asıl amaç PKK'nin tasfiyesi


Barışın ciddi bir iş olduğunu ve saygı gösterilmesi gerektiğini kaydeden Öcalan şöyle dedi: “Bu oyun değildir, ciddi olunması gerekiyor. Saygı gösterilmesi gerekir. Barış işi ciddi bir iştir, saygı ister. Her şey anlaşılmıştır. Bu grupların gelişi ve buna karşı Kürt halkının onurlu sahiplenişi, duruşu, Hükümetin gerçek yüzünü, niyetini ortaya çıkarmıştır."

İSTANBUL
- Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, “Açılım hikaye, asıl amaçları PKK’nin tasfiyesidir” diyerek, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı “ciddiyete” davet etti. Bundan sonra hiçbir grubun gelmeyeceğini ifade eden Öcalan, Erdoğan’ın birkaç rolü birden oynağını belirterek, “Ama Kürtler bu gölü yemez” vurgusunu yaptı. Bu açılım sürecinin geldiği son noktanın yine “alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete” olduğunu söyleyen Öcalan, Fransa’nın Korsika’ya tanıdığı hakların Kürtlere tanınması önerisinde bulundu.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın haftalık görüşmesinden son yaşanan gelişmelere ilişkin önemli açıklamalarda bulunduğu öğrenildi.

BARIŞ CİDDİYET İSTER

Barışın ciddi bir iş olduğunu ve saygı gösterilmesi gerektiğini kaydeden Öcalan şöyle dedi: “Bu oyun değildir, ciddi olunması gerekiyor. Saygı gösterilmesi gerekir. Barış işi ciddi bir iştir, saygı ister. Her şey anlaşılmıştır. Bu grupların gelişi ve buna karşı Kürt halkının onurlu sahiplenişi, duruşu, Hükümetin gerçek yüzünü, niyetini ortaya çıkarmıştır. Hükümetin planı suya düştü. Oraya gidenler sadece DTP ya da PKK sempatizanı değildir. AKP’liler de gitti. Hükümeti korkutan da budur. Kendi oy kaybından korktu. Ama bu durum öyle oy hesabıyla yürütülecek bir durum değil. Barış ciddiyet ister. Ben, çağrıma uyup gelen bütün arkadaşlara teşekkür ediyorum. Böylece bana bağlılıklarını göstermişlerdir. Bu grupların gelişi ve Kürt halkının tutumuyla barıştan yana olduğumuzu gösterdik. Kürt halkı barış iradesini açıkça ortaya koymuştur. Ama buna karşılık Hükümet ciddi yaklaşmamıştır.”

SAYGISIZLIK YAPIYORLAR

Öcalan, “Bu böyle olmaz. Bir yandan İçişleri Bakanı bir şey diyor, diğer yandan bu şehit aileleri istismar amaçlı Meclis’e giriyorlar, Meclis Başkanı’yla görüşüyorlar, saygısızca konuşuluyor, hakaret ediliyor, terör merör diyorlar. Bu saygısızlıktır” diye konuştu.

AKP SAMİMİ DEĞİL, BARIŞ İSTEMİYOR

AKP’nin bu işte ciddi olmadığının altını çizen Öcalan, Erdoğan’ı ciddiyete davet etti. Öcalan şöyle konuştu: “AKP, bu işte ciddi değil. Kasım ayı içinde birşeyler olabilir diyorlar ama göreceğiz. Bunlar bir tek halkı aldatmıyorlar devleti de aldatıyorlar. Günübirlik çıkarlarını düşünen politikacılar devlete de zarar veriyor, devletin itibarı ve saygınlığına gölge düşürüyorlar. Devlet adamlığı ciddiyet ister. Osmanlı’da devlet adamlığı vardı, devlet ciddiyeti vardı, bunlarda o da yok. Barış ciddi iştir, AKP samimi değil, bunların barış istedikleri yok. Bu açılım sürecinin geldiği son nokta yine “alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete”dir. Yine herşeyin günahını Kürtlerin üzerine atmaya çalışıyorlar. Bunların yaklaşımı on beş yaşındaki kızı kandırmaya çalışmaktır. Burada bana bu muameleyi yapmaya çalışıyorlar. Ama sonuç alamazlar. Süreci yeniden değerlendireceğiz falan diyorlar, olmaz böyle. Erdoğan’ı ciddiyete davet ediyorum. Bundan sonra grup mrup da gelmeyecek. Gelmelerine gerek kalmadı.”

ARINÇ’A SESLENİYORUM...

“Sil baştan ne demek? Ne yapıyorlarsa yapsınlar. Zaten bunların barış gibi bir niyetleri yok. Bunlar barışta ciddi değil, samimi değil. Bunların tek amacı tasfiyedir. CHP ile MHP’yi de geçelim, bunlar zaten barış istemiyor. Biri ulusalcı faşist diğeri milliyetçi faşist. Bunlar zaten savaş istiyor. Bülent Arınç’ın yaklaşımı biraz daha olumlu gibi görünüyor. Sayın Arınç’a buradan sesleniyorum. Bu AKP’nin yaptığı dine sığmaz, bin yıllık kardeşlik diyorlar, kardeşliğe de sığmaz, demokrasiye de sığmaz. Sayın Bülent Arınç, İslam tarihini biliyorsunuz; Uhud savaşını, Bedir savaşını, Hendek savaşını bilirsiniz. Beş bin asker ve beş bin korucu öldü diyorlar, kırk bin de bizden öldü diyorlar, toplam elli bin. Elli bin kişi ölmüşse orada savaş vardır. Terör diyorlar terör de olsa yine ortada bir savaş vardır. Savaş varsa ortada iki taraf olur. Ve barış da taraflar arasında olur.”

AÇILIM HİKAYE, ASIL AMAÇ PKK’NİN TASFİYESİ

“Başbakan’ın duygusal davranmaya hakkı yok. Ben on yıldır burada dünyanın en yalnız insanı durumunda tutuluyorum ama en zor anımda bile duygusal davranmıyorum. Barış süreci oy kaygısıyla yürütülemez. Bunlar hala koltuklarının derdindeler. AKP, samimi değil. Bu barış grubunun gelmesiyle AKP’nin ne yapmaya çalıştığı açıkça ortaya çıkmıştır. Zaten benim grup çağırmamdaki amaç da buydu. Bunlar sözde burada beni kullanarak bu meseleyi kendilerince halledeceklerini hesaplıyorlar. Beni bu amaçla kullanamazlar.Açılım hikaye, asıl amaçları PKK’nin tasfiyesidir.”

Öcalan şöyle devam etti: “İsmail Beşikçi ve Baskın Oran’ın gazetede çıkan yazılarına cevap vermek istiyorum. İsmail Beşikçi yazısında kırk milyon Kürt var, Kürtlerin de bir devletinin olması gerektiğini söylüyor. Olaya devletçi yaklaşıyor. Anlıyorum onu, İyiniyetlidir,dürüsttür. Devlet istemelisiniz mesajını veriyor. Ama benim ne demek istediğimi tam anlamıyor. Benim de sosyolojik yönüm güçlüdür. Beşikçi de sosyologtur ama devleti iyi tahlil edemiyor. Bu son savunmalarımda devlet konusundaki düşüncelerimi anlattım. Devlet halklara özgürlük getirmez.”

TÜRK ÜST KİMLİĞİ DEHŞETTİR

“Ben savunmalarımda devletin çözüm olmadığını tarihsel toplumsal temelde anlattım, açımladım. K. Marks, Lenin, Mao bunlar da devleti iyi tahlil edememişlerdir. İngiltere K. Marks’a kucak açıyordu, onlar tarafından besleniyordu, Almanya’ya karşı kullanma amacındaydı. K.Marks İngiliz ajanıdır demiyorum ama objektif olarak İngiliz politikalarına hizmet etmiştir. Alman sosyalistleri, komünistleri Marks’ı bu yüzden sevmezlerdi. O nedenle komünizm yerine Almanya’da milliyetçilik gelişmiştir. Hitler faşizmi deniliyor ama kapitalist modernite faşizmin ta kendisidir. Lenin, “sosyalist devlet” üzerine kafa yoruyordu. Prodhon, Kropotkin ve Bakunin bunlar devleti daha iyi tahlil etmişlerdi. Hatta Kropotkin, Lenin’e karşı çıkarak “sen diktatörlüğü getiriyorsun, demokrasiyi yok ediyorsun” diye karşı çıkmıştı. Lenin de ona “bunamış” diyordu. Ama sonuçta Sovyetler birliği yıkıldı, Çin bugünkü krizde kapitalizmi ayakta tutan ülkedir. Dolayısıyla Kropotkin haklı çıktı. Öncesinde Sovyetler Birliği de objektif olarak kapitalizme hizmet etmiştir. Devletin sosyalisti olmaz. Sosyalist devlet de olmaz. Baskının, sömürünün, zorbalığın kaynağı devlettir. Devlet tümüyle de kötüdür demiyorum. İyi yanları da var; demokratik devlet, hukuk devleti olursa.”

“Yine Baskın Oran yazısında “Türk üst kimliği korkunçtur” diyor. Çok geç kalınmış bir tespittir, benim yazılarımı incelemiştir. Tabi kendisinin de incelemeleri var. Ben siyasaldayken Baskın Oran o zaman asistandı. O zaman da yazıları vardı ancak son yıllarda daha iyi anlıyor. O da söylüyor, ben de söylüyorum Türk üst kimliğinde gerçek Türklük de yok. Evet, Türk üst kimliği korkunçtur, ben de dehşettir diyorum. Türk üst kimliği bütün halklara dayatılıyor. Türk üst kimliğini yaratanlar da Türk değiller. İttihat Terakki’nin kurucularından ikisi Kürt -biri Abdullah Cevdet– biri Arap, biri Arnavuttur. İdeologları da Ziya Gökalp’tır. Ziya Gökalp Zaza Kürdüdür.”

BUNLAR İNGİLİZ POLİTİKALARI

“Bunlar İngiliz politikalarıdır” diyen Öcalan sözlerini şöyle sürdürdü: “İngilizler bunu hep yapmışlardır tarih boyunca. Ben 16.Yüzyıla kadar çok iyi inceledim. 16. Yüzyılda Portekiz gibi küçük bir devlet kurdurtarak İspanya İmparatorluğu’nu yıkmışlardır. Avustarya-Macaristan İmparatorluğunu da Prusya devletini kurdurarak yıktılar. İşte bu Türk üst kimliği politikasıyla ve buna dayalı Türk devletiyle Osmanlıyı yıktılar. Bu Türk üst kimliği anlayışı gerçek Türklükle alakalı değil, Türkleri de içine almıyor. Balkanlardaki, Kafkaslardaki Türkler dışarıda kaldılar. Hani neredeler bunlar, neden onlara sahip çıkılmıyor? Bu Türk üst kimliğiyle Osmanlı Bakiyesi halklara dar bir elbise biçilmiştir. Dar ve kalın, katı ve değişmez yasalarla çevrilmiş bir elbise içine on kişi yirmi kişi sığdırmaya çalışıyorlar. Bununla kültürleri eriterek bir alaşım yaratmak istediler. Nihal Atsız bile bunu görmüştür. Oğlu da halen yaşıyor ve yazıyor. Bu Türklüğün korkunç bir Türklük olduğunu o bile söylemiştir. Bu Türklüğe karşı olduğu için kendi Türklük anlayışı nedeniyle yıllarca cezaevinde kalmıştır.”

“İngilizler önce Yahudi devletini Batı Anadolu’da kurdurmaya çalıştılar hatta toprak satın almak istediler Osmanlı kabul etmedi. Daha sonra Filistin’de kurdular. Şimdi de Güney’de küçük bir Kürt ulus-devletiyle de tüm Kürtleri Güney ulus-devletçiği etrafında toplayıp kontrol altına almak istiyorlar. Barzani’nin açıklamasını dinledim. Benim için “Kürt düşmanlığı yapıyor” dedi. Benim amacım Kürtleri gerçek anlamda özgürleştirmektir. Barzani bunu ya anlamıyor ya da işine gelmiyor. Ona kızmıyorum, devlet kurabilir ama feodal temelde değil, demokrasiye açık olmalıdır.”

“İsmail Beşikçi 1920’lerden bahsediyor. Ben 1920’leri yıl yıl inceledim. İngilizler Türkleri Anadolu’ya sıkıştırarak küçük bir Türk devletçiği yarattılar. Hatta o zamanki milletvekilleri Meclis’te buna itiraz ettiler, karşı çıktılar. Misak-ı Milli bu değil dediler. Misak-ı Milliyle Türklerin ve Kürtlerin oturduğu yerleri kastediyorlardı. Mustafa Kemal, Musul ve Kerkük’ü vermek istemiyordu ama İngilizler’in oyunları nedeniyle Mustafa Kemal vermek zorunda kaldı. Şeyh Sait İsyanı-Dicle İsyanı bir provokasyondu. Bunun provokasyon olduğunu anlamadılar. Dersim isyanı sonunda da Mustafa Kemal, Seyit Rıza ile görüşecekti ama bunu yapmasına bile izin vermediler, onu beklemeden Seyit Rıza’yı idam ettiler. Mustafa Kemal gerçek bir isyancıydı. Ama Fevzi Çakmak Genelkurmay Başkanıydı. İnönü onlar başından beri İngilizlerin tarafındaydı. Hatta onlar tarafından görevlendirildiler. Bunlar Mustafa Kemal’in isyanına destek için katılmadılar, Mustafa Kemal ve kurulacak devleti İngiliz yanlısı politikalar çerçevesinde kontrol altına almak için Ankara’ya gönderildiler. Mustafa Kemal İngiliz politikalarını biliyordu, kabul etmiyordu. Mustafa Kemal 1925’ kadar Lenin’le ilişki içindeydi. Ve cumhuriyetin ancak Kürtlerle birlikte hareket edilerek kurulabileceğini biliyordu. Kürtlere özerklik verilmesinden bahsediyordu. Ama bu İngiliz yanlıları onu kuşattılar. 1925’teki suikastle Mustafa Kemal’i etkisizleştirdiler, yalnızlaştırdılar. Mustafa Kemal suikaste ismi geçen üç dört tanesini astırdı ama karşısında hepsi birleşince Mustafa Kemal onların gücünü anladı, ileri gidemedi. Mustafa Kemal’i etkisizleştirdiler, etrafını İngliz yanlısı İttihat Terakkici kadrolarla sardılar. Ve kendi politikaları için onu ilahlaştırdılar. 1944’e kadar bu şekilde İngiliz etkisi devam etti. 1944’ten sonra ABD devreye girdi, Türkiye ABD politikalarına teslim oldu. Suphi Kahraman ve Türkeş 1958’lerde ABD’de eğitilmişlerdir. Gladio’yu geliştirdiler. NATO bünyesinde Avrupa’da bu Gladio örgütleri kuruldu. İtalya’da çok güçlüdür mesela Berlusconi de o takımdandır. Ama Gladio’nun Avrupa merkezi Almanya’dadır. Beni buraya getiren de Gladiodur. Amerika istedi Gladio’nun Avrupa kanadı bunu yaptı. AB de bunlara uydu, bütün kapılar kapatıldı. Yunan dostlarımız da ihanet edince buraya getirildik. Bu işi ABD yapmıştır, beni buraya getirmiştir. Buraya getirilirken bir Amerikalı da vardı uçakta. İngilizce konuşuyordu. Buraya kadar da geldi. “Bakın Öcalan’ı sağ salim size teslim ediyorum” dedi. Kendisi de zaten doktordu, sağlık personeliydi.”

BENİM ÜZERİMDEN PKK’Yİ TASFİYE EDEMEZLER

“Benim sağ olmamı, yaşamamı istiyorlardı. Buradaki cezaevi idarecilerinin bir rolü yok, onlarla bir problemim, ilişkim de yok. Bundan sonra ne olur bilemem. Beni öldürebilirler de ilaçla mı başka bir şekilde mi bilemiyorum, ABD’ye, beni buraya getiren güçlere kalmış bir şey. Bana geri adım attırmak için hücre cezaları ve fiziki müdahaleye varan yaklaşımlar oldu. Ama ben burada geri adım atmadım, atmam da. Ben ölsem de yaşasam da Kürt halkı onurlu bir barış dışında bir şeyi kabul etmez, etmemeliler, kendi iradelerini korurlar. Kürt halkı bu noktaya gelmiştir. Beni kullanarak benim üzerimden kesinlikle PKK’yi de tasfiye edemezler. 2004’te de Osmanları kullanarak beni ve PKK’yi tasfiye etmeye çalıştılar. AKP ve ABD’nin yaptığı Güney’deki küçük Kürt devletçiği çerçevesinde bu işi çözmekti. O yüzden bu Osman ve diğerlerini satın aldılar. Hala bunlara aslında parayı ABD veriyor. Bunlar için tek değer para ve kadındır.”

TECAVÜZ KÜLTÜRÜ

Kürt halkının grupları karşılarken gösterdiği özgürlük iradesinin kabul edilmediğini kaydeden Öcalan şunları belirtti: “Kürt halkının bu grupları karşılarken gösterdiği özgürlük iradesi kabul edilmiyor. Teslimiyet dayatılıyor. Ben halkların durumunu kadınların durumuna benzetiyorum. Kürt halkına “karılaştırma” dayatılıyor. Benim kadınlara ve kadın özgürlüğüne verdiğim önem ortadadır. Beş bin yıllık tecavüz kültüründen bahsediyorum. Tecavüz kültürüyle yaşamanın ne demek olduğunu Kadınlar daha iyi anlar. Kadının iradesi ve kişiliği beşbin yıldır yok edilmiştir. Kadın istese de varlık gösteremez. Kadın sosyal, psikolojik, ekonomik, siyasal, kültürel her yönüyle kuşatılmıştır. İşte Kürt halkına da bunu dayatıyorlar. Kadın meselesini savunmamda daha detaylı açıkladım. Ben aşk ve sevgiye karşı değilim ama özgürlük temelinde olursa, kişiliğini ve iradesini korursa. Bu vesileyle kadınlara selamlarımı iletiyorum.”

HİTLER BİLE BÖYLE YAPMADI

“Ben yol haritamda da Kürdistan’da varolan üç çizgiden, politik anlayıştan bahsetmiştim. Birincisi inkâr ve imha. CHP ve MHP’nin çizgisi. Bunlar Kürtleri zayıflattık, son bir darbeyle yok edebiliriz diyorlar. Ergenekoncular da bunların içindedir. Bunlar ittihat ve Terakki zihniyetinin devamıdır. Ermeni soykırımını yapanlar bunlardır. Kürtlere de bunu dayatıyorlar. İkinci çizgi ise Güney’de kendilerine bağlı küçük bir Kürt devletçiği kurdurup bütün Kürtleri buraya bağlayarak kontrol etmek çizgisidir. İngilizler, ABD ve AKP’nin çizgisidir bu. Barzani ve Talabani de bunlarla birlikte bu çizgiyi yürütüyor. Bunlar bu şekilde beni ve PKK’yi tasfiye ederek amaçlarına ulaşmaya çalışıyorlar. 2004’de Güneyliler desteğiyle AKP, bu Osman alçağını ve diğerlerini ön plana çıkararak beni tasfiye etmeye çalıştılar ama başaramadılar. AKP’nin bu çizgisi birinci çizgiden daha tehlikelidir. Bu kültürel soykırımdır. Sözde açılımla da bunu dayatıyorlar.”

“Diyarbakır’da çocuklara Kürtçe öğreten bir kız vardı, ismi Medya. Bu on yaşındaki kız kendi anadilinde eğitim veriyordu. Türkiye’nin savcısı buna bile tahammül edemedi. Kız hakkında soruşturma başlattı. Senin savcın Kürtlerin anadilini öğrenmesine bile tahammül edemiyor, bu mu açılım? Kürtlerin anadilini öğrenmesine bile tahammül edilmiyor. Dünyanın neresinde var bu? İsrail bile Filistin’e bunu yapmadı. Hitler bile böyle bir şey yapmadı.”

DİYARBAKIR UTANSIN

“Diyarbakır utansın, Diyarbakır’daki aydınların kanı kaynamıyor, anadilini öğretmek bir küçük kıza kalmış. Hükümet diyor ki biz işte Kültürel, ekonomik ve sosyal açılımlar yapıyoruz. Bunun anlamı Kürtlere sosyal, Kültürel, ekonomik soykırımdır. Halkın yüzde sekseni işsiz, işte Diyarbakır ortadadır. Ağrı-Bitlis ekseninde Kürt açılımından söz ediliyor. Hükümet burada ekonomiyle, rant dağıtarak kendi yandaşlarını oluşturma politikası yürütüyor.”

ERDOĞAN ÜÇ KURAL İHLALİ YAPIYOR, KÜRTLER BU GOLÜ YEMEZ

Erdoğan’ın birkaç rolü birden oynadığını ifade eden Öcalan, şunları dile getirdi: “Erdoğan’ın birkaç rolü birden oynamak istiyor. Erdoğan da geçmişte futbol oynamıştı, futbolu iyi bilir. Futbolda oyunun kuralları önceden bellidir, oyunun ortasında kurallar değiştirilmez, değiştirilirse kural ihlali olur. Kürtler oyunda kural ihlali yapmıyor ama Erdoğan oyunun ortasında kendisi üç kural ihlali yapıyor. Bir yandan savunmada oynayacağım diyor, kaleyi koruyorum diyor, işte bunu tek devlet, tek millet, tek bayrak deyip yapıyor, sözde kaleyi savunuyor. Bu birinci kural ihlali. Aynı anda oyun başlamışken bu sefer orta sahada oynayacağım diyor. İkinci kural ihlalini yapıyor. Yine aynı oyunda bu sefer ben ileride oynayacağım, gol atacağım diyor. Bu da üçüncü kural ihlalidir. Oyun böyle oynanmaz. İşte bu açılımla ileride oynayarak Kürtlere gol atmaya çalışıyor. Ama Kürtler bu gölü yemez. Diyarbakırlılar futbolla ilgililer, iyi anlarlar.”

KORSİKA’YA TANINAN HAKLAR TANINSIN

“Üçüncü çizgi ise bizim savunduğumuz yoldur. Kürtlerin örgütlemesi KCK’dir. Devletin bunu kabul etmesi gerekiyor. Ama işte bu nedenle bir kısım tutuklamalar oldu. Devlet, TÜSİAD’ı nasıl kabul ediyorsa KCK’yi de kabul etmelidir. KCK klasik anlamda bir sivil toplum örgütü değildir ama toplumun kendini demokratik örgütlemesidir. Daha iyi anlaşılsın diye bir metafor kullanıp benzetme yapacağım. KCK Kürtçe okunuşu “Keçık”e benziyor. Keçık de küçük kız anlamına geliyor. İşte bizim KCK anlayışımız küçük kız, kadının sürekli aşk ve özgürlük arayışına benzer. Bu aşk mutlak aşka benzer. Bu aşka güç getirebilenler bu aşkı yaşasınlar, güç getiremeyenler uzak dursunlar. Bizim tek devlet, tek millet, tek bayrakla bir sorunumuz yok. Bizim devletin üniter yapısıyla da bir sorunumuz yok. İstedikleri kadar tek tek tek kalabilirler. Biz çok şey istemiyoruz. Bunlar kendilerine örnek aldıkları Fransa’nın Korsikaya tanıdığı hakları tanısınlar yeter, başka bir şey istemiyoruz. Korsikalılara haklarını ve özgürlüklerini, bölgesel özerkliklerini verdiklerinde Fransa’nın üniterliği mi bozuldu? Hayır. Kürtlerin kendi anadillerini öğrenmelerine bile izin vermiyorlar. Bu açılım hikayesi de AKP’nin de değil ABD’nindir. 5 Kasım 2007 görüşmesinden sonra başlayan bir süreçtir. Bu sadece Hükümetin projesi değil, devletin projesidir.”

“Daha önce Özal’a da sormuştum. Birşeyler yapmak istiyorum dediğinde; kendi kendime Özal ya devleti tanımıyor ya da samimi değil demiştim ama sonu biliniyor. Erbakan da aynı şekilde Suriye Devlet Başkanı aracılığıyla görüştü, mektuplar yolladı. Ben kendisine de söyledim; sizin buna gücünüz yetecek mi? Evet dediler ama bir süre sonra o da devrildi. Askeri cepheden ‘97’de Karadayı onlar vardı. Aynı şeyi onlara da demiştim. İşte gücünüz var mı diye. Güçleri olmadığı ortaya çıktı. Buraya getirildiğimde de soruşturma aşamasında aynı şeyleri söylemiştim bazı yetkililere. ‘99’da Ecevit’le de aynı süreç yaşanmıştı ama olmadı.”

“Benim silahları bıraktırma iradem var, gücüm de var. Ta 1999’da hakime de söylemiştim. Hakim bana “Apo sen silahları bıraktırabilir misin?” Diye sormuştu. Evet güvence verilirse üç ay içinde silahları bıraktırabilirim, demiştim. Hükümete, AKP’ye yedi yıl süre verdik. Şimdi diyorlar ki, askerler de buna dahil; “ah biz keşke o süreci değerlendirseydik” diyorlar. Niye değerlendirmediniz, niye adım atmadınız, nerdeydiniz? Demek ki amaçları çözüm değilmiş, tasfiyeymiş. 2004’te Osmanlar üzerinden bunu denemeye çalıştılar, olmadı.”

ONURLU BİR BARIŞTAN BAŞKASI KABUL EDİLEMEZ

“Barış grubunun gelişinden de anlaşılıyor ki silah bırakma konusunda hala PKK’yi ikna edebilirim. Beni dinliyorlar, bana bağlılar. Ama ben artık karışmıyorum. Ben demokratik çözüm ve barış konusunda üzerime düşeni yaptım. Kürt halkı onurludur, onurlu bir barıştan başka bir şeyi kabul edemez. Kürtlerin barış iradesi oluşmuştur. Kürt halkı herkese, MHP, CHP, AKP, DTP bütün partilere, aydınlara sorsunlar; bizim barış irademiz var ya sizlerin var mı? Barışa karşı olanlara geçit vermeyelim. Söylediğim gibi ben burada ölebilirim, öldürülebilirim de bilemiyorum ama ben olsam da olmasam da Kürt halkı ve hareketi kendi kararlarını kendileri verecek, kendi özgürlüğünden, onurundan taviz vermeyecek bir noktaya gelmişlerdir. Ben buradan savaş kararı da veremem, vermem. Bu kararı sadece PKK’nin kendisi verebilir. Gerilla arkadaşlarım bana bağlıdır biliyorum ama gerilla olmak zordur. Kendilerini iyi korusunlar. Kendi içlerindeki Ergenekon benzeri şeyleri tasfiye etsinler. İşte içlerindeki Ergenekon benzeri şeyler nedeniyle bulundukları mağarada toplu olarak imha oluyorlar. Bunları açığa çıkarmaları gerekiyor.

Dicle ve Çınar’a özel selamlarımı iletiyorum. Cezaevindeki arkadaşlara özellikle hasta arkadaşlara özel selamlarımı gönderiyorum.”

----------
Kürdistan-Post
ANF

30 Ekim 2009 Cuma

YENER ORKUNOĞLU...


Sitemizin / Sitelerimizin yazarlarından çok değerli Yener Orkunoğlu, 30 Ekim – 9 Kasım arası Tüyap Kitap Fuarı ve DEM Tv’de katılacağı proğram / proğramlar vesilesiyle İstanbul’da olacaktır.

Ona, sitelerimiz adına başarılar diliyor, güzel haber ve yazılarını bekliyoruz.

ORTAKÇA sitesi çalışanları...

29 Ekim 2009 Perşembe

SİYASAL SATRANÇ ve BARIŞ SÜRECİ



”…Kandil dağından ve Mahmur kampından gönderilen ’Barış Grubu’ önemli siyasal bir hamleydi. AKP hazırlıksız yakalandı. İki arada kaldı. Yukarı tükürse bıyık, aşağı tükürse sakal.Gelenleri tutuklasa bir sorun, tutuklamazsa sorun. PKK’nın bu ilk siyasal hamlenin sonuçlarını iyi hesaplayamadığı için, AKP siyasal satranç oyununa şimdilik ara verdi…”

Yener Orkunoğlu
y.orkunoglu@googlemail.com

Bazen günlük siyasal konularda yazı yazmak içimden gelmiyor. Bilgisayarın karşısına oturup günlük siyasal konularda yazmak neredeyse bir zulum. Felsefi, sosyoloji ve sosyal ve politik-psikoloji alanlarındaki araştırmalarım sırasında ara sıra Türk basınındaki köşe yazarlarını okumaya çalışıyorum. Ne büyük bir sefalet! Ne büyük düşünsel yoksulluk! Devletçi köşe yazarlarının düşünsel ’düzeyi’ daha doğrusu ’ düzeysizliği’insanı bunaltıyor. Hele Ertuğrul Özkök gibi dönek, omurgasız ve faşizan düşünceye kendini kaptırmış densizler hiç çekilmiyor.

Son hafta Türkiye’nin siyasal gündemini Öcalan’ın ’siyasal hamlesi’ belirledi. Öcalan, tıkanan süreci açmak için bir çağrııda bulundu. Öcalan’ın çağrısı üzerine Kandil dağından ve Mahmur kampından gönderilen ’Barış Grubu’ önemli siyasal bir hamleydi. AKP hazırlıksız yakalandı. İki arada kaldı. Yukarı tükürse bıyık, aşağı tükürse sakal.Gelenleri tutuklasa bir sorun, tutuklamazsa sorun. PKK’nın bu ilk siyasal hamlenin sonuçlarını iyi hesaplayamadığı için, AKP siyasal satranç oyununa şimdilik ara verdi. Başbakan, Avrupa’dan gelecek Barış Elçilerini kabul etmediğini açıkladı. Siyasal satranç başlamış bulunuyor. Bundan sonraki Barış Süreci hem bir satranç oyunu gibi gelişebilir, hem de satrança ara verildiğinde gerilimler yaşanacaktır.

Siyaset yapmak, hem bir bilim, hem de bir sanattır. Bilimdir, çünkü mevcut toplumsal durumun objektif bir analizi gereklidir. Ama siyaset yapmak aynı zamanda bir sanattır. Hem de zor sanattır.

***
Viyetnamlı general Vo Nguyen Giap şöyle diyordu: ‘Halk savaşı genellikle, bizden maddi olarak daha güçlü olan bir düşman üzerinde mutlak siyasi üstünlüğü sağladığımız şartlarda verilir.’

Siyasal üstünlüğü kazanmak kolay değildir. Siyaset yapmak güç sorunudur. Siyasette güç olmak üç şeyi gerektir: 1- Doğru hedef. 2- Doğru ittifaklar. 3- Uygun mücadele yöntemleri.

Ancak bu üçünü aynı anda başarabilenler gerçek siyasal güce ulaşabilirler. Doğru bir politika yürütmeden de siyasal güç olabilirsiniz. Ama güç doğru siyasete dayanmazsa uzun vadede erir gidersiniz.

Siyasette güç olmak ise, doğru hedefler için en geniş ittifak oluşturmayı gerektirir. Politika bir sanattır. Bu sanatın özü, doğru hedef için en geniş ittifaklar kurabilmektir. Politikanın yüzde 99‘u ittifak kurmaya dayanır.

O zaman, ulusal kimlik konusunda yürütülen siyaset bilimi ve sanatının dışında başka faktörler de gerek vardı. Güçlü bir teori ve sağlam bir ideoloji, siyaset yapmanın ön koşuludur. Teori ve ideoloji, siyasete yol gösterir. Ama teori ve ideoloji yetmez, kitle psikolojisini, bir başka deyişle sosyal ve politik psikolojik yöntemlere de ihtiyaç var. Türk halkını Kürt Sorununda duyarlı hale getirmek, siyasal araçlar dışında başka yöntemleri de gerekli kılmaktadır.

Kürt sorununun çözümünü yalnız ’siyasal bir sorun’ olarak düşünmek dar bir bakış açısının ifadesidir. Sorunu bütün yanları ile değerlendirmek gerekir. Bütünlükten kastım, sorunu, toplumsal, ekonomik, siyasal, ideolojik, sosyal ve politik psikoloji açısında da ele alıp incelemek.

Daha önce çok sık belirrtim. Her ilericilik, demokratlık değildir diye. AKP, demokrat olduğu için değil, yaşam dayattığı için ‚Kürt Açılımı’nı başlatmak zorunda kaldı. AKP soruna pragmatizm açısından yaklaşacaktır.

ORDUYU, COSTA RİCA GİBİ LAĞVEDİN!



”…Türkiye de COSTA RİCA gibi Orduyu lağvedip, harcanacak paralar sağlık ve eğitime verilebilir. Son MUTLULUK anketlerinde Costa Rica halkının birinci sırayı alması bize örnek olur.”


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

45 Sene önce idi. Asistanlarımı eve davet etmiştim. Onlardan biri ‘Bırakın canlı hayvanları, nebatları da yok etmememiz lazım.’’ dedi. Hayret etmiştim bu isteğe. Peki insanlar kendilerini nasıl besleyecekler? Diye sorduğumda beni aydınlatıcı, hatta ikna edici cevapları vermişti. Hayvanlardan elde edilen yiyecekler beslenmeğe kafi, nebatlarda ayni tarzda. Şimdi bakıyorum tabiatı koruma cereyanları aydınlar tarafından siyasileşti. Tabiatı tahrip eden sanayi artıklarına karşı dünya çapında anlaşmalar imzalanıyor. Türkiye'yi ağaçlandırma kampanyaları rağbet görmeye başladı.

Türkiye'de maalesef hâlâ insan katliamı gazetelerin üçüncü sayfasını dolduruyor. Televizyonlarda kriminel diziler, haberler ön sırada. İnsan katliamında virus salgınları, kanser hastalığı tebabetin hala yumuşak karnı olmaktan çıkamadı.

Para hırsının yarattığı ahlaksızlıklar, silah ticaretinin devlet politikaları savaşların devamını sağlıyor.

İnsanların akıllandığı, çevreyi koruma tedbirlerinin yanında ordularında insan katliamında vasıta olmasını red eden siyasi cereyanlar gençler arasında rağbet görmesi sevindirici. Nato karşıtları gibi, GREEN PEACE’ciler gibi. Yeşiller partileri gibi.

AB'de hudutların açılması politikası bizde de Davutoğlunun komşularımızla sıfır sorun politikasını gerçekleştirmeğe çalışması meyvelerini vermeğe başlamış, Suriye ile sınırlar açılmıştır. Bu Irakla ve diğer komşularımızla da gerçekleştirilirse, komşularımızda düşman devletlar olmayacağına göre ORDU’nun savunma gerekçesi ile meşruluğu da ortadan kalkar. O zaman Türkiye de COSTA RİCA gibi Orduyu lağvedip, harcanacak paralar sağlık ve eğitime verilebilir. Son MUTLULUK anketlerinde Costa Rica halkının birinci sırayı alması bize örnek olur.

Hasan Cemal ve diğer köşe yazarları da ortaya çıkan son belgenin orijinalliği kanıtlanınca Ordunun asli vazifesi sınırları korumak şeklinde değişmesi gerektiğini vurguluyorlar. Komşularımızla sıfır problem olduğu gerçekleşip te, AB devletleri gibi sınırlarımızı açtığımız takdirde ordulara lüzum kalmayacaktır. O zaman "Yurta Sulh, Cihanda Sulh" hayal olmaktan, UTOPİ olmaktan çıkar. Asırlar sonrası da olsa MEVLANA’nın tavsiyesi,’Kim olursan ol, GEL !’’ diyebileceğiz.

Antalya, 28.10.09

28 Ekim 2009 Çarşamba

“Ben Kürt Milliyetçisi Değilim!”


”Türk aydını kimdir? Bütün ezber bozma girişimlerine rağmen, Türk aydını resmi ideolojiye bağlı bir aydındır. “Milliyetçiliğin iyisi yoktur, her türlü milliyetçilik kütüdür” anlayışı Türk aydınlarının çoğunda sürmektedir. “Türk olmaktan, Türkleşmekten başka şansınız yok” deyerek, baskıyı zulmü sistematik bir hale getirenlerle, bu baskıya, zulme karşı durup kendi değerleriyle buluşmaya çalışanların, aynı kefeye konulması, Tük aydınlarının çoğunun ortak düşüncesi, tutumudur.

28 Ekim 1990 da İnsan Hakları Derneği’nin Üçüncü Büyük Kongresi Ankara’da toplanıyor. Toplantıda, söz sırası kendine geldiği zaman, İHD’nin, Diyarbakır Şubesi kurucu üyelerinden Vedat Aydın kürsüde, konuşmasını Kürtçe yapıyor. Vedat Aydın Kürtçe konuşmaya başlar başlamaz salonda homurdanmalar yükseliyor. Delegelerin, izleyicilerin bir kısmı Vedat Aydın’ın bu tutumunu protesto etmek için salonu terk ediyor. Vedat Aydın Kürtçe konuşmasını sürdürüyor. Divan başkanlığı, Vedat Aydın’ı uyarıyor. “Konuşmanızı kimse anlamıyor, Türkçe konuşunuz.” Vedat Aydın, Kürtçe konuşmaya devam ediyor. O sırada Avukat Ahmet Zeki Okçuoğlu kürsüye fırlayıp Vedat Aydın’ın konuşmasını Türkçe’ye çevirmeye başlıyor. Konuşma böyle sürüyor. Vedat Aydın’ı ve Ahmet Zeki Okçuoğlu’nu protesto etmek için başkanlık divanı salonu terk ediyor. O arada salonun yarısı zaten boşalmıştır. Vedat Aydın konuşmasını bu koşullar içinde tamamlıyor, kürsüden iniyor…”


İsmail Beşikçi

Son iki –üç ay içinde, Kürtlerle ilgili konuşmalar, tartışmalar yoğunluk kazandı. Tartışmalar, hem yoğunluk kazandı, hem derinleşiyor. Kürt açılımı, demokratik açılım, milli birlik projesi, huzur ve güvenlik projesi…Bu konuşmaların, tartışmaların devam edip gitmesi başlı başına bir açılımdır zaten…

Televizyonlarda cereyan eden tartışmalarda, basın mensupları, asker kökenli ve çeşitli sivil toplum örgütlerinde çalışan tartışmacılar yanında bir bazen iki Kürt de görülüyor. Konuşmaların, tartışmaların bir yerinde milliyetçilik gündeme geliyor. Panele katılan Türkler, “Milliyetçiliğe karşıyım, milliyetçiliğin iyisi olmaz. Her türlü milliyetçilik kötüdür” şeklinde bir görüş ortaya atıyor. Panele katılan Kürtler de, genel olarak, “ben Kürdüm, ama Kürt milliyetçisi değilim, milliyetçiliğe karşıyım” diyor. “Bölücü” olmadığını vurgulamaya çalışıyor.

Bu düşüncenin, bu tutumun biraz irdelenmesi gerektiği kanısındayım. Türk milliyetçiliğine karşı olmak anlaşılır bir durumdur. Çünkü Türk milliyetçiliği çoğu zaman ırkçılığı içermektedir. Örneğin, Kemalist ideolojiyi içselleştirenler Kürtlere hiçbir hak-hukuk tanımak taraflısı değildirler. Kemalistler, Kürtlere, Türk olmaktan, Türklüğü benimsemekten başka bir hak tanımayı düşünmemektedirler. Bu ideolojiye sahip olanlar, Kürleri, dilleriyle, kültürleriyle, tarihleriyle ortadan kaldırabilmek için, Kürtlere, köle muamelesini sürdürebilmek için, her yolun mubah olduğunu düşünmektedirler. Bu milliyetçiliğin ana politikası asimilasyondur. Asimilasyon için de, devletin, okul, din, basın gibi ideolojik baskı araçları, karakol, mahkeme, hapishane gibi zorlayıcı baskı araçları, etkin bir şekilde kullanılıyor. Asimile olmamakta direnenlere karşı yerinden etme, etnik temizlik de, yaygın ve yoğun olarak gündeme getiriliyor, kullanılıyor. Bütün bunların yetmediği zaman, fiili imha da var. Böyle bir milliyetçiliğe, ırkçılığa, elbette karşı durmak, böyle bir anlayışla mücadele etmek gerekir. Kürt milliyetçiliği derken, kastedilen, düşünülen nedir acaba? Acaba, Türkleri, Arapları, Farsları asimile etmek isteyen, bunun için planlar, projeler geliştirmiş, gerekli mekanizmalarını, ideolojik baskı araçlarını zorlayıcı baskı araçlarını kurmuş bir Kürt yapısı mı var?

“Ben Kürdüm, ama Kürt milliyetçisi değilim” diyen kişi, nasıl düşünüyor, nasıl hissediyor? Bu kişi kafasında milliyetçi bir Kürt tahayyül ediyor. Bu kişinin, diyelim A kişisinin tahayyül ettiği Kürt, diyelim B kişisi, neler düşünüyor, nasıl bir tutum sergiliyor da, A kişisi ona milliyetçi diyor, kendisinin, onun, yani B kişisinin düşüncelerine ve tutumlarına karşı olduğunu söylüyor. Bu konuyu irdelemek için Kürt toplumunun ve Kürdistan’ın koşullarına bakmak gerekir.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, dönemin emperyal devletleri Büyük Britanya, Fransa ve onların Ortadoğu’da işbirliği yaptığı Arap, Fars ve Türk yönetimleri tarafından, bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış bir coğrafya, bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış bir halk... Ortadoğu’da, 40 milyonu aşkın nüfusu olan, ama, küçücük bir siyasal statüsü olamayan bir halk. Birleşmiş Miletler, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği, İslam Konferansı, NATO gibi, uluslar arası örgütlerde, hak, hukuk, özgürlük denildiği zaman hiç adı geçmeyen, “terör”, “uluslar arası terör”, “mafya” denildiği zaman adı ilk planda anılan bir halk…

Türkiye’de, 20 milyondan fazla bir nüfus, temel hakları, insan olduğu için sahip olduğu hakları, Kürt toplumu olmaktan doğan hakları gasbedilmiş bir halk. Anadili, adı yasaklanmış, doğduğu, büyüdüğü yörelerin isimleri değiştirilmiş, Kürtçe olanlar yasaklanmış bir halk…Dili kültürü inkar edilen, çocuğuna Kürtçe isimler veremeyen, Q,W, X, Ê harfleriyle hala sorunları olan bir halk…Anadili Kürtçe’yle eğitim alamayan bir halk…Asimilasyon politikaları ve bu politikalar çerçevesinde yerinden edilen, etnik temizliğe tabi tutulan bir halk…Köylerin yakılmasını,yıkılmasını, temel geçim kaynaklarının tahribini, milyonlarca insanın yerini yurdunu terke zorlanmasını…bu politikalar çerçevesinde değerlendirmek gerekir.

Kürtlere yapılan bu baskılar elbette ırkçı baskılardır. Asimilasyon politikalar, ırkçı politikalardır. Kürt milliyetçiliğinin gelişiminde bu baskı politikalarının, uygulamaların çok büyük rolü vardır. Baskı, inkar, imha, asimilasyon politikaları pek çok Kürt’ün milli bilince ulaşmasını sağlamıştır. Bu durum karşısında bütün Kürtlerin, düşüncesi, tutumu, eylemi, kanımca birbirine benzerdir. Gasbedilmiş Kürt haklarını, Kürtlerin doğal haklarını kazanmak için mücadele etmek. Bu da milliyetçiliktir, milli bilince ulaşmış bütün Kürtlerde görülen bir durumdur. Kaldı ki Kürt sorunu, bundan önce insani bir sorundur, bir vicdan sorunudur. Kürtlerde, “Ne mutlu Kürdüm diyene”, “Bir Kürt dünyaya bedeldir” diyene rastlanmaz. Kürtlerde, “Türkleri asimile edelim, Türk dilini, Türk kültürünü ortadan kaldıralım” diyene rastlanmaz. Kürtlerde, “Kürt, öğün, çalış, güven” diyen birine, “Yüksel Kürt, yüksekliğin senini için hududu yoktur” diyen birine rastlanmaz. Kürtlerde, “Türkleri etnik temizliğe tabi tutalım, Türkleri yerlerinden yurtlarından sürelim” diyene rastlanmaz. Kürtlerde, “Kürtler üstün bir ırktır, başka halkları, bu arada Türkleri de yönetme hakkına sahiptir” diyene rastlanmaz.

Bütün bunların ötesinde, Kürtlerin, Kürt aydınlarının baskı, zulüm altındaki halkı, Kürtçe’yi
baskıdan kurtarmaya çalışmasının, bunun için çaba sarfetmesinin kimseye, Türklere, Araplara, Farslara bir zararı yok ki…Halbuki, Türklerin, Arapların, Farsların, Kürtleri, Kürtçeyi yok etmek, asimile etmek için uyguladıkları politikaların, Kürtlere de aynı zaman bu halklara da çok büyük zararı var. Mehmet Bayrak, Şark Islahat Planı’nın Kürtlere vurulmuş bir kelepçe olduğunu vurguluyor. Bu şüphesiz öyledir. Ama bu kelepçe sadece Kürtlere vurulmuyor, aynı zamanda, Türklere, Türkiye’ye de vurulmuş bir kelepçe oluyor…

Türkiye’nin, inkarcı, imhacı, ırkçı ve asimilasyoncu politikalarının Kürtlerde milli bilincin uyanmasında büyük rol oynadığını ifade etmiştik. Bu durum karşısında, “Kürdüm, ama Kürt milliyetçisi değilim” diyen A kişisi de, Kürt milliyetçisi olarak tasavvur edilen B kişisi de, aşağı yukarı benzer talepleri dile getirir. Bu taleplerin dile getirilmesi de çok doğaldır. Bu da milliyetçiliktir. Kürtlerde yaşanması gerekken de budur. Kaldı ki bunlar milliyetçilikten önce insani bir durumdur, vicdani bir durumdur. O zaman, “Ben Kürdüm, ama Kürt milliyetçisi değilim” sözü ne anlama geliyor? Bu klişe bir sözdür. Bilgi yüklü bir düşünceyi ifade etmek için kullanılan bir söz değildir. Tutum sergilemek için kullanılan bir sözdür, slogandır. Bunu söyleyen kişi, devletten ve Türk aydınlarından onay almak isteyen, bu onaya ihtiyaç duyan bir kişidir. Devletten ve Türk aydınlarından onay almak ihtiyacını duyması çoğu Kürt aydınlarının önemli bir özelliğidir.

Devletten gelebilecek bir baskıdan, kuşku duymak, korkmak gerekir. Çünkü resmi görüşe aykırı görüşler, resmi görüşe eleştiriler yönelttiğiniz zaman, devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla karşı karşıya kalabilirsiniz. Bu kuşku, bu korku, anlaşılabilir bir durumdur. Ama Kürt aydınlarının çoğu, Türk aydınlarından da korkuyor. Hatta Türk aydınlarından, devletten korktuğundan daha çok korkuyor. Bu, normal bir durum değildir. Kürt aydınları, Türk aydınları tarafından, milliyetçilik yapmakla suçlanmaktan korkuyor. Aslında milliyetçi olan, hatta ırkçı tavırlar sergileyen Türk aydınlarıdır, Türk aydınlarının önemli bir kısmıdır. Çünkü, inkarcı, imhacı, asimilasyoncu düşünce ve eylemle, Kemalizm’le bağını koparamamıştır. “Kürdüm, ama Kürt milliyetçisi değilim” diyen Kürt aydınını, Türk aydınının kötü bir kopyası gibidir.

Türk aydını kimdir? Bütün ezber bozma girişimlerine rağmen, Türk aydını resmi ideolojiye bağlı bir aydındır. “Milliyetçiliğin iyisi yoktur, her türlü milliyetçilik kütüdür” anlayışı Türk aydınlarının çoğunda sürmektedir. “Türk olmaktan, Türkleşmekten başka şansınız yok” deyerek, baskıyı zulmü sistematik bir hale getirenlerle, bu baskıya, zulme karşı durup kendi değerleriyle buluşmaya çalışanların, aynı kefeye konulması, Tük aydınlarının çoğunun ortak düşüncesi, tutumudur.

28 Ekim 1990 da İnsan Hakları Derneği’nin Üçüncü Büyük Kongresi Ankara’da toplanıyor. Toplantıda, söz sırası kendine geldiği zaman, İHD’nin, Diyarbakır Şubesi kurucu üyelerinden Vedat Aydın kürsüde, konuşmasını Kürtçe yapıyor. Vedat Aydın Kürtçe konuşmaya başlar başlamaz salonda homurdanmalar yükseliyor. Delegelerin, izleyicilerin bir kısmı Vedat Aydın’ın bu tutumunu protesto etmek için salonu terk ediyor. Vedat Aydın Kürtçe konuşmasını sürdürüyor. Divan başkanlığı, Vedat Aydın’ı uyarıyor. “Konuşmanızı kimse anlamıyor, Türkçe konuşunuz.” Vedat Aydın, Kürtçe konuşmaya devam ediyor. O sırada Avukat Ahmet Zeki Okçuoğlu kürsüye fırlayıp Vedat Aydın’ın konuşmasını Türkçe’ye çevirmeye başlıyor. Konuşma böyle sürüyor. Vedat Aydın’ı ve Ahmet Zeki Okçuoğlu’nu protesto etmek için başkanlık divanı salonu terk ediyor. O arada salonun yarısı zaten boşalmıştır. Vedat Aydın konuşmasını bu koşullar içinde tamamlıyor, kürsüden iniyor.

Salonda olanlar, Vedat Aydın’ı ve Ahmet Zeki Okçuoğlu’nu ayağa kalkarak coşkulu bir şekilde alkışlıyor. Bunlar herhalde çoğunlukla Kürtlerdir, Kürt aydınlarıdır.

İçeride yaşanan bu olaylar üzerine, salonun etrafı polis tarafından sarılıyor, Vedat Aydın ve Ahmet Zeki Okçuoğlu gözaltına alınıp emniyete götürülüyor. Emniyetteki sorgudan sonra, savcılık, mahkeme… Mahkemede her ikisi de tutuklanıp cezaevine konuluyor. Bu olaydan sekiz ay, sekiz gün sonra, 5 Temmuz 1991’de, Vedat Aydın, açık-seçik bilinen failler tarafından gece vakti evinden alınıyor, iki gün sonra bir köprü altında işkence edilmiş cesedi bulunuyor.

İnsan Hakları Derneği’nin Kongresi. Kürtler, İnsan Hakları Derneği Kongresinde kendi anadillerinde, konuşamayacaklar da nerede konuşacaklar? Türk aydınlar, Kürtlerin, Vedat Aydın’ın bu tutumuna neden bu kadar sert tepki gösteriyor, bu tutumu protesto ediyor? Başkanlık divanında kimler var? Başkanlık divanında, 1971 de, idama mahkum edilen gençlerin, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının avukatlığını yapmış avukatlar, “herkesin avukatı” denen avukatlar var. Bu avukatlar neden Kürtlerin kendi anadillerinde konuşmasına tahammül edemiyor? Türk aydınlarının bu protestosu olmasaydı, polis Kürt aydınlarını, kendi anadilerinde konuşuyorlar diye bu kadar kolay ve rahat bir şekilde gözaltına alıp tutuklatabilir, cezaevine gönderebilir miydi?(1)

Bu olay ne zaman oluyor? 28 Ekim 1990. Bulgaristan’da, orada yaşayan Türklerin isimlerinin Bulgar isimleriyle değiştirilmeye çalışıldığı dönemden (1985-1988) iki yıl sonra. O zaman devlet, hükümet, üniversite, yargı, basın , aydınlar… Bulgaristan Devletini, hükümetini nasıl eleştiriyordu? İsim değiştirme operasyonuna giren devlet, hükümet, emperyalisttir, çağdışıdır, sömürgecidir, faşisttir vs… Anadil, Türkçe isimler, kutsaldır, bu baskılara, zulme rağmen kararlı bir şekilde savunulacaktır…

Tük aydınlarının, Bulgaristan Türklerine ve Kürtlere karşı sergilediği tutumlardaki uzlaşmaz farkı, çelişkiyi görmek gerekir. Burada bir çifte standardın olduğu açık bir şekilde ortada durmaktadır. Çifte standartla hiçbir yere varamazsınız. Çifte standartla ne devrimcilik, ne demokrasi, ne liberalizm olur. Çifte standartla sadece diktatörlük olur. Çifte standart düşünceyi çürüten bir süreçtir. Bu tutumunuzu, istediğiniz kadar devrimci terminolojiyle, Marksizm’in kavramlarıyla süsleyin…Burada vicdanlara hitabeden bir olay vardır. Siz bu çifte standardınızla vicdanınızı karartıp, baskının, zulmün yanında yer alıyorsunuz, demektir.

1960’ların sonlarından beri, yani, “Türkiye’de Kürtler vardır, Kürtçe vardır…” söyleminin günlük basında kullanılır olmasından beri, bu tutum, bir kısım Türk aydını tarafından “ırkçılık” olarak algılanmıştır. Bu tür saptamalar, ırkçılık olarak algılanınca, Kürtlere, Kürtçeye yapılan baskının, zulmün kavranması, bilince çıkarılması mümkün olmaz. Hem devletin Kürtlere, Kürtçe’ye yaptığı basıyı, zulmü görmezlikten gelirsiniz, hem de devletinizin bu ırkçı düşünce ve eylemlerini görmezlikten gelirsiniz. Bu söylemi, saptamaları “ırkçılık” olarak değerlendirmek elbette mümkün değildir. Ama burada amaç daha çok, Kürtleri aşağılamaktır. Kürt aydınlarının, Türk aydınlarının bu tutumlarını eleştirecekleri yerde, “Kürdüm, ama Kürt milliyetçisi değilim” gibi şeyler söyleyip devletten, aydınlardan onay almaya çalışmaları kabul edilebilir bir süreç değildir. 1990’lardan 2009… Aradan 19 yıl geçmiş. Bu sürede elbette çok büyük değişiklikler oldu. Kürtleri, Kürtçe’yi layıkıyla kavrayan, buna göre tutum sergileyen üniversite hocası, basın yayın elemanı, sivil toplum çalışanı oldu. Ama ana akım etkili bir şekilde ortada durmaktadır.

Türkiye gibi bir ülkede aydın kimdir? Türkiye’de resmi ideoloji, düşün hayatını, bilimi, sanatı belirleyen, yönlendiren temel bir kurumdur. Resmi ideoloji Türk siyasal sisteminin, Türk siyasal rejiminin temel bir kurumudur. Resmi ideolojinin herhangi bir ideoloji olmadığının, devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideoloji olduğunu vurgulamak gerekir. Resmi ideolojinin, siyasal sistem üzerinde, siyasal rejim üzerinde, düşün hayatı, bilim ve sanat üzerinde böylesine etkin olduğu, belirleyici ve yönlendirici olduğu bir yapıda aydın kimdir, aydının işlevi nedir? Böyle bir yapıda aydın, resmi ideolojiyi eleştirebilen bir kişidir. Bu eleştir sürecinde, devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla karşı karşıya kalıyorsa, bunu doğru-dürüst göğüsleyebilen bir kişidir.

Bugün resmi ideolojiye içeriğini veren esas konunun Kürtler ve Kürt sorunu, Kürdistan sorunu olduğu açıktır. 25-30 yıl öncesine kadar, resmi ideolojinin, komünizme karşı, dinsel akımlara, şeriatçılığa karşı da tavrı vardı.. Bugün devlet, her iki akımı da tehdit olarak algılamıyor. Devlet, her iki akımı da Kürt hareketini frenleyebilmek, engelleyebilmek için kullanabilmektedir.

“Milliyetçiliğin iyisi yoktur, her türlü milliyetçilik kötüdür, her türlü milliyetçiliğe karşıyız” “etnik milliyetçiliğe karşıyız” “Her etnik gruba bir devlet gerekmez” sözleri, Kürtler için, Kürtleri Kürt hareketini durdurmak için icat edilmiş sözlerdir.

Filistinliler, 1960’lardan beri, İsrail egemenliğinden kurtulup bağımsız bir Filistin devleti kurmaya çalışıyorlar. Kimse onlara, “milliyetçilik kötüdür, İsrail’den ayrılmayın, Musevilerle birlikte kardeş kardeş yaşayın!” demiyor. Dememesi gerekir. İsrail egemenliğinden kurtulmak, ayrı bir Filistin Arap Devletine sahip olmak, Filistinlilerin doğal haklarıdır. Düşünülen, Yahudi-Arap kardeşliği ancak bu koşullarda kurulabilir.

Kıbrıs’ta, Rumların ve Türklerin kardeşliği, ancak, Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’nin, Rumlar tarafından ve uluslar arası kurumlar tarafından tanınmasıyla mümkün olur. Siyasal eşitlik olmadan kardeşlik olmaz.

Kürt sorunun gündeme geldiği zaman Türk aydınları genel olarak bunun emperyalist bir proje olduğunu dile getiriyorlar. Ama Türk aydınları, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, Kürt coğrafyasının, Kürdistan’ın, ve Kürt halkının niçin ve nasıl bölündüğünü, parçalandığını ve paylaşıldığını hiç gündeme getirmiyorlar. Halbuki, en kapsamlı, en kalıcı emperyal politika, böl-yönet-yok et politikası, Ortadoğu’nun ortasında, Kürdistan’da uygulanan bu politikadır. Emperyalizmden şikayet eden Türk aydınlarının bu politikaya, bu uygulamalara hiç dikkat çekmemesi dikkate değer bir konudur.

Kürt hareketi yükseldikçe, Türk devleti, Türk aydınları, “Her etnik gruba bir devlet gerekmez” şeklinde bir görüş de icat ettiler. Kimlere gerekir, bunlara kim karar verir konularına girmediler, ama Kürtlere gerekmediğini, devletin Kürtler için hiç yararlı olmayacağını ısrarla dile getirdiler. “Dünyada onbine yakın etnik grup var. Onbin devlet mi olmalı?” diyorlar. Ama, Türk aydınlarının büyük bir kısmı, bugün dünyada nüfusu bir milyonun altında olan 40 civarında devlet varken, Ortadoğu’da nüfusu 40 milyondan fazla olan Kürtlerin hiçbir siyasal statüye sahip olmaması konusunda hiçbir şey söylemiyorlar. Böyle bir konu yokmuş gibi bir tutum sergiliyorlar.

1970’lerde, 1980’lerde, gazetelerde zaman zaman şöyle haberler görülürdü. “ABD’de falanca şehirde bir Kürt Enstitüsü kuruluyor.” Bu tür haberler üzerine, “İşte emperyal proje budur. Bu haber de bu projenin, bu isteğin kanıtıdır…” denirdi. Halbuki, temel sorun, Kürt Enstitüsü’nün neden Diyarbakır’da veya İstanbul’da kurulamadığıdır. Sorunun bu boyutuna, örneğin Kürtçe yasaklarına ise, aydınlar hiç dikkat çekmiyorlardı.

Bu durumlar karşısında, Kürt aydınlarının, “Milliyetçilik kötüdür, her türlü milliyetçiliğe karşıyız”, “Kürdüm ama Kürt milliyetçisi değilim. “, “Bölücü değilim, enternasyonalistim”, “Kürtler zaten devlet istemiyor, devlet olmak zaten başta Kürtler için iyi değildir…” şeklindeki düşünceleri tekrarlamaları onay almanın, yani devletten ve Türk aydınları tarafından onaylanma ihtiyacının da ötesine varmaktadır. Bütün bunlar kendi doğal haklarını, Kürt toplumu olmaktan doğan hakları yok saymak anlamına da gelmektedir.

“Ben bölücü değilim, ayrılıkçı değilim”, “Kürtler zaten devlet istemiyor” gibi sözler tarih bilincinden yoksun sözlerdir. Çünkü bölünen, parçalanan, paylaşılan zaten sensin. Bu tür sözler, bölünmenin, parçalanmanın ve paylaşılmanın bilincine varılmadığını gösterir. Böyle bir bilince ulaşamama, Kürtleri, kendilerine has özelliği olan bir halk yapıyor. Dünyada, 40 milyon olup da küçücük bir siyasal statüye sahip olmayan başka bir halk var mı? Dünyada 40 milyon olup da böylesine bölünmüş, parçalanmış ve paylaşılmış başka bir halk var mı? Dünyada ana hasımlarını “kardeş” olarak belleyen, ama kendi öz kardeşlerini “ilkel milliyetçi” diye aşağılayan, onları hiçe sayan başka bir halk var mı? Dünyada, baskıdan, zulümden ve asimilasyon politikalarından dolayı, kendi ana dilinde iki-üç satır konuşamayan, ama “ben milliyetçi değilim” diyen başka bir halk var mı?

***

(1)
İskiliplili Atıf Hoca, 1926 yılı başlarında, batılılaşmayı eleştirdiği için ve şapka giymediği için Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından idama mahkum ediliyor. Mahkemenin bu kararından sonra, İstihbarat ( MAH/Milli Amale Hizmet) tan bir heyet tebdil-,i kıyafetle, örneğin bir gazeteci gibi, İskilip’e gidiyor. Çarşı-Pazar dolaşıyor, camilerde şadırvanlarda, dükkanlarda, halkla, Atıf Hoca’nın köylüleriyle (Toyhane Köyü) sohbet ediyor. “Atıf Hoca’yı tanır mısınız?”, “Atıf Hoca ile akrabalığınız, yakınlığınız var mı?”, Atıf Hoca ne yapmıştır?” “Atıf Hoca’nın kitabının okudunuz mu?” “Atıf Hoca’nın köyünü biliyor musunuz?” şeklinde sorular soruyor. İskilpliler, genel olarak, Atıf Hoca’yı tanımam, kimdir, bilmem, ne yapmıştır, bilmem. Köyünü falan bilmem… şeklinde cevaplar veriyor. Atıf Hoca’nın kolayca idamında herhalde bu dıştalama da rol oynuyor. Atıf Hoca, 1910’larda, İstanbul’da, Darülfünun İlahiyat Fakültesinde müderris (profesör)ti. İdam edildiğinde 50 yaşındaydı.

Kürdistan-Post
http://www.kurdistan-post.com/

27 Ekim 2009 Salı

DUR GERİ GERİ…


Cirik Haci / Fezali
Cirik.Haci@gmx.de

Elim ayağım var, senin gibiyim
Kötü olma bende, dur geri geri
Sanmaki yaşarken ölü gibiyim
Kötü bulma bende, dur geri geri

Haksız yere yorma beni boşuna
İnan gelecek var senin başına
İnsan olan gider kendi işine
Kötü görme bende, dur geri geri

Kendini bilene işi yakışır
Birlikte yaşam içine karışır
Güneş hava su ile yeşerir kır
Kötü bilme bende, dur geri geri

Fezalim haci der insan ezeldir
Bir orman içinde solan gazeldir
İnsan doğup kalmak elbet güzeldir
Kötü alma benden, dur geri geri

24 Ekim 2009 Cumartesi

Dar Sokak Eylül Sayısı(*)


Derginin Eylül 2009 sayı 11’de aşağıdaki yazılar yer almıştır:

- Lanetli Tabletler(2): Sabahattin Yalkın

- Merhaba: Murat Altınöz

- Edebiyat ve Yabancılaşma: Hâle Seva

- Böcek Ağıtı: A.Nail

- Sosyalizmi Düşünüyorum: Faiz Cebiroğlu

- Olmak: Hasan Yolcu

- Mor Gömlek: Ali Özdemir

- Bulutları Diken Şiir: Mehmet Ercan

- Şiir ve şair üzerine notlar: Süleymen Çiçekli

- Madımak: Ahmet Yılmaz Tuncer

- Şiir Üzerine: Victor Hugo (çeviri: Azra Erhat).

- Suskun Bir Zaman Karesi, Onur Aslan: Murathan Çarboğa

- İnsan: Murat Olğar

- Acı Yıllar, Zor zamanlar: Özcan Özgün

------------------

Dergi Editörleri:

Murat Altunöz: murataltunoz@hotmail.com

Faiz Cebiroğlu: faizce@hotmail.com

-----------------

(*) Bizlere, Dar Sokak dergisi, Eylül sayısının kitapçılarda bulunmadığına dair iletiler ve şikayetler geldi. Dar Sokak dergisinin Eylül sayısını bulamayan arkadaşlar bizlere bildirirlerse, dergiyi adreslerine göndeririz. Dergiye gösterdiğiniz ilgi için teşekkür ediyoruz.

Kürdolojide Mehmet Bayrak






İsmail Beşikçi

Mehmet Bayrak’ın iki kitabı daha yayımlandı. ‘Kürtlere Vurulan Kelepçe ŞARK ISLAHAT PLANI', araştırma, inceleme yapanların çok sözünü ettikleri, yararlandıkları bir belge. Kitapta, Şark Islahat Planı, hazırlanması, uygulanışı, dönemde cereyan eden öbür olgularla, olgusal ilişkilerle bütünleştirilerek veriliyor. Kitapta, 1925 de hazırlanan ve yaşama geçirilmeye gayret edilen planın iç ve dış gelişmeleri nasıl etkilediği de zengin olgularla, olgusal dayanaklarla dile getiriliyor.

Mehmet Hoca’nın bütün kitaplarında, kitabın sonunda, bir fotoğraf albümü yer alıyor. Kürtlere Vurulan Kelepçe Şark Islahat Planı kitabının sonunda da çok değerli bir albüm var. Kapak fotoğrafı ve sahife 243 deki fotoğraflar, Kürtlerin acılı tarihlerinin kısa bir özeti gibi. Bu fotoğraflar, bende, Orhan Kotan’ın, “Gururla Bakıyorum Dünyaya” kitabındaki “Halkların Kardeşliği Adına”, bilgi ve duygu dolu, eleştirilerle yüklü şiirini çağrıştırdı. Bu şiiri sık sık seslendiren Nedim Baran’ın sesi kulaklarımda çınlamaya başladı.

Mehmet Bayrak, kitaplara sadece fotoğraf koymuyor, bir de, fotoğrafların altına, dönemdeki ana ilişkileri belirten açıklamalar yapıyor. 243. sahifedeki, “14 Ağustos 1938’de, Dersim’in Halvori Köyü’nde, 217 kişi ölüme götürülürken” (resim 55), “Silahların gölgesinde akıbeti belirsiz bir yolculuğa çıkarılan Dersimliler” (resim 56) böyledir.

“Şark İstiklal Mahkemesi’nin, 1925 deki yargılamaları sonucu idama mahkum edilen, Kürtlerden bir grup infazdan önce” (s.240, resim 48) “ 1925 isyanı bastırıldıktan sonra idam sehpaları” (resim 49), “1925 Diyarbekir’deki idamlardan sahneler (Vakit, 27 Nsan 1925)” (Resim 50), “1925 de Diyarbekir’deki toplu idamlar” (resim 51) yine böyle fotoğraflar…

Şark Islahat Planı’yla, kelepçe sadece Kürtlere vurulmuyor. Bu, aynı zamanda Türkiye’ye de vurulmuş bir kelepçe oluyor. Fizikteki birleşik kaplar yasası, toplumsal ilişkilerde de aynen kendisini göstermektedir. “Kürtlere soluk aldırmayalım, baskıyı zulmü eksik etmeyelim…” anlayışının Türkleri de şu veya bu şekilde etkilemesi doğaldır. Toplumun, halkın bir kesimine vurulan kelepçenin, toplumun öteki kesimlerini de etkilemesi kaçınılmazdır. Türkiye’nin, Türk toplumunun ekonomik, politik ve toplumsal ilerlemesi kanımca, ilerlemeni düşünüldüğü, istenildiği gibi gerçekleşmemesi, Şark Islahat Planı’yla, Kürtlere Vurulan Kelepçe’yla yakından ilgilidir. Türkiye, Şark Islahat Planı’yla kendisine de kelepçe vurmuştur.

Birkaç defa askeri darbeyle yönetimden uzaklaştırılsa da resmi ideolojinin değerleriyle en iyi uyuşan siyasetçi Süleymen Demirel’dir. Bu niteliği dolayısıyle, kendisini yönetimden uzaklaştıran güçler tarafından tekrar göreve gelmesi sağlanmıştır. Resmi ideolojinin değerleriyle bütünleşmek bir yerde, Türkiye’nin önünü tıkamak demektir. Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel için de bu söylenir. Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin bu ilişkilerin bilincine vardığı kanısındayım. Bu fark ediş, kendisinden önceki hükümetlere göre çok önemli bir farktır. İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın, Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın, AKP Genel Başkan Yardımcısı ve hükümet sözcüsü Bülent Arınç’ın tutumları, bu bakımdan, dikkate değerdir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün tutumu da öyle. Bütün bunlardan dolayı Kürt açılımı, demokratik açılım, milli birlik projesi gelişmelerini ilgiyle izlemek gerekir. Bu konularla ilgili konuşmalar, tartışmalar kamuoyunda, basında dinamik bir şekilde sürmektedir. Bu bile başlıbaşına bir açılımdır zaten…

Mehmet Bayrak’ın ikinci kitabı, “Alevilik, Kürdoloji, Türkoloji Yazıları 1973-2009” başlığını taşıyor. Kitap, Mehmet Bayrak’ın, çeşitli gazetelerde ve dergilerde yayımlanmış yazılarını içermektedir. Mehmet Hoca’nın kitaplarının ÖZ-Ge Yayınları tarafından yayımlandığı biliniyor.

1960’ların ortalarından, sonlarından beri, Kürt toplumunda çok önemli bir dönüşüm yaşanıyor. Kürtlere, Kürtçe’ye, Kürdistan’a, Kürt toplumunun tarihsel ve toplumsal gelişmesine ilgi gün geçtikçe artıyor. Kürtler, artık, kendi tarihlerin kendileri yazıyor. Bu koşullarda, araştırma ve inceleme ihtiyacı, birincil kaynakları görme ve değerlendirme heyecanı, günden güne, kendini daha yoğun bir şekilde hissettiriyor. Gerilla mücadelesi sürecinde, araştırma-inceleme ihtiyacı hem yaygınlaştı, hem de derinleşti, yoğunlaştı. Bundan sonra, bu ihtiyacın kendisini daha çok duyuracağı kanısındayım. Bu konularla ilgili araştırmalar, incelemeler önümüzdeki dönemde ciddi bir artış gösterecektir.

Mücadele sürecinde, Şark Islahat Planı’yla Kürtlere Vurulan Kelepçe parçalanmış, özgürleşme süreci başlamıştır. Özgürleşen Kürtlerin geriye doğru bakması, geçmişte neler olup bittiğini anlamaya kavramaya çalışması doğaldır.

Araştırma-inceleme için ciddi bir arşivin gerekli olduğu açıktır. Bazı temel kaynaklara ulaşabilmek önemli olmalıdır. Bu konuda Mehmet Bayrak’ın kitaplarının önemli olduğunu düşünüyorum.

Kürtler ve Ulusal Demokratik Mücadeleleri/Gizli Belgeler, Araştırmalar, Notlar 1993, Açık-Gizli/Resmi-Gayrı resmi Kürdoloji Belgeleri I 1994, Açık-Gizli/Resmi-Gayrı resmi Kürdoloji Belgeleri II 2004 Mehmet Bayrak’ın çok değerli kitaplarıdır. Şark Islahat Planı hazırlandıktan sonra, önerileri yaşama geçirmek için pek çok rapor hazırlanmıştır. Örneğin Kürtler, neden asimile edilecektir, nasıl asimile edilecektir konularında pek çok rapor hazırlanmıştır. Bu raporlar doğal olarak gizlidir. Yalana dayalı bu raporların hazırlanmasında üniversitenin çok yardımı vardır. Yukarıda sözü edilen üç kitapta, bu raporlardan önemli bir kısmı verilmektedir. Bu bakımdan bu kitapların önemi büyüktür. Şark Islahat Planı, Kürtlere Vurulan Kelepçe başlıbaşına bir belgedir.

Alevilik ve Kürtler, 1997, Orta Çağ’dan Modern Çağ’a Alevilik, 2004, Kürt Müziği, Dansları, Şarkıları I, II, III, 2002, Geçmişten Günümüze Kürt Kadını 2000, Gravürlerle Kürtler, 2002, Osmanlı’da Kürt Kadını 2007, İç Toroslar’da Alevi Kürt Aşiretler 2006, Alevi Bektaşi Edebiyatında Ermeni Aşıkları, 2005, Red ve İnkardan Kabullenmeye Kürt Kimliği Mücadelesi, 1992, Kürt Sorunu ve Demokratik Çözüm, 1999 Kütler ve Alevilik ilişkisi, Kürt kadınının Kürt toplumundaki yeri, Ermeni-Kürt ilişkileri incelenmesi gereken konulardır. Bu kitaplarda bu konularla ilgili çok yararlı belgeler var.

Kürtler, Kürtçe, Kürdistan hakkında kitaplar, yazılar… 1960’larla günümüzü karşılaştırdığımız zaman, çok büyük bir farkın yaşandığı hemen görülmektedir. O zamanlar, değil Kürtlerle ilgili bir kitap, yazı olsun, gazetelerde Kürtlerle ilgili küçük bir haber bile yer almazdı. Bazı arkadaşlar, duygularını, özlemlerini, “… içinde Kürt sözcüğü geçen bir haber olsun da isterlerse bize sövsünler…” şeklinde ifade ederdi.

14 Temmuz 1958 de Irak’ta, krallığı deviren bir askeri darbe olmuştu. Bu darbeden sonra Mele Mustafa Barzani, 500 peşmerge ile, fakat 500’den çok fazla bir nüfus ile Sovyetler Birliği’nden Irak’a dönmüştü. Dönüş yolunda, Mısır Lideri Cemal Abdülnasır, Mele Mustafa Barzani’yi ve arkadaşlarını Kahire’ye davet etmiş, kendisiyle görüşmüştü. O günlerde Kahire radyosunda Kürtçe yayınlar da vardı. Cemal Abdülnasır-Barzani görüşmesi, Cumhuriyet Gazetesi’nde 5. sahifede, sayfanın dibinde, 5-6 satırlık çok küçük bir haber olarak yer almıştı. O yıllarda gazetelerin sahife sayısı azdı. Örneğin Cumhuriyet Gazetesi 6 sahife olarak çıkıyordu. Gazetedeki haber, haberden çok Abdülnasır’ı protesto erden bir içerik taşıyordu. Bazı Kürt öğrenciler, bu haberi kesip kitabının defterinin arasında saklamış. 17 Aralık 1959 daki 49’lar operasyonunda, bu operasyon sonunda yazılan iddianamede, bu gazete kesiğinden çok söz ediliyor. Bu kesikleri, öğrenciler arasındaki bağlantının bir delili sayılıyor. Öğrencileri de kapsayan bir örgüt olduğu, bu örgütün devleti milleti yıkma amacı taşıdığı, birçok öğrencide yakalanan bu gazete kesiklerinin de bunun delili olduğu iddia ediliyor…Aslında bu küçük gazete kesikleri, 1950’lerin sonlarında, Kürtlerle ilgili ender haberlerden biri oluyor. Öğrenciler onun için, bu kesikleri, defterlerinin, kitaplarının arasında saklamaya çalışıyorlar.

Mehmet Bayrak’ın, başka yayınları da var. Tevfik Fikret’le, Pir Sulatan Abdal’la, Köy Enstitüleri’yle, eşkiyalıkla, halk gülmecesiyle ilgili yayınları dikkate değer çalışmalardır. 1989-1991 yılları arasında yayımlanan Özgür Gelecek dergisi de önemli bir kaynaktır.

Bütün bunların dışında, Martin van Bruniessen’in, Robert Olson’un, Kadri Cemil Paşa’nın, Nuri Dersimi’nin, Celile Celil’in, Qanadê Kurdo’nun, Lazarev’in, daha pek çok kitabın Türkçe’ya kazandırılması da önemlidir. Bütün bunlar ÖZ-GE’yi çok değerli bir yayınevi yapmaktadır.

Dikkat edilirse Mehmet Bayrak hep ezilen toplum kesimleriyle ilgili araştırmalar, incelemeler yapmaktadır. Ezilenlerden yana taraftır. Ezilen halk olarak Kürtler, ezilen inanç olarak Aleviler, ezilen cinsiyet olarak kadınlar, ezilen sınıf olarak emekçiler, Mehmet Hoca’nın ana çalışma alanlarıdır. Bu konularda Mehmet Hoca’nın, kitapları yanında çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış, söyleşileri, makaleleri de vardır.

Firaz Baran tarafından hazırlanan “Karanlığa Süzülen Işık, Mehmet Bayrak Belgesel Biyografi, 2008 “ kitabı da bütün bu konularda çok değerli bir kaynaktır…

Mehmet Hoca’ya selam olsun…

Kürdistan-Post
http://www.kurdistan-post.com/

23 Ekim 2009 Cuma

SİYASAL POPPERİZM




”Marksist düşünceye düşman olan Popper, ‘Tarihselciliğin Sefaleti’ ve ‘Açık Toplumun Düşmanları’ adlı eserlerinde Marksizm’e saldırır. Marks’ın ‘Filozoflar sadece dünyayı değişik biçimlerde yorumlamakla yetindiler, söz konusu olan onu değiştirmektir’ sözünü anti-bilimsel bulur…”


Yener Orkunoğlu
y.orkunoglu@googlemail.com

Geçmişte İttihat ve Terakki’ciler, Türkiye’de örgüt kurmak için bir araya gelerek tartışırlar. Bir an önce örgüt kurmak isterler. Toplantıya katılmış olan, Z. Gökalp’a da sorarlar. ‘Hoca sen ne düşünüyorsun örgüt konusunda’. Gökalp bir soruyla cevap verir: ‘Kurulacak örgütün, teorisi, ideolojisi ne olacak?’ Ötekiler Z. Gökalp’a şöyle cevap verirler: ‘Önce örgütü kuralım, ideolojisi ve teorisini sonra düşünürüz’.

Sosyalist sol olarak biz de bazen böyle yapıyoruz. Önce yapıp sonra düşünüyoruz. Doğruyu saptayıp hayata geçireceğimize, yanlışlıklar yaparak ve yanlışlıklardan arınarak doğruyu bulma gibi uzun sancılı bir süreç izliyoruz. Bu da, K. Popper’nin bilimsel teorilerin gelişmesine dair düşüncesinin, siyasal alanda uygulanması oluyor herhalde. Eylemsizlik kalmaktansa, bir şeyler yapmaya çalışmak elbette doğru. Ama eyleme yön veren bir teori olmayınca, eylemcilik etkisiz kalmaktadır. Siyasal rotasını bulmak isteyen örgütlerin tutumlarını eleştirmek amacıyla ‘siyasal Popperizm’ kavranımı kullanıyorum. Siyasal Popperizmi, kısmen Kürt hareketinde de görüyoruz: Deneme sınama yoluyla doğruya ulaşmak.

Karl R. Popper, deneme ve yanılma yolunun bilimsel araştırmada en bilimsel yöntem olduğunu savunan Avusturyalı bir bilim adamı. Popper’in yönteminin en bilimsel yöntem olduğunu kabul etmiyorum. ‘Deneme ve yanılma yöntemi” bir yöntem olabilir, ama en bilimsel yöntem değildir.

Popper, 1902 Viyana’da doğmuş, üniversite’de felsefe, fizik, matematik ve psikoloji okuyan, bilim felsefesi konusunda çalışmalar yapan bir filozof. ‘Eleştirel Akılcılık’ düşüncesini savunan Popper’in dünyada ve Türkiye’de çok taraftarı var.

1920’li yıllarda Viyanalı bir grup bilim adamının oluşturduğu bir felsefe ekolu gelişir. Önceleri ‘Viyana Çevresi’ adıyla anılan ekol, sonraları ’Mantıkçı Pozitivizm’, ‘Mantıkçı Empirizm’, ‘Yeni Pozitivizm’ gibi isimler alır. Bu felsefe ekolu şu düşünceyi savunur: Bilimsel teori, doğrulanabilir bir düşünce sistemdir. Bilimi doğrulayan deneydir. Bilim doğrulanılır; metafizik ise doğrulanamaz . Bilim doğrulanabilir olmasıyla metafizikten ayrılır. Metafizik ise ‘deneyin dışındadır’; deneyle doğrulanamadığından bilimsel değildir. Bu bakış açısı mantıki sonucuna götürüldüğünde şu sonuç ortaya çıkıyor: Özgürlük, eşitlik, hümanizm, etik vb. metafizik şeylerdir. Böylece bu sorunlar, bilimsel incelemenin ve bilimin dışına itilir. Zaten şunu söyler Popper: ‘Tüm politik düşünceler arasında belki en tehlikeli olan düşünce, insanı bütünsel ve mutlu kılmaya çalışan düşüncedir.’

Popper, Viyana Çevresi’nin düşüncesine karşı çıkar ve ‘Bilimin özelliği doğrulanabilir olması değil, yalnışlanabilir olmasıdır’ der. Doğrulanabilirlik ilkesinin yerine yalnışlanabilirlik ilkesini getirir. Popper şöyle der: ‘Bana göre deneme ve yanılma metodu, bilimsel metoda öteki metotlardan çok daha yakındır gibi gözüküyor.’

Bana göre deneme ve yanılma yolu en bilimsel yöntem değildir. Bilimin özü görünüşün arkasındaki özü açığa çıkarmaktır. Özü açığa çıkarmak bir yöntem sorunudur. Bu nedenle yöntem sorunu bilimin özünü oluşturur. Bir olguyu tümüyle kavramak, bütünlüğü dikkate alan bir yöntemi gerektirir. Ama Popper, bütünlükçü bakış açısına düşmandır. ‘...bütünlükçülük, Eflatun’dan beri eski çağ düşüncesinin temel bir özelliği olmuştur. Bütüncü düşünüş tarzı düşüncenin gelişmesinde yüksek bir düzeyi veya daha geç bir aşamayı temsil etmek şöyle dursun, bilim-öncesi bir aşamanın özelliği’dir.

Marksist düşünceye düşman olan Popper, ‘Tarihselciliğin Sefaleti’ ve ‘Açık Toplumun Düşmanları’ adlı eserlerinde Marksizm’e saldırır. Marks’ın ‘Filozoflar sadece dünyayı değişik biçimlerde yorumlamakla yetindiler, söz konusu olan onu değiştirmektir’ sözünü anti-bilimsel bulur. Ona göre söz konusu olan dünyanın değiştirilmesi ise, burada ancak ve ancak teknolojik ve dolayısıyla bilimsel çalışmalar yoluyla değişiklik yapılabilir. Popper, felsefeyi bilimden soyutlamakta ve burjuvazinin ideolojisine ‘bilimsel felsefi’ bir biçim kazandırmaktadır.

Liberalizmin ateşli savunucusu olan Popper, liberalizmin akıllı filozoflarından biridir. Marksizm’i “çürütmeye” çalışma çabasında önce Hegel’i eleştirir. Marksist diyalektiği hem doğa bilimleri hem de toplumsal bilim alanlarının dışına atmaya çaba gösterir. Diyalektiğe, bütünselliğe ve tarihsel materyalizme karşıdır. 1940 yıllarında yazdığı ‘Diyalektik Nedir?’’ adlı makalesinde, diyalektik düşünceye saldırır: Diyalektiğin ‘içi boş’ ve ‘bilim dışı’ olduğunu iddia eder. Popper ‘diyalektik düşünce yalnışlanamaz. Bu nedenle bilimsel değildir’ diyerek diyalektiğe karşı olduğunu dile getirir. Popper bir pragmatisttir, bilim anlayışı tek boyutludur. Gözlem ve deneyin dışında gerçeklerin kavramlaştırılması çabasını reddettiği için ampiristtir.

Popper, liberal kapitalizmin savunuculuğunu yapan bir reformcudur: ‘Bir kere yeryüzünü cennet yapamayacağımıza göre ve ancak işleri biraz düzeltebileceğimizi anlayınca, onları ancak azar azar düzeltebileceğimizi de anlarız.’

Popper’e verilecek cevabı Goethe’ye bırakalım.’Çürümüş ve yıkılmaya yüz tutmuş tarihi dönemlerde, çok belirgin, bir öznel gericilik göze çarparken, bütün ilerici dönemlerde dünyayı kendi bütünselliği içinde ve olduğu gibi kavramak gerçeği görülmektedir‘

22 Ekim 2009 Perşembe

DAĞLARDAN ŞEHRE


Cirik Haci / Fezali
cirikh@gmx.de

Sınırlar açıldı dağlardan şehre
Anadolu halkları, barış diyor!
Kiminde gözyaşı, sevinçli çehre
Anadolu halkları, barış diyor!

Bir adım bile ışık umut oldu
Kine nefrete son, saygı buldu
Tarihe çığ açan bu güzel yurdu
Anadolu halkları, barış diyor!

Yeter artık, dağlarında gül açsın
Ceylanlar korkusuz suyunu içsin
Turnalar ötüşşün, dağları geçsin
Anadolu halkları, barış diyor!

Dinsin bunca acı feryatlar yurtta
Bin çiçek açsın sümbüller hatta
Kardeşlik türküsü, bina ,her katta
Anadolu halkları, barış diyor!

Sınırsız sınıfsız toplumun aşkı
Ağanın beylerin yıkılsın köşkü
Elele yürü, bitmesin bu çoşku
Anadolu halkları barış diyor!

Fezalim der haci özünle gerçek
İnsanlık için barış tohumun ek
Faşizmin elini ,ta kökünden çek
Anadolu halkları, barış diyor!

20 Ekim 2009 Salı

UYKU TUTMADI




Cirik Haci / Fezali
cirikh@gmx.de

Yine acım, gönlüm buruk
Uyku tutmadı gözlerim
Ayak yalın, hava soğuk
Uyku tutmadı gözlerim


Sokakta buldum belamı
Polis panzer sardı beni
Devlet hırpalar kimini
Uyku tutmadı gözlerim

Çocuklar yaşıyor hırçın
Haykırır özgürlük üçin
Hapis oldum sıfır saçım
Uyku tutmadı gözlerim

Kilitli kelepçe eller
Karın aç, beni kim dinler
İfadem alıyor beyler
Uyku tutmadı gözlerim

Hüküm kıymış yüz çocuga
Hükümet patronla ağa
Fezalim der çıkam dağa
Uyku tutmadı gözlerim

18 Ekim 2009 Pazar

SÜRÜLER DÜNYASINDA İNSAN(*)


Demir BİLGİN
demir.bilgin@yahoo.dk

Yaşadığımız bu emperyalist çağda insan gerçekten sürüleşiyor. Sürüler dünyasında insanın bilgisi de en alt düzeye düşüyor.

Yaşadığmız bu emperyalist çağda insanın zekâsı da gerçekten küçülüyor. Sürüler dünyasında insan, yozlaşan insan oluyor. Yozlaşan insan, daha önceleri sahip olduğu en iyi niteliklerini kaybeden insan demek oluyor.

Emperyalizm, sürüler sistemi üzerine kurulu bir sistemdir; insanın bilgisini yok ediyor.
Emperyalizmde insan, sürüye dönüşüyor.

Bu bağlamda, sürüler düzeninin vatanı, ’Koyunistan’dır.

Örnek olsun, Amerika’da insanlar, sürüdür.

Amerika, Koyunistan’dır.

Kendi halkını sürüleştiren Amerika; Türkiye ve tüm Orta-Doğu halklarını sürüleştirmek için, uğraşıyor. Başkaları ne düşünüyor bilemem, ama bana göre; Irak’a atılan bombalar, Irak’ın ve Afganistan’ın işgali...hepsi, o topraklarda yaşayan insanları sürüleştirmek içindir. Zira insanı ezmenin, sömürmenin ve küçültmenin tek yolu, buradan geçiyor.

Buarada temel sorun, insanları sürüleştirmektir.

Burada tek amaç, insandan sürü yaratmaktır.

Emperyalizm, insanların sürüye dönüştürülmesi süreci oluyor.

Sürüleşme döneminde insan, insan olmaktan çıkıyor; kendini, kimliğini yitiriyor!

Böylece ülkeler, Koyunistan’a çevriliyor. Koyunistan’a çevrilen ülkenin insanı, küçük oluyor. Küçüktür. Kimliksizdir. Yoktur.

Koyunistan; kimliksiz ve insancık olmak, demektir.Böylesi düzenin insanlarına „kuş beyinli insanlar“ demek yerinde olur, diye düşünüyorum.

Bu anlamda kuş beyinli insan, dik insan değildir. Olamıyor. Olamaz. Boş çuval misali, dik duramayan insandır. Dik duramaz; çünkü, boş çuval dik durmaz!

Böylesi bir sistemde bilgi, düşünce olur mu?

Böylesi bir düzenin insanına „insan“ denilebilir mi?

Açık ki, hayır!

Zira burada insan, tıpkı uzun Orta - çağ insanı gibidir. Yani insan olmayan „insandır!“

Sürüler sistemi de budur; ilkellik sistemidir. Burada insan, ancak böylesi bir sisteme aşkaldırarak, mücedele ederek, bilgili, düşünceli ve aynı anlama gelmek üzere, ”insan” olabiliyor.

Öğrenme, araştırma ve ileri gitme; kısacası bilgi, var olan sürüler sistemini redederek; bu sistemle sürekli mücadele ederek kazanılıyor / kazana-biliniyor. Türkiye’de, Amerika’da veya başka bir ülkede, bilgi, yani insan gelişimi; hep sürüler düzenine mücadele etmekten geçmiştir. Tarihsel olarak insanın ”insan” olması da, hep bu yolla olmuştur. Budur.

Evet; bilgi, insanın gelişimidir.

Her yeni bilgi, bir ileri gelişimdir.

Bilgi ve gelişim, sürüler sistemiyle kavga etmenin biricik teorisi oluyor. Bu pratiksel bir kavgadır. Bu pratiksel kavganın teorisi, belli noktaları da içeriyor, hatırlamakta yarar var:

Bir: Emperyalizme karşı tutum, davranış ve tavrımızdır. Bu, kavgada netlik demektir. Şudur: Sürüler sistemini kurmak isteyenlere karşı, açıkça mücadele etmek, sürekli mücadele etmek., demek, oluyor.

İki: Ortakçı felsefeye sarılmaktır. Ortakçı felsefe, canlı felsefedir. Canlı felsefe, adı üzerinde, canlıdır; yürüyen ve sürekli ileriye giden felsefedir. Ortakçı felsefe, ortakçı yeni insan bakışını, olmazsa-olmaz ilke olarak kabûl eden bir felsefedir. Bu felsefi düşünceyi yaratan da, nesnedir. Somut zenginliktir.

Üç: Mücadele ve interaksiyon. Bu da şu demektir: Sürüler düzenine verilen kavganın sonucunda çıkan karşılıklı etki bilgisine, ”yeni bilgi”, ”yeni tutum”, ”yeni davranış ve tavır” edinmek zorunlu oluyor. Bu, ’yeni insanın’, ’yeni ahlakı’ oluyor. Bu, ortakçı insanın, yeni bilgi teorisi oluyor.
1991 yılında, Dönem Yayıncılık’ta çıkan bir kitabımın önsöz’ünde, şunları yazdığımı hatırlıyorum:

”Türkiye, yeni bir kahramanlık dönemine girmiş bulunuyor. Bu kahramanlık, tekellere karşı yorulmak bilmez bir savaşım yürütmekle iç-içe geçmiş durumda. Zira artık Türkiye budur. Türkiye’de yaşamak demek, ya tekellere karşı kahramanlık savaşı vermek, ya da sürüleşmek demektir…”

Tekeller düzeni de, emperyalist düzendir.

Tekeller sistemi de, sürüler sistemidir.

Böylesi sistemlerde insan olmanın tek yolu, sürüler düzenine hayır demekten geçiyor.

Böylesi sistemlerde yeni bilgi, yeni insan yaratmanın yolu da, Koyunistan sistemini kurmak isteyenlere karşı, mücadele etmekten geçiyor.


----------

(*) 2006’da yazmış olduğum bu makale, şu an hazırlamakta olduğum 3.kitabımın adı ve giriş yazısı oluyor.

17 Ekim 2009 Cumartesi

SOSYAL, KÜLTÜREL, ETİK BİR DÖNÜŞÜM OLARAK SOSYALİZM...(*)



“Sosyalist deneylerin başarısızlığının nedenleri arasında “geçiş” sürecinin yeterli düzeyde kavranamamış olmasının da önemli payı vardı. Marx, sosyalist toplumun ne olması, kapitalizmden sosyalizme geçişin nasıl olması gibi sorunlardan çok kapitalist toplumu anlamaya çalıştı. Kapitalizmin teorisini oluşturdu. Paris Komünü konusunda olsun, başka vesilelerle olsun [Gotha programı,vb], yazdıkları bir “geçiş teorisi” için yeterli değildi. Kaldı ki, sosyalizmin, komünizmin kuruluşu, birilerinin kafasından çıkacak fikirlerden çok, doğrudan proletarya tarafından mücadele sürecinde gerçekleşebilecek bir şeydi. Jose Marti’nin dediği gibi, “yapmak en iyi söyleme tarzıdır.”

Fikret Başkaya

Eğer bir ekonomik-sosyal dönüşüm, geniş halk kitlelerinin bilincinde radikal bir dönüşüme, köklü bir sıçrayışa eşlik etmiyorsa, orada gerçek anlamda devrimden söz etmek mümkün değildir. Toplum çoğunluğunun bilincinde bir sıçrama söz konusu değilse, kitlenin “devrimci dönüşüm” sürecine katılımı bir retorik veya “biçim” olmanın ötesine geçemez. Kitlelerin bilincinde köklü bir “devrim” olmadan gerçekleşen tüm “dönüşümler” de en iyi koşullarda bir çeşit “hükümet darbesi” olabilirler... Kitlenin süreci belirlemesi gerekirken, kitle süreci yönetip-yönlendirenlerin elinde bir manipülasyon aracı, bir çeşit ‘hammadde’ ya da ‘yakıt’ işlevi görecektir. Aslında “yeni kurumların” oluşturulması aldatıcıdır. Yeni kurumlar, kitlenin kaderinin sürekli ve kalıcı olarak “değiştiği” anlamına gelmez. Yapılan, son tahlilde eski şarabı yeni şişede sunmaktan ibarettir. Bu bakımdan L. Trotsky: “Devrim her şeyden önce kişiliksiz oldukları varsayılan kitlelerde insanî olanın uyanmasıdır.” derken tamı tamına bunu ifade ediyordu. Bu yüzden, kimi ekonomik-politik dönüşümler yapmak, “yeni kurumlar” oluşturmakla devrim gerçekleşmiş olmaz. Devrimin gerçekleşebilmesi için radikal bir sosyal, etik ve kültürel dönüşüm de olmalıdır. Aksi halde birey “insanî” olarak azgelişmişlik statüsünde kalmaya devam edecek, kendi bireysel “özerkliğini” kazanması da mümkün olmayacaktır.

Halk çoğunluğu adına başkaları, “devrimci öncüler” karar vermeye devam ettikçe, geniş halk kitlelerinin kaderi ve akıbeti “halk yararını” bilenlerin insafına tâbi olmaya devam eder. O zaman hemen şu soru akla gelecektir: Kitleler kendiliğinden durumlarının bilincine varabilirler ve sadece politik-ekonomik değil, kültürel-etik-sosyal bir radikal dönüşümü gerçekleştirebilirler mi? Her ne kadar “devrimci çevrelerde” halkın kendiliğinden eylemleriyle bunu gerçekleştiremeyeceği, en iyi koşullarda “ekonomik bilince” ulaşabileceğine dair genel bir kanaat geçerli olsa da, bu doğru değildir. Aslında bu görüşün bu ölçüde yaygın oluşunun nedeni, kitleyi ve kitle hareketlerini manipüle etmeyi “meslek” edinmiş olanların yaygın bir nüfûza ve ideolojik üstünlüğe sahip olmalarındandır. Geniş kitleler “eski yerlerini” ve “konumlarını” muhafaza etmeye devam ettikleri sürece, devrim yapanlar tarafından manipüle edilmeye, yönetilip-yönlendirilmeye de devam edeceklerdir. Bu durumda devrim, olsa, olsa devrimi yapanların “devrimi” olabilir... “Devrim” denilen de süratle ‘kurumsallaşıp’ devrimin inkarına dönüşür... Elbette devrimi yapanlar, kitleyi ve kitle hareketini manipüle edenler kitlelerin bilincinde de devrimin gerçekleşeceğini; ama bunun belirli bir zaman alacağını, bir “geçiş süreci” sonucu gerçekleşeceğini, “kitlenin henüz böylesi bir dönüşüm için yeterince olgunlaşmadığını,” vb. söylemeye devam edeceklerdir. Eğer kültür denilen, bir ‘insanlaşma’ süreciyse, insan doğasında mündemiç olan ‘insanî potansiyelin gerçekleşmesiyse,’ devrim behemehâl kültürel bir olgudur ve her ikisi de aynı amaca yöneliktir: İnsanların her seferinde daha ‘iyi’ yaşamalarının olanaklarını yaratmak, insanda ‘insanî olanın gerçekleşmesini’ sağlamak... Velhasıl, yoksunluk zincirini kırmak, insanî olanın, insanî potansiyelin gerçekleşmesinin önünü tıkayan engelleri aşmak, baskıdan, sömürüden, hiyerarşiden, toplumsal eşitsizliklerden kurtulmak...Demek ki; gerçek anlamda devrimden söz edebilmek için, kimi “yeni kurumlar” ve “yeni söylemler” ve sloganlar yeterli değildir. Devrim sadece yeni kurumlar oluşturup onun ötesine geçemezse, insanlar arasında yeni ilişkiler yaratamazsa; ve emekçi çoğunluğun toplumsal yapıdaki konumunda radikal ve kalıcı bir kayma sağlayamazsa, gerçek anlamda “devrim” den de söz edilemeyecektir. Devrim, özgürleştirici, insanî potansiyeli harekete geçirici, yeni ilişkiler, yeni bir kültür yaratabilmelidir. Yeni bir kültür, “yeni ve farklı ihtiyaçlar” da yaratacaktır; ve bu yeni ihtiyaçlar sınıflı toplumda geçerli olanın daha yoğun ve daha hızlı taklit edilmesiyle gerçekleşemez... Buradan bir başka sonuç çıkar: Sınıfsız, sömürünün, baskı ve hiyerarşinin geçerli olmadığı bir toplumsal düzene giden yollarla nihai hedef arasında doğru yönde bir ilişki söz konusudur. Son analizde, kapitalist üretim ve tüketim modelini esas alan, onu daha hızlı taklit etmeyi marifet sayan, “ileri” kapitalist ülkelerin üretim ve tüketim düzeyine kestirme bir “geçiş süreci” mümkün olsa bile, varılan yer ‘sosyalizm’ kavramıyla ifade edilenle örtüşemez. Maurice Godelier’nin dediği gibi, “kapitalizmin ayaklarıyla yürüyerek” ancak “kapitalistsiz kapitalizme” varılabilir.” Bu itibarla, devrim öncesinde geniş kitlelerin bilincinde kayda değer bir sıçrama olmadan “gerçekleşen” “devrimin” yeni bir kültür, yeni etik değerler yaratarak, “özgürlükler krallığına” (le royaume de la libérté) giden yolu aralaması mümkün değildir.

Eğer devrim, radikal bir sosyal, kültürel, etik dönüşümse, kendilerini ‘sosyalist,’ dahası ‘komünist’ olarak tanımlayan rejimlerin hangi nedenler yüzünden bu amacın uzağına düştüklerinin tahliline geçebiliriz. Başka türlü söylersek, derginin bu sayısının konusu olan: Nerede hata yapıldı? sorusunu tartışabiliriz. Elbette bu kapsamlı bir sorudur ve hemen karşımıza iki önemli sorun çıkıyor: Bir kere, bu kadar kısa bir yazıda bu kapsamda bir sorunu tartışmak sanıldığından çok daha zordur; ikincisi, bizim entelektüel kapasitemizi, yetişkinliğimizi ve yetkinliğimizi zorlayan bir durum söz konusudur. Yine de cesaret edip bu devasa sorunu tartışmayı deneyeceğiz ve eğer, ‘verimli’ bir tartışma başlatabilirsek, yazı kendi sınırlı amacının ötesinde bir anlam bile taşıyabilecek... Sosyalizmin gerçekleşmesinin önündeki engeller nelerdi? Hangi sebeplerle devrim hedeflerinden saptı? Tartışma aşağıdaki başlıklar altında sürdürülecek: Teorinin dogmatikleştirilmesi veya teori yokluğu, örgütsel yanlışlar, demokrasi sorununun kavranışındaki aymazlık, geçiş sorununun yeterli düzeyde kavranamamış olması, kültür sorununun, daha açık bir ifadeyle, kültür, din, etik vb. gibi sorunların yetersiz veya yanlış kavranışı, klasik metinlerin birer “kutsal kitap” mertebesine yükseltilmesi...

Bir yerde bir kavram veya sözcük çok sık kullanılabilir; ama orada o kavrama veya sözcüğe uygun bir ‘gerçeklik’ olmayabilir. Başka bir ifade ile, retorikle realite arasında bariz bir uyumsuzluk olabilir. Sosyalist olduğu söylenen toplumlar olsun, kendilerine sosyalist diyen hareketler olsun, dillerinden hiç düşürmedikleri kavramlardan biri herhalde “bilimsel sosyalizm” idi. Yapılanların bilimle uzaktan yakından ilgisi olmamak bir yana, bilimin inkarı olanın “bilimsel sosyalizm” olarak nasıl sunulduğu, bugün, artık herkesin malumudur. Eğer teori yoksa veya dogmatikleştirilip, dejenere edilmişse, bilim denilen de kısır bir ideolojik söyleme dönüşür. Teorik sorunlara ilginin azaldığı veya yok olduğu bir ortamda, pratik sorunlarla ilgilenmek bilinçli olarak yüceltilir ve haksız olarak teorik uğraş küçümsenir. Karl Korsch, haklı olarak, II. Enternasyonal’in tutumunu bu yüzden eleştirmişti. Eğer bir devrimci hareket, ‘devrimci teoriden’ yoksunsa, artık tarihsel-toplumsal olayların kavranışı gerçekleşemez. Bu yüzden Lenin, “Devrimci teori olmadan devrimci pratik de olmaz.” demişti. Gerçekten teori yokluğu demek, hareketin önünü görememesi demektir ve böyle bir tablo ortaya çıktığında, pratik yaşamın dayattığı sorunların anlaşılması imkansız hale gelir ve sonuçta mücadele süreci yolundan sapar. Sözde “bilimsel sosyalizm” adına Marksizmin yozlaştırılması İkinci Enternasyonalle başlayıp Stalin’le devam etti. Aslında söz konusu olan devrimci teorinin, Marksizmin içini boşaltmaktı. Sovyetler Birliği’nde bir kere teori dogmatikleştirilip içi boşaltılınca, dünyanın başka yerlerindeki devrimci hareketler de Sovyet bürokrasisi tarafından “yönetilir”, “yönlendirilir” duruma geldi. Henri Lefebvre, “Marksizmin kurumlaştırılmasıyla, devrimin kurumlaşması atbaşı gitti” derken bu durumu ifade etmek istemişti. Devrimin kurumsallaşması da son analizde bir egemenlik tarzı olan ‘yeni’ siyasi iktidarın temelinin takviye edilmesinden başka bir şey değildir.

Devrim bir kere kurumsallaşınca, artık sorun bir “asayiş” sorunu olarak algılanır hale gelir... ‘Diyalektik ilkeler’ yeni yönetici sınıf tarafından mutlak hakikatler olarak ilan edilecektir; ama, aslında diyalektik ilkeler sadece bir retorik, içi boş sloganlar olarak mevcuttur. Bunun anlamı, olup bitenlerin ve tarihsel fırsatların anlaşılmasının ve ‘değerlendirilmesinin’ önünün kapanmasıdır. Artık, tartışma açmak, yeni şeyler söylemek, yeni çıkış yolları arayışına girişmek, sadece teşvik edilen bir şey değil, “yıkıcı” olarak algılanmaya başlanır. Mevcut olanın, halen yapılmakta olanın “bilimsel” olana uygun olduğu, dahası “tek geçerli yol” olduğu yaklaşımı hakim görüş haline gelir. Teorinin dogmatikleştirilmesinin veya teori yokluğunun en olumsuz sonucu, devlete ilişkin yaklaşımda ortaya çıktı. Kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminde devletin konumu, işlevi, vb. konusunda teorik donanım son derecede yetersiz kaldı. Bu konuda hemen hiçbir teorik çaba da harcanmadı. Elbette, özellikle geçiş sürecinin başlarında devlet önemli bir ikili işlev görecektir: Eski rejimin tasfiyesini tamamlamak yeninin kurulmasının önünü açmak. Fakat bunu yaparken devletin doğasında mündemiç olan genişleme, büyüme, ‘kapsama’ eğilimini gözden uzak tutmamak gerekiyordu. Devlet, devlet olarak varoldukça, her zaman “muhalifleri” yok etmek, etkisizleştirmek bunu da kendine özgü yöntemlerle yapmak durumunda olan bir aygıttır. Devletin bu temel niteliğinin gözden kaçırılması, hafife alınması, devrimi “yönetenlerin” baktıkları her yerde “devrim düşmanlarını,” “rejim muhaliflerini”, şimdilerde moda tabirle “bölücü ve yıkıcıları” görmeleri kaçınılmazdır. Elbette Marksizmin önde gelen teorisyenleri bu sorunla ilgilendiler; ama, hiçbir zaman “geçiş sürecinde” devletin konumu, işlevi ve ‘geçiş sürecinin devleti’ konusunda yeterli teorik-entelektüel bilgi birikimine ve donanıma sahip olunamadı. Aslında Marx, Engels ve Lenin’in geliştirdikleri görüşe göre, geçiş döneminin devletinin siyasi bir yapıdan giderek sadece idari [administrativ] işlevlere indirgenmiş bir yapıya doğru evrileceği varsayılıyordu. Örneğin, Sovyetlerin asıl iktidar odakları, devletin de idari-bürokratik işlerle ilgili ve giderek önemi ve ağırlığı azalan bir administrativ aygıt olması gerekirken, tam tersi tecelli etti. Sovyetlerin içi boşaltıldı, ‘iktidarı’ devlet [siyasi aygıt] lehine kaybettiler. Artık Sovyetler devrimci hareketin organları değil, devletin birer uzantısı durumuna geldiler. Böylesi bir ortamda giderek “devletin sönmesi” bir yana süreç, devletin güçlenmesiyle sonuçlandı ve devletin otoritesi, gücü ve kapsamı büyüdü.Bu aşamadan sonra da ancak “siyasi bir devrimden” veya dönüşümden söz edilebilirdi; ama artık yukarıda tanımlamaya çalıştığımız tarzda, sosyal, kültürel, etik bir dönüşümden söz etmek mümkün olamazdı. Bir kere böyle bir yola girilince, ve devrimin ufku salt politik devrimle sınırlanınca, baskı ve şiddetin de ön plana çıkması kaçınılmazdır. Oysa başlangıçtaki amaç, daha adil, daha özgür, daha eşitlikçi, daha insanî bir toplum oluşturulmasına muhalif unsurları etkisizleştirmekken; ve emekçi çoğunluğa daha iyi maddi-moral yaşam koşulları yaratmakken, “düşman yaratıp” yaratılan düşmanı imha etmek gibi bir yola girilmesi kaçınılmazdır. Artık bu aşamadan sonra yapılacakları tahmin etmek zor değildir: Özgürlüklerin gelişip-serpilmesinin önünü kesmek ve özgürlük ortamının yerleşmesini tehir etmek için her zaman bir gerekçe bulunacaktır. Yaratılan yeni yasal çerçeve de ‘yüceltilip-kutsandığı’ sürece, devrimin içinin boşalması, ‘iğdişleşmesi’, bir karşı devrime dönüşmesi kaçınılmazdır. Nasıl bir önceki dönemde daha çok hak ve özgürlük talebi, yasalar gerekçe gösterilerek yasaklanıp bastırılıyorduysa, “yeni rejim” de benzer gerekçeler ileri sürerek özgürlüklerin gerçekleşmesinin önünü kesme yoluna gidecektir. F. Engels, A. Bebel’e yazdığı bir mektupta bu soruna dikkat çekmişti. Elbette doğası gereği devrim, her zaman varolan ‘eski düzenden’ hoşnut olmayan çoğunluğun eseri olabilir. “Yeni rejim” geçerliyken eskisindekine benzer gerekçelerle kitleden gelen taleplerin ezildiği koşullarda ne gerçek anlamda devrimden, ne de kapitalizmden sosyalizme, komünizme geçişten söz edilebilir.

II. Sosyalist deneylerin başarısızlığının ikinci grup nedenlerini, örgütsel yaklaşımlar ve yöntemler oluşturuyordu. Bu alanda ilk akla gelenler de “demokratik merkeziyetçiliğin” anti-demokratik merkeziyetçilik olarak anlaşılması, devrimciliği kimi “profesyonellerin” mesleği mertebesine çıkaran “profesyonel devrimcilik” kurumunun varlığı ve onun bir uzantısı olan “dışarıdan bilinç taşıma” yaklaşımının kaba kavranışıdır. Demokratik merkeziyetçilik Lenin tarafından “tartışmada özgürlük, uygulamada birlik” (la liberté dans la discussion et unité dans l’action) olarak formüle edilmişti. Gerçekten tüm devrimci ve sosyalist hareketler örgütsel işleyiş modeli olarak, ‘demokratik merkeziyetçiliği” benimsediler ve bu örgütsel işleyiş modeli özellikle iktidarın ele geçirilmesi sürecinde etkin bir araç işlevi gördü. Buradaki ana fikir, her türlü sorunun derinlemesine ve hiçbir sınır olmaksızın sonuna kadar tartışılması; ama tartışma sona erip alınan kararın uygulama aşamasına gelinince, çoğunluğun azınlığa mutlak itaatinin söz konusu olmasıdır. Soruna teorik olarak yaklaşıldığında bu modelin önemli sorunlar çıkarmadan işleyebileceği izlenimi doğar. Eğer gerçekten demokratik bir işleyiş geçerliyse, çoğunluk tarafından benimsenen bir eylem kararının veya stratejik-taktik bir tercihin pek de sorun çıkarmayacağı düşünülebilir. Oysa uygulama hemen her zaman talihsiz sonuçlar doğuracak biçimde tezahür etti. Ve ‘demokratik merkeziyetçilik’ ilkesi tepetaklak edildi. Giderek demokrasi bütünüyle unutuldu. Artık “demokratik olmayan bir merkeziyetçilik” söz konusuydu ki, örgütün alt-kademeleri için demokratik merkeziyetçilik, disiplin, baskı, kayıtsız itaate zorlanma, vb. demekti.

Bir kere “demokrasi” unsuru denklemin dışına atılınca, sağlıklı unsurlar örgütte barınamaz hale geliyor. Artık ilke adamı olmayanlar, yukarıdan gelen emirlere kayıtsız itaati içine sindirebilen oportünist-çıkarcı-bencil, memur kafalı unsurlar örgütün asıl omurgasını oluşturur duruma geliyorlar. Dolayısıyla herhangi bir kapitalist veya pre-kapitalist siyasal formasyondakinden daha da katı bir işleyiş geçerli olabiliyor. Demokratik işleyişin söz konusu olmadığı örgütler ve yapılar sosyalizmin gerçekleşmesine hizmet edemezlerdi; ama onun boğazlanması için biçilmiş kaftandılar... Hiyerarşinin üst kademelerinde alınan kararlar, yukardan aşağı ve kademe kademe en alt birimlere kadar indiği sürece, çoğunluğun ne düşündüğü, ne istediği, neye karşı olduğu, vb. gibi sorunların hiçbir kıymeti harbiyesi olamaz. Artık yöneticilerin kararları ve görüşleri tartışmasız ve otomatik olarak kabullenilmesi gereken “hikmetinden sual olunmaz” emirler olarak algılanır... Böylesi bir işleyiş geçerliyken de seçimler, genel kurullar, ‘tartışmalar’... en iyi koşullarda balkondaki seyirciyi oyalamak içindir. Demokrasinin olmadığı yerde yapılan her şey, bir manipülasyon ve “kitabına uydurma” biçiminde tezahür eder. Aslında özellikle merkezi plana göre işleyen bir ekonomide demokrasi yokluğunun ne büyük talihsizliklere neden olduğunu, olabileceğini hatırlatmaya bile gerek yoktur. Fakat, olumsuzluk sadece Sovyetler Birliği’yle de sınırlı kalmadı. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 1934’deki onyedinci kongresinde, demokratik merkeziyetçiliğin dört maddelik yeni bir formülasyonu yapıldı ki, o tarihten sonra demokratik merkeziyetçilik ilkesinin yarısı sadece fiilen değil, resmen de eksilmiş oldu ve geriye merkeziyetçilik ayağı kaldı. “Demokrasi” kavramının yerini “disiplin ve itaat” aldı... Aşağıda demokrasi sorununa tekrar geleceğiz. Esasen demokratik olmayan bir yapı ve işleyişin geçerli olduğu, özgürlüklerin gerçekleşmediği yerde, sosyalizmden söz etmek insan haysiyetiyle alay etmekle özdeştir...

Sosyalizmin yozlaşmasında bir başka örgütsel hata, “profesyonel devrimcilik” uygulamasıydı. Profesyonel devrimciler yaklaşımı, kitlelerin bilinçlenmesinin bir ‘dış faktör’ sayesinde mümkün olabileceği kabulüne dayanıyordu. Lenin’in Çarlık Rusyası’nın “özel koşulları” için ortaya attığı profesyonel devrimcilik, dünya solu tarafından hiçbir tartışma olmaksızın kabullenildi. Üstelik kaba ve hoyratça bir uygulama alanı da buldu...Zaten tartışmalı olan böyle bir örgütsel işleyişin, kitle-parti yabancılaşmasını daha da azdırması kaçınılmazdı. Elbette Çarlık Rusyası’nın otokratik devlet yapısı veri iken, gizli bir örgütün etkin olabilmesi için ve geçici olarak, bu tür bir uygulama anlaşılabilir bir şeydi. Ama buradan hareketle, her yerde ve her zaman geçerli bir örgütsel işleyiş modeli çıkarmak, sosyalizmin teorik-entelektüel geleneğiyle çelişiyordu. Bu tür bir uygulama her şeyden önce geniş halk yığınlarıyla “öncüler” arasına Çin duvarı örmek demekti. Devrim artık ‘profesyonellerin’ özel alanı haline geliyordu ki, zaten sözde bir “demokratik merkeziyetçilik” yüzünden devrimci dönüşümün dışına itilmiş halk çoğunluğunun kaderi bütünüyle profesyonellerin insafına terk ediliyordu. Her ne kadar Lenin durumu nüanse etmeye çalışsa da, “profesyonel devrimcilerin” herkesin hesabına ve herkes adına düşünmesi diye bir şeyin söz konusu olmayacağını” söylese de, sonuçta ülkenin, toplumun ve devrimin kaderi ve daha genel olarak da dünya sosyalist hareketinin âkibeti dar bir ‘profesyoneller grubunun” tekeline geçti... Zira, bu grup “devrimin gizinin tapusuna sahip olduğunu” düşünüyordu. Böylesi bir durum geçerliyken, proletaryanın diktatörlüğünden değil de, proletarya üzerindeki diktatörlükten söz edilebilirdi ancak...Elbette “profesyonel devrimcilik” uygulamasının olumsuz sonuçları yukarıda söylediğimizle de sınırlı değildi. Profesyonel devrimciler ücretlidirler. Lenin bununla, küçük burjuva kesimler dışında işçi kesiminden militanların da devrim sürecine katılımının sağlanabileceğini öngörmüştü. Oysa, maaşa bağlanmış unsurların bir devrimci tavırdan çok, “memur” tavrı ortaya koymaları kaçınılmazdır. Son tahlilde kendilerine maaş ödeyen örgüte tâbi unsurlar olabiliyorlar. Maaşlı unsurlar memur olabilirler; ama devrimcilikleri tartışmalıdır... Profesyoneller daha çok maaşlarıyla ilgilidirler. Zaten maaşlı devrimci sosyalist etikle de bağdaşmaz. Üstelik bunlar ayrıcalıklı kesim içinde daha dar bir “ayrıcalıklı” katman” oluşturuyorlar. Devrim öncesi ve devrim sürecindeki etkinlikleri devrimden sonra da devam ediyor. Profesyonel devrimcilik ilkesi, kitlenin kendiliğinden olayları bilince çıkaramayacağı, en iyi koşularda ekonomik bilince ulaşabileceği, kitleye bilinç ancak dışarıdan taşınabileceği kabulüne dayanır. Bu durumu aşmak için de, siyasi mücadeleyi yürütecek profesyonel devrimcilere gerek olduğu ileri sürülür. Oysa gerek Rusya’da 1905 ve 1917’de ortaya çıkan Sovyetler ve başka tarihlerdeki ve başka yerlerdeki deneyler [19. yüzyılda Almanya ve Macaristanda, vb.] kitlelerin kendiliklerinden eylemlerinin hafife alınmasının yanlışlığını kanıtlamaya yetecek durumdadır. Hiyerarşinin ve “ayrıcalıkların” yeniden üretildiği, yöneten-yönetilen, buyuran-buyurulan ilişkisinin kural olduğu koşullarda, özgür bireyler varolamaz. Özgür olmayan bireyler de özgür olmayan bir toplum ‘yaratabilirler’ ve devrim bir ritüel veya retorik konusu olmanın ötesine geçemez. Artık toplumda geçerli kültür de ‘insanlaştırıcı’ değil, ‘sosyalleştirici’ bir kültür olabilir. Başka bir ifade ile, kültür anti-kültüre dönüşür.

III. Bir başka sorun da demokrasi konusundaki saçma yaklaşımdır. Sosyalist hareketler ve kendilerini “komünist” ilan eden rejimler, demokrasinin kavranışı, algılanışı, uygulanışı konusunda tam bir aymazlık içinde oldular. Biçimsel-liberal demokrasi düşmanlığı, sonuçta demokrasi düşmanlığına dönüştü. Gerekçe olarak da, burjuva yönetimleri tarafından kavramın “kirletildiği” ileri sürüldü. Bir kavramın birileri tarafından kirletilmiş olması o kavramın sözlüklerden çıkarılması için bir gerekçe olabilir mi? Demokrasi son analizde insanlığın önemli bir kazanımı değil midir? Eğer demokrasi halkın kendi kendini yönetmesi demekse, özgürlük ve eşitlik kavramlarıyla da tamamlayıcılık halindedir. Eşitlikçi, özgürlükçü, insanî bir toplum düzeni ancak demokratik bir işleyiş temeli üzerinde yükselebilir. Kitlelerin kendi kaderine sahip çıkmadığı, “iyi niyetli,” “toplum yararını bilen,” kitleye “neyin ne zaman gerektiğine karar veren” öncülerin her şeye karar verdiği bir sosyalist inşa mümkün müdür? Eğer sosyalizm, daha adil, daha özgür, daha eşitlikçi bir toplum düzenini tanımlamak için kullanılıyorsa, bütün bunlar ancak demokratik bir temel üzerinde serpilip gelişebilir. Kaldı ki, demokrasi insanlığın etik bir değeridir ve son derecede büyük öneme sahiptir. Zira, demokrasi sadece bir araç olmaktan da öte, bizatihi içeriği, stratejik değeri itibariyle de büyük bir öneme sahiptir. Sömürüden, baskıdan arındırılmış, özgürlüğün ve toplumsal eşitliğin geçerli olduğu bir toplum, ancak gerçek anlamda demokratik bir toplum olabilir. Elbette hepsi bu kadar da değil, devrimci bir örgütün sağlık göstergesi de onun gerçekten demokratik bir işleyişe sahip olup-olmamasına bağlıdır. Hem örgüt-içi işleyiş, hem örgüt-kitle ilişkisi, hem de militanların kendi aralarındaki gündelik ilişkilerde demokrasi sadece olmazsa olmaz bir araç değil, aynı zamanda stratejik öneme sahip etik bir değerdir.

Elbette, demokrasinin emekçi halkların tarihsel bir kazanımı olduğunu, onlarca, yüzlerce yıllık mücadelenin ürünü olduğunu söylemeye bile gerek yoktur. Bu nedenle, kimi uyduruk gerekçelerle demokrasiyi hafife almak, sosyalist ilkeler ve devrim etiğiyle de bağdaşır değildir. Her aşamada temsilî mekanizmaları daha iyi işleterek, mümkün olan durumlarda ‘doğrudan demokrasi’yi ön plana çıkararak, yeni ve katılımcı yöntemler keşfedip uygulayarak, delegasyon sisteminin olumsuzluklarını asgari düzeye indirecek mekanizmalar ‘icadederek’, demokrasiyi derinleştirmek, sosyalist mücadelenin başarısının önkoşuludur. Zira, unutulmamalıdır ki, demokrasi sürekli olarak ‘yeni hakların yaratıldığı’ bir toplumsal alandır. Marx da demokrasiyi çoğunluğun iktidar konumuna yükselmesi olarak tarif etmişti ki, bu ancak demokratik bir cumhuriyet olabilirdi. Sol hareketler, “reel liberal demokrasilerin” içini boşaltıp, dejenere ettiği kimi kurum ve mekanizmaların, seçimlerin, vb. anlamsız birer oyuna dönüştürmelerini bahane ederek, bağnaz bir totalitarizmi yüceltme yoluna gittiler. Bu, ‘çocuğu leğendeki kirli suyla birlikte atmak’ kadar saçma bir tutumdur... Elbette kitleyi temsil etmek bir yana, kitleyi manipüle etmek amacıyla kurulmuş siyasi partiler, seçimler, kurulan hükümetler, vb. “siyaseti” egemen sınıflar lehine “ehlileştirip-sosyalleştirmeye” yarar. Böyle bir rejim de en iyi koşullarda egemen azınlığın çıkarlarını gerçekleştirebilir. Zapatist hareketin prestijinin bu ölçüde yüksek oluşunun başlıca nedenlerinden biri, demokrasinin kavranışı konusunda geleneksel sol yaklaşımların dışına çıkmış olmasıdır. Eğer yeni solun bir geleceği olacaksa, [ki olacaktır], yeni bir başlangıç yapılacaksa, [ki mutlaka yapılacaktır] bu ancak yeni bir sosyalist kültür ve mücadele etiğinin yaratılmasıyla mümkün olabilir. İşte demokrasi de böylesi bir yeni sürecin olmazsa olmaz bileşenidir...

IV. Sosyalist deneylerin başarısızlığının nedenleri arasında “geçiş” sürecinin yeterli düzeyde kavranamamış olmasının da önemli payı vardı. Marx, sosyalist toplumun ne olması, kapitalizmden sosyalizme geçişin nasıl olması gibi sorunlardan çok kapitalist toplumu anlamaya çalıştı. Kapitalizmin teorisini oluşturdu. Paris Komünü konusunda olsun, başka vesilelerle olsun [Gotha programı,vb], yazdıkları bir “geçiş teorisi” için yeterli değildi. Kaldı ki, sosyalizmin, komünizmin kuruluşu, birilerinin kafasından çıkacak fikirlerden çok, doğrudan proletarya tarafından mücadele sürecinde gerçekleşebilecek bir şeydi. Jose Marti’nin dediği gibi, “yapmak en iyi söyleme tarzıdır.” Bir kere klasik anlayışta kapitalizmin hızla dünyayı homojenleştireceği, bunun da pek uzun olmayan bir dönemde dünya devrimine giden yolu aralayacağı beklentisi vardı. Öte yandan, sosyalist geçiş süreciyle ilgili oldukça mekanik bir anlayış geçerliydi. Sosyalizmin, kapitalistlerin elindeki üretim araçlarını devletleştirmek, merkezi plan uygulamak, kimi bürokratik kurumlar ve mekanizmalar oluşturmakla mümkün olacağı beklentisi vardı. Daha önce de değindiğimiz gibi, devrim kültürel, sosyal ve etik bir radikal dönüşüm olarak değil de, bir ekonomik-politik dönüşüm sorunu olarak anlaşılıyordu. Bir başka sorun da devrimin bir dünya devrimi olarak mümkün olduğuydu. Bu yerinde bir tespit olmakla birlikte, kapitalizmin kutuplaştırıcı karakteri, dünya devrimi perspektifini nüanse etmeyi gerektiriyordu. Sosyalizmin, komünizmin nihai kuruluşu ancak evrensel planda mümkündür oysa Sovyet deneyinde olduğu gibi, bir sosyalist devrimin sadece ‘tecrit olması’ değil, emperyalizm tarafından kuşatılması gibi olumsuzluklarla da cebelleşmek kaçınılmaz oluyor. Bir kere Sovyet Devrimi II. Enternasyonal geleneğinden kopmuş Bolşeviklerin eseri olsa da, devrimden sonra ve kademe kademe II. Enternasyonal anlayışı etkin ve hakim konuma geldi. Bu aşamadan sonra artık sosyalizm bir çeşit ‘kalkınma modeli’ olarak anlaşılmaya başlandı. Sorun bu biçimde kavranınca, sanki yegane amaç emperyalist dünyanın üretim ve tüketim düzeyini yakalamaya indirgenmişti. Eğer bir yarış söz konusuysa, yarışta öne geçme çabası önem kazanır. Bu amaçla sermaye birikiminin hızlandırılması temel amaç haline geldi. Örneğin, mecburi kolektivizasyon bu tür bir tercihin doğal sonucu olarak anlaşılabilir. Sovyetler Birliği’nde ‘sosyalist ilkel sermaye birikimi’ köylülüğün sömürüsüne dayandı. Köylülük bir bakıma emperyalist ülkelerde sömürgelerin işlevine koşuldu... Böyle bir tercih, geniş köylü kitlesinin devrime sırt çevirmesi ve devrim sürecinde oluşan işçi-köylü ittifakının çatlamasıyla sonuçlanabilirdi... Devrim “başka şey yapmak için başka yola girmeyi ve asla hasım kampla yarışmamayı” gerektiriyordu; ama devrim, emperyalist dünyanın gittiği yere “daha çabuk ve kestirme yoldan gitmek” olarak anlaşıldığı anda, boğulması kaçınılmazdı... Buraya kadar söylenenler birer vakıa olmakla birlikte, kapitalizmden sosyalizme geçişin kolay ve sorunsuz olması da mümkün değildir. Binlerce yıllık sınıflı toplumun yerini alacak ve ilk defa insanın bilinçli eylemiyle yeni bir toplum düzeni kurmak, umulandan daha sorunlu, daha zor ve oldukça uzunca bir zaman kesitinde “yükselişler ve düşüşler, yenilgiler ve zaferler, umutlar ve umutsuzluklar” sonucunda mümkün olabilir.

Kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecini başlatan rejimlerde her şeyi “kamulaştırmak” yönünde abartılı bir eğilim söz konusuydu. Fakat, kamulaştırma ‘devletleştirme’ biçiminde tezahür ediyordu. Devletleştirmenin insanların üretim sürecindeki yerini, konumunu, vb. otomatik olarak değiştireceğine dair bir kural yoktur. Böyle bir anlayış da devletleştirmeyle sosyalizm arasında doğru yönde bir ilişki olduğu kabulüne dayanıyordu. Her türlü ekonomik faaliyetin kamulaştırılması ve genel planlama uygulamasıyla sorunun nihai ve kalıcı olarak çözülebileceği beklentisi vardı. Oysa, bürokratik bir planlama söz konusuysa, orada sosyalizmden söz etmek mümkün değildir. Şüphesiz, stratejik öneme sahip üretim sektörlerini kamulaştırmadan, planlı bir ekonomik işleyiş mümkün değildir. Ekonominin yönünü ve işleyişini pazarın diktasından kurtarmadan sosyalizme geçişten söz etmek de elbette mümkün değildir. Ne var ki, geçiş döneminin hayati sorunu “ne kadar çok kamulaştırma, o kadar çok sosyalizm” olamazdı... Değişik mülkiyet biçimlerinin varlığı sosyalist geçiş için bir engel oluşturmaz. Kaldı ki, ‘pazar eşittir kapitalizm’ diye bir şey de yoktur. Önemli olan hedefleri ve o hedeflere ulaşmak için gerekli araçları doğru saptamak, pazarı sosyal yeniden üretimin hizmetine sokmaktır. Dolayısıyla geçiş döneminde kamu mülkiyetiyle özel mülkiyet ve ikisi arasında yer alan ‘kooperatif mülkiyet’ biçimleri yanyana, bir arada varolabilirler. Önemli olan, kamusal olanın giderek hakim sektör durumuna gelmesi, demokratik, sosyal, etik özünün güçlenmesi ve sınıflı topluma özgü yabancılaşmalardan uzaklaşma yolunun açılmasıdır.Tarihsel deneyler de bize bir üretim tarzının hakim üretim tarzı haline gelinceye kadar hem uzunca bir zamana gerek olduğunu, hem de her iki üretim tarzının [eski ve yeni] uzunca bir zaman kesitinde yan yana, iç içe, bir arada yaşadığını gösteriyor. İnsanın bilinçli eylemi devreye girse de, kapitalizmden sosyalizme geçiş de oldukça uzun bir zaman diliminde mümkün olabilir. Bunun anlamı, sosyalizmle kapitalist formların bir arada varolabileceği bir ‘geçiş sürecinin’ kaçınılmazlığıdır. Böyle bir tespit sol çevrelere egemen olan iki yanlışı düzeltme fırsatı yaratabilir. Devrimci sosyalist militanlar ekseri iki düzeyde hatalı bir yaklaşım içinde oluyorlar: Birincisi, tüm sorunların çözümünün “devrimle” mümkün olacağı: İkincisi de nihai çözümün dünya devrimine bağlı olduğu... Bu son derecede saçma ve oportünist bir yaklaşımdır. Oysa, dünyayı değiştirmek isteyen, işe önce ve hemen kendinden başlamalıdır ve olabildiğince yabancılaşmadan arınmış, sosyalist etiğe uygun bir yaşam sürmek için çaba harcamalıdır. Sosyalist insan ilişkileri sosyalist devrimden önce başlayıp, sosyalist devrimle hızlanıp, sosyalist devrim sonrası dönemde olgunlaşıp hakim insan ilişkileri konumuna gelebilir. Bu yüzden, sosyalist ilişkileri kapitalizmin ‘bağrında’ ve bugünden geliştirmek durumundayız... Sosyalist etiğe uygun bir yaşam sürmek için ‘devrim sabahını’ beklemek gerekmiyor...

V. Kültür sorununun kavranışındaki tutarsızlık, kültürel sorunların öneminin küçümsenmesi ve kültürün bir üstyapı kurumu olarak kolaylıkla vazgeçilebilir, ihmal edilebilir bir ‘unsur’ olarak görülmesi de sosyalizmin başarısızlığının bir başka önemli nedeniydi. Bir kere, kültürün toplumsal yeniden üretimin çok önemli bir unsuru olduğu gerçeği göz ardı edildi. Toplumsal dönüşümün ekonomik dönüşümün doğrudan uzantısı olduğu, “üstyapıdaki değişimin alt yapıdaki değişim tarafından ve tek yanlı olarak belirlendiğine dair” kaba anlayış, sadece kültürel veçhenin önemsenmesini engellemekle kalmadı, aynı zamanda bir dizi yanlış ve talihsiz uygulamaya da kaynaklık etti. Elbette kültürü toplumsal yaşamın diğer veçhelerinden ayrı, bağımsız, ‘kendi başına’ bir şey saymak yanlıştır, üstelik, kültürel veçhenin ‘üretiminin ve yeniden üretiminin’ havada, boşlukta gerçekleşmediğini, kültürü, onu yaratan maddi geri plandan “bütünüyle bağımsız”, istendiğinde istendiği gibi manipüle edilebilir bir şey olarak görme eğilimi, sadece sol harekette değil, genel olarak modernleşmeci siyasal akımların da önemli bir handikabı oldu ve hâlâ da olmaya devam ediyor. Sanki “bilinçli bir politik tercihle”, kanun ve kararnamelerle bir toplumun kültüründe köklü değişiklikler yapılabilirmiş türü bir saçma anlayış, sosyalist harekete de egemen oldu. Oysa, maddi temeli olmayan, havada kalan bu tür zorlamalar, beklenen sonucu doğurmak bir yana, içi boş slogana, anlamsız bir retoriğe dönüşüyor ve pratik yaşamla ilgili bir dizi olumsuzluğa da neden oluyor. Bu bağlamda etik sorun üzerinde de önemle durmak gerekiyor. Yeni bir kolektif ahlâkın oluşması, sosyalist inşanın gündeminde önemli bir yer tutuyor ve referans olarak da “yeni insan”dan söz ediliyor. Che Guevera, “insanı değiştirmeyi teklif etmeyen devrim beni ilgilendirmiyor” demişti. Bununla birlikte, kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminde ‘devrimci öncülerin’ ‘etik’ değer anlayışıyla kitle arasında bir dizi sürtüşme ortaya çıkabiliyor. Bu tür olumsuzlukları önlemenin yolu, kolektif bilincin oluşum mekanizmaları konusunda teorik planla hazırlıklı ve donanımlı olmaktır. Dolayısıyla, sadece bir mücadele etiği yeterli olmuyor. Kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecinin etiğinin de oluşturulması gerekiyor. Bunun için de toplumsal dönüşümün ekonomik-politik bir dönüşüm olmaktan öteye, sosyal, kültürel, etik bir radikal dönüşüm olduğunun da anlaşılması büyük önem taşıyor.

Yaşanan deneyler, kitlelerin devrim sonrasındaki dönüşümlere katılmasını sağlamanın, devrim sürecine katılmasını sağlamaktan daha zor ve problemli olduğunu ortaya koyuyor. Kitlelerin devrimci sürece dahil olmaları, onların kapitalist, çoğu zaman da pre-kapitalist kültürel formları aştıkları anlamına gelmiyor. Bu durum doğrudan kültürün oluşmasının, değişmesinin, dönüşmesinin sanıldığından daha karmaşık bir olgu olmasındandır. Kültür başlığı altında bir de din sorunu karşısındaki kaba yaklaşım üzerinde durmak gerekiyor. Baştan beri anti-dinci [din karşıtı] ve ateist mücadele, devrimci mücadelenin neredeyse “olmazsa olmaz”ı sayıldı. Aslında Marx’ın bu konuya ilişkin söylediklerinin kavranışındaki yanlışlar, sosyalist mücadeleye ister devrim sürecinde olsun, ister geçiş döneminde olsun, büyük sorunlar yaratmaktan geri kalmadı. Sosyalizmi kurma adına insanların inancıyla mücadeleye kalkışmak, Marksizm’den çok, modernleşmeci ‘küçük burjuva ideolojisinin’ bir marifeti olabilirdi. Bir kere din, kültürün bir unsurudur. Bu yüzden de sosyal dönüşümlere paralel olarak değişime uğrayabilir ve her zaman bu dönüşümleri zora sokacak diye bir kural da yoktur. Dinin devrimi kolaylaştıran bir faktör dahi olabileceğine dair yakın örnekler de mevcut. Özellikle Latin Amerika’da 1970-80 sonrasında dinin bir ‘özgürlük öğretisi’ olabileceği, Théologie de la libération deneyimleriyle de ortaya çıkmıştır. Bir başka önemli sorun da, bugüne kadar ki ‘sosyalist devrimlerin’ hep az, kimi zaman da çok azgelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşmiş olmasıdır. Köylüğün nüfusun önemli bir bölümünü oluşturduğu bu sosyal formasyonlarda dinin önemli bir faktör olarak varlığı bir vakıa idi. Böyle bir gerçeği yok saymak, yokmuş gibi davranmak, sürtüşme anında ‘uygarlaştırma misyonunun’ taşıyıcısı bir sömürgeci tavrıyla yaklaşmak, materyalist-diyalektik bir tutum sayılabilir miydi? Bir kere dinin zorunlu ve kaçınılmaz olarak “toplumun afyonu” olduğu biçimindeki yaklaşım, hem bilimle hem de eleştirel-bilimsel bir teori olan Marksizmle bağdaşır değildir. Kaldı ki, Marx’ın yaklaşımı çok daha nüanse idi: İkincisi, bizzat Marx, Feuerbach’ın izleyicilerini radikal ateizmlerinden ötürü, asıl “teolojik” olanın kendi tavırları olduğunu söyleyerek eleştirmişti...

VI. Sosyalizmin başarısızlığında, klasik metinlerin ‘kutsal kitap’ mertebesine çıkarılmasının ve teorinin dogmatikleştirilmesinin, eleştirel-dönüştürücü içeriğinden arındırılmasının da önemli bir sorumluluk payı vardı. Marx’ın formüle ettiği biçimiyle Marksizm, eleştirel bir tahlil aracıdır. Eleştirel olduğu için de devrimcidir. Amacı gerçeği anlamak, ortaya çıkarmak, gerçeğin üstünü örten perdeyi kaldırmak olan bilimsel bir teorinin, tarihsel bir döneme takılı kalması, gerçek bilim kavramıyla çelişir. Bu yüzden de “Ortodoks Marksizm” diye bir şey mümkün değildir. Oysa, Marksizmin sürdürücüsü olduğunu söyleyenlerin büyük çoğunluğu, klasik metinlere, Hristiyanların, Müslümanların, Musevilerin, vb. kutsal kitaplara yaklaşımındakine benzer bir biçimde yaklaştılar. Marx böylesi bir saçmalığı sezdiği için, “ben Marksist değilim” demek zorunda kalmıştı. Reel sosyalizmin geçerli olduğu ülkelerde Marksist öğreti bir çeşit ‘devlet dini’, bağnaz bir ‘resmi ideoloji’ durumuna getirildi. Marksizmin her yerde, her devirde tüm sorunları çözecek ‘sihirli bir anahtar’ sayılması, iktidarı gasbetmiş bürokratik elit’in işine gelen bir şeydi. Ama orada söz konusu olan Marksizm değil, en iyi koşullarda Marksizmin karikatürüydü... Elbette bugünün kapitalizmi de genel nitelikleri, işleyiş yasaları vb. itibariyle Marx’ın, Engels’in yaşadığı dönemdekinden özde farklı değildir; ama bu, bugünün ‘küresel kapitalizminin’ yüz elli yıl öncesinin kapitalizmi olduğu anlamına gelmez. İster egemen sınıflar blokunun yapısı, konumu, gücü, isterse de mevcut durumu dönüştürmekte çıkarı olan işçi sınıfı ve “diğerleri” artık eskisi gibi değil. Bir kere proletaryanın konumu, kompozisyonu ciddi bir değişikliğe uğramış durumda. Artık ‘yeni aktörleri’ de dikkate almak gerekiyor. Şimdilerde devrimci dönüşümün yegane öznesi işçi sınıfı değil... Zaten sosyalizmin krizinin en önemli nedeni de sadece devrimci öznelerle ilgili değil, devrimci olduğunu söyleyen öznelerin sosyal süreci kavramadaki basiretsizliği, bir dönüşüm stratejisi formüle etme yeteneğini ortaya koyamamalarıyla ilgili...Bir tahlil yöntemi ve aracı olarak Marksizmin, sosyalist öğretinin ‘teorik ürünlerini’ de insanlık düşüncesinin önemli bir aşaması, bir durağı saymak gerekir. Daha fazlası değil... Marksizmi bir Tanrı kelâmı olarak görme aymazlığından kurtulmadan ne realite anlaşılabilir, ne de dönüştürülmesinin yolu açılabilir. Marksizm adına pek çok hatalar yapıldı, ve o hataların talihsiz sonuçları oldu. Bunu kimse inkar edemez; ama bu asla Marksizme sırt çevirmenin gerekçesi olamaz. Özellikle bizimki gibi Üçüncü Dünya’nın marksistleri vakitlerinin çoğunu, kimi polemik amaçla kaleme alınmış ‘klasik metinler’ üzerinde ‘laf üreterek’ harcadılar. Bu saçma yaklaşımın bugün hâlâ geçerli olduğunu hayretle görüyoruz. Bunun yerine Marksist yöntemi kendi toplumlarını, kendi gerçeklerini anlamak ve dönüştürmek üzere devrimci bir tarzda kullanmaları gerekiyordu... Aksi halde geçmişte sıkça yapıldığı gibi, yerel ve tarihsel izdüşümler yapmaktan, imkanları ve fırsatları heba etmekten kurtulmamız mümkün olmaz...
VII. Bu vesileyle, genel olarak Üçüncü Dünya’nın Marksist sol hareketinin temel olumsuzluklarına ‘ortak’ olsa da, Türkiye sol hareketinin kimi zaaflarına ve sakatlıklarına da kısaca değinmek uygun düşüyor. Türkiye’de sol hareketin praksis’ten çok ithal yanı ağır basıyor. Her ülkede pirinçten pilav yapılır; ama hiçbir ülkede yapılan pilav diğerlerine benzemez. Marksist teori için de aynı şey söz konusudur. “Şu bunu dedi, bu bunu yaptıyla” bir ülkede devrimci mücadele yapılamaz. Bu olumsuzluğu aşmanın yolu, Avrupa-merkezli ideolojik saplantılardan ve yabancılaşmalardan kurtulmaktan geçiyor. Aksi halde sözde ‘değiştirme’ iddiasında olduğu realiteye sürekli olarak yabancılaşan ‘özneler’in gerçek özneler olmaları da, süreci etkilemeleri de mümkün değildir. Avrupa-merkezli yabancılaşma, Türkiye’deki sol hareketin önemli bir handikabıdır. Onu kendi gerçekliğine yabancılaştırarak, toplumu anlamasını, kitleyle sağlıklı ve kalıcı bağ kurmasını, velhasıl, misyonunun gereğini yapmasını önemli ölçüde engelliyor. Zaten teorik-ideolojik referansları Stalinizm-Kemalizm karması ‘garip’ bir bileşime dayanıyor ki, bunun sosyalizmle bir ilgisi olduğunu düşünmek, iflah olmaz budalaların bir kuruntusu olabilir. Bir kere Türkiye’nin sosyalist mücadele tarihinde öğünmeye değecek fazla bir şey olmadığını teslim etmek, hamaset edebiyatı yapmaktan vazgeçmek, geçmişin radikal bir eleştirisini yapmak gerekiyor. Geçmişte fazla verimli olmayan ‘tartışmalar’ ve o tartışmalara eşlik eden örgüt ve mücadele anlayışı, daha çok ‘devleti ele geçirme’ problematiğine kilitlenmişti. Sanki devleti ele geçirmekle tüm sorunların otomatik olarak çözüleceğine dair genel bir kabul söz konusuydu... Sosyalist deneylerin iflasından sonra hâlâ benzer yaklaşımda ısrar edenlerin varlığı düşündürücüdür...Zapatist hareket bu alanda farklı bir anlayışı temsil ediyor. Devletin ele geçirilmesinden önce de bir şeyler yapmanın mümkün olduğunu kanıtlamak istiyor. Gerçekten, geçerli mücadele anlayışı, bir kere sosyal [adalet] olanla politik [demokrasi] olanın birbirinden ayrılabileceği kabulüne dayanıyordu. Bu ikisini birlikte talep etmek, mücadelenin başarısı için büyük önem taşıyor. Mücadele, sadece siyasi iktidarı ele geçirmeyi sorun ettiğinde, asıl sorunların tartışılması engellenip, hareketin ufku daralıyor. Nasıl bir düzen kurulacak sorusu ve geçiş sürecinde ortaya çıkabilecek muhtemel sorunlara hazırlıksız yakalanmak kaçınılmaz hale geliyor.Sosyalist militanların durumu da ayrı bir sorun olarak tezahür ediyor. İnsanlar kendilerini büyük bir kolaylıkla ‘sosyalist’, ‘komünist’, ‘marksist’ ilan edebiliyorlar. Sosyalist mücadeleye katılma isteği hemen sosyalist bir “kişiliğin” oluştuğu anlamına gelmez. Kaldı ki, bir kimsenin kendi hakkındaki hezeyanlarının, kuruntularının da bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Binlerce yıllık sınıflı toplumun, kapitalist kültürün ‘kirlettiği’ insanın bu işten kolaylıkla sıyrılması sanıldığından çok daha zordur; ancak belirli bir sürecin sonucunda mümkündür. Dolayısıyla dünyayı değiştirmek isteyen, yeni bir dünya kurma iddiası taşıyan birinin bir dizi yabancılaşmadan arınması ve mücadele için gerekli donamına kavuşması durumunda gerçek anlamda bir devrimci militandan, ‘sosyalist kişilikten’ söz edilebilir. Bunun için de etik bir ‘bireysel devrim’ eşiğinin aşılması zorunludur. Militanların günlük yaşamları ve sorunları algılayış biçimleriyle ‘söyledikleri’ arasındaki bariz uyumsuzluk bu durumla doğrudan ilgilidir. Öyle bir ‘militan’ tipi ki, sanki iki kişiliği var... Sosyalist etiğin taşıyıcısı olmak bir yana, birçoğuna “ben merkezcilik,” “megalomani,” “kimseyi beğenmeme,“ “her şeyi kendinden menkul sayma“ “bilinci” yaygın bir hastalık olarak tezahür ediyor. ‘Ayrılık’ ve ‘geçimsizlik’ yaratma ve ortak iş yapmamak için bahaneler oluşturma, gerekçeler ‘üretme,’ kişisel sorunları ve ruhi bozuklukları ‘ideolojik’ ayrılıklarmış gibi gösterme, kendisinin içinde yer almadığı her hareketi ve girişimi kötüleme eğilimi, sol içi mücadeleyi bir çeşit hasım sınıfla mücadelenin önüne koyma, sol içinde şiddetin sosyalist etikle asla bağdaşır olmadığı gerçeğini görmezlikten gelme...vb. gibi... Aralarındaki çelişkilerin son tahlilde “halk içi çelişki” olduğu gerçeğini görmemek için inatçı bir çaba içinde olma...

Sosyalist mücadelenin başarısı demokrasi konusunda büyük bir duyarlılık ve hassasiyet gerektirdiği halde ve demokrasinin hem örgüt içi işleyiş, hem örgütün kitleyle ilişkisinde kritik bir işlev görmesi gerekirken, demokrasiyi horlama anlayışı, Türkiye’deki sol hareketin başlıca hastalıklarından bir başkasıdır. Kaldı ki demokrasi aynı zamanda etik bir sorun olarak da anlaşılması gereken bir şeydir. Özgürlük, eşitlik, adalet dayanışma kavramlarıyla birlikte demokrasi kavramı, sosyalist mücadelenin vazgeçemeyeceği bir şeydir. Kendi örgütünde demokrasiyi işletemeyenlerin kuracakları ‘muhtemel düzeni’ düşünmek bile rahatsız edicidir. Türkiye’deki sol hareketin bunca parçalanmış oluşu ‘haklı’ ideolojik gerekçelere dayanmaktan çok, patolojik nedenlerle açıklanabilir. Sosyalist etik ve mücadele anlayışı asla misyoner anlayışı değildir. Eğer emekçilerin, ezilenlerin, dışlanmışların, velhasıl büyük insanlığın bir geleceği olacaksa, bu ancak onların kendi eseri olabilir, devrimcilikleri ve sosyalistlikleri kendilerinden menkul misyonerlerin değil. İnsanlığın önünde özyönetime dayalı eşitliğin, kardeşliğin, adaletin, özgürlüğün hakim olduğu bir tek toplum seçeneği var. Oysa “küresel kapitalizm” çağının ideolojik tamtamları “tarihin sonundan” söz ediyorlar... Tarihin sonu dedikleri de bugün ‘büyük insanlığa’ dayatılan tüm kötülüklerdir. Eğer insanlık, “yeni” ve “farklı bir şey” yapma macerasına girişmeyi başaramazsa, işte o zaman tarihin sonundan söz edilebilir; ama artık söz edecek kimse de kalmamak kaydıyla... Eğer neo-liberalizm vakitlice aşılamazsa, büyük insanlık sadece sayısız kötülükleri sineye çekmekle kalmayacak, bizzat kendi kolektif intiharına da “evet” demiş olacak. Zira, yıkım sadece toplumsal-insanî alanla sınırlı değil, ekolojik felaket de kapıda ve ‘geliyorum’ diyor... O zaman yeni bir başlangıç yapmamız gerekiyor ki, bunun da yolu yeni bir sol siyasal mücadele kültürü yaratmaktan geçiyor. Buna, insanı kirleten kapitalist kültürden kurtulmak için de mecburuz...

(*) Özgür Üniversite Forumu, Cilt 1, Sayı 3, Nisan-Mayıs-Haziran 1998.