31 Ocak 2010 Pazar

Katile katil demek


Ali Barış Kurt
alibariskurt@hotmail.com

Geçtiğimiz günlerde Aydın Emniyeti'ne bağlı Köşk Emniyeti'nde ifade verdim.

Eksik olmasın (şaka tabii!) Genelkurmaylık işini gücünü ve hatta 'eldiven'ini, 'balyoz'unu vd. 'aksesuar'larını bırakmış, hakkımda suç duyurusunda bulunmuş.

İddiası şu ki, yazdığım bir makale aracılığıyla halkı askerlikten soğutmuşum.

Buna ne kadar ihtiyaç var bilmiyorum ancak eğer böyle kutsal bir inkişafa yol açabildiysem, ne mutlu bana.

***

İfade verdiğim dakikaları anlatayım biraz...

Birbirinden garip ama bir o kadar da "iyi polis" rolünde "abilerimizle" yaklaşık 2 saat geçirdik. Kendileri 2006'dan itibaren kaleme aldığım askerlik ve Kürt sorununa dair bütün materyalleri derlemişler ve hiç üşenmeden de birsürü sayfalı bir dosya hazırlamışlar.

Dosyanın içinde güvenlik güçlerince katledilen 12 yaşındaki Uğur Kaymaz'la ilgili materyaller de bulunuyor.

Ancak derslerine çalışmamış tembel polis abiler, henüz Uğur Kaymaz'ı bile tanımıyorlar.

Her neyse, oturup kendilerine bir bir anlatıyorum: "Uğur, 12 yaşındayken askerler tarafından evi basılarak babasıyla birlikte, sırtından 13 kurşun alarak yaşamı sonlandırılmış bir Kürt çocuktu. 'Terörist' olduğu iddia ediliyor ama milyonlarca Kürt ve duyarlı yurttaşla birlikte biz bu iddiayı yemedik tabii. Bu yüzden de hakkında yazı yazmayı, onu unutturmamak ve katillerini teşhir etmek adına bir parça katkım olabildiğini söylüyorsanız, beni sevindirirsiniz..."

Abiler burada devreye giriyor ve az önce tanımadıklarını söyledikleri Uğur için karalamaya, onun ölümü ve katilleri için savunmaya girişiyorlar. Malum, onlar için asılolanın bir mühimliği yok; bir işe devlet eli değdiyse, sahip çıkmak zorundalar. Bir katile bile...

***

Konu abilerimizi pek sarmamış olacak ki; değiştiriyorlar.

Editörlüğünü yaptığım bir internet sitesinde "askere gitmeyin" yazılı materyaller bulunduğundan ve bu minvalde yazılar yazdığımdan bahsediyorlar.

Söz ettikleri, sınırötesi operasyon planlarının konuşulduğu döneme denk geliyordu.

Ve Savaş Karşıtları'nın* uzunca süredir askerlik sorunuyla ilgili vicdani ret çalışmaları vardı.

Benimsediğim için de bu çalışmayı gündemde tutmak amacıyla ben de yazıp-çiziyordum.

Bunları kabul ettiğimi söyledim ve "pişman mısın, eğer pişman olduğunu söylersen senin açından iyi olur, sonuçta suç duyurusunu Genelkurmaylık yapmış, önemli yani" diyen polislere, "ekleyeceklerim bile var, pişman değilim" yanıtında bulunuyorum.

Tabii bu yanıt onları pek tatmin etmemiş olacak ki, "iyi polis" rolüne yeniden bürünüp, çay ikram ediyorlar. Ne olur ne olmaz diye, reddediyorum.

***

Uğur Kaymaz mevzusuna tekrar dönüp, "katilleri için neden katil dediğimi" soruyorlar.

Can Yücel'in bir savunmasında, "bizim memlekette göte göt derler hakim bey"* sözleri aklıma geliyor ama, bunu ben de mahkemeye saklıyorum ve polislere, "Katile katil demek nasıl suç oluyor ki" diye soruyorum.

"Burada soruları biz sorarız" mealinde, Kurtlar Vadisi raconunda bir bakış atıyorlar ve konuyu kapatıp, "sen b.ku yedin oğlum" dercesine, 318. yasadan* alıntılar yapıyorlar...

***

Oyun oynayacak, şeker yiyecek yaştaki bir masum çocuğu sırf Kürt kimliğinden ötürü katledenlere de katil diyemeyeceksek, nerede kalır insanlığımız?

Ben, çocukların oyun oynayabileceği, şeker de yiyebilecekleri bir dünya yaratmak için yola çıkmışlarla beraber; bu güzel toprakların ve halkının komünist bir evladıyım.

Ülkemdeki ezilen ulusun çocukları bir katledilir, bir hapis edilirken susacaksam; o en tatlı şekerlerde ne payım olur ki?..

İşte bu yüzden, katile katil demeye devam etmek lazım: Uğur Kaymaz'ı öldürenler katildir; hem de en alçağından! 318 kere katillerdir...

----------------------

*Savaş karşıtlarının internet sitesi: www.savaskarsitlari.org

*Can Yücel'in mahkemede "göte göt demenin önemi" üzerine anlattığı fıkra, şöyledir:

Köyün birinde ateşli bir hasta vardır, köylüler kasabaya doktoru getirir. Doktor hastaya fitil verir ve köye döndükleri gibi hastaya fitili anüsten vermelerini söyler.

Köylüler, "Tabii, tamam doktor bey" deyip köye giderler. Köydeki herkese sorarlar, en bilgelere bile, ama kimse anüs ne demektir bilemez. Bu nedenle bir türlü ilacı da veremezler hastaya. Hastanın durumu da gitgide kötüleşmektedir.

Bunun üzerine köylü, doktora, koca devletin koca doktoruna telefon etmeye karar verir ama kimse buna yanaşmaz. Ne cüret değil mi doktoru arayacak bir köylü...

Neyse durumun vahameti üzerine muhtar aramayı kabul eder. Bütün köylü toplanır santrale, muhtar arar, "Biz ne yapacağımızı bilemedik doktor bey" falan der. Karşıdan doktor bir şeyler söyler. Muhtar döner arkasına: "Makattan verin dedi doktor" der. Yine tüm köye sorarlar, komşu köylere birilerini yollayıp sordururlar ama makat ne bilen yoktur yine.

Hasta ise gitti gidecek, ateşler içinde kıvranıyor. İhtiyar meclisi toplanır. Son çare, doktorun bir kez daha aranmasına karar verilir. Yine kimse aramak istemez doktoru. Nihayetinde yine biri kandırılır, telefonun başına geçer, ama bir yandan söylenmektedir: "Çok kızacak doktor, çok!" diye.

Sonunda telefonu açar, durumu anlatır, doktor bir şeyler söyler yine. Telefondaki köylü, yüzü allak bullak, arkasını döner: "Ben çok kızacak demiştim size; götüne sokun dedi".

*Türk Ceza Kanunu'nun 318. maddesine göre: - (1) Halkı, askerlik hizmetinden soğutacak etkinlikte teşvik veya telkinde bulunanlara veya propaganda yapanlara altı aydan iki yıla kadar hapis cezası verilir. (2) Fiil, basın ve yayın yolu ile işlenirse ceza yarısı oranında artırılır.

---------------

http://www.emekdefteri.com/

30 Ocak 2010 Cumartesi

Zeki Adsız ve Bir Anı


Faiz Cebiroğlu
Zeki Adsız, fiziki olarak, aramızdan ayrılalı yıllar oldu. Yaklaşık olarak 20 yıl. Ama onun duruşu, Kürdistan’a ve dünyaya olan sevgisi hep yaşıyor, yaşayacaktır. Onu yaşatanlar ve çizgisini devam ettirenler çoktur, biliyorum…Ben de, Zeki ağabeyi tanımaktan da son derece şanslı olduğumu belirteyim. Zeki Adsız’ı, Şam’da tanıdım. İyi ki, tanıdım. Zeki Adsız, hem zeki, hem de büyük bir devrimciydi. Zeki Adsız, hem Kürdistani, hem de dünya devrimcisiydi.

Zeki Adsız’ı beğenenler ve onun duruşuna saygı gösterenler var, olacaktır. Ama Zeki Adsız’ı sevmeyenler de olur, olacaktır. Bunu da doğal karşılamak gerekir. Fakat doğal ve moral olmayan, Zeki Adsız’ın, eski bir mücadele arkadasi tarafindan gercekle ilgisiz bir sekilde ağır hakaretlere uğratılmasıdır. Hem de 20 yıl sonra! Bizleri üzen budur. Bizleri hayal kırıklığına uğratan budur.

Sormakta herkesin hakkı: ”ANILAR / Belgeler” bu mudur?

Yazık, çok yazık!

Belirli bir dava uğruna çıkan insanların, kendilerini ve tarihlerini neden ”revize” etmeğe ihtiyaç duyuyorlar?

Bu soruların yanıtlarını bir başka yazıya bırakarak, Zeki Adsız ile ilgili bir anımı yazmak istiyorum:

Yıl 1983. Şam. Zeki Adsız, ”Suriye İşçi Sendikası” ( Nikabet al- ummal) ile görüşmek istiyor. Tercüman olarak ben gitmiştim.

Zeki Adsız;

”Ben Kürdistan’´da yapılan seçimlerde ( Diyarbekir, Mardin, Elazığ, Muş, Van, Siirt, ….) 63 delegenin oylarıyla, DİSK 10. Bölge Temsilcisiyim” dedi.

Arapça olarak aynen tercüme ettim. Sendika temsilcisi bana dikey baktı… baktı… bir şey demedi.

Beton binada bir suskunluk yaşandı.

Zeki Adsız;

“ Sendikanın Kürtlerle nasıl bir dayanışma içinde bulunduklarını” sordu.

Yine cevap yok!

Zeki Adsız;

“Qamışlı’da Kürtlere karşı baskılar yükseldi. Kürtlerle dayanışmanız var mı?” diye sordu.

Yine sessizlik…

Aniden sendika temsilcisi, bana, arapça olarak:

” Hem ben, hem de sizler tehlike içerisine girebiliriz. ”Suriye İşçi Sendikası” sandığınız gibi değil… Hele hele ”Kürd, Kürdistan” sakın bunları, Suriye’de, konuşmayın” dedi.

Ben de şaşkına dönmüştüm; Sovyetler Birliği’nin desteklediği bir ülkede bunları konuşmak yasak!

Türkçe olarak Zeki Adsız’a bunu anlattım. Bana, ”sendika temsilcisine ”teşekkür et” ve hemen kalkalım,” dedi.

Evet, aradan 20 yıl kadar geçti, hâlâ bu anım bir film şeridi gibi önümde canlanıyor.

Bir düşünün: Zeki Adsız, 12 Eylül darbesinden 3 yıl sonra, 1983’te büyük bir özgüvenle, Süriye’deki Kürtleri, Suriye Sendikası Temsilcileri ile tartışıyor. Bulunduğu bölgede Kürtlerin temsilcisi olduğunu vurguluyor.

Zeki Adsız, devrimciliğin her alanda dayanışma ve örgütlü olmanın en önemli bir prensip olduğunu bizlere tekrar hatırlatıyor.

Zeki Adsız, kansere yenik düşmeden önce yoldaşlarına şunları söylüyor:

” Örgütlü ve kollektif çalışmayı elden bırakmayın. Kürdistan devriminin çıkarlarını her şeyin üstünde tutun ve bunun için çalışın, çalışın. Kazanmak için çalışın!..”
Zeki ağabey, kazanacağız!

Zeki ağabey; sömürge Kürdistan’da hava-i fişek dahi atmasını bilmeyen bazı Türkleşmiş Kürtlerin yazdıklarına aldırma.

Kazanacağız!

LAİK DÜZENDE


”Ekin bitmez, kurumuş kara toprak!”

Cirik Haci / Fezali
Cirik.Haci@gmx.de

Seksen yıllık olan laik düzende
Kime devlet malı koz gelip gitti
Halk nimeti kaynar kara kazanda
Kime devlet malı az gelip gitti

Halkı sömürür belirsiz durağı
Oy veren seçmenin bitmez merağı
Çalışıp üretenin yanar yüreği
Kime devlet malı buz gelip gitti

Fezalim der hacim ne bitmez merak
Ekin bitmez, kurumuş kara toprak
Vaatler verildi döküldü yaprak
Kime devlet malı vız geldi gitti

ASKER NEDEN DARBE YAPAR ?



ASKER NEDEN DARBE YAPAR ?
ORDUNUN ANANEVİ DARBE İTİYADI
İsmet Turanlı,
dr_ismetturanli@mynet.com

Asker Osmanlının kuruluş devrinde, daha Fatih devrinde bile darbe yapmıştır. M.Ö.120 senesinde ilk Türk ordusunu kuran Hun imparatoru METE han babasını öldürerek tahta çıkmış ve imparatorluğunu Hazar denizinden Japon denizine kadar genişletmiştir. İşte ilk darbeci asker METE handır.Askerin iktidar hevesi bütün demokratik atılımlara rağmen bugüne kadar sürmüştür. 12 padişah öldürülmüş, 52 sadrazam (son olarak Menderes) idam edilmiş, bir çok padişahta asker tarafından tahtan indirilmiştir. Sanki askerin geninde vardır darbe yapmak. İlk kurulan Osmanlı ordusuna gayrimüslim gençler alınıp devşirilmiş. Özürlü olan gençler ve KÜRTLER orduya alınmamıştır.

Osmanlı’da son darbeyi Babıali baskını ile Enver paşa gerçekleştirmiştir. Atatürk’ün kendisi asker olduğu için en yakın asker arkadaşlarının muhalefetinede fırsat vermemiş, onları pasifize etmiş, ölünceyedekte iktidarını sürdürmüştür. İnönü’de asker olmasına rağmen içteki ve dıştaki demokratikleşme konjukturüne fazla direnç gösterememiş 14 Mayısta Demokrat partinin iktidara gelmesini önleyememiştir. CHP liler onun feragat ettiğini söylerler. Adeta lütfundan, iyi niyetinden (!), demokratik açılımı sağladığı samimiyetinden dem vururlar. Halbuki ben 15 Mayıs 1950 sabahı çıkan gazetelerdeki İnönünün foto haberini çok iyi hatırlıyorum. Ağzı bir karış açık, dehşet içinde, afallamış bir görüntü içinde idi. Elbette Altan Öymen ‘’Öfkeli yıllar ‘ eserinde bundan bahsetmez. Çünkü bütün eserini CHP gözlüğüyle yazmış, iliğine kadar işlemiş CHP kimliğinden kendini arındıramamıştır. O zamanlar Millet partisinin kurulmasındaki sebep Bayar’ın muvazaa yaptığı, İnönü’ye Demokrat parti seçimleri kazansada Cumhurbaşkanlığı sözü verdiği iddiasıdır. Demokrat partinin çok kıymetli mebusları, hatta Mareşal Fevzi Çakmak Millet partisine geçmişlerdi. Seçimi Demokrat parti kazandığında Adnan Menderes başbakanlık beklentisi içinde olmamıştır. Bayar’ın başbakan olacağını zannetmiştir. Bayar ise ezeli rivali İnönü’yü yenmiş olmanın keyfi içinde onun köşkten inmesi gerektiğini ihsas etmiş ve Adnan Mendereside başvekil yapmıştır. Menderes o teklifi beklemediğini hep dile getirmiştir.

27 Mayıs ihtilaline sebep olarak Menderes’in demokrasiden uzaklaşması, vatan cepheleri, tahkikat komisyonları kurması ithamında bulunan muhalif aydınlar iddialarından vazgeçmemişlerdir. . Halbuki ihtilali gerçekleştirenlerin hatıratlarından öğrendiğimiz oki daha seçimlerin akabinde genel kurmay başkanının İnönü’yü ziyaretle Demokrat partiyi kapatmak istediğini söylemiş olduğudur. Menderes bu haberi alınca yanına bir orgenerali alıp genel kurmaya gitmiş, beraberinde götürdüğü generale, onları ayakta karşılayan genel kurmay başkanının koltuğunu göstermiş ve o anda tayinini, eski başkanında azlini gerçekleştirmiştir. Öymen’e göre böyle bir hadise olmamıştır. Daha 1956 da ihtilal hazırlıklarının, toplantılarının başladığını Erkanlı dahil bir çok ihtilalcinin yayınladığı hatıratlarından öğrenmek mümkün. Zaten 1960 da Menderes istifa etmişsede Bayar ‘’çaydan geçerken at değiştirilmez’’ diye istifasını kabul etmemiş, hatta genel seçimlerin o sene yapılacağını Menderes nutuklarında defalarca dile getirmiştir. Buna rağmen Menderes aleyhtarları onun seçim yaptırmayacağı, art niyeti olduğu komplo teorisi ve hezeyanlarında, iftirasında ısrarcı olmuşlardır.

Demek ki askerin darbe ihtirasında Osmanlıdan kalma bir ananesi olduğu ve halkın oyu ile gelen sivil idarelere bugüne kadar tahammülü olmadığı aşikardır. Emekli generaller ‘Şartlar oluşunca ‘ elbette yine darbe olabilir dediklerini basın mensuplarıda, aydın geçinenlerde maalesef duymazdan geliyorlar.

ATATÜRKÜN ORDUYA VASİYETİ

Diğer çok mühim bir etkende Atatürk’ün Cumhuriyet’i askere emanet ettiği inancıdır.

Bakın Bernd Rill adlı Alman yazarın Kemal Atatürk adlı eserinin 134 üncü sayfasında ne diyor:
"Das Militaer ist für die Sicherheit des Landes zustaendig, nicht nur aussen, sondern auch nach innen. Dieser politische Januskopf des Militaers, der in den westlichen Demokratien fremd ist bzw. Eine Ausnahme bedeutet, ist in den Laendern der Dritten Welt eine nicht übliche Erscheinung. Die Armee als perpetuum mobile der kemalistischen Revolution, als Werkzeug, das den als sechstes Prinzip verkündeten Revolutionismus in Gang haelt-so entspricht es dem ‘’ TESTAMENT ATATÜRKS’’ ., das die Offiziere in MÜNDLİCHER TRADİTİON untereinander weitergeben."

Mealen tercümesi şöyledir: Atatürk’e göre vatanın iç ve dış güvenliğinden asker sorumludur. Böyle askerin iki başlı politik konumu batılıların yabancı olduğudur.. Fakat üçüncü dünya devletleri için bu durum normaldir. Altı okun, Kemalistik revolutionun muhafazasına ordunun vazifesi olduğu ‘’Atatürk’ün VASİYETİ icabı olduğu subaylarca ağızdan ağıza ilettilen bir ANANE’dir..

Atatürk orduda adeta ilahi bir mertebededir ve ordu o VASİYETİN bilincindedir.

Ordu Osmanlıdan tevarüs ettiği bir ananeye sadık kaldığı gibi birde Atatürk’ün vasiyetini yerine getirmeği bir vecibe addeder. Ekalliyetlerin Türkiyedeki mevcudiyetinin milyonlardan 80 bine düşmüş olmasının, faili meçhul katliamların müsebbibininde asker olması ihtimalinin halkın inanmış olması üzüntü vericidir.Milliyetçi kesiminse vatana sadakat inancından ileri geldiğidir. Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Musa Anter v.s. siyasi maksatlı cinayetlerin katilleri onlarca sene geçmesine rağmen aydınlatılamamıştır. Halbuki adi vakaların faillerini emniyet mensupları çok kısa zamanda yakalayabilmektedirler. Diğer katili meçhul cinayetlerin arkasında derin devletin olabileceği inancı yaygındır.

Şimdi sıra Kürtler ve Alevilerdedir. İki halk gurubunun şimdiye kadar yok sayılmış olması, demokratikleşme kojonktürü, ve Öcalanın Kürtleri isyana teşviki bugünkü gerilime sebeb olmuştur. Ordu’nun iki kırmızı çizgisi vardır. Birincisi LAİSİZM.Onun içinde Aleviler yok sayılmış. İkinciside KÜRTLERdir. Bugüne kadar Kürt kelimesini AĞIZA ALMAK suç sayılmıştır. Kürtçe konuşmak 80 darbesinden sonra yasaklanmıştır. Generaller ve şövenistler hala usanmadan ,sıkılmadan KÜRT SORUNU diye bir sorun yok sadece terörist PKK lılar ve birde vatan haini ayırımcı Kürtçüler var demekte israr etmekteler.

Maraş’ta, Sivas’ta, Yozgat’ta Trabzonda, Malatyada olanlar, Hırant Dink cinayeti, ananevi Alevi ve yabancı düşmanlığından kaynaklanmıyor mu?. 20 milyon Kürdün asimilasyonu, mümkün olamamıştır. 30 kere isyandaki kayıplarına ,Dersime, 40 bin ifna edilen PKK lıya rağmen kökten yoketme imkanı sağlanamamıştır. ‘Ne Mutlu Türküm diyene’yi dağa taşa yazmaklada netice alınamamıştır. İster samimi, isterse gayri samimi, AK partinin çabaladığı açılım hamleleri halklarda ümit uyandırmıştır.

Bir taraftan darbe planları , diğer taraftanda oraya buraya saklı silahlar ortaya çıkarken Türkiyenin öyle çabuk çabuk demokratikleşebileceğine, mevcut hükumetin fazla atılım yapabileceğine inanamıyorum. Orduya güvenin % 60 a düşmüş olması, halkın sağ duyusu ümit kaynağı olabilir. Diğer bir ümidimde Davutoğlunun komşularla sıfır problem uğraşılarında muvaffak olmasıyle , komşu dost devletlere karşı orduya ihtiyaç kalmayacağıdır. Bugün dünyada ordusunu lağvetmiş tek ülke Costa Rica’dır. Orduya vermeleri gereken mali imkanları sağlık hizmetlerine ve eğitime vererek dünyanın en mutlu halkına sahip olmuşlardır.

TEŞBİHTE HATA OLMAZ.

Cinsi sapıklar bir cürüm işlediklerinde bir müddet hapishanede yahut hastanede kaldıktan sonra serbest bırakıldığında tekrar bir çocuğu istismar ettiğinde emniyet kayıtlarına göre ondan öncede ayni fiili işlediği sabitleşmiştir. Askerin sicilindede 2 bin senedenberi darbe şaibesi olduğunu tarihçiler söylemektedirler. Son 27 Nisan MUHTIRASI’nı Büyükanıt bizzat kendisinin gece yarısı Internete koyduğunu söyledi. Bunun bir nevi darbe olduğu halk tarafından algılanmadı mı? Buna rağmen Türkiye’de asker darbe yapmaz diyor Başbuğ. Bu lafı duyduğumda Celal Bayar’ın ve devrin genel kurmay başkanının askerler tarafından 27 Mayısta nasıl apar topar Yassı adaya götürüldükleri aklıma geldi. Özkök paşa’nın darbeye müsaade etmediğinden ötürü bazı köşe yazarlarınca açık açık hakarete uğradığı inkar edilemez. Bazı uni rektörlerinin ORDU GÖREVE diyerek Cumhuriyet mitinglerinde plakart açtıkları, figuranlık yaptıkları TV kameralarınca kanıtlandı.

Gene ümit ediyorum ki Erdoğan demokratik açılımında başarı sağlar, Orduda kışlasına çekilip asli vazifesine döner. Bu benim masum avuntum yahut zühürt tesellimdir.

Köln.27.01.10

28 Ocak 2010 Perşembe

Kürt Toplumunda Değişim ve Açılım Politikaları


İsmail Beşikçi

Kürt toplumunun tarihsel ve toplumsal gelişmesini incelemek önemli bir çalışmadır. Büyük boyutlu siyasal gelişmeler Kürt toplumunun yapısının oluşmasında, toplumsal değişmede çok büyük rol oynamaktadır. 1920’lerde, Milletler Cemiyet döneminde, Kürtlere, Kürdistan’a ilişkin olarak olup bitenler dikkatlerden uzak tutulamaz. Bu dönemde, dönemin emperyal güçleri Büyük Britanya ve Fransa, Kürtlerin ve Kürdistan’ın, bölünmesini, parçalanmasını ve paylaşılmasını sağlamışlardır. Bu emperyal güçler, bu politikalarını, şüphesiz, Ortadoğu’daki, Arap, Fars ve Türk yönetimleriyle işbirliği yaparak gerçekleştirmişlerdir.

Bölünme, parçalanma ve paylaşılma, Kürdistan’ın iskeletini parçalamış, Kürtlerin beynini dağıtmıştır. Bu sürecin Kürt toplumu üzerinde böylesine ağır bir etkisi vardır. Ortadoğu’nun ortasındaki Kürtlerin ve Kürdistan’ın böylesine bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması, Kürt toplumunun iç dinamiklerini zayıflatmış, giderek yok etmiştir. Kürtler, sınırlarda, elektrik yüklü dikenli tellerle, mayın tarlalarıyla, gözetleme kuleleriyle, casus uçaklarıyla, birbirlerinden ayrılmışlardır. Bu ayrılığı devamlı kılmak, derinleştirmek ve yaygınlaştırmak için, her önlem alınmıştır. Böylece, Diyarbakır, Van, Mardin, Urfa, Ağrı, Muş çevrelerinin, Halep, Qamışlı, Süleymaniye, Hewler, Mahabad çevreleriyle, Kafkasya’yla, ticari, toplumsal ve kültürel bağları koparılmıştır. Örneğin, artık, Bitlis’ten, Diyarbakır’dan, Ağrı’dan, Mardin’den kalkan bir hayvan sürüsü, Halep, Şam, Süleymaniye, Tahran, Tebriz gibi pazarlara ulaşamamaktadır. Sınırlar, sınırlarda alınan önlemler, ekonomik ve ticari gelişmenin önünde büyük bir engeldir. Bu engeller, sermaye birikimini ve sanayi gelişimini de durdurmuştur.

1915 de Ermenilere, Süryanilere ve Ezidilere karşı geliştirilen soykırım, Kürt sürgünlerinin başlaması, Kürdistan’daki sınai gelişmeye büyük bir darbe indirmiştir. Ermenilerin ve Süryanilerin tehcirinden ve soykırımından sonra, marangozluk, inşaatçılık, demircilik, kuyumculuk, dericilik, keçecilik, boyacılık gibi çeşitli sanatlar, bir süre, onların yetiştirdiği çıraklar tarafından ayakta tutulmaya çalışılmıştır. Fakat, sektörler, kısa zamanda küçülerek, daralarak, etkinliğini kaybetmiştir. Ermenilerle ve Süryanilerle beraber yaşayan Türk ailelerin ve Kürt ailelerin, çocuklarını, zanaat öğrenmesi için Ermeni ve Süryani ustaların yanına çırak verdiği biliniyor.

Cumhuriyet’le birlikte devam eden ayaklanmalar, köylerin yakılıp yıkılması, ormanların yakılması, temel geçim kaynaklarının tahribi, sürgünler, Kürt toplumunun iç dinamiklerini iyice zayıflatmış, giderek yok etmiştir. Örneğin Osmanlı döneminde, Hakkari’de, çok gelişkin olan tütün üretimi, balcılık, bu süreçte, büyük darbe almıştır. Bir zamanlar, Tahran, Bağdat, Şam, İstanbul pazarlarını tarımsal ürünler bakımından besleyen Hakkari, artık ailelerin bile ihtiyacını karşılayamaz hale gelmiştir. Bir zamanlar, diyelim 18. veya 19. yüzyılda deve yüklü kervanlar, Tahran’a, Bağdat’a, Halep’e, Şam’a, İstanbul’a tarımsal ürünler taşıyordu.

Günümüzdeyse aileler kendi geçimlerini bile sağlamakta zorlanıyorlar. Köylerin yakılması, yıkılması, ailelerin yerlerini-yurtlarını terke zorlanmaları pek çok aileyi yoksulaştırmıştır. Koruculuk dayatmaları yüzünden, bölgeyi terke zorlanan ailelerden bir kısmı, İstanbul, Bursa, Kocaeli gibi yörelerde, varoşlarda çok sefil, çok yoksul bir yaşam sürdürüyorlar. Diyelim Hakkari’de, kendi beldelerinde su da var, toprak da var, fakat bu aileler onlardan yararlanamıyor…

Kürt bölgelerinin geri kalması, geri bıraktırılması böyle bir süreç içinde gerçekleşmiştir. Geri Kalma-geri bırakılma olaylarının temelinde bu ilişkiler vardır. Kürtleri, Kürt kimliğini, Kürtçe’yi, inkar, imha ve asimilasyon çabaları, devletin ideolojik baskı araçlarının ve zorlayıcı baskı araçlarının birlikte kullanılması, geri kalma-geri bıraktırma sürecini iyice hızlandırmış, yoğunlaştırmıştır. Devlet, aşiret reisleriyle, şeyhlerle, toprak sahipleriyle işbirliği yaparak Kürtlerdeki milli gelişmeyi engellemeye çalışmıştır. Bu, şüphesiz karşılıklı bir destektir. Şeyhler, aşiret reisleri ve büyük toprak sahipleri de devletin çıkarını desteklemektedir. Kürtler için, Kürdistan için ayaklanmalara katılanlar, ayaklanmaları yönetenler, şeyhlerin, aşiret reislerinin, toprak ağalarını küçük bir kısmıdır. Onların sonu, ya çatışmalarda ölüm, ya darağaçları, ya ülke dışına firar, ya sürgün ya da cezaevi olmuştur. Devlet yanlısı şeyhlerin, aşiret reislerinin, büyük toprak sahiplerinin devlet tarafından maddi ve manevi olarak desteklenmesi, gelir bölüşümünde çok büyük farkların oluşmasını da beraberinde getirmiştir.

Sınırların elektrikle yüklü dikenli tellerle, mayın tarlalarıyla, iz tarlalarıyla, gözetleme kuleleriyle, casus uçaklarıyla vs. korunması, kaçakçılık denen bir olaya vücut vermiş, mafyanın gelişmesini sağlamıştır. Böyle korunaklı bir alandan gizlice mal geçirmek, ancak, jandarmayla, güvenlik güçleriyle şu veya bu şekilde kurulan illegal bir ilişkiyle olur. Bu yolla çok büyük rantların elde edildiği açıktır. Devlet bu şekilde, illegal bir şekilde, oluşan sermaye birikiminin Batı’ya aktarılması için de her türlü önlemi almıştır. Kürdistan’da Kürt burjuvazisinin oluşmasını engellemek, devletin üzerinde durduğu, gözettiği en hassas konulardan biridir. Bunların yanında, örneğin katma değer vergisin Kürt bölgelerindeki yüksekliği dikkat çekicidir. Örneğin İstanbul’da % 8 olan KDV, Diyarbakır, Siirt, Hakkari, Van, Muş, Ağrı, Kars, Bitlis gibi yörelerde, çeşitli mekanizmalarla ve hesaplarla, % 20’ye kadar yükselmektedir.

Son 25 yıllık savaş dönemi toplumda yeni yeni dinamikler ortaya çıkarmıştır. Bu yeni dinamikler, Kürt toplumunu derinden etkilemekte, toplumun dönüşmesini de sağlamaktadır. Bunlara kısaca bakmakta yarar vardır.

Temmuz ayının sonlarından itibaren, üç ayı aşkın bir süredir, Kürt sorunu bağlamında, bir açılımdan söz ediliyor. Hükümet, önce bunu Kürt açılımı olarak gündeme getirdi. Kısa bir süre sonra, demokratik açılım denmeye başlandı. Daha sonra da milli birlik projesi, huzur ve güvenlik projesi gibi adlar dolaşıma girdi.

Açılım politikası çerçevesinde, hükümet henüz somut öneriler açıklamadı. Sadece olamayacak şeylerden söz etti. Örneğin, “anayasa değişikliği yok, af yok, anadilde eğitim yok” gibi açıklamalar yaptı. Açılım çerçevesinde, nelerin olabileceği konusunda henüz bir şey söylenmedi. Hükümet, 10 Kasım 2009 da, bu konuyu TBMM’e getireceğin söylüyor. Ama bu konuda, üç ayı aşkın bir süredir, basında yoğun bir tartışma yaşanıyor. Televizyonlarda, radyolarda, paneller, açık oturumlar düzenleniyor. Gazetelerde, köşe yazarları, konuya ilişkin görüşlerini dile getiriyorlar. Sivil toplum örgütleri bu konuyla ilgili konferanslar, açık oturumlar, paneller düzenliyor. Temmuz ayının sonlarından itibaren üç ayı aşkın bir süredir, Kürt sorunuyla ilgili yoğun tartışmaların yaşandığı söylenebilir. Aslında bu da bir açılımdır.

Hükümet, 10 Kasım 2009 ve 13 Kasım 2009 günlerinde, TBMM’de açılımla ilgili bazı somut öneriler getirdi İfade özgürlüğünün geliştirilmesine vurgu yapılmasının önemli olduğu kanısındayım.

Hükümet, durup dururken, bir Kürt açılımı, demokratik açılım politikası oluşturmaya çalışmıyor. Bugün bu konuları konuşabiliyorsak, tartışabiliyorsak, bunda, PKK’nin kararlı bir şekilde yürüttüğü mücadelenin büyük bir rolü vardır.

Kürtlerin, Kürt sorununun, Kürt-Türk ilişkilerinin algılanması konusunda, Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin, daha önceki hükümetlere göre bir farklılık gösterdiği söylenebilir. Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın, “ne pahasına olursa olsun açılım sürecek” gibi açıklamalarının dikkate değer olduğunu düşünüyorum. İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın tutumunun, daha önceki İçişleri Bakanlarının tutumlarına göre önemli bir farklılık içerdiği söylenebilir. Bu arada, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün tutumunun da önceki cumhurbaşkanlarına göre büyük bir farklılık taşıdığı görülmektedir.

Devletin ve hükümetin, bireysel haklar çerçevesinde bir çözüm düşündüğü kanısındayım. Özel televizyonlara ve radyolara Kürtçe yayın izninin verilmesi, yer isimlerinin iade edilmesi, bazı üniversitelerde Kürdolojiye ilişkin bölümlerin kurulması, lise ve dengi okullarda, seçmeli dersler arasına Kürtçe’nin de konulması, seçimlerde, % 10 luk barajın indirilmesi, gündeme gelebilir. Devlet dairelerinde Kürtçe tercüman bulundurulması, Türk Ceza Yasası’ndaki 221. maddenin genişletilmesi, örneğin, örgütü, arkadaşını ihbar koşulunun kaldırılması, Kürtlerin yaşadığı bazı illerde kalkınma ajanslarının kurulması… söz konusu olabilir. Bunlar, Kürtlerin taleplerini şüphesiz karşılamıyor. Kürtler anadilde eğitim hakkını, anadilde mecburi eğitim hakkını bütün hallere ve şartlara rağmen, savunmak durumundadır. Seçmeli dersler anlayışına da karşı olmak gerekir. 20 milyonu aşkın bir halkın seçmeli derslerle tatmin olacağını düşünmek insanı şaşırtıyor. Bu bir avutma yöntemidir. Kürtlerin bu şekilde avutulması ahlaki de değildir. Bu özellikle vurgulanmalıdır.

Kürtler, kararlı bir şekilde sürdürdükleri çabalarla, bu küçük hakları büyütebilirler. Kürtlerin kazanımları zaten hep fiili kazanımlar oluyor. Örneğin, bugün Kürtlerin durumu 20-25 yıl öncesine göre çok ileri durumdadır. 20-25 yıl sonra, bugüne nazaran çok daha ileri olacaktır

İçişleri Bakanı Beşir Atalay, 13 Kasım 2009’da, TBMM’de demokratik açılımla ilgili görüşmelerde, ifade özgürlüğünün genişletilmesinden ve yer adlarının iadesinden söz etti. Demokratik açılımın sürdürüleceğini de söyledi. Özel radyo ve televizyonlar da süresiz olarak Kürtçe yayına başladı.

19 Ekim 2009 tarihinde, Qandil’den sekiz gerillanın, Maxmur Kampı’ndan 26 sığınmacının
geriye dönüşünde dikkat çekici olaylar yaşandı: Gelenler, Habur’da, çok büyük kitleler tarafından coşkularla karşılanmıştır. Basın, devlet ve hükümet, Kürtlerdeki bu sevincin, devleti, hükümeti, Türk halkını rencide ettiğini söylemektedir. Bu sevincin, bu coşkunun Türk halkının hassasiyetlerini hiçe saydığını vurgulamaktadır. Türk basını, bu yönde haber yapmakta, propaganda geliştirmektedir. İşte bu noktada, 25 yılı aşkın bir zamandır sürdürülen Kürt aleyhtarı propagandaya bakmak gerekir.

25 yılı aşkın bir zamandır, devlet tarafından, Kürt aleyhtarı o kadar yoğun bir propaganda geliştirilmiştir ki, bu durum, yani Kürt aleyhtarlığı, Türk halkının zihnine iyice nakşedilmiştir. Bu yoğun ve yaygın propagandadan sonra halk, devlet tarafından Kürtlere herhangi bir iyilik yapılabileceğini düşünmemektedir. Yine bu propaganda yağmuru altında, koruculuk gibi, “faili meçhul” cinayetler gibi, korucuların, JİTEM’in, Kürtlere karşı, sistematik olarak işledikleri suçlar, cinayetler hakkında, Batı’da oturan halkın, Türklerin sağlıklı bilgisi olmamıştır. Koruculardan, korucuların işlediği suçlardan, cinayetlerden söz edenlere, “sen yalan söylüyorsun, bizim oralarda koruculuk yok, diyelim Denizli’de yoksa, onların yaşadığı şehirlerde de yoktur.” deniyor. JİTEM’in operasyonları hakkında, “faili meçhul” cinayetler hakkında konuştuğunuz zaman, “bizim memlekette böyle olaylar olmuyor, bizde yoksa oralarda da yoktur, devletimiz, ordumuz, polisimiz böyle şeyler yapmaz” deniyor.. Bu konular üzerine ısrarlı olduğunuz zaman da, “Onlar zaten suçlu, her türlü cezayı hak ediyorlar”, deniyor.

Habur’da, daha sonra, Silopi, Cizre, Nusaybin, Diyarbakır, gibi şehirlerde, Kürt halkının kitlesel sevicini gören Türklerin bir kısmı şöyle düşünmüş, şöyle duygular içinde olmalı: Kürtler bu kadar sevindiklerine göre, bu, Kürtlerin lehine gelişen bir şeyler olduğunu gösterir. 25 yılı aşkın bir zamandır süren Kürt aleyhtarı propagandadan sonra, böyle bir süreç nasıl yaşanabilir? Halbuki bu karşılaşmanın sevinç doğurması, doğal bir durumdur. Sevinç paylaşıldıkça çoğalan bir duygudur.

O halde, yapılanlar, edilenler konusunda, devletin, hükümetin, basının, Türk halkını da ikna etmesi gerekir. Bundan daha önemli olarak, Kürt şehirlerinde yaşanan, koruculuk gibi, “faili meçhul” cinayetler gibi, köylerin yakılması-yıkılması, ormanların yakılması gibi olaylardan, devletin, Türkleri, Batı’da oturanları da haberdar etmesi gerekir. Ayrıca “kardeşlik” sloganının bu olgular çerçevesinde, yeniden değerlendirilmesi gerekir. Sevinç paylaşıldıkça çoğalan ruhsal bir ortam yaratır. “Kardeşlik” söz konusu olduğunda, Kürtlerin yaşadığı sevinç, Türk halkının hassasiyetlerini nasıl incitir, Türkleri nasıl rencide eder?

19 Ekim günü, 34 kişinin Habur’da karşılanmasının, bu karşılamanın algılanmasının, Türklerin hassasiyetlerini hiçe saydığı, Türk halkını rencide ettiği vurgulanıyor. Ama, Kürtlerin de hassasiyetleri olabileceği hiç düşünülmüyor. Kürtlerin yaşadığı alanlarda, dağlara, tepelere, kamu binalarına, “Ne mutlu Türkün diyene”, “Bir Türk dünyaya bedeldir”, “Türk öğün, çalış, güven” gibi sloganlar yazmışsın. Kürt çocuklarına, her gün, okullarda, “Türküm, doğruyum, çalışkanım… Varlığım Türk varlığına armağan olsun” şeklinde ant içiriyorsun… Bunlar Kürt halkını inciten, rencide eden durumlar değil mi? Bir Türk istediği kadar, istediği yerde, Türk olduğunu söyleyebilir, bununla övünç duyabilir, ama bunu Kürtlere söyletmek, Türk olmakla, Kürtlerin de övünmesini istemek çok yanlıştır, ahlaki değildir.

Türkiye’de, resmi ideolojinin bir görüşü, bir anlayışı var. “Kederde, sevinçte ortağız” denir. Bu sık sık tekrarlanır. Kürtler, dil ve kültürle ilgili talepler ileri sürerken, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını ısrarla talep ederken, “Ayrımız-gayrımız yok, bin yıldır beraber yaşıyoruz, bin yıldır, birlikte ağladık, birlikte güldük, kederde kıvançta ortağız” denir. Kürtlerin taleplerini önü bu şekilde kesilmeye çalışılır. Bu, aslında, yaşanan gerçekliği hiç aksettirmeyen bir görüştür. Basında sık sık yer alan, “Hainleri inlerinde kıstırdık”, “Teröristlerin başına yağmur gibi bombalar fırlattık” gibi haberlerin Kürtlerde ve Türklerde nasıl farklı duygular yarattığı yakından bilinmektedir. 1992’de Güney Kürdistan’da Kürt parlamentosunun kurulması, 2005, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kurulması, Kürtlerde ve Türklerde, çok farklı duyguların ve düşüncelerin yaşanmasını getirmiştir. Kürtler gururlanırken, Türklerin büyük bir çoğunluğu endişelere kapılmıştır. Habur’dan girenleri karşılayan Kürtlerin sevinci, bu sevinç karşısında, basının, devletin ve hükümetin, “hassasiyetlerimiz rencide oldu” diye üzüntü duymaları, umutsuzluğa kapılmaları, bize, bir kere daha şunu gösteriyor: Demek ki Kürtlerin sevinçleri, Türklerin büyük bir çoğunluğu için kara gün olarak algılanabiliyor.

Kürtlerin yaşadıkları şehirlerde, Diyarbakır, Van, Batman, Bitlis, Muş, Şırnak, Hakkari, Yüksekova, Nusaybin, Kızıltepe, Doğubeyazıt, Malazgirt, Patnos , Ergani gibi şehirlerde, sık sık mehteran birlikleriyle, özel timleri yürütüyorsun, “kahrolsun insan hakları” diye bağırtıyorsun; bunlar Kürtlerin hassasiyetlerine dokunmuyor mu, Kürtleri incitmiyor mu? Asker uğurlama törenlerinin nasıl yapıldığı, bu sırada Kürtlerin nasıl aşağılandığı biliniyor. Yaz aylarında, Karadeniz yöresine giden, fındık işçilerine nasıl hakaretler edildiği, fındık işçisi Kürtlerin, Anadolu’nun batı yörelerinde, benzer işlerde çalışan Kürtlerin, nasıl aşağılandığı yakından biliniyor. Fındık işçisi Kürtlere, yöredeki yerel işçilere göre çok daha az ücret ödendiği de biliniyor. Bütün bunlara rağmen, 34 kişinin Habur’da, coşkulu bir şekilde karşılanmasına, “hassasiyetler” diyerek, “rencide olduk” diyerek karşı çıkılması, devletin, Kürt aleyhtarı politikasıyla yakından ilgilidir. Devletin, hükümetin, basının, bu anti-Kürt söyleminin, propagandanın da ürünü bunlar olabilir.

***

Son 25 yıllık savaş, Kürt şehirlerinin nüfus yapısında, çok önemli değişiklikler gerçekleştirmiştir. Devlet, savaş sürecinde, gerillaya yardım-yataklık yapıyorlar diye, dört bine yakın köyü, mezrayı boşaltmıştır. Köylerin boşaltılması, köylerin, evlerin yakılması-yıkılması, ailelerin, yerlerini-yurtlarını terke zorlanması, temel geçim kaynaklarının tahribi anlamına gelmektedir. Köyleri, evleri yakılıp yıkılanlar, Diyarbakır, Van, Batman gibi şehirlerin etrafında çok büyük kitleler halinde yığılmışlardır. Bu göçün önemli bir kısmının, İstanbul, Mersin, Adana, İzmir gibi Anadolu’nun Batı yörelerine yapıldığı da biliniyor. Diyarbakır, bugün, nüfusu bir milyonun üzerinde bir şehirdir. Van, 700 bin, Batman, 500 bin civarında bir nüfusu sahiptir. Bu nüfusun büyük bir çoğunluğu, devlet ve hükümete muhalif örgütlü bir kitledir. Hakkari, Bitlis, Şırnak, Siirt, Muş, Iğdır gibi şehirlerin etrafında da böyle bir nüfus birikimi vardır. Yüksekova, Ergani, Silvan, Malazgirt, Viranşehir, Tatvan, Nusaybin, Kızıltepe, Cizre, Silopi, Doğubeyazıt, Patnos gibi şehirlerin etrafında da bu tür bir nüfus yerleşimi görüyoruz. Bu ilçeler yüzbine yakın nüfuslarıyla göçmenleri barındırır şehirler haline gelmiştir. Adana, Mersin, Kocaeli, Bursa, İstanbul gibi yörelerde de bu nüfus hareketlerinin görmek mümkündür. Bu nüfusun ana özelliği evlerinin, köylerinin yakılmış, yıkılmış olması, “faili meçhul” cinayetlerle yakınlarını kaybetmiş olmalarıdır.
1920’leri, 1930’ları düşünelim. O yıllarda, o dönemde, yukarıda sayılan şehirlerde, feodal kökenli bir eşraf vardı. Büyük toprak sahipleri, şeyhler, aşiretler vardı. Bu eşrafın büyük bir çoğunluğu, ayaklanmalar sürecinde devletin yanında yer alıyordu. Ayaklanmalar genellikle, feodal kökenli unsurların küçük bir kısmı tarafından yönetiliyordu. Onlar da, çatışmalarda öldürülüyor veya idam sehpalarına gönderiliyordu. Firar etmeleri için ortam hazırlanıyor veya sürgün ediliyorlardı. Etkinlikleri bu şekilde kırılıyordu. Ama, eşrafın büyük bir kısmı devleti destekliyordu. Ayaklanmalar sürecinde devletin yanında yer almak, ayaklananlara karşı devletle birlikte mücadele etmek, eşrafın sergilediği ana bir tutumdu. Toprak ağaları, aşiret reisleri ve şeyhler genellikle devleti savunuyorlardı. Devlet de onların maddi ve manevi olarak güçlenmeleri için yoğun bir çaba harcıyordu. Günümüzdeki nüfus ise, muhalif bir nüfustur. Aynı zamanda, yoksul köylülüğün oluşturduğu bir nüfustur, emekçi bir nüfustur. Bunların ötesinde, hareketi yönetenler de emekçi halkın çocuklarıdır. Bütün bunlar, hareketin, mücadelenin nüfus yapısının çok köklü bir şekilde değiştiğini gösteriyor.

Bu nüfus hareketinin çok önemli bir özelliği daha vardır. Milliyetçilik hareketleri şehirlerde gelişebilecek hareketlerdir. Kırsal kesimlerde milliyetçi hareket gelişemez. Şehirlerdeki nüfus birikimi, muhalif nüfusun şehirlerdeki birikimi, milliyetçilik hareketlerinin gelişmesi için çok elverişli bir ortam hazırlamıştır. Bu nüfusun emekçi bir nüfus olması, yine saptanması gereken çok önemli bir noktadır. Milliyetçilik hareketi gelişiyor derken, bunun çok önemli bir gelişme olduğunu, Kürtlerde yaşanması gereken esas sürecin bu olduğunu belirtmek istiyorum.

Kadınların siyasal hareket katılması, yine ancak, şehirlerde yaşanabilecek bir olaydır. Kırsal kesimlerde, ulaştırma ve haberleşme olanaklarının, iletişim olanaklarının kısıtlı olması, bu tür hareketlerin doğup gelişebilmesi için elverişli mekanlar değildir. Kadınların siyasal harekete katılması, herhangi bir ulusal kurtuluş mücadelesinin, toplumsal kurtuluş mücadelesinin olgunluğunun önemli bir göstergesidir. 1970’lerin sonlarından beri daha doğrusu PKK ile Kürtlerde böyle bir süreç başlamıştır. Bu süreç yoğunlaşarak, yaygınlaşarak gelişmektedir. Bugün bazı kitlesel gösterilerde, kadınların daha büyük bir çoğunluk oluşturduğu görülmektedir. Örneğin, onbin kişilik bir gösteride, yürüyüşte, kadınların ve çocukların kitlenin çoğunluğunu teşkil etmektedir.

Köyler yakılıp yıkılmış, ormanlar yakılmış, temel geçim kaynakları tahrip edilmiş, “faili meçhul” cinayetlere kurban gitmiş, yerini-yurdunu terke zorlanmış ailelerin, insanların önemli bin kısmı Kürt şehirlerinin etrafında yerleşmiştir. Bu da çok farklı, fakat Kürtler için çok olumlu yeni bir sürecin yaşanmasını getirmiştir. Köyler, Kürtleri, Kürt sorunun bitirmek için yakılıp yıkılmıştır; ama bu, önceden düşünülemeyen çok farklı bir süreci gündeme taşımıştır. Bu sürecin gelişeceği kanısındayım. Batı şehirlerinde yaşayan Kürtlerin, etraftaki Türkler tarafından şu veya bu şekilde rahatsız edilmeleri, bunların da zaman zaman görülmesi, Batı’yı artık Kürtler için bir sığınak olmaktan çıkarmıştır.

Devlet, Kürtlerin yaşadığı alanlarda, Kürt şehirlerinde dinsel akımları, dinsel duyguları geliştirmek için yoğun bir çaba içindedir. Devlet, Kürt köylerine, Kürt beldelerine, Türk kökenli çok genç imamlar göndermektedir. Böylece, Roşan Lezgin’in belirttiği gibi, okul, sağlık ocağı, cami aracılığıyla, Kürtlerdeki milli hareketin engellenmesi, Türkleştirilmenin gerçekleştirilmesi için büyük bir güç harcanmaktadır. Yeni tayin edilen bu genç imamların “Fetullahçı” tabir edilen çizgide olduğu yine bilinen bir gerçekliktir. Devletin din ile dinsel akımlarla ilgili hiçbir sorunu yoktur. Devlet, gayet rahat bir şekilde, dini, dinsel akımları Kürt sorununu engelleyebilmek için kullanabilmektedir. Dinsel akımları Kürt milli hareketine karşı, Kürt milliyetçilerine karşı kullanabilmektedir. Ama Kürtler de devletin bu tutumunun bilincine vardığı için, dini ve dinsel akımları Kürt milli hareketinin çıkarları doğrultusunda algılamaya başlamışlardır. Bu gelişmelerin yakından izlenmesinde, dikkatle izlenmesinde çok büyük bir yarar vardır.

Burada, çok önemli bir konuya daha değinmek gerekir. Qandil’den gelen 8 gerilla, beraberlerinde, 8-9 maddelik öneriler listesi de getirmiştir. Bu önerilerin üçüncüsünde şöyle denilmektedir. “Demokratik Türkiye ulusunun bir parçası olarak, Kürt halk kimliğimiz temelinde ve anayasal güvenceye sahip olarak, özgür, eşit ve birlikte yaşamak..”

Burada, bağımsız bir Kürt kimliği savunulmamaktadır. Türk kimliğinin bir parçası olarak, yani Türk üst kimliğinin bir parçası olarak, alt kimlik olarak Kürt kimliği savunulmaktadır. “Demokratik Türkiye ulusu” kavramı zorlama bir kavramdır. Bu kavramın toplumsal karşılığı yoktur. Toplumsal olarak, Türk halkı vardır, Kürt halkı vardır. “Demokratik Türkiye ulusu” dediğiniz zaman, “tek millet, tek vatan, tek devlet, tek dil, tek din” anlayışını da benimsemiş oluyorsunuz. Bu konuların irdelenmesinde de yarar vardır. Türkiye’de üst kimlik-alt kimlik tartışmalar sadece şu koşullarda olumlu bir sonuç yaratabilir: Eğer Türk kimliği de öbür kimlikler gibi alt kimlik olarak benimsenirse, o zaman, bir üst kimlik arayışı anlamlı olabilir. Aksi halde, bu tür tartışmalardan, önerilerden sağlıklı bir sonuç elde edilmesi mümkün olmaz.


Kürdistan-Post

27 Ocak 2010 Çarşamba

ICH BİN EİNE FRİEDENSTAUBE


“Eines Tages wird die Taube, wie ein Schmetterling, unendlich fliegen. Ohne Abschiedsbrief. Ohne Vermögen zu hinterlassen. Eigentlich hatte bisher sehr reiche Vermögen. Das war die Liebe. Die Liebe hat kein Geldwert.”

Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Ich denke , ich bin eine FriedensTAUBE ! Leider sind meine Flügel nicht mehr fähig zu fliegen. Weil ich schon so alt bin. İch würde gern wie Schmetterlinge tanzen in der Luft friedlich. İch kann nicht mehr nützlich sein wie Bienen. Ich bin nicht mehr fleissig wie Ameisen. İch verdiene nichts mehr.

Ich würde gerne singen wie Nachtigallen für meine Rosen ( Gülüm ). Obwohl ich liebe mit ganzen Herzen. Ich liebe die LİEBE. Musik und Liebe sind für mich, in meinem Leben an erster stelle.

Ich würde gerne meine Kinder und Enkel Kinder besuchen. Sie haben dafür keine Bedürfnisse. Daher muss ich mit allerbescheidenheit Einsamkeit vorziehen.

Für die neue Generation ist das Wichtigste das Geld, das Auto, das Marken Artikel, Fussbal, Sex,usw. Dagegen unsere Wertmaßtäbe sind anders gewesen. Für uns war das Wichtigste die Familie Liebe, Respekt, Opferbereitschaft, Hilftsbereitschaft. Für mich , besonders wichtig ist der Wissenschaft, Musik und Sport.

Eines Tages wird die Taube, wie ein Schmetterling, unendlich fliegen. Ohne Abschiedsbrief. Ohne Vermögen zu hinterlassen. Eigentlich hatte bisher sehr reiche Vermögen. Das war die Liebe. Die Liebe hat kein Geldwert.

Wie alle Menschen werde ich einestages einschlafen ohne Ton(Sessizce) nie wieder Wach werden. Im Himmel wird ein Stern gelöscht . Der Mond wird weinend verblassen. Die Engel werden vor dem Paradistor mich empfangen. Im Morgenblatt wird kleine Anzeige über die Taube geben,die die schöne Welt verlassen hat. Bei der Himmelfahrt sollte es ein Flötenkonzert geben.

Jeder Mensch waere schön wenn er sich in eine Friedenstaube umwandelt. Die Nachtigallen dürfen ihre Liebe Rosen nicht vermissen. Die Liebe soll die Hauptbeschäftigung des Menschheit werden. !


Köln. 26.01.10

25 Ocak 2010 Pazartesi

Çürüme Kokuşmaya Dönüşürken...



”…O gün bu gündür de şu ‘hukuk devleti” terânesi yüksek devlet erkânının, politikacı denilen taifenin, bilimi kendinden menkul akademi üyelerinin, memleket meseleri hakkında derin bilgi sahibi köşe yazarlarının dilinden hiç düşmedi. Uzağa gitmeye gerek yok, sadece Hrant Dink cinayeti, öncesi ve sonrasında olup-biterlere kaba bir bakış, şu‘hukuk devleti’ denilenin ne menem bir şey olduğu hakkında fikir verirdi…”

”..Şimdilerde Kemalist otokrasi artık kendini yeniden üretemez hale geliyor. Otokratik/baskıcı rejimler özgür tartışmayı/ düşünce özgürlüğünü yok ederek varoluyorlar ama uzun dönemde kullandıkları silahın kendilerini vurması kaçınılmazdır. Zira, resmi ideolojinin geçerli olması, özgür tartışmanın yasaklanması demek, doğası gereği dinamik bir varlık olan toplumu bir cendereye sokmak demektir ki, sürekli yenilenen, değişen dinamik bir süreç olan toplum, belirli bir eşik aşıldığında o kalıbı kırmak durumundadır…”

Fikret Başkaya

Temelleri 1908 sonrasında atılan ama asıl rengini 1920’li 1930’lu yıllarda alan Kemalist otokrasi, artık çürüme aşamasını geride bırakıp kokuşma aşamasına girdi. Şimdilerde her tarafı kötü kokular sarmış durumda...“Memleketin sahipleri” geride kalan yaklaşık seksen yıllık dönemde tam bir koloniyalist rejim üslubu sergiledider. Rejimin halka bakışı tipik bir koloniyalist rejim uslubuydu ama koloniyalistin kolonize ettiğinin dilini konuşuyor olması ve ideolojik manevra yeteneği, rejimin gerçek niteliğinin tartışılmasını ve anlaşılmasını engelledi. Değişmiz paraloları halkı adam etmekti... Halkın ne zaman ve nasıl adam olacağına da kendileri karar vermek kaydıyla... Aslında gözden kaçan bir şey vardı: Otokrasinin varlığı, halkın adam olamamasına, çocukluk aşamasını geçememesine, hep çocuk olarak kalmasına bağlıydı. Bunun için ne gerekiyorsa yaptılar.

Okullarda, üniversitelerde verdikleri eğitimle insanların düşünme yeteneğini dumura uğrattılar, toplum vicdanının kirlettiler, aralıksız uyguladıkları baskı, şiddet, devlet terörü, yıldırma, katliam ve siyasi cinayetlerle tuhaf bir omerta kültürü [duymadım, görmedim, bilmiyorum], ‘suskun, ‘uslu’ bir toplum’ yaratmayı başardılar. Öyle bir rejim ki, insanlar başları belaya girmeden yaşamanın çaresi olarak, yokmuş gibi davranmaya, yokmuş rolü yapmaya zorlandılar ve maalesef öyle davranır oldular...

Kemalist rejimin en büyük kaygısı ve korkusu insanlarda yurttaş bilincinin gelişmesi ihtimaliydi. Yurttaşı, özgürlük, sosyal eşitlik ve haysiyet bilincine sahip, kendini toplumun eşit haklara sahip bir bireyi olarak gören, kamusal alanda söz sahibi olduğu-olması gerektiğini düşünen, toplum sorunlarına dair söylenecek sözü olan birey olarak tanımlayabiliriz. Oysa Kemalist otokrasinin vazgeçilmez paralosı: hak yok vazife vardır şeklinde formüle edilmişti...

Aslında bunun açılımı: yurttaş yok köle var şeklinde yapılabilir... Yurttaş bilincinin oluşmasını/gelişmesini engellemek için, resmi tarih, resmi ideoloji, polis, savcı, mahkeleler ve cezaevleri, aralıksız işbaşındaydı ve işbaşında. Elbette bu süreçte ‘hür basının ‘değerli’ katkılarını hatırlamamak olmaz. Bütün bu zaman zarfında “hür basın” toplum vicdanının kirletilmesinde önemli bir işleve sahip oldu. Rejim, hiçbir şeyden özgürlük ve demokrasiden korktuğu kadar korkmadı. ABD başkanı Jimmy Carter’in “bizim oğlanlar” dediği cuntacı generallarin ünlü ‘hukuk alimlerine’ yaptırdığı anayasanın başlangıç kısmına, TC’nin “demokratik laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğu yazıldı. O gün bu gündür de şu ‘hukuk devleti” terânesi yüksek devlet erkânının, politikacı denilen taifenin, bilimi kendinden menkul akademi üyelerinin, memleket meseleri hakkında derin bilgi sahibi köşe yazarlarının dilinden hiç düşmedi. Uzağa gitmeye gerek yok, sadece Hrant Dink cinayeti, öncesi ve sonrasında olup-biterlere kaba bir bakış, şu‘hukuk devleti’ denilenin ne menem bir şey olduğu hakkında fikir verirdi. Biraz daha deşmeyi iş edinen de, bu ülkede geçerli hukuk sisteminin aslında adaleti katletme misyonuna koşulmuş oduğunu görmekte gecikmezdi...

Bizde söz konusu olan kutsal devletin hukukudur ve asıl misyonu da kutsal devleti halktan korumaktır. Asıl koruyucu ve kollayıcının da ‘kahraman ordumuz’ olduğu herhalde herkesin mâlûmudur...Siz o tekerlemenin herkesin ağzında olduğuna bakmayın. Bu dünyada hukuku olmayan bir devlet yoktur, öyle bir şey mümkün de değildir. Devlet varsa hukuku da mutlaka olmak zorundadır. Asında bu keçi kıllıdır demek gibi birşeydir. Siz hiç Keçiden bahsederken kılı da telaffuz edeni duydunuz mu? Öyleyse sorun redir? Sorun ideolojik mistifikasyon yaratmakla, yalan söylemekle, kafaları bulandırmakla ilgilidir. Netice itibariyle yapılan şey, adaletsizliği gizleme amaçlı bir manipülasyondur. Aslında yaşananlar, olup-bitenler dikkate alındığında, cunta anayasasının ikinci maddesinde TC’nin niteliğine dair söylenenler, insanlara hakaret değilse en azından onlarla alay etmek demektir ama bu güne kadar hiç sorun edilmedi ve edilmiyor. Bütün bu zaman zarfında gerçek bir muhalefete de yaşama şansı tanınmadı. Muhalefet olarak sunulana/ sanılana da, gerçek muhalefetin ortaya çıkmasını engellemek için/kadar izin verildi. Elbette ‘hırsızın hiç kabahati yok mu’ denecektir.

İşte nurlu ufuklara doğru hızla koşan, muasır medeniyeti yalakaması, sadece yakalamak değil, üstüne çıkması an meselesi olan, modernliğinden, ilericiğiliğinden, çağdaşlığından asla şüphe edilmeyen TC böyle bir şey... Her şey kutsal devlet için, kutsal devletin ihtiyacı kadar... Onun dışındaki her şey, her hak, özgürlük, sosyal eşitlik ve demokrasi talebi, devlet düşmanlarının, bölücülerin, devletimizi yıkmak, vatanımızı bölüp-parçalamak isteyenlerin marifetidir ve ‘devletin ülkesi ve milleti için’ en büyük tehlikedir. Bu ülkenin anlı şanlı profesörleri, şu devletin ülkesi ve milleti denilen saçmalığı bir kerecik olsun sorun etmişler midir? Etselerdi profesör yapılıp-ödüllendirilirler miydi? Yukarda, TC’nin koloniyalist bir rejim olduğu, “kendi” halkını kolonize ettiği boşuna söylenmedi. Devletin ülkesi ve milleti demek, orada ilişki tersliği var demektir, zira devletin milleti olmaz, milletin devleti olur, olması gerekir. En azından modern çağda öyle olması gerekirdi... Bir insan herhangi bir ülke sorunuyla ilgili, kamusal bir sorunla ilgili bir fikir beyan ettiğinde [ki, en doğal, en vazgeçilmez hakkıdır ve haysiyetli insan olmanın da, yurttaş olmanın da bir gereğidir] resmi ideolojinin çizdiği sınırın dışında birşey söylediğinde ve/veya yazdığında, hain ilan edilip cezalandırıyorsa, orada geçerli rejime yakışan ad ne olabilir? Öyle bir modern rejim ki, farklı düşüneni hain, muhalifi düşman ilan ediyor, cezalandırıyor, aç bırakıyor, hapse atıyor, katlediyor, ideolojik linçe maruz bırakıyor, taamüden öldürüyor... Daha ne zamana kadar şeyleri adıyla çağırmamakta ısrar edilecek?

Kemalist otokrasi artık gününü doldurdu

Türkiyedeki rejim hep açık veya gizli bir otokrasi olarak varoldu. Başlarda militer/sivil yüksek bürokrasi, komprador kapitalist sınıf ve ağalık/şıhlık ittifakına dayanan egemen sınıflar bloku, şimdilerde kapitalist gelişmenin bir sonucu olarak, militer/sivil yüksek bürokrasi ve kapitalist sınıf ittifakına dönüşmüş durumda. Türkiye’de derin bir Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmanın varlığı, sınıf ittifakının özgünlüğünü bilince çıkarmayı zorlaştırıyor. Buradaki durumun da emperyalist ülkelerdekinin bir benzeri olduğu sanılıyor. Doğrusu öyle bir yanılsama yaratan bir yapı ve görüntü yaratmayı başarmışlardı...

Türkiye’deki kapitalist sınıf devlet serasında yetişmiş bir sınıftır. Bu yüzden hiçbir zaman bir başına rotayı belirleyecek yüksekliğe çıkamadı. Parlamento da Eski Rejimden koparılmış bir mevzi olmadığı için, içi boş midye kabuğundan başka birşey değildi. Bunun da gerisinde ısrarla yazdığım gibi, bu ülkenin tarihinde bir modernite ve aydınlanma devrimi yaşanmamış olması yatıyor. Bu durum, militer/sivil yüksek bürokrasiye büyük bir manevra alanı sağladı. Her ne kadar 1946-50’den sonra çok partili sisteme geçilse de söz konusu olan gerçek anlamda bir çok partili sistem değil, düşük yoğunluklu bir otokrasiydi. Kurulan/kurdurulan, kurulmasına izin verilen siyasi partiler, tam bir muvazaa [danışıklı dövüş] unsuruydu ve asıl amaç otokrasiyi görünmez hâle getirmek, gizlemekti. Otokrasi, belirli aralıklarla yapılan darbeler ve müdahalelerle sapmaları önleme yoluna gitti. Eleştiri, ifade, örgütlenme özgürlüğü, muvazaa partileri döneminde de yasaklanmaya devam etti. Ancak resmi ideoloji dahilinde konuşmaya/ yazmaya izin verildi. Sadece ‘devletimizin ihtiyacı olan örgütlere’ yaşama şansı tanındı, onun dışında kalanlar ‘yasa dışı’ veya ‘istenmeyen’ ilân edildi. Durum böyleydi ama bir dizi ‘modern’ söylem, kurum ve mekanizmayla gerçek durumu, rejimin otokratik niteliğini görünmez kılmayı, gizlemeyi başardılar.

Lâkin bu dünya’da herşey sonludur, aynı dünyanın da sonlu olduğu gibi... Şimdilerde Kemalist otokrasi artık kendini yeniden üretemez hale geliyor. Otokratik/baskıcı rejimler özgür tartışmayı/ düşünce özgürlüğünü yok ederek varoluyorlar ama uzun dönemde kullandıkları silahın kendilerini vurması kaçınılmazdır. Zira, resmi ideolojinin geçerli olması, özgür tartışmanın yasaklanması demek, doğası gereği dinamik bir varlık olan toplumu bir cendereye sokmak demektir ki, sürekli yenilenen, değişen dinamik bir süreç olan toplum, belirli bir eşik aşıldığında o kalıbı kırmak durumundadır. Şimdilerde Türkiye’de yaşanan gerilim öyle bir eşiğe ulaşıldığının göstergesi.

Bunun da iki nedeni var: birincisi, rejim çürümenin de ötesine geçip, kokuşmuş durumda. Bu tartışmanın, özgür düşüncenin yasaklandığı rejimlerin değişmez kaderidir. Kanser tüm bünyeyi sarmış, metastas yapmış, artık rejim inandırcılığını yitirmiş durumda; ikincisi, birincinin de bir sonucu olarak, insanlar artık soru sorabilir duruma gelmekte. İnsanlar bir kere soru sormaya başlamaya görsün, arkası gelecektir...

Şimdilik otokrasi toplumda yaratmayı başardığı yapay bölünmüşlüklerle [laik/ müslüman, vb.] hålâ ‘etkin’ bir aktörmüş gibi görünse de, artık yolun sonuna gelindiğini söylemek mümkündür. Darbe heveslerinin kursaklarında kalması o yüzden... Şeylerin yerli yerine oturması, insanların asıl çelişkinin bilincine vardığı, yapay bölünmüşlüğün ötesine geçebildiği durumda mümkündür ki, asıl çelişki sömüren/sömürülen, ezen/ezilen çelişkisidir. Toplum sınıflara bölündüğü dönemden beri ezen/ezilen, sömüren/sömürülen çelişkisi ve mücadelesi devam ediyor ve bu mücadele insanlık varoldukça da devam edecek... Tâ ki, o kadim çelişki ortadan kakıncaya kadar... İnsanlık söz konusu temel çelişkiyi aşma mücadelesinden asla vazgeçmeyecek, aksi halde insanlığın bir geleceği olmazdı...

http://www.ozguruniversite.org/

23 Ocak 2010 Cumartesi

MUNZUR'DA GÜLLER AÇAR


Cirik Haci / Fezali
Cirik.Haci@gmx.de

Bahar ayı, Munzur'da güller açar
Derin vadili dağların arası
Ova yaylasında turnalar uçar
Çare arar sızlar yürek yarası

Gönül kuşu kanat açar şafakta
Argovan kalesi yolcu ufukta
İsyankar dağları daha yanmakta
Pir seyit Rıza’nın Gagan yaylası

Ölümsüz yolcu ateşin pirleri
Cem tutar, semah döner erleri
Doğuşdan özgürlük çağrır dilleri
Binbir çiçek açar dağı, ovası

Cemleri bağladı pirimiz Rıza
Canları erdirir bahara yaza
Bir beden olunur verilen söze
Çoşkun akıyor Munzur’un deresi

Berder ana zilan ettim niyazım
Beseler Alişer zarifi özüm
Fezalim Şahan ag çalınsın sazım
Doguşta Dersimli gerçek silası

22 Ocak 2010 Cuma

GALLO’yu ÖZLÜYORUM


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Bu seneki Antalya piyano festivalinda açılış müziği olarak FAZIL SAY, AŞIK VEYSEL’in Toprak türküsünü çaldığı görüntülerini kullandı. VEYSEL’in görüntüsü bana SUSYAN köyünde ki GALLO’yu hatırlattı.

GALLO babamdan tevarüs ettiğim Alevi köyündeki rençberimdi. Teni güneşten bronzlaşmış , güleç yüzünde ise gözleride gülerdi. Alevilere mahsus palabıyıkları vardı. Tarlalarımın ekiminden, bahçelerimin, bağlarımın bakımından o sorumlu idi. İki odalı kerpiçten yapılmış evinin damında bir akşam geçirmiştim. Evinin bir odasında öküzleri, inekleri, koyunları, atı, eşşeği barınıyor, diğer odasında ise ailesi ile oturuyor, yatıyor, yiyip içiyordu. Bana yayıktan çıkmış taze tereyağında pişirdiği sahanda yumurtaların yanında, taze yufkalar ikram etmişti. Birde sahanın yanına içecek için bir tas koydu. İçinde birde kaşık vardı. Bu kaşık neyin nesiydi?. İçmeği denemeye kalkınca tastaki içeceğin BOĞMA rakısı olduğunu anladım.

Stockholm'de iken arkadaşım rahmetli Dr.Rastgeldi labratuardan aşırdığımız mutlak alkole eczaneden temin ettiği Ananson ekstraktını katıp Rakı yapardı. İlmi bir araştırma yapmamız içinde onun icat ettiği bir sentrifuju kullanmıştık. O aleti geliştirmekte GALLO’nun buğdayı samanından, taşından, toprağından temizlemek için kullandığı sistemi örnek almıştı.

GALLO orakla biçtiği buğday başaklarını harman yerine toplar, altında çakmak taşlarının bulunduğu Düğene bağlı öküzleri gezdirerek samanından ayrılmasını temin eder, sonra rüzgar estiğinde tırmığı ile onları havaya savururdu. Taşı toprağı öne, buğdayları orta yere, en ileriyede samanları düşerdi. O zamanlar ne traktör nede biçer döğer vardı.

O yeni sentrifuj sistemiylede biz kanser hücrelerini diğer karışımlardan böyle selekte ettik ( temizledik).

Uyumak için damın üstüne serdiği ince bir şilteye uzandığımda bende yerde yatıyormuşum hissi uyandı. Çünkü şilte çok ince idi, dolayısı ile damdaki toprağın sertliğini, belimin ağrıdığını farkettim. Yaşadığım her zorluktan kendime ders çıkarma karekterimde vardır. Gerçi gökte göğe saçılmış haşhaş taneleri gibi yıldızlar sanki yere daha yakın görünüyordu , ay dede ise bana mahzun mahzun bakıyordu. Bundan bir nevi mutluluk duydum. Diğer taraftan şimdiye kadar rahat döşeklerde yatmıştım. Yerde yatmanın acaba fakir insanların kaderleri midir diye düşündüm. Damda idim fakat Nasrettin Hoca’nın dediği gibi damdan düşmüş gibimiydim. Bu gerçeğe bilinçlenmiş oldum. Diğer vardığım bir gerçekte insanların sırasında yaşam şartlarını minimize edebildiğiydi.

Eski yunan filozoflarından DİOJEN ( DİOGENES) avucu ile su içen bir köylüyü gördüğünde ozamana kadar kullandığı bakır tası fırlatıp attığı, bundan böyle suyu avucuyla içmiş olduğu anektodunu hatırladım..

Köln’deki süpürgecilerin sokaklarda yere düşmüş yaprakları elektirikli süpürgeyle topladıklarını görünce böylesi energi israfına hayıflanıyorum. Ozon deliğinin büyümesine ve yer kürenin ısınmasına sebep oldukları iddia edilmiyor mu?

Londra’da yengemi muayene eden kraliçenin özel doktorunun muayehanesinde çok az ve eski enstrümanların kullanıldığını gördüm. Modern tebabette ise her geçen günde pahalı aletlerin teşhiste klinik bulguların önüne geçtiğini, böylece hekim katkısınında azaldığına esef ediyorum. . Diojenin mizimalizm özgüsünü özlüyor, Konsum ekonomisinin biran evvel duvara toslamasını bekliyorum.

GALLO ile ertesi günü hasılatı şöyle paylaşmıştık. KIRAT adlı 20 kilo buğday içerebilecek tahta kasnak bölüşmekte ölçü oluyordu. 1/8 hasılatı, yani bir kıratı tarla sahibine, 4 kıratı çiftçinin emeğine karşılık, kalan 4 kıratıda sermaye sahibine, yani öküzleri, çiftçi evini, tohumu, hayvanlara lüzumlu yiyecekleri temin edene ayırıyorduk. O zamanlar ne vergi, nede sigorta biliniyordu. Acaba paylaşım bu iptidai tarza dönüşse diye safça düşünmedim değil. Gerek islamik, gerekse Marksist sistemde de buna benzer sınırlı bir paylaşım yok mu? Son global ekonomik krizin vahşi kapitalizmin ahlaki çöküşünden kaynaklandığı söylendi ve son Davos buluşmasındada bu itiraf edildi. Geçenlerde kömür ocaklarındaki bir felakette 19 işçi hayatını yitirmişti. Milyarder olan patron o işçilere asgari ücret ödüyor, kendisine aslan payını alıyormuş. Almanya’da 16 , Türkiye’de 12 milyon yoksulun bulunması bu adil olmayan kapitalist sistemdeki paylaşımın tipik örneğidir. Bu sebepledir ki dünya’da zenginler daha çok zenginleşmekte, fakirlerse dahada fakirleşmektedirler.

GALLO’nun güler yüzünü, yumurtaların lezzetini, gökteki ışıl ışıl yıldızları, Dr.Rastgeldiyi, hasılatın paylaşım yöntemini ÖZLÜYORUM !.

Köln, 20.01.2010

14 Ocak 2010 Perşembe

AÇIK MEKTUP



Dr. İsmet Turanlı’dan Onur Öymen’e Açık Mektup:

Sayın Onur Öymen,

Dışarıda elif elif, ince ince bir kar yağışı var. Bahçemdeki çamlar beyaz gelinliğini giyinmiş. Kütüphanemdeki şöminemin alevlerini seyrederken VİVALDİ’nin dört mevsim bestesini, BEETHOVEN’in Türk marşını kırmızı şarabımı yudumlarken dinliyorum.

Kafamda ise Türkiye’de ki demokratikleşme sıkıntılarının nasıl salah bulacağını, tarihi bir perspektifte oluşan fikirlerimi, size duyurmanın faydalı olabileceği ümidi var.

Biliyorsunuz ki 50 yi yılı aşkın bir zamandanberi yurt dışında çeşitli memlektelerde yaşamış, ilmi çalışmalarımın yanında vatandaşların sosyo kültürel problemlerine çözümler üretmeği kendime dert edinmişim, Türkiye’deki gelişmeleride yakından izlemeği ihmal etmemişimdir. Gönderdiğim hayat hikayemdede hatırlayabildiklerimi dile getirmişimdir.

Bir taraftan en alt tabakadaki, yeşil kart sahibi vatandaşlarla bir araya gelirken, İstanbul ve Ankara’dada politikacılar, sanatkarlarla, yazarlarla ve yurt dışında ilim adamları ilede temaslarımı yoğun bir şekilde devam ettirmekteyim. Böylece çok geniş bir horizonta sahibim. Sizin gibi politikacılar, hatta diplomatlar, Ankarada yahut Boğaziçinde oturanlar tek taraflı düşünmek zorunluğundadır. Tek taraflı düşünme mecburiyeti insanın hata yapmasını düçar kılar.

Muhalefetin sorumluluğu :

Ben muhalefetinde iktidar partisi kadar memleketin gidişinden sorumlu olduğu kanaatındeyim. Muhalefet yapmak sadece iktidarın icraatını tenkit etmek olmamalıdır. Maalesef CHP meclise hiç bir çözüm önerisi getirmiyor. Sadece tenkit etmek ne size oy kazandırıyor, nede memlekete bir faydası oluyor.Size bir kaç misal vereceğim.

1. Sizin hazırlayacağınız yeni bir anayasa taslağı olamaz mı?

2. CHP de demokratik siyasi partiler ve seçim kanunu tasarısı öneremezmi?

3. Vatandaş yolsullaşıyor kapitalist sistem gereği. Sosyal demokrat olarak Pauperizmi ( Sadakaya muhtaç kılmak ) yok edecek tedbirleriniz nelerdir?. İşsizliğe karşı hangi önerileriniz var?

4. Kışlarımı Antalya’da geçirmekteyim ve çok acı bir tesbitte bulundum. Türkiye’de dürüstlük saflık olarak algılanıyor ve % 80 herkes hilafı hakikat konuşuyor. Bu nisbet batıda tam tersidir.Bu ahlaki, etik dejenerasyona karşı önereceğiniz hiç bir fikriniz yok mu?

5. Bitaraf bir gözlemci olarak TENAKUZlarınızı hayretle izliyorum.

a) İktidar size bir anayasa paketi getirince ‘’Çoğunluğun dayatması’’ olarak algılyor, Kürt problemine gelince biz Türkler çoğunluktayız, ohalde Kürtlerde ‘Ne mutlu Türküm ‘ desin istiyorsunuz, Hürriyet gazetesinin ‘’Türkiye Türklerindir’ manşeti sizi rahatsız etmiyor. Türkler çoğunlukta olduğu için resmi dil, eğitim Türkçe olmalıdır diyorsunuz. Almanya’da okullarda Türkçe resmen öğretiliyor, bazı sağcı eyaletler hariç, Türkiye de anadil eğitimini resmi okullarda yasaklıyorsunuz. NRW de okullarda Türkçe ikinci dil öğretimi kanunlaştı. İlk Türkçe anadilde eğitim yapan Ana okulunu 1970 ben gerçekleştirmiştim Köln’de.

b) Türk kelimesi milletin adı, Kürt kelimesini ise ETNİSİTEYİ ifade ettiği dayatması insan haklarına aykırıdr. Açılım için konuşalım diyincede ‘ Taslağınız nerede? ‘ diye soruyorsunuz. Taslak gelince dayatma, taslak gelmeyince neyi konuşalım diyor,fikrinizi açıklamaktan kaçınıyorsunuz. Bu çelişki değil mi? İktidar çoğunluğuna dayanarak istediğini yaptıramaz diyor, Türkler çoğunlukta olduğu içinde çoğunluğun dediği olur diyorsunuz. Bu çelişki değil mi? Almanya’da Alman vatandaşlığına geçenler Alman’mı olmuştur, yoksa Almanya vatandaşımı?. Türkiyede yaşayan herkes TÜRKTÜR dayatmasını Kürtler kabullenmiyor. Onlar kendilerini Türkiye vatandaşı olarak deklare ediyorlar. Zorla güzellik olurmu?

c) Kürtçe yayın:

Kürtçe yayın özel kanallarda olsun diyorsunuz, sanki Kürtler Türkçe yayınları verdikleri vergilerle finanse etmek mecburiyetindeler. CHP diyor ki bizim verdiğimiz vergilerle Kürtçe yayınların resmi kanallarda yayınlanması finanze edilemez. Bu çelişki değilmi?

d) Kürtlere kültür zulmü :

Okullarda okutulan kitaplara bakın. Tarih, edebiyat, sanat, müzik müfredatında tek kelime KÜRT varmı? Türkiye’de sanki hiç Kürt yok. Sanki Kürt edebiyatı, kültürü, sanatı yok. Benim kanaatıma göre Kürtlere yapılan en büyük zulüm budur. Siz Kürtlere körsünüz, ama Türklere herşey mubah addediyorsunuz.. Bu durum insan haklarına, AB uyum çalışmalarına uyuyuyormu?

e) Kürt diye bir millet var mı, yok mu?

Ayrımcılık yapıp yeni bir millet yaratılıyor deniyor. Kuzey Irak’ta ,yani güney Kürdistan’da bir Kürt milleti yok mu?

f) Kürdistan kelimesinden neden korkuyorsunuz?.

Bu asırlardır kabul görmüş coğrafi bir isimdir. RUMELİ’de rumlar yok ama orası işte coğrafi yönden rumelidir. Macarların yoğun yaşadığı yer Macaristandır, Hakeza Yunanistan, Gürcistan v.s. Doğu ve Güneydoğuda memurlar hariç yerli halk Kürtlerden oluşmuyormu? Oralara CHP neden gitmiyor. Köylere kadar gidip halkın dertlerini dinlemiyorsunuz.? Sadece CHP taraftarlarını dinlerseniz, muhalifleri dinlerseniz zannedersiniz ki ora halkı iktidardan memnun değil. Sonra oylar karşı tarafa çıkıncada ‘’Mantık hatası yapıyorlar diyerek o tarafa oy verenleri mantıksızlıkla suçluyor, hakaret ediyorsunuz.

g)‘’Analar ağlamasın”

‘’ Dersimdeki on binlerce asi kürtleri öldürmemelimiydik? tarzında algılandınız . Atatürkün arkasına saklanıp, yahutta Atatürkü suçlar gibi yaptınız. Orada yapılan mezalimi Çağlayangil bana bizzat anlattı. O sözünüz hem Alevileri, hemde Kürtleri küstürdü. Medeni cesaretinizi zorlayıp Dersim’e gidip vatandaşlarla konuşun. Onların bir müddet misafiri olun. Davulun sesi yakından daha hoş gelir. Cesur olun. Dersimde olanlar bir mezhep kavgası değildir. Demirel’inde ifade ettiği gibi 28 inci özgürlük çatışması, ayaklanması idi. Kürtlüğüne bilinçli hiç bir Kürt resmi tanımlamaya inanmıyor. Bu kavga 1808 de BABAN aşiretinin isyanı ile başlamıştır. Kürtlerin böyle bir isteği yok diyerek kendi kendinizi kandırmayın. Ben geçen sene Dıyarbakır’a , Batman’a gidip tıbbi konferanslar verdim. Tesbitim o ki Fıratın ötesinde Türkiye halkı manen bölünmüş. Atı alan Üsküdarı geçmiş. Sizin ve Bahçelinin bölünme korkusu irrasyonel değil. Sandıktan çıkan oylar AK Partinin ve dtp’nin Kürt adaylarına verilmiştir. Yani % 100 Kürtler Kürt adaylarına. Bu durum size bir şey ifade etmiyor mu? Bu bir referandum sayılmaz mı? Onlar Kürtleri temsil etmiyormuş diyenler var. Kürtleri Bahçeli mi, Baykal mı, MHP mi, CHP mi temsil ediyor?. Yanlış teşhislerle kendi kendinizi kandırmayın. Bu Ak partinin eseri değildir. Kürtlerin Balkanlarda Osmanlı devrinde olduğu gibi bilinçlenmelerinden ötürüdür. Şimdiye kadar devlet kuramamalarının sebebi ümmüyet inancıdır. Türklerin müsaade etmemesinden dolayı ve Beşikçi’nin tesbitine göre etnik bilinçlenmenin yoksunluğundan dolayıdır. Öcalan’ın kanlı direnişindede bu bilinçlenme etkilidir. Güya Kürt gençleri işsizlik sebebiyle dağa çıkıyorlarmış. Böyle yanlış tesbitler siyasileri yanlış yönlendirmeye sebep oluyor. Başbuğ dağa çıkmayı önleyemedik diyor. Her etkisiz kılınan PKK lının 3-5 kardeşi akrabası yokmu? İşte onların dağa çıkmasını motive ediyor asker. Onun içinde silah yolu ile PKK bitirilemez. Keşki Türkiye demokratikleşseydi ve Kürtlerinde Gandhi gibi bir lideri olsaydı. Ve İngilizler Lozan da Kürtleri dörde bölmeselerdi. PKK ortadan kalksada, Türkiyede Kürtler özerkleşsede dörde bölünmüşlükten kurtulunadek bu kavga sürecektir. Almanların Kürtlere Empati yapmalarının sebebi Sevri hortletmaktan ziyade kendilerinin 45 sene boyunca ikiye bölünmüş yaşamlarıdır. Yanlış teşhisler, hesaplar yavaş yavaş Bağdattan dönüyor. Tehlikenin farkındasınız fakat dile getirmekten korkuyorsunuz. Milleti olupta devleti olmayan 40 milyonluk tek millet Kürtler. Olimpiyatlarda bayrağı taşınmayan tek millet Kürtler. Futurolog değilim amma benim tahminim bu 40 milyonluk millet haklarına kavuşacaktır. Güney Kürdistanın devlet olmasına hangi ahlaki gerekçelerle karşı çıktığınızı anlamakta zorluk çekiyorum. Onların devletini, kimliğini kabullenmekle asıl bin senelik kardeşliğinizi isbat etmiş olursunuz. İnkar ile değil. Bütün bunları 80 yaşına gelmiş bir ilim adamı titizliği ile sizi uyarmak istiyorum. Annem Türk, Türkçe eğitim gördüm, Alman daha doğrusu Avrupa vatandaşıyım. Tevfik Fikret gibi diyorum ki Milletim ‘’Nevhi beşer, vatanım ruyi zemin’’. Humanist, Altruist, ateist bir insanım. Almanım diye, Fransızım diye, Türküm, Kürdüm diye bayrağını görünce heyecanlanan, istiklal marşı söyleyenlerin bu asırda Mevlanacı olacağına inanmıyorum. Çünkü ben bütün insanları ayni eşitlikte tedavi ediyorum ve seviyorum.

Koçgiride öylesine aşırı mezalim, katliam yapıldı ki Atatürk oradaki generali mahkemeye dahi verdi

Size en ciddi tavsiyem halkla haşır neşir olun. Kürdistandaki köylere gidin, Ak partili köylülerle konuşun, onları dinleyin. Taraftarlarınızı dinlemeniz sizi iktidara götürmez. Karşıtlarınızı ikna sizi iktidara taşır. Hakiki sosyal demokrat olun.

6. Sigara yasağı yanlız tütün içenleri zehirlemiyor, passif içenlerinde sıhhatını tehlikeye sokuyor. Üç beş kahvehane sahibinden oy alacağım düşüncesi ile 5 sene yasağı tehir etmek isteyişiniz bana Kanzler KOHL’un silah satişları için söylediği sözleri hatırlattı. ‘’Silah ihraç etmezsek 30 bin vatandaş işsiz kalır’’ demişti. O silahların milyonlarca insanın hayatını mahvedeceğini düşünmekten acizdi herhalde. Siz nasıl oluyorda bu yasağa karşı çıkıyorsunuz. Böyle bir gafı nasıl işliyorsunuz. Sanki restoranlara gidenler sırf tütün içmeğe mi gidiyorlar?, Yemek yemeğe değil.

7. Bir professör var. Sizin gibi her üç cümlede bir ‘’ Dünyanın neresinde görülmüş? ‘’ cümlesini kullanıyor. Allah aşkına bu cümleyi kullanmayın. Benim gibi dünyanın dört bucağında bulunmuş, beş lisan bildiğim için her sabah İnternetten iç ve dış basını takip eden beni güldürüyorsunuz. Bütün dünyayı bilir gibi milleti yanıltmayın. Ayıp oluyor. Ben turist gibi arşınlamadım dünya alemi. Gittiğim her yerin sosyo kültürel, historik yapısını da incelemişimdir.

8. Sizlerde bir diplomat olarak yurt dışındaki muhalefet partiler ile temasa geçip Türkiye yararına girişimlerde bulunun. Halk bu girişimlerinizi fazlası ile honore eder. Türkiyenin kalkınmasına, yabancı ülkelerle iyi ilişkiler kurulmasına hizmet edin. Kadim dostum rahmetli Bedri Rahmi’nin dediği gbi siz aydınlar Ankaraya, İstanbula LÖK gibi oturmuşsunuz. Erdoğan’ın dediği gibi ne bu rehavet. Kılıçdaroğlu elinde dosyalar Maliye müfettişi gibi dolaşıyor ve hiçte iyi bir intıba yaratmıyor. Üç tane çarşaflıya CHP rozeti takmakla milletin sağ duyusunu etkilemiyor.
9. Bakın ben sizlerden daha çok milliyetçiyim. Çünkü tek taraflı düşünmüyor, sizin ihmallerinize, zayıf, karalamacı politikanıza üzülüyorum.

10. Erdoğan tek adam rolünü benimsemeğe başladı.

Kabindeki ikinci adamının, parti yönetimindeki ikinci adamının gitmesine göz yumdu. Başlangıçta var olan parti troykasını Gül’ü Çankaya’ya , Arınç’ı meclis başkanlığına göndererek kendini tek söz sahibi yaptı. Bakanlarını, milletvekillerini, meclis başkanını, vatandaşı azarlıyor. Bu Türkiye için tehlikelidir. Atatürk’e karşı çıkan en yakın silah arkadaşları onu terkedip parti kurdular. Atatürk’ün tek adam olacağından korktular. Hatta o arkadaşlarını istiklal mahkemesine gönderdi. İsmet paşa onları idam sehpasından kurtardı ve seneler sonrasındada ‘’O partileri kapatmasa idik daha erken demokrasiye geçerdik’’ dedi.

11. CHP daha doğrusu Baykal’ın politikası size hiç oy kazandırmıyor. İktidarın eksiklerini bağıra bağıra anlatması taraftarlarının hoşuna gidebilir. Milletvekillerini (Schaden froh) güldürüyor. Halbuki iktidar icraatları ile oy topluyor. Çünkü vatandaşın nazarında şikayetçi olmak, sızlanmak puan toplamıyor. Çifte yollar sayesinde mortalite % 50 azaldı. Vatandaş daha rahat araba kullanıyor. Fakir vatandaşların çocuklarının bedeva kitap alması, sağlık hizmetlerine ödeme yapmaması, reçeteleri istediği eczaneden alırken hastane kapılarında sabahın erken saatlerinde sıraya girmek mecburiyetinin kalkmış olması, çiftçilere yapılan yardımlar için Ziraat bankasının dağıttığı kredi kartı ile yurt dışında bile bankomattan çekebiliyor. Köylülerin değil köylerine evlerine kadar su götürülmüş. Enflasyon tek haneli, faizler keza, döviz fiyatları senelerdir ayni.Yani yapılan her müsbet icraat oy kazandırıyor. Size tavsiyem şikayetçi kimseleri , bedbin köşe yazarlarının söylemlerinden medet ummayın. Şikayetlere ne gibi çareleriniz olduğunu düşünün, ve vatandaşa ümit verici yapıcı çarelerinizi duyurun. Size oy kazandıracak tek geçerli taktik bu olabilir. % 38 köyde yaşıyor, 12 milyon yoksul var Ak parti onlara dönük pragmatik çözüm yollarına başvuruyor. Sizin seçim analizleriniz yanlış olduğu için şehirli, az çok okuyan, devletten fazla ulufe görmeyen tabakanın % 20 oyundan yukarı çıkamıyorsunuz. Baykal’ın retorik yeteneğinin cazibesinden kurtulmanız lazım.

12. Yurtdışındakilerin Anayasa gereği oy hakkı hala uygulanmıyor. Ne yüzle Almanlardan oy hakkı isteyelim?

13. Açılımlar gecikmiş çabalardır. Yanlışlarını, eksiklerini muhalefet söylesin. Ama karşı çıkmak aydınlar, batılılar nazarında doğru atılımlar olarak değerlendirilmiyor.

Ne mutlu Türküm diyene (!)

Bakın size ters düşecek bir fikrimi daha söyleyeceğim. Ezberinize dokunacak. ‘’ Ne mutlu Türküm ‘’ demek nazilerin ‘’Herren Rasse’’ demesi ile identiktir. Almanların dediği gibi ‘’ Das gleiche in Grün’’ tekerlemesi gibi. Yani başka kelimelerle MİLDE AUSDRUCK. O gibi sözler ulus kurmanın bir gereği, modası idi belki. Bugün anlıyoruz ki bu tarz sloganlar bir milletin üstünlüğünün ifadesidir. Çetin Altan’ın dediği gibi ‘’Kendi kendine hamaset teranesi’’. Kürtler bu sloganı söylemedikleri için mi mutsuzlar?. Yoksa söyleyen Türk asıllılar onun için mi mutlular (!)? Benim çifte vatandaşlığım var 50 senedenberi. Muayenehane açmak için bir mecburiyetti. ‘’Ne mutlu Almanım ‘’ diyebilirmiyim.? Bana hala Almanya da ve Türkiye de Türk doktoru denmiyor mu? Bulgaristandaki Türkler ‘’Ne mutlu Bulgarım’’ mı desinler?. Büyükanıt diyor ki ‘’ Ne mutlu Türküm’’ demeyen vatan hainidir. Askeri vesayete karşı bir tutumunuz yok. Muhturaya karşı AK partinisinin duruşunu bir siyasi parti olarak desteklemeniz gerekirdi. Orduyu yıpratmayın deniyor. Ordu defalarca darbe yapmış, muhtura vermiş, elindede silahı var. Üstelik direkt başbakana bağlı. Batıda böyle bir durum varmı? Ordu sadece dış düşmanlara karşı vazife yapar. Dahilde emniyet kurumları vazifelidir. Anayasadan 15 inci maddenin kalkmasını istemeniz millet nazarında size müsbet bir not kazandırmıştır.

Fikirlerimi beğenmeye bilirsiniz. Aydınları korkak olanlar, fikirlerini serbestçe açıklamayanlar memleketlerine faydalı olamazlar. 301 e karşı çıkmamanız sukutu hayal yaratmıştır. Kaç basın mensubu adliyede davalıdır? Aydın kişi odurki nemelazımcı değildir, kendinden çok milletini düşünendir. Her aydın kişi milletinin problemlerinden sorumludur ve çözüm önerisini bilmediğim mevzuda konuşmaktan imtina ederim..

Kim vatan haini? Türkiye vatandaşları % 99 müslüman mı?

Karşı fikirde olanı, ötekini vatan haini ilan etmek demokrat beyinli olmayanların ayıbıdır, günahıdır. Türkiyede yaşayan insanların % 99 unun müslüman olduğunu söylemek hilafı hakikattır. Bizim nesil ATEİST eğitilmiştir. Okullarda, universitedeki öğrenci arkadaşlarımın hemen hemen hiç biri namaz kılmaz, oruç tutmazdı. İnönü 1947 de Hasan Ali’nin yerine Şemsettin Sirer’i getirince İlahiyat açıldı, din dersleri kondu, İmam hatipler açıldı, Köy enstütüleri kapatıldı, ezan arapça oldu. Bunların hepsi CHP iktidarı zamanında olmuştur. Milyonlarca Alevi kendini müslüman addetmez. Gerçi yüzbinlerce gayri müslüm, maalesef bugün 80 bin kişi hoşgörümüz sayesinde (!), Türkiyede yaşamakta ve müslüman değildir. Müslüman olanlarada DÖNME tabirini kullanıyoruz. Yanlış hatırlamıyorsam siz bizzat mecliste misyonerler aleyhinde konuştunuz, vatanı yabancılara satıyorlar dediniz, Yüzbinlerce Türk’ün Avrupada mülk sahibi olduğundan heberiniz varmı? Malatya’da boğazını kestiler iki Almanın. Bırakın yabancıları bu arada kaç genç kız ve kadın boğazı testere ile kesilerek katledildi. Bunlar basına intikal eden münferit vakalar değildir. Türkiye bu ayıbı ile , yalan söylemleri ile, alaturka tualetlerinin pisliği ile, alkol yasakları ile elbette batı uygarlığından fersah fersah uzaktadır.

Faydalı olabilirim gayesi ile dile getirdiğim samimi düşüncelerimi ciddiye alacağınızı ümit ederken size ve hanımefendiye saygılarımı sunarım.

14.01.210

Dr. İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Auenweg 131, 50996 Köln

Feminist bakmak, sınıfsal bakamamaktır




Ali Barış Kurt - Sosyoloji Öğrencisi
alibariskurt@hotmail.com


Bir kadının kendi cinsiyetinin sorununa duyarlılaşmasından daha önemli olan 'tek şey', esasında bir erkeğin karşı cinsinin sorununa aldığı tutumdur. Tam da bu nedenle feminizmin eksik ve hatta hatalı olduğu düşünülmeli.

Peki bu bakış açısından, bir işçinin kendi sorununun farkına varmasıyla, patronun işçinin sorununa olan 'duyarlılığı' arasında bir mukayese yapma ihtiyacı çıkar mı? Pek tabii ki, hayır. Zira, cinsler arası ayrımın salt biyolojik olduğu ortadayken, diğer iki örnek sınıfsallığı kapsar. Şu halde, doğan ihtiyaç, yine sınıfsal bakabilmekte yatıyor...

Ayrıca konulaştırdığımız şey, başkalarının sorununa duyarlı olmakla yetinilmeyecek bir hal içeriyor. Egemen ulusa ait bir patronun, ezilen ulusa ait bir kimsenin bu yönlü sorununa duyarlı olması değil, gereken. Egemen ulusun halkının ezilen ulusun halkına verdiği destek, olması gereken.

Akıl yürütme, doğru düşünceyi bulmanın aracıdır. Yukarıda verdiğim örnekler de bu hüsnüniyetin tezahürüdür.

Kadın sorununun sınıfsallığına ilişkin sayısız akıl yürütme yöntemi ve somutlaşmış örnekler verilebilir. Lakin sorunu bu pencerenin dışında incelediğimizde, karşımıza çıkan en patetik şey de, feminist açılım tarzı oluyor. Peki, bu, sorunun çözümüne ne katıyor? Açıkçası, sorunu başkalaştırmak, hedefi şaşırtmak ve Türkiye ve dünya emekçi kadınının talepleriyle çok da örtüşmeyen; kabacası şudur ki; halklaşmamış bir eğilimden öteye gidemiyor. Bu da, feminizmin çelişmesinden ibaret bulunmalı.

Denk sayma mutlaka doğru değil fakat bir oranlamayı da Türkiye'deki ulusal sorunla yapmaya çalışalım: Türkiye'de yaşayan Kürtler ezilen ulusu, yaşayan Türkler ise egemen ulusu temsil eder. Kürtlerin mahrumiyeti, Türklerin ise (ulusal anlamda) hakimliği mevcuttur. Dil, anayasa, ulus sayılma özellikleri bakımından Türkler, Türkiye'de Kürtlerin (yine ulusal anlamda) kazanamadığı haklara maliktir. Pekala, Türklerin bu haklarını ve Kürtlerin 'kırmızı çizgi'lerini belirleyen, bu iki ulustan herhangi biri midir? Değildir. Kimdir sorusuna vereceğimiz yanıt, mutlaka egemen sistem olacaktır. Kürt halkının, egemen sistemin yarattığı sorunun temsilcisi olarak Türk halkını görmesi ve onu hedef alması ne kadar sorunlu ve tehlikeli ve anlamsızsa; yine erkeğin egemenliğini yaratanın gerici-kapitalist sistem olduğu düşünüldüğünde, kadınların, sorunun sorumlusu olarak erkek cinsini kabul görmeleri; aynı eksikliği içerir. Kürtler, talepleri için Türklerle birlikte hareket etme ve mücadeleye bu halkı da dahil etme ihtiyacını ne kadar güdüyorsa, kadınlar da aynı algıyla yaklaşmalıdır ve yaklaşıyordur.
Evet yaklaşıyordur ve buna verilecek örneklerden birisi de, Novemed grevidir. Grevci kadınlar, emek hareketi ve kadın hareketinin birlikteliğinin sağlanması konusunda beklentiliydi. Grev sırasında dayanışmanın kadınlarla sınırlanmaya çalışılmasına ve cinsiyetçi sloganlar atılmasına karşı çıkanlar da, yine grevci işçi kadınlardı. Kadın işçilerin, mücadelelerinin bir emek mücadelesi olduğu esasıyla davranmaları ve erkek işçiler için de "Elbette eylemimize katılacaklar" yaklaşımları sayesinde, mücadele daha anlamlı ve gerekli şekilde gündemleşmiştir.

***
8 Mart eylemlerinde kadın-kadına yürüyüşün savunucusu feminist çevreler, sorunun sınıfsallığını tahlil edemeyen veya bununla ilgilenmeyen bir tutuma girişiyorlar. Bu durum, sistemin erkekliğini geri plana iten ve erkeğin erkekliğini hedef alan bir algı yaratmış oluyor. En basitinden örneklersek; 8 Mart'ta kortejde yer alacak erkek, sistemin uşağı erkek değil, sistemin sömürgesi erkektir. Yani, o erkek de sistemin erkekliğinden nasibini almaktadır. Eşine verilen ücretin eşitsizliği, eşinin evde ve tarımda ücretsiz aile işçiliği yapması, çalıştığı yerde kreş bulunmaması nedeniyle eşinin çalışamaması vb. başlıca örnekler bile, kadın sorununun emekçi erkeği de, onun ekonomisini de içine aldığını görmemizi sağlayabilir. Kadının mahrum kaldığı az önceki örneklerden bahsederken, bazı çevrelerce alınan tavra ilişkin, sorunun tekbaşına cinsiyetçilik olmadığını çok yüzeysel baksak bile, görmemiz mümkün. Peki, bunun dışında bir kadın sorunu yok mudur? Mutlaka çoktur ama hedef alınması gereken erkek sistem, hikayenin anlatılması ve mücadeleye katılması gerekense aynı ekonomik koşullardaki, emekçi erkektir.

Gücü bölerek asıl sorunu salt cinsiyetçilikle ele almak, emekçi kadının sorununa bir kazanç sağlamayacağı gibi onu özünden de koparan bir yaklaşımdır. Öyle ki, 8 Mart'ın tarihsel anlamını bilmek ve ona göre davranmak; yani baskıya, sömürüye, adaletsiz ve eşitsiz uygulamalara karşı bütünleşmek ve bunları yaparken sermaye sistemini hedef almak, özellikle 2010'da fazlaca ehemmiyeti olan; ekonomik krizle birlikte ele alınması gereken bir aşama olacaktır.

***
Emek Partili kadınların 2010'u bu anlama denk düşürecek kararlar alarak, gerekli adımı atmaları da desteklenmeli. 8 Mart’ın Dünya Emekçi Kadınlar Günü ilan edilişinin 100. yılı olan 2010 yılını, “Kapitalizmin ve krizin kadınların yaşamı üzerindeki yıkıcı etkileri”ne karşı mücadele yılı olarak belirleyen EMEP'li kadınlar, yıl boyunca sürdürülecek kampanyayla, sosyalizmin kadınlar için kazanımlarının da yaygın bir şekilde anlatılmasını hedefliyor. Bu perspektifin, kadın sorununun sınıfsallığı açısından büyük önem taşıdığı görülecektir. Kararlar içinde asgari sosyal yardımın ve "kadınlar işe, çocuklar kreşe" taleplerinin dillendirilmesi de, bu bakış açısınının sınıfsal olma gereksinimini ortaya koyuyor.

Tekel işçilerinin eylemlerinde kadınların önplana çıkması, sınıf kardeşi erkeklerle ülkeyi 'sarsmaları', işte bu bütünlüğün başarı resmidir. Her türden bölünmeleri ortaya çıkaranlar ise tarihten bu yana sermayeciler olagelmiştir. Bu oyuna düşmemek ve 'ortak düşman'a karşı birleşmek, işçi ve emekçi kadın ve erkeklerin ihtiyacıdır.
Kadın sorununun işlendiği eylemliliklerde salt kadınların yürümesi değil eleştirilen. Bu durumun, taleplere ve bakış açısına da yansıdığı, hedef alınanın yanlış adres olduğu ve böylelikle 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nün içinin boşaltıldığıdır eleştirilen...

Fabrikada birlikte direnen kadın-erkek işçilerin; 1857'de New York'lu tekstil işçisi kadınların mücadelesi ve bu mücadelede katledilen 129 kadın için, pratik mücadelede ayrılması kadar gerici bir anlayış olamaz. 129 kadın, işçiydi. Onların mücadelesini sahiplenmek ve ilerletmek de, bugünkü sınıf kardeşlerine düşen görevdir ve bunun için kadın olmanın şartlığı gözetilemez.

***
Tacize, tecavüze uğrayan kadını önemsizleştiren sistem, şiddete uğrayan kadını "Aile içi" diye geçiştiren sistem, fabrikada ter döken kadını sosyal birçok haktan mahrum bırakan, eşit işe eşit ücret talebini görmezden gelen sistem; kadın sorununu erkeklerin yarattığı bir sorunmuş gibi inandırmaya girişen ve bunun için medyayı ve çeşitli imkanları kullanan da sistem. Meşhurlaşan 'Taksim tacizcileri'ni cuzi bir parayla özgürleştiren ve olayın tekrarı için zemin hazırlayan ve sokakları 'seyyar genelev'e dönüştürüp; "taciz yap, para öde, kurtul" gibi bir öngörü yaratan yine sistem. Kürt kadınlarının eylemlerde ön saflarda yer almalarını, çektikleri acı ve hissettikleri öfkeyi saklamak adına; tahammül gösteremeyen ve "Kadınları öne sürüyorlar" diyerek, Kürt erkeğini suçlayan yine sistem. Evlilik kurumunu yaratan da, ekonomik sömürüyle evliliğin dağılmasını sağlayan, yine aynı ideolojinin sistemi. Dini ve onun kurumlarını araçlaştırarak muhafazakar bir toplum yaratan ve kadının hem toplumca hem yasalarca daha geriye sürüklenmesini hedefleyen ve açıkçası başaran, sistem. Hemen bu son örneğe ilişkin veride bulunacak olursak da; AKP döneminde, 2002'den 2009'a kadar geldiğimiz süreçte, kadın cinayetleri yüzde 1400 artmıştır. Yani, sermaye sistemini ve gericiliği en iyi kullananların düzeninde, bu sorun artıyorsa, bağlanacak ve 'saldırılacak' yer de, işte bu her şeyiyle gerici olan sermayeci sistemdir.

Unutmadan, son bir örnek daha... İHA'nın geçtiğimiz günlerdeki bir haberinin spotu şöyle başlıyordu: "Aydın’da ‘Erkek Egemen Siyasete’ adeta son veren ve 2 dönem milletvekilli seçildikten sonra Aydın Belediye Başkanlığı’na seçildikten sonra aldığı cesur kararlarla dikkatleri üzerine toplayan Aydın Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu..." CHP'li Çerçioğlu, aynı zamanda İstanbul Sanayi Odası`nın (ISO) açıkladığı Türkiye’nin 500 Büyük Şirketi listesinde yer alan Jantsa A. Ş.'nin sahibi. Ekonomik krizi fırsata çeviren ve yine kriz bahanesiyle geçen yıl yüzlerce kadın-erkek işçiyi işten atan bir şirketin patronu... Feminizm, işten atılan yoksul kadınla, işten atan mülkçü Özlem kadını bir tutmaktır ve burjuvazinin 'erkek egemenliğine karşı saldırısı' bununla sınırlıdır.

***
Bu tartşmalara, çeşitli mücadele günlerinde sistem bizi kasıtlı olarak zorlar ve asıl sorundan ve taleplerden uzaklaştırır. Tabiri caizse gündemimizin kökünü kazır. 1 Mayıs ve alan fetişizmi tartışmalarında şahit olduğumuz gibi. Oyuna düştük, ancak en azından 'oyun'un bilincinde yazdık.

13 Ocak 2010 Çarşamba

MİLİYETÇİLİK ve ÖZGÜRLÜK


Yener Orkunoğlu
y.orkunoglu@fbi.h-da.de


‘Hür olmadığı halde kendisini hür
sananlar kadar köle yoktur‘
Goethe

Yıllar önceydi. Almanya’da uluslararası bir öğrenci toplantısına katılmıştım. Dünyanın çeşitli yörelerinden gelen öğrenciler, hangi ülkeden geldiklerini söylüyorlardı. Sıra bana geldiğinde, ‘tesadüfen Türküm’ demiştim. Bu cümlem kahkalara neden olmuştu, ama bir tartışmaya da yol açmıştı.

Milliyetçliğin, insanı ve ufkunu sınırlayan bir ideoloji olduğu her geçen gün daha berrak bir şekilde açığa çıkmaktadır. Çok derinden düşünüldüğünde, milliyetçilik, ulusal alandaki bencilliktir. Bir başka deyişle, milliyetçilik bencilliğin, ulusal alana kaydırılmasıdır. Dünyadaki anlamsız ekonomik rekabet mantığının, siyasal alandaki ifadesidir.

Milliyetçilik, çağımızın afyonudur. Nasıl din Ortaçağ’da insan düşüncesine kelepçe vurup, insanı uyuşturan bir ideoloji haline geldiyse, milliyetçilik de çağımızın ‘din’i haline gelmiştir. Dolayısıyla milliyetçilik esas olarak özgürlüğün düşmanı haline gelmiş bir ideolojidir.

Milliyetçilik, kitleler arasında yaygındır. Bu ise milliyetçiliğin ne kadar tehlikeli bir uyuşturucu ideoloji olduğununn göstergesidir. Milliyetçiliğin kitleler tarafından kabul görme konusunda, müsadenizle Tolstoy’un tanıklığına baş vurmak istiyorum. Sanat Nedir? adlı eserinde şöyle yazar:

‘Sanatın başarısı, bilime olan yakınlığıyla ilgilidir. Aradığı bilimsel özellikleri bulan ve inanan okuyucu, sanatın kendisine yüklediği misyonu anlayacak ve bunu başkalarına da taşıyacaktır. Fakat toplumdaki büyük kitleler, düşünceye ve düşüncenin karşısına çıkacaktır. Düşünceyi önemsemeyen ve yok etmeye çalışan kitlelerin saldırısına maruz kalan insanlar, her şeye rağmen düşüncenin değerinden taviz vermeyerek mücadele edecekler, gerçekleri araştırarak gerçek sanatı ortaya koyacaklar ve sonuçta, düşünceyle birlikte tekrar kitlelerin önüne çıkacaklardır. Yürüdüğü yolu bilinçle aydınlatan insanların çabası önemlidir ve iki yüzlülük, bu insanlarınn çabalarıyla ortadan kalkacaktır.’

Tolstoy’un söyledikleri başka alanda uygulayan bir insan vardı: Lenin.

Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında ‘Anavatan Savunması’ adı altında Avrupa’daki (o zamanlar markist olan) sosyal-demokrat partiler milliyetçilik akıntısına ve bataklığına kapılmışlardı. Lenin, şovenizmin akıntısına kapılmadı. Lenin’e göre emekçileri sömüren ve ezen şey, asıl düşmanı burjuvazi ve onun devlet sistemidir.

Almanya’daki sosyal-demokrat parti, savaş bütçesine oy verdiği zaman Lenin inanamamıştı. Zinovyev, Lenin’e Alman sosyal demokrat partinin ‘Vorwarts’(İleri) adlı resmi organında yayınlanan haberi gösterdiği zaman, Lenin şöyle tepki gösterir:

‘Bu mümkün değildir. Büyük ihtimalle, sefil Alman burjuvazisinın, bizleri yanıltmak ve şaşırtmak için çıkardığı sahte bir organdır. Bu sayı, bizi enternasyonalizme ihanet etmeye zorlama çabalayan burjuvazi tarafından sahte basılmış bir sayıdır.’

Ne yazık ki, haber doğruydu. Lenin’e göre emekçilerin birbirine silah çekmesi, sadece burjuvazinin ve onun devletinin işine gelir. Lenin, asıl düşmanın içeride olduğunu söylüyordu. İç savaşın gerekli olduğunu vurguluyordu.

Milliyetçilik, 20 yüzyılda büyük felaketlere yok açtı. Bu ideolojiden kurtulmadan, milliyetçiik aşılmadan, insanlığın büyük sorunları çözülemeyecektir.

Milliyetçiliğin iki yüzlü olduğuna inanıyorum. Kendi milletini yücelten, ama diğer milletleri küçümseyen bir ideoloji, çifte standartlı insan tipi doğuracaktır. Bu insan tipi, kendi milletinin yaptığı hataları görmezlikten gelirken, diğer milletlerin hatalarına aşırı vurgu yapacaktır. Örneğin, Türk milliyetçileri, Ermeni Sorununda ‘Ermeniler de bizi öldürdü’ diyerek, Türk milletinin vicdanını rahatlatmak istemiyorlar mı?

Tüm dünyayı küçük siyasal-kültürel alanlara bölen milliyetçilik konusu karmaşık bir konudur. Bu nedenle, milliyetçilik konusunda ortak görüşlere rastlamak mümkün değildir.

Ama olgular, milliyetçiliğin iki önemli özelliğini ışığa çıkarıyor:

Birincisi, milliyetçilik, geniş kitlelerin, egemen sınıflara ve devlete karşı olan kin ve nefretini, diğer ‘milletlere’ yönelten emniyet sipobudur. Bir başka deyişle, milliyetçilik, bazı toplumlarda iç gerilimlerin, ‘dışarıya’ veya ‘ötekine’ karşı yönlendirilmesine hizmet eder. Egemen güçler, milliyetçi ideoloji aracılığıyla bu iç gerilimlerin egemen sistemi sarsmasını engellemeye çalışırlar. Yığınları, toplumsal-ekonomik sorunlardan uzaklaştırmayı amaçlarlar.

Örneğin işsizlik, eğitim, sağlık ve yoksulluk sorunlarıyla boğuşan Türk halkının bu sorunlara karşı tepkileri, ‘Dünya Türkün düşmanıdır’ millyetçi söylemiyle dışa karşı yönlendiriliyor mu?

İkincisi, milliyetçi ideoloji, iç gerilimleri, ‘dışarıya yönlendirmek’ suretiyle militarizmi meşrulaştırır ve güçlendirir. Bu nedenle, milliyetçilik ile militarizm arasında bir ilişki vardır: Milliyetçilik, savaşların ve militarizmin anlamsızlığı gizler.

Vatanseverlik veye milliyetçilikten arınmış olmak, insanı çifte standartan kurtarıyor. İnsanın önüne büyük özgürlük alanları açıyor. Milliyetçi ideoloji ile şekillenmiş insan, özgürlüğün ve demokrasinin genişliğini kavrayamıyor. Milliyetçiliğin, özgürlükleri sınırladığını farkına varamayıyor. Milliyetçiliğin olduğu yerde, özgürlük ağacı kısırdır. Özgürlüğün olduğu yerde, milliyetçilik yoktur.