27 Şubat 2010 Cumartesi

“SENDİKALAR GÖREVE GENEL GREVE”


TEKEL İŞÇİSİ “SENDİKALAR GÖREVE GENEL GREVE” DİYOR
SENDİKALAR “GREV BAHARA” DİYOR!
Adına grev bile diyemiyorlar. “genel grev yapılması uygun görülmüştür” ne zaman? Bahara!
22 Şubat toplantısının kararları herkesin malumudur. Koca koca konfederasyonların koca koca başkanları toplandı, dağ fare doğurdu! Çıka çıka; bir kokart, bir meşale, bir pankart; bir de dalga geçer gibi 26 Mayıs’a genel eylem kararı.

Tekel işçileri sermeye temsilcilerinin tehdidi altındadır. Başbakan 28 Şubat ta bu iş bitecek diyor. 4-C’ ye geçiş için tanınan süre 2 Mart ta sona eriyor. Hiç değilse mart başına kadar hükümete geri adım attıracak kararlar alınması gerekiyor. Ülkedeki işçi emekçiler genel grev kararının alınmasını bekliyor, konfederasyonlar adeta alay edercesine bir kurbağayı ürkütmeye bile yetmez kararlar alıyorlar.

Açıklamaların sonunda ise 4C’nin kaldırılmasını da içeren bir dizi talebe yanıt vermemesi durumunda 26 Mayıs 2010 tarihinde genel bir eylem yapılmasının uygun olacağı belirtiliyor.
Tekel direnişinin kazanması için değil, 3 ay sonra bir genel eylem!
Açıkça işçi sınıfına ihanet ediyorlar, ardından utanmadan “mücadeleniz mücadelemizdir” diyorlar.

İŞÇİ SINIFININ ÖNÜNDEKİ ESAS ENGEL SENDİKA MAFYASI BARİKATIDIR.
Türk-iş’i anladık! Kamu-sen’i anladık! DİSK’in korkaklığını biliyoruz! Ya KESK neden bu kararlara imza atıyor.

Başta tekel işçileri hayal kırıklığına uğradı. Sami evren daha 22 Şubat’ın bir gün öncesinde (21 Şubat) Sakarya Meydanında yaptığı konuşmayı ne çabuk unuttu! Doğru ve net bir konuşma, genel grev sloganları ile büyük bir coşku ile alkışlanan bir konuşma. Evren, çözüm yolunun üretimden gelen gücün kullanılmasında geçtiğini, bunun adının da genel grev olduğunu gayet berrak biçimde ifade ediyor. Ama ertesi gün en azından Tekel İşçilerine ihanet anlamına gelen kararlara imza atıyor! Bu ne yaman çelişkidir! KESK’i bu imzayı atmaya zorlayan şey nedir?
Kardeşler; bu tablo ihanetin, çürümüşlüğün çaresizliğin tablosudur. Sermaye sınıfının, onun devletinin ve yöneticilerinin kolları arasında yapılan sendikacılık, sınıfın bugünkü esaretinin teminatı olmuştur. İşçi sınıfı bugün esir hale getirildiyse, bu adım adım yürüyen bir süreçte gerçekleştiyse, buraya gelişin teminatı başta Türk-iş olmak üzere uzlaşmacı, korkak, reformist sendikacılık olmuştur.

KESK bu ihanetçilerden hemen ayrılmalıdır. Tekel işçilerinden ve işçi sınıfından özür dilemeli, direnişi bitirmek isteyenlerin çevirdikleri oyunları açıkça teşhir etmelidir. DİSK, artık keskin sözlerin kılıç olmadığını, tükürüğün zehir olmadığını anlamalıdır, esip gürlemeyi bırakın, gerçek kararlar alın, adam gibi kararları örgütleyip işçiye güven verin.

TEKEL DİRENİŞİNİN BİTİRİLMEK İSTENMESİNE SEYİRCİ KALMAK SUÇTUR!

Ey mücadeleci sendikalar! İşçi sınıfının çıkarlarından yana olduğunu söyleyen sendikacılar! Kavgacı, onurlu işçi önderleri! Size sesleniyoruz!..

Bugün Türk-İş’e isyan etmeyecekseniz, bugün bu sendikacılık anlayışına karşı eylemli bir duruş örgütlemeyecekseniz, sizin onlardan ne farkınız kalır? Gücümüz yok diyenler! Muhalefet sözle yapılamaz. Oy hesapları ile sendikal bürokrasinin çarkları kullanılarak güç kazanılmaz. Bugün tüm işçi sınıfının kalbi tekel direnişi ile birlikte atıyor. Tekel direnişini konfederasyon kararlarını aşan eylemlerle desteklemeyecekseniz sizde o koltukları işçilere bırakın.

Tekel direnişinin bitirilmeye çalışıldığını görmüyor musunuz? Sendika mafyası direnişin enerjisini eme eme tüketmek üzere. Türk-İş direnişi bitirmek için çırpınıyor. Tek-Gıda-İş kazanmak için kolları sıvamak yerine “Ne haliniz varsa görün!” diye Kumlu’nun işini kolaylaştırıyor. İçi boş kararlarla, hukuk, Danıştay diye diye işçiyi getirip son günlere sıkıştırdılar, 4-C’ye geçişlere yol açtılar. Yarın da “Siz durmadınız, arkadaşlarınızın çoğu imza attı, ben ne yapayım!” diye işçileri suçlayacaklar.

İşçi sınıfına umut ışığını taşıyan bu onurlu direnişin kaderini Türk-İş’in eline bırakmak; tekel işçisini devletin, AKP’nin eline bırakmaktır. Direnişin bitirilmesine seyirci kalmak suçtur!

Tek-Gıda-İş’e baskı yapılmalıdır. “Yalnız değilsiniz” denmelidir. Önce Türk-İş’in içindeki mücadeleden yana tüm güçler TEKEL direnişinin zaferi için kenetlenmelidir. Her gün çadırları ziyaret etmenin, yanınızdayız demenin, lokalleri açmanın, yemek vs. vermenin direnişin kazanılmasına faydası yoktur. Esas ihtiyaç bu değildir.

KESK, DİSK Kumlu’yu Erdoğan’la baş başa bırakarak yeni bir yol için aktif görev almalıdır.

İşçi sınıfının üzerindeki ölü toprağını savurmaya başlayan bu direnişle ülkede nelerin değiştirebileceğini görmek zor değildir. Biraz kendinize, sınıfa güvenin.
Tüm işçileri-emekçileri harekete geçirecek gerçek bir eylem planı çıkarmak, kazanmak için yüklenmek olanaksız değildir.

Güzel olan zorda saklıdır.
Haydi kavgayı büyütmeye TEKEL direnişine sahip çıkmaya!
Haydi bizi yok sayanlara sınıfın gücünü göstermeye!

26 Şubat 2010 Cuma

AK parti eksen değişiminde


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com


AK partiyi iktidara getiren seçmen analizinde görüldüki bilhassa yoksullar, eğitim seviyesi yüksek olmayanlar , kentlilerden ziyade kırsal sahada yaşayanlar, kentlerde ise varoşlarda yaşayanlar iktidarı sağlamıştır. Aslında bu kesime sola meyilli partilerin sahip çıkması gerekirken, paradoksal olarak muhafazakar bir parti, AK partisi sahip çıkmıştı. Son zamanlarda bazı CHP lilerin bu durumu farkettiği ve avamın alt tabakasına yönelmek istediklerini duyuyoruz. CHP yi yönlendiren Baykal ve etrafındakiler ezber bozmak niyetinde değiller. Bu durum AK partinin işine gelmektedir. Hatta Erdoğan CHP nin bu davranışından memnun olduğunu beyan etmiştir. Fakat son zamanlarda AK parti iktidar koltuklarının rehavetine kapıldığı, kendisini iktidara getiren seçmeninden bağlarını koparmak üzere olduğu, bu sebepledirki önümüzdeki seçimleri kaybetmek tehlikesi ile karşı karşıya olduğu söylenmektedir. Bir başka tehlikede Anayasa mahkemesi tarafından kapatılacağı endişesi. Bu iki tehlikeyi AK partisi kendi kendine yarattığı gibi karşıtı olan bloğunda çemberini gittikçe daraltmasıdır. Bu çemberde askerin darbe yapma olasılığından ziyade üst yargının ideolojik yapısı, universitelerin, eğitimlilerin, AK partisini adeta düşman telakki etmiş muhaliflerin, ayni mecradaki yayın organlarının, köşe yazarlarının, 27 Mayıs öncesini anımsatan atmosferin yaratılmağa çalışılmasıdır. Bu bloğun kritiklerini ciddiye alıp , yelkenlerindeki rüzgarı boşaltmaya yönelik bir davranış içine girmesi gerekir onlarla devamlı laf dalaşına girişeceğine.

Ekonomik yönden serbest Pazar ekonomisinden kontrollu devlet politikasına geçmesi gerekir. Dünyadaki son ekonomik krizin öğrettiği, batıdaki devletlerinde kabul etmek zorunda kaldıkları bu yöntemi tercih etmesi lazımdır. Kapitalist sistemin neticesi Türkiye’dede yeni zenginler türemeğe başlamış, yoksul tabakanın dahada fakirleşmesi, ,işsizliğin artması, bankaların milyarlarca kazanç sağlaması, enternasyonal kredi enstitülerinin kredi notlarını artırması, TÜSİAD’cıların memnuniyeti, IMF in kredi vermekte bonkörlüğü AK partisinde eksen kaybının bir göstergesidir. Sendikaların hemen hemen hepsinin başkaldırması , bütçe ve cari açıkların, dış borçların artması keza eksen kaybının göstergeleridir. Sermayenin % 60 ının 600 Tüsiadcılarda oluşu, %20 vatandaşın ise ancak % 1 lik milli gelirde payı olması AK partisinin temeldeki oy potansiyelini kaybetmek tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu hatırlatmalıdır.

Bundan böyle yoksullara, % 38 köyde yaşayan fakir tabakaya, işsizlere dönük ekonomik politikaların fiiliyata geçirilmesi gelecek seçimlerdede başarı sağlamakta en büyük faktör olabilir.
Aksi takdirde AK partisi hem seçimde başarı gösteremeyeceği gibi kapatılması tehlikesindende kurtulamayacaktır. Baş savcı bu arzusunu hissettirmeğe başladı bile. Başbakanın sabahtan akşama kadar yaptığı hizmetlerini dile getirmesinin fazla bir geçerliliği olamayacak. Rahmetli Menderes’de hizmetlerine güvenmişti. Rakamları konuşturuyordu. Maalesef sonu fatal oldu. CHP ve diğer muhalifler saldırganlıklarını artıracaklar, gene 27 mayıs öncesi yalan dedikodularını milletin kulağına koymaktan çekinmeyeceklerdir.

AK partisi Antalya sendromu ile karşı karşıyadır. Menderes Türel hizmetlerine güveniyordu. Fakat esnafın aleyhine dönmesi, bazı hatalarından dolayı ve muhalefetin kirli dedikoduları neticesi seçimi haksız yere kaybetti. Ne deniyordu o günlerde : Emine Erdoğan yeni yapılan Otellerin sahibidir. Tıpkı 27 mayıstan önce Kızılayın yarısı Koraltanın yalanı gibi. Türel’in hastalığından bahsediliyordu, etrafına maddi imkanlar yarattığı söyleniyordu. Şimdide Erdoğanın Sar’a hastası olduğu , iktidardakilerin çocukları servet sahibi olduğu, yakınlarını temin ettiği haksız kredilerle zenginleştirildiği dedikoduları gibi. Bunları AK partisinin çok ciddiye alması ve gerekeni yapması lazım.

Maden ocaklarındaki kazalar neticesi işçiler hayatlarını kaybediyorken, ocak sahibinin milyarder olduğu söyleniyor. İşçilere verilen ücretse asgari seviyede imiş. Hazreti Muhammet adil dağılım için zenginlerin Zekat vermesini öngörmüştü. AK partisininde gelir dağılımında yeni tedbirler alması lazım. Benim teklifim firmalar karlarının yarısını prim olarak çalışanlarına dağıtmasıdır. Aksi takdirde 12 milyon yoksulların bulunduğu bir memleket olmamız ayıbından kurtulamayız.

İslamın kısa zamanda yayılması, Komunizmin kısa zamanda dünyayı sarması ve herikisininde alt tabakaya sahip çıkmasındandır. AK partiside o tabakadan oy almıştır. Marx’ın 150 sene önce yazdıklarına baktığımızda kapitalizmin kendi kendisini yıkacağını , bugünkü yıkımın isabetli ön görüsüne hayret edenler az değil. İster USA , ister batı Avrupadaki devletlerin halklarını borca sokarak bankalarını , kapitalist firmalarını kurtardığını görüyoruz.Yunanistan, Macaristan ve diğerleri bu sistemle islafın eşiğindedirler. Milyonlarca çocuğun fakir ülkelerde açlıktan ölüme mahkum olmaları kapitalistlerin umurunda değil. Bugün 600 lira ile bir emeklinin ailesini nasıl geçindireceğini düşünen bir siyasi var mı? Hele hele işsizlerin açlığa mahkumiyeti ile alay eder gibi , fakir bir aileden gelen maliye bakanının vicdanlara hitap etmesi yürekler sızlatıcı.

Kemalizm dogması ipine sarılı askerlerin, elitlerin bu memlekette sefa sürmelerine son verilmelidir. Antalyanın en güzel mıntıkaları askeriyeye aittir. Sanki yabancı misyonun territoriumu gibi askerlerden başkası içeri giremiyor. Hatta misafirlerini dahi oralara çay içmeğe götüremiyorlar. Bu ne acaip sistemdir. OYAK kime aittir ve ne gibi avantajları vardır. Levazım subaylarının servet beyannamesine tabi tutulmasında , parti başkanlarının servet beyannamesi istendiği takdirde bazı gerçeklerin açığa çıkacağına inanıyorum.

AK partisinin Ankaradaki koltuklarının verdiği rehavetten kurtulup fakir vatandaşlara yönelik politikalar üretmesi insani bir vazifedir.

Elbette Demokratik açılım faslında Kürtler, Aleviler probleminde ciddi atılımlar yapması , palyatif tedbirlerle kendi kendini ve milleti oyalamaması, kandırmaması gerekir.

Antalya, 24.02.10

24 Şubat 2010 Çarşamba

Yahya Kanbolat Öykü Yarışması...



Aalen-Antakya Kültür Derneği; Uluslararası Çukurova Sanat Günleri kapsamında, Dr. Yahya Kanbolat anısına öykü yarışması düzenlenmektedir.

Dr. Yahya Kanbolat anısına düzenlenen yarışma, yazın dünyasına öykü dalında özgün yapıtlar kazandırmayı amaçlamaktadır.

Yarışma koşulları

Konu : Serbest
Amaç : Politikacı ve aydın bir yazar olarak; ülkesine ve halkına bağlılığını kanıtlamış merhum Dr. Yahya Kanbolat’ı anmak, hatırasını yaşatmaya devam ettirmek için düzenlenen öykü yarışması ile yeni yeteneklere fırsat sunmak.

1. Yarışma, Türkiye’de ve başka ülkelerde yaşayan, Türkçe yazan, bütün edebiyatseverlere açıktır.

2. Yapıtlar bilgisayar ortamında, Arial yazı karakteri ile 12 punto büyüklüğünde, 1.5 ara ile yazılmış olmalıdır.

3. Yapıtlar 7 nüsha olarak gönderilecektir.

4. Yarışmacılar, yapıtları ile birlikte, kimliğini, açık adresini ve öz yaşam öyküsünü belirttiği bir zarfı ayrıca gönderecektir.

5. Ayrıca her yarışmacının katılım formunu eksiksiz doldurması gerekmektedir.

6. Her yarışmacı en fazla üç öykü gönderebilir.

7. Yarışmaya seçici kurul üyeleri, seçici kurul üyelerinin birinci dereceden yakınları, Aalen-Antakya Kültür Derneği üyeleri katılamaz.

8. Yapıtlar elden, posta veya kargo yoluyla en geç 25 Mart 2010 tarihine kadar Aalen-Antakya Kültür Derneği, Kurtuluş Caddesi No: 20, 2. Kat, Antakya-HATAY adresine teslim edilecektir.

9. Yarışmaya gönderilen yapıtlar, yazarlarına iade edilmeyecektir.

10. Gönderilen yapıtlar Aalen-Antakya Kültür Derneği arşivinde dosyalanacaktır.

11. Yarışmada ilk ona giren öyküler kitap haline getirildiğinde; yazarlarına telif ödenmeyecektir. Her yarışmacı bunu kabul ederek yarışmaya dosya göndermiş sayılacaktır.

12. Özgün olmadığı sonradan anlaşılan eserlere verilen ödül geri alınacaktır.

13. Katılımcılar, yarışma koşullarını kabul etmiş sayılır.

14. Yarışma ile ilgili sorular için elektronik posta adresi: aalen.antakya.kultur.dernegi@gmail.com
yazi.atolyesi@hotmail.com
karasumehmet50@hotmail.com

0532 4007622
0532 5890739
05056474615

SEÇİCİ KURUL:
Mehmet Başaran
Mehmet Karasu (Aalen Antakya Kültür Derneği adına)
Semir Arslanyürek
Dr. Ayten Çelebi Kural
Saadet Kanbolat (Kanbolat ailesi adına)
Sinan Seyfittinoğlu

ÖDÜLLER:

1- 500 TL ve plaket
2- 300 TL ve plaket
3- 200 TL ve plaket

Yarışma Takvimi

Son başvuru tarihi: 25 Mart 2010
Sonuçların açıklanması: 30 Mart 2010
Ödül Töreni: 9 Nisan 2010

Katılım Formu:
Yahya Kanbolat Öykü Yarışması
Yarışmacının;
Adı ve soyadı:
Adresi :
Elektronik Posta Adresi:
Tel & GSM

İlişikte gönderdiğim …………………………………adındaki eserim ile katıldığım yarışmanın koşullarını kabul ediyorum.

İmza

21 Şubat 2010 Pazar

Dillerin Ölümü


Faiz Cebiroğlu

Şu an dünyada yaklaşık olarak 7 bin kadar dilin varlığından bahsedilmektedir. Rakamlar kesin değil. Kesin olmamasının nedeni, hâlâ “dil” ile “dialekt” arasındaki ayrımın tam netliğe kavuşmamış olmasındandır. Bazı dilbilimcilerine göre, ayrı dialektler ayrı bir dil oluşturmakta, bazılarına göre değil. Tartışmalar sürüyor.

İskandinav ülkelerinden örnek vermek mümkün: İsveç, Norveç ve Danimarka dilleri. Bazı dilbilimcilerine göre, İsveççe, Norveççe ve Danimarkaca (danca) tek dil, bazılarına göre üç faklı dildir.

Ama böylesi ince tartışmalar paralelinde, dünya dillerinin yarısı kadar kaybolma, ölme tehlikesiyle karşı karşıya oldukları bir gerçeği vardır. UNESCO’nun yaptığı araştırmaya göre, her 10 dilden 9’unun (yani 5 bin 400) yaşadığımız bu yüzyılda kaybolup gideceği, yani öleceğidir.
1994 yılında çıkan: “Atlas of the World’s Languages” kitabı, dünya dillerine ilişkin, bugüne kadar, en kapsamlı dil-atlasıdır. Kitap-Atlas, Christopher Moseley & R E Asker (ed) tarafından hazırlanmış; 374 sayfalık olup, 113 haritadan oluşmaktadır.

Şu an tehdit altında 497 dil bulunmakta; bu dilleri konuşanların sayısı 50 kişinin altındadır. İlginç olan, Danimarka büyüklüğünde, (5 milyon) olan, Papaua Niugini’de halk 830 dil konuşuyor olmasıdır. Yine bu kitap-Atlas’ta diğer ülkelerden ve konuşulan dillerinden geniş bir şekilde bahsedilmektedir.

Açıktır; dilin, dillerin kayboluşu, hem kimliğimizin, hem de dillerimizi asimile etmek isteyen hakim dillere, bir bakıma, teslim bayrağı çekmek demektir.

Reddetmek gerekir. Redediyoruz!..

Evet; halkın kültürel, ruhsal, entelektüel yaşamları dil aracılığıyla başkalarına iletiliyor. Hikaye, efsane, tören, destan, konuşma tekniği, günlük selamlaşma, karşılıklı konuşma stili, neşe, çocuklarla konuşma tarzı, özel ifade alışkanlıkları, davranış ve duygularımız… Hepsi dil, öğrendiğimiz dille ilişkilidir. Dilin, dillerin ölümü, bu değerlerin ölümü demektir; kültür mirasının ve bilimin ölümü demektir. Dilin ölümü; dün ile ilgili tüm kazanımların kaybolması, ölmesi demektir...

Dilerin hızlı bir şekilde, tükendiği biliniyor; ama bunu önlemek için, nedense, herhangi bir faaliyet yapılmıyor. Yapılmıyor!.. Son öğrendiğime göre, Kanada, Kızılderili ve Eskimo dillerini korumak için bazı girişimlerde bulunduğudur. Sevinçtir!

Dilleri ölmekten kurtarmak, herkesin görevidir.

Sesimizi ve dillerimizi yükseltelim!

Dil ezilmesine hayır diyelim!

Bu, dünü bugüne, bugünü de yarına bağlayacak yaşam tarihimizdir; sahip çıkalım!

20 Şubat 2010 Cumartesi

Türkiye’nin problemi...


Türkiye’nin problemi CEREBRAL (!) (beyninde)

Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Beşiktaş futbol takımı Köln takımı ile özel bir maç için Köln’e gelmişti. Rahmetli Cem KARACA ile birlikte maçı seyrederken, Beşiktaşlıların geriye, geriye kaçtıklarını görünce, Cem bağırmağa başladı. ‘’Viyana’danberi hep geriye kaçıyorsunuz, ‘KAÇIN!!!’’KAÇIN !’’ dedi.

Doğu dürüst bir orduya sahip olmayan ATATÜRK kurtuluş savaşını kazandı. Parası, pulu yokken ziraatten endüstrileşmeğe geçti. Hiç kimsenin üstünde durmadığı Hazreti Muhammet’in yasakladığı bir çok şeyi millete kabullendirdi. Neydi bunlar : Putları, resim yapma yasaklarını kaldırdı. Köylere kadar Atatürk heykelleri yerleştirildi. Alkol yasağına karşı rakı içmesine kimse itiraz etmedi. En yakın silah ve siyaset arkadaşı İNÖNÜ bir akşam Çankaya yemeğinde ‘’ Mühim kararlarıda bu rakı sofrasında mı alacağız ?‘’ itirazına ‘’ Seni o mevkiye getirme kararınıda böyle bir rakı sofrasında vermiştim !’’demiş ve onu başbakanlıktan azletmişti.

Türkiye Viyana’dan beri duraklaşmış hatta geriye gitmişti. Atatürk giyim kuşamada el atmış çarşafı, şalvarı yasaklamıştı. GARDROP inkılabı ithamı yapılmıştı. Hukuku Avrupa hukukuna uydurmak için İsviçre’den medeni kanunu, İtalya’dan ceza, Almanya’dan da ticaret kanununu ithal etmiş, zamanındaki FAŞİST devletlerde ki bir takım gelenekleride, antları, merasimleri taklit ettirmişti. Güneş dil teorisi ve ‘’Ne mutlu Türküm diyene ‘’ sloganı ile üstün ırk propagandası yapmağa başlamıştı.

Demokratikleşmeğe heves eden, AB normlarını kabullenmeğe başlayan siyasi iktidarlar TÜRBAN ve İmam hatip liselerini Kemalist Ordu ve Yargı , laik elitler karşısında realize edememişlerdir. Atatürk ile sonra başa geçen siyasiler arasındaki fark bu.

İkinci dünya harbinden sonra Türkiye İtalya, Portekiz, Güney Kore’den daha ileri iken şimdi onlardan bir kaç kat gerilere düşmüştür. Öne geçen bazı siyasiler, Menderes gibi, Özal gibiler asker tarafından ifna edilmişler, en son öne çıkan Erdoğan ise önce Asker, şimdide Yargı tarafından politikadan uzaklaştırılmak istenmektedir.

Tarihe bir göz atacak olursak görürüzki insanlığın gelişmesi ancak büyük beyinler sayesinde mümkün olmuştur. SOKRATES’in alnı öne çıkıktır. İnsanı hayvandan ayıran melekelerin alın bölgesinde olduğunu biliyoruz. Batının gelişimini yakalaması ilim adamları , filozoflar, sanatkarları ile mümkün olmuştur.

Basındaki, TBMM’lisindeki seviyesiz kavgalar gösteriyorki problem CEREBRAL’dir. Basit deyimlerle Atatürk’ten sonra Türkiyede AKILLI şahsiyetler yetişmemiştir. Ne Fizik’te, ne Kimya’da, ne Tıp’ta, nede siyasette NOBEL ödülü alan bir TÜRK yok. Türkiyenin problemi akıllı insanların olmamasıdır. Atatürk Alman ilim adamlarını getirtmese idi Universite, Özal yabancı antrenörleri, sporcuları getirtmeseydi Spor alanında bir varlık gösteremeyecektik.

Televizyondaki münakaşalarda hasbelkader Professör unvanı kazanmış, partilerde öne çıkan siyasi molozların ifadelerini duydukça gülelim ağlanacak halimize demekten kendimi alamıyorum. Birde , gerile gerile ‘’Dünyanın neresinde görülmüş ‘’ ifadesini kullanan dünyadan bihaber konuşmacılar, üstelik JAKOBEN tavırları ile HAMASİ , DUYGUSAL, ŞAHSİLEŞTİRİCİ, her türlü nesnel temeli olmayan hezeyanlarını duydukça üzülmekten başka çarem kalmıyor. Şayet CEREBRAL yetenekleri olsaydı Türkiye bu hallere düşmezdi. NÖROLOG’lara soruyorum ‘ Acaba akli yetenekleri ölçecek bir test var mı? Ben şahsen çözemediğim problemler karşısında ‘’Benim aklım bana yetmiyor’’ diyorum. Almancası ‘’Mein Latein ist zu Ende ‘’. Bizde birde tekerleme vardır. ‘’Vermezse Mabut, neylesin Mahmut ‘’ .Allah kafi akli yeteneği vermemişse, Padişah ne yapsın. ‘’.

Şöyle ciddi bir tenakuz var Türkiye’de. AK partisi mecliste yakaladığı çoğunluğu ile istediğini yapacağını zannediyor. Türkiye’de Türk kökenliler çoğunlukta olduğu içinde her şeyi Türkler için yapabileceklerine inanıyorlar. 20 milyon Kürde anadilde eğitimi, siyasi eşitliği, ekonomik ortak paylaşmı kabullenemiyorlar. Almanya’da anadilde eğitimin kanunlaşmasını isterken, Kıbrıs’ta, Kosova’da anayasal eşitliği isterken, azınlığı kabul etmezken Kürt’lere ayni hakları çok görüyorlar.

Müfredatta hala tek kelime KÜRT yok. HABUR’da şekli bahanelerle bir milyon Kürdün sevinçini suç işlemiş gibi lanetlemekle, Doğuda ve Güneydoğuda %100 Kürt adaylarına oy çıkmasının bir nevi referandum niteliğinde olduğunu kabullenemiyorlar. Açılım reklamı için Sibel Can gibi şarkıcıları çağırmakla populistik gösterilerden siyasi açılıma medet unulması onur kırıcıdır.

Erdoğan muhalefetin hırçınlığından mı çekiniyor, askerden, elit yargıdan mı korkuyor, samimiyetine bir açıklık getiremiyor.

Türklerin akıllı insanları olsaydı bugünkü şaklabanlıklar yaşanmazdı. İleriyi görenlerin bazı tavsiyelerine uymak istendiğinde maalesef çarşafa dolaşıyorlar. Problem bence akli muvazenede. İster iktidarda olsun, ister muhalefette. Vatandaşlar ise bu durumdan muzdariptir.

Antalya, 19.02.10

19 Şubat 2010 Cuma

Yaşar Kaya, hastanede


Normal doktor kontrolü için on gün kadar önce Hewler'den Köln'e gelen Yaşar Kaya'nın, evinde bulunduğu bir sırada, gece aniden fenalaşması üzerine çağırdığı ambülansala hastaneye kaldırılmış olmasını yeni öğrendik. Yaşar Kaya bir haftadır Köln'de, Evangelisch hastanesinde yatıyor.

Rahatsızlığıyla ilgili kimseyi bilgilendirmemesini, dost ve arkadaşlarına rahatsızlık vermemek olarak açıkladı. Az önce kendisinden aldığımız bilgiye göre, yoğun kontroller ve cihazlara bağlanmaktan dolayı yorgun olduğunu söyledi. Doktorlar, ciddi bir ameliyatın gerektiğini söylüyorlar. Yaşar Kaya, ağır geçeceğini düşündüğü ameliyatın bahar aylarına ertelenmesinden yana... Eğer toparlanabilir ve ameliyatın ertelenmesine karar verilirse Yaşar Kaya önümüzdeki günlerde taburcu edilebilir.

Yaşar Kaya'ya geçmiş olsun dileklerimizi iletiyor ve bir an önce sağlığına kavuşmasını diliyoruz.
Kürdistan-post
* * *
ORTAKÇA notu:
Değerli politikacı ve yazar Yaşar Kaya’ya geçmiş olsun diyor, sağlığına bir an önce kavuşmasını diliyoruz.
ORTAKÇA sitesi adına
Faiz Cebiroğlu
http://www.ortaklikicin.blogspot.com/

Şivan Perwer’e neler oluyor?


Abdulkadir Ulumaskan
ulumaskan@hotmail.de

"Şivan:"Türkiye bu haliyle beni kaldıramaz." Diyor. Türkiye'nin Şivan'ı kaldırıp kaldırmayacağını bilmiyorum. Ama onu kaldırmak değil de düşürmek için davet ettiğini çok iyi bildiğimi sanıyorum..."

Ben geçen sene değerli Kürt halk ozanı Şivan Perwer ile ilgili bir yazı yazmıştım. Bu yil tekrar yeni bir yazı yazma ihtiyacı duydum ve yazıyorum. Bana göre Şivan ezilen Kürt halkının büyük ve değerli bir ozanıdır. Bu anlamda sanatı, duruşu ve ulusal duyguları canlandırışıyla benim için tartışmasız bir efsanedir. Ben onun efsane olduğunu tartışmam, tartışmıyorum.

Ancak ben de yurtsever bir Kürt olarak ve Kürtlerin çoğu gibi ona verdiğimiz bu değer, duyduğumuz sevgi kadar ona biraz da eleştiri yapabilme gibi bir hakkımızın olduğunu da düşünüyorum.

Doğrusu bu son iki yıldan beri sayın Perwer’in bazı tavır ve açıklamaları bazı yurtsever Kürtler gibi beni de rahatsız etmeye başlamıştır. Sanki Şivan'ın o eski kararlı ve net tutumu yerini adeta yavaş yavaş muğlaklığa bırakıyor gibi bir izlenim var.Ve bir çok Kürtte :“ Şivan Perwer’e neler oluyor, yoksa ilkelerinden taviz mi veriyor ?“ gibi kuşku dolu gizli sorular var. Soruların gizliliği, Şivan'a kıymama içgüdüsündendir.

Geçen yılki TRT 6 olayında da Şivan'da Türkiye’ye ha gitti ha gidecek gibi bir netsizlik vardı.

Kendisi de son ana kadar bunu ne doğruladı ne de yalanladı. Elbette gidip gitmeme kendi karar ve tercihidir. Ancak bu kararını verirken şimdiye kaddarki 30 yillık tutarlı tavrına göre karar vermeli ve onun efsanelik hakkını layikiyla kendisine teslim eden Kürt halkının taleplerini de gözününde bulundurarak gitmeli ya da gitmemelidir. Kürt halkının efsaneleştirme kadar gözden çıkarıp düşürme geleneği de vardır.

Şivan, 50 yaşını geçmiş, hak ettiği büyük bir şöhret ve varlığa ulaşmış, kendisine yetip artan maddi olanak ve yaşam standartları olan bir bir müzisyendir. Herhalde bir sanatçının, yurtseverin ve devrimcinin ulaşabileceklerinin azamisine kavuşmuş biridir. Onun için bundan sonra başka hesaplar peşinde koşmak ve bu yolla şöhretine şöhret, malına mal katmak onun esfanesine yakışmayacağı gibi bi efsaneyi bitirebilir de.

Şivan:"Türkiye bu haliyle beni kaldıramaz." Diyor. Türkiye'nin Şivan'ı kaldırıp kaldırmayacağını bilmiyorum. Ama onu kaldırmak değil de düşürmek için davet ettiğini çok iyi bildiğimi sanıyorum.

Evet hayatta insanın en değerli varlığı yaşamıdır. Ve bir ülkede onbinlerce insan hiç bir karşılık beklemeden isteyerek kendi hayatını ezilen haklı halkı uğruna feda etmişse ve hala onbinler hayatını feda etmeye hazırsa, Şivan’ın ayni halk için bir saatlık konsere para almadan çıkmaması onun gibi biri için bir eleştiri konusudur.

Yine bildiğim kadariyla Şivan Perwerin bir de vakfı var. Ancak olanakları olduğu halde en azından Deniz Feneri kadar, çöplüklerden yemek toplayan yoksul Kürt halkına bir kaç paket yiyecek yardımı yaptığını da duymadım.Ancak bu eleştirilere rağmen onun geçmişten günümüze kadar olan emeklerini yadsıyamayız. Ancak illaki bir kıyaslama yapılmak istenirse herhalde bunun ölçüleri farklı olur ve galiba kendiside buna itiraz etmez.

Şivan'ın PKK ile ilişkisini düzeltmesini eleşrirenler de var. Bir çekince koyarak ben bu eleştirilere katılmiyorum. Bana göre aksine ilişkisini düzeltmesi ya da ilişkisinin düzelmiş olması ulusal anlamda çok önemli ve anlamlıdır. Ancak bu ilişkilerin amacı ulusal temelde değil de bireysel bazı diğer hesaplar varsa bu çok ayip olur ve yakışmaz.

Sonuç olarak tekrarlamak istiyorum. Bence Şivan yaptığı işin zirvesine ulaşmıştır. Onun bu efsanevi zirvesini bundan sonra koruyacak olan onun prensiplerine bağlı kalmasıdır. Bunun dışındaki arayışlar ona yakışmaz ve efsanesine de yazık eder.
---------------
Kürdistan – Post
http://www.kurdistan-post.com/

18 Şubat 2010 Perşembe

İSTİKLAL MARŞI…


Yön Radyo'da konuşan Profesör Yalçın Küçük:

”İSTİKLAL MARŞINI MEHMET AKİF YAZMADI!”

Eğer Cumhuriyet çöküyorsa çöküşün bazı uçlarını kökünde aramam lazım. Bu felsefi., bilimsel bir başlangıçtır. Mehmet Akif:

Bir: tek gün dahi İstiklal Marşı’nı ben yazdım dememiştir.

İki: Mehmet Akif yaşadığı müddetçe, her yazdığı nesri, manzumeyi, içine aldığı safahatlara İstiklal Marşı’nı koymamıştır.

Üç: Türklerin Marşı…Türk diye başlar..Bunlar yok.

Dört:Mehmet Akif’in şiirlerine benzemez.

Beş:Bir bilim bütünselliği var. Karayların(karai) Türkçesi fevkalade güzeldir. Biz, Mehmet Akif’in de Karay olduğunu söylüyoruz. İstiklal Marşı Akif’in hiçbir manzumesine benzemez. Hiçbir şey anlaşılmaz. Çocuklar söyleyemez. Tüm bu ayrıntılar kitapta var. Bütün bunların ötesinde..Kazım paşa, 1922’de böyle marş mı olur diyor. Bir de marş yazmış.

-----------

Kaynak: Kalemler ve Kılıçlar sitesi

15 Şubat 2010 Pazartesi

Komploculara lanet yağıyor!


KCK Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik 15 Şubat Uluslararası Komplosu’nun 11. yılında Kürt halkı Türkiye, Kürdistan ve Avrupanın birçok merkezinde gerçekleştirdiği eylemlerle komploculara lanet yağdırdı.

Kürdistanlılar, başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın değişik ülkelerinden Fransa’nın Strasburg kentine akın etti. Sabah saatlerinden itibaren tren istasyonu önünde toplanmaya başlayan Kürdistanlılar, KCK Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik Uluslararası Komplo’nun 11. yılında “Bê Serok Jiyan Nabe- Başkan Apo’suz Yaşam Asla” dedi. Dondurucu soğuk ve kar yağışına rağmen heyecan ve öfkeleri, attıkları sloganlara yansıyan Kürdistanlılar saat 10.30’dan itibaren tren istasyonu önünden yürüyüşe geçti. Ulusal kıyafetli kadınlar ve gençlerin çoğunlukta olduğu yürüyüşte Kürdistanlıların ellerindeki binlerce Öcalan posteri ile PKK, KCK, HPG ve PYD bayrakları adeta bir renk cümbüşü yaratmıştı. Aşırı soğuğa rağmen posterleri ellerinin donması pahasına yukarıda tutan Kürdistanlılar yaklaşık bir buçuk saatlik uzun yürüyüş boyunca Kürtçe olarak “Uluslararası Komployu Lanetliyoruz”, “Başkan Aposuz Yaşam Asla”, İrademize Kelepçe Vuramazsınız” gibi sloganlarla tepkilerini dile getirdi.
Yürüyüş kolunun önündeki Öcalan’ın dev posterinin dikkat çektiği yürüyüşe Fransa Barış Hareketi Temsilciliği, Kürt Halkının Dostları Derneği ile bir çok devrimci Türk sol örgütü de destek verdi. Yaklaşık 5 kilometrelik yürüyüşün ardından miting alanı olan Rue des Vanneaux Meydanı’na giren coşkulu kalabalığı, alanda bulunanlar alkış ve sloganlarla karşıladı.

‘İrademizi kıramayacaksınız’

Saat 12.00’de Kürdistan ve dünya devrim şehitleri adına yapılan bir dakikalık saygı duruşu ile başlayan mitingde ilk sözü, etkinliğin organizesini yürüten Fransa Kürt Dernekleri Federasyonu (FEY-KA) Başkanı Mehmet Ülker aldı.
“İmralı’daki büyük iradeye selam olsun” diyerek konuşmasına başlayan Ülker, Kürtçe olarak yaptığı konuşmasında “Dünya devletleri Önderliğimiz şahsında bütün Kürtlerin iradesini kırma, onları işlevsiz kılma amaçlı bir komplo düzenledi. Ama buna Önder Apo, Özgürlük savaşçıları ve Kürt halkı gereken cevabı vermiş ve bu komployu boşa çıkarmıştır” dedi. “Bugün buradan tüm dünyaya sesleniyoruz, bizim irademizi kıramayacaksınız” diyen Ülker, devamla şunları söyledi: “Kürt halkı barışa hazırdır. Hazır olmayan ve savaşta ısrar eden AKP ve Türk devletidir. Buradan bütün Kürt kurum ve partilerine sesleniyoruz, ‘açılım’ adı altında yürütülen tasfiye planlarına alet olmayın. Önder Apo özgür olana kadar barış olmaz.”

‘Yürekler Önder Apo ile buluşmuştur’

Koma Berxwedan müzik grubunun direniş türkülerini seslendiği mitingde ikinci olarak KONGRA GEL Başkanı Remzi Kartal bir konuşma yaptı.

Miting alanındaki kitlenin hep bir ağızdan “Bê Serok Jiyan Nabe”, “Bijî PKK” sloganları altında, halkı selamlayarak konuşmasına başlayan Remzi Kartal, “11 yıldan bu yana Öcalan’ın düşmanın elinde bir hücrede esir olduğunu, Kürt halkının da bundan dolayı hücrede olduğunu ve yüreğinin yaralı olduğunu”söyledi.
“Bütün bu şartlara rağmen halkımız büyük bir direniş sergilemiştir” diyen Kartal, “Önderliğimizin son görüşme notlarında ifade ettiği gibi hem siyasal hem askeri hem de her yönüyle uluslararası komplo boşa çıkarılmıştır. 11 yıldır Kürt halkı, her türlü zorluk ve ve zahmete rağmen her sene 15 Şubat Komplosu’nu kınamak için buluşuyor ve yüreklerini Önder Apo ile birleştiriyor”şeklinde konuştu.
2009’da Kürt halkının “Özgür Önderlik, Özgür Kimlik, Demokratik Özerklik’ şiarıyla iradesini ortaya koyduğunu ifade eden Kartal, Kürtlerin “Bê Serok Jiyan Nabe- Başkan Apo’suz Yaşam Asla” sloganını tüm dünyaya ilettiğini söyledi.

‘Özgürlük günleri yakındır’

Hınca hınç dolu olan ve giderek kalabalıklaşan miting alanının her tarafı Kürdistanî renklerle donatılmıştı. Sıfırın altında seyreden hava sıcaklığı ve aşırı soğuğun nefesleri bile dondurduğu alandaki eylemciler, Kürt Halk Önderi Öcalan ve Kürt değerlerinden oluşan sembolleri hep yüksekte tuttu. “Başkan Apo’suz Yaşam Asla”, “İrademizi Kıramazsınız”, “Faşist Erdoğan” sloganlarını hiç eksik etmeyen Kürdistanlı anaların kucaklarında sıkı sıkı tuttukları şehit evlatları ve PKK’nin şehit öncü kadrolarının fotoğrafları dikkat çekiyordu. Taşınan pankartlardaysa, “Önder Apo Gerillanın Umudur” “Seni de Bitireceğiz Erdoğan”, “Öcalan’sız Yaşam Asla” ifadeleri yer alıyordu.

Bu arada Kürtçe’nin Soranî lehçesinde bir konuşma yapan Kürdistan Ulusal Parlamentosu (KNK) Başkanı Kemal Tahirzade Kürt halkının milyonlarla Kürt Halk Önderi Öcalan’ı karşılayacağı günlerin yakın olduğunu söyledi. “Böyle bir Önderleri olduğu için Kürt halkı çok şanslıdır” şeklinde konuşan Tahirzade, “Bugün burada ve dünyanın dört bir yanında Kürt halkı bir ağızdan ‘Biz varız, özgürlük yükü sırtımızda ve biz bunu başaracağız’ diye haykırıyor. Bunu, dünya duymak zorunda ve Kürtlerin iradelerine saygı göstermek zorundadır”dedi.

Soğuğun inatçılığı sökmedi

Avrupa’nın dörtbir yanından 500’e yakın otobüs ve özel araçlarla akın akın Strasburg’a gelen Kürdistanlılar, mitingin ilerleyen saatlerinde alanın her tarafını doldurmuştu. Soğuğun inatçılığı, katılımcıların “Bê Serok Jiyan Nabe”, “PKK Halktır Halk Burada” sloganlarına bir an bile engel olamadı.
Tertip komitesinin verdiği bilgiye göre, mitinge gelmek için yola çıkan çok sayıda araç kar ve kötü hava şartları nedeniyle yollarda kaldı ya da gecikmeli olarak alana ulaştı.
Mitingde coşkunun doruğa çıktı anda ise Öcalan’ın Avukatı Mehmet Bayraktar sahneye çıktı. Avukat Bayraktar’ın konuşması, Öcalan’ın selamlarını Kürdistanlılara ilettiği bir konuşma niteliğindeydi. Sözleri sloganlarla kesilen Bayraktar, Kürt Halk Önderi Öcalan’ın mesajlarını okudu.
Daha sonra mitingde BDP Milletvekili Emine Ayna da söz aldı.
Ayna konuşmasında, Kürtlerin dünyanın her yanında kendi özgürlük mücadelesini bitirmeye çalışan komploculara karşı ayakta olduğunu belirtti. “15 Şubat, Kürt halkının tarihinde bir milattır” diyen Ayna, “Türk devleti inkarcı, imhacı zihniyeti ile Kürt halkının mücadelesine son darbeyi 15 Şubat komplosu ile vurmak istedi. Ama gerek Sayın Öcalan, gerek PKK gerekse de Kürt halkı topyekün olarak mücadele ile bu komployu boşa çıkardı” dedi. Konuşmasında Türk devletine seslenen Ayna, Kürt sorununun PKK sorunu olmadığını, PKK’yi bitirerek Kürt sorununun çözülemeyeceğini söyledi. Ayna sözlerine şöyle devam etti: “Siz PKK’yi ortadan kaldırarak Kürt sorununu çözemezsiniz. Bizler Kürt halkı olarak mücadelemize devam ederiz. Eğer Türk devleti bugün inkarcı politikasından vazgeçmek zorunda kaldıysa, bu Kürt halkının gösterdiği iradenin sonucudur. Bu irade dünyaya şunu net olarak gösterdi ki, Öcalan’sız, PKK’siz çözüm olmaz”.

‘Terör listelerinin’ ABD ve Avrupa ülkelerinin çıkar ilişkilerine göre düzenlendiğini söyleyen Ayna, bu listelerin gözden geçirilmesini istedi. 15 Şubat Komplosu’nun sadece Kürtlere değil tüm Türkiye halklarına karşı yapıldığını söyleyen Ayna, bu komploya karşı tüm Türkiye halklarının birleşerek mücadele etmesi gerektiğini de söyledi.

Sinevizyon gösterimi ilgiyle izlendi

Çok yoğun bir ilginin olduğu, başta Fransız basını olmak üzere Türkiyeli basının da izlediği mitingde gösterilen sinevizyon gösterimi alanda büyük bir heyecan yarattı. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın konuşmalarından kesitler ile Özgürlük şehitleri ve PKK gerillarınının görüntülerinden kesitlerin verildiği sinevizyon gösteriminde eylemciler sık sık, “Yaşasın Başkan Apo”, “PKK Halktır Halk Burada”, “Başkan Apo’suz Yaşam Asla” sloganlarını attı.

Koma Civakên Kurdistan (KCK) Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’ın 15 Şubat Komplosu ile ilgili değerlendirmesinin sinevizyon aracılığı ile halka aktarıldığı mitingde, Koma Jinên Bilind, Komaleyên Ciwanan temsilcileri, Partiya Jiyana Azad Başkanı Hecî Ehmedî ve Kürt-Fransız Dostluk Derneği Temsilcisi Bernard Revelun da birer konuşma yaptı.
TEVÇAND sanatçıları, Dîno, Peyvan ve Canê’nin de direniş türküleri ile sahne aldıkları miting Koma Berxwadan’ın parçaları ile saat 17.00’de sona erdi.

‘Halklara karşı yapılmış bir komplodur’

15 Şubat Uluslararası Komplosu’na ilişkin yazılı bir açıklama yapan Almanya Süryani Konfederasyonu Başkanı Aslan Karataş, konfederasyon olarak 15 Şubat Uluslararsı Komplosu”nu kınadıklarını belirterek, “15 Şubat Uluslararası Komplosu Öcalan şahsında tüm ezilen halkara karşı yapılmıştır” dedi. Uluslararası Komplo’nun, sadece Öcalan’a değil, Ortadoğu’da yaşayan tüm ezilen halklara yönelik gerçekleştiğini belirten Karataş, “Türk devletinin Kürt sorununu demokratik ve barışçıl yollar ile çözmesi gerekiyor. Kürt sorunu barışçıl yollarla çözüldüğü takdirde; bu, Türkiye’de yaşayan tüm ezilen halkların ve Türk halkının yaşadığı sorunların da çözümü olacaktır” dedi. Süryani halkı olarak Kürt halkı ile iç içe yaşadıklarını hatırlatan Karataş, “Ezilen bir halk olarak, Kürt halkının yanındayız” dedi.

MURAT ALPAVUT/EVİN AKSOY/SAİT ÖZTÜRK

YENİ ÖZGÜR POLİTİKA

14 Şubat 2010 Pazar

Milli Bakiye Açılımı


"Demokrasinin ön koşulu, kürsüdeki hariç bütün dokunulmazlıkların kaldırılması; siyasî partiler ve seçim yasalarının değiştirilip barajın sıfırlanması; ön seçim, tercihli oy ve millî bakiye gibi mekanizmaların hayata geçirilmesidir..."

Kadir Cangızbay
Prof. Dr. Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi.
kcangiz@gazi.edu.tr

Seçmenin yüzde 26’sıyla Meclis’in yüzde 66’sı kapatılabiliyor; oyların yüzde 45’i, seçmenin de yüzde 60’ı Meclis’e yansımayabiliyor: Hepsi yüzde 10 barajının cilveleri. Ne ön seçim, ne de tercihli liste; parti lideri nihaî tek seçici; tek ilke ise, lidere biad/itaat; zira, milletvekili dokunulmazlığı büyük imtiyaz: Elde etmek/elden kaçırmamak için çok şey verilir. Hele parti yeterli çoğunluğa sahipse, lider artık bir monark: Hangi yasa çıkartılıp, devletin/meclisin başına kim getirilecek, her şey iki dudağının arasında. Eğer bu, ‘seçilmişlerin demokratik iktidarı’ ise, “daha fazla demokrasi” diyenin kastettiği de olsa olsa daha fazla monarşi/otokrasi olabilir.

Demokrasinin ön koşulu, -kürsüdeki hariç- bütün dokunulmazlıkların kaldırılması; siyasî partiler ve seçim yasalarının değiştirilip barajın sıfırlanması; ön seçim, tercihli oy ve millî bakiye gibi mekanizmaların hayata geçirilmesi. İlk yapılacak olan, işte bunlar; yoksa, ‘Kürt açılımı’ ve ‘millî birlik-bütünlük’ten söz etmek, ahlâkî ve mantıkî tutarlılığın ‘eksi sonsuz’u: Yüzde 10 barajı antidemokratik olmanın ötesinde, Kürtlerin Kürt olarak/kalarak Meclis’e girmesini engellemeye yönelik hem ırkçı, hem de bölücü bir düzenleme. Bu baraj, aynı zamanda siyasete siyaset dışından (silahlı-silahsız) her türlü müdahaleye zemin hazırlayan bir mekanizma: Alınan oy ile bunun Meclis’e yansıması arasındaki fark ne kadar büyükse, rejimin demokratik meşruiyeti de işte o kadar zayıf. Temsildeki adaletsizliğe bir de parti içi demokrasi yokluğunu ekleyin, Meclis’teki sayısal üstünlük, demokratik meşruiyet eksikliğine dönüşüyor; ki, bu da her türlü darbe/müdahale düşünce, tasarı ve girişimi için en mümbit zemin.

Korsan kapitalizm

Mevcut seçim sistemiyle siyasal partiler kanununu değiştirip milletvekili dokunulmazlığını sınırlandırmak: Bunlar için, değil yeni bir anayasa, bir anayasa değişikliği bile gerekmiyor. İşe buradan ve hemen şimdi başlamayıp, illaki yeni bir anayasa diye tutturmak, aslında ipe un sermek.

Bunlar, güya darbe anayasasına karşı, ama darbenin getirdiği düzenin de en büyük müstefidleri: Halka siyaset, emekçilere de sendikalaşma yasağı (nüfus 40 milyon iken sendikalı sayısı 2,5 milyon, şimdi 850 bin); en az yüzde 50’si kayıt dışı bir ekonomi; özelleştirme, taşeronlaşma vs... aracılığıyla ve milyonlarca ‘terör göçmeni’ sayesinde, toplumsal çatışmaların eksenini kaçak, sigortasız, güvencesiz ve can güvenliksiz çalışanlarla, daha kötüsüne de razı işsizler arasına kaydırıp etnik renklere de boyayan tam bir ‘korsan’ kapitalizmi; yani darbeyi yaptırtanların bile rüyalarını aşan bir neo-liberalizm.

Bir de şunu not edelim: Demokrasi, anayasa -isterse en demokratiği olsun- üzerinden ısmarlama bir şekilde kurulamayacağı gibi, en köklü demokrasiye sahip İngiltere’nin yazılı bir anayasası bile yoktur ya da demokrasi, önceden tasarlanmış ideal bir çerçevenin içini doldurarak kurulacak bir yapı değil, mevcut çerçevenin dar geldiği an ve nokta itibariyle yıkılıp aşılması şeklinde gerçekleşebilecek bir süreçtir. Bidayette ‘Kürt açılımı’, sonunda ‘demokratik açılım’ı; ancak araya ‘kardeşlik ve millî birlik projesi’ de girer: Projeyle, yani önceden planlanıp belirli teknikler uygulayarak kurulabilecek en son şey, kardeşlik ve birlik-beraberliktir. Projeler ancak nesneler/manipüle edilebilecek nesne konumuna indirgenmiş insanlar üzerinde uygulanır: İster kardeşlik olsun, isterse de birlik-beraberlik, ancak eşit özneler arasında var olabilir. Ayrıca birileri arasında kardeşlik kurulmak isteniyorsa, bu aynı zamanda ortada bir düşmanlık ve çatışma var demektir.

Burada ima edilen ise Kürt-Türk düşmanlığı/çatışmasıdır. Oysa, Türkler ile Kürtler arasında sırf Kürt ya da Türk olmaktan kaynaklanan özsel bir çatışma/düşmanlık yoktur. Ama olsun, çağ globalleşme çağıdır, Yeni Dünya Düzeni’nin dayatmak istediği paradigmada da birbiriyle çatışacak olanlar artık sınıflar değil, ‘Medeniyetler (kültürler, dinler, mezhepler, kültürler, etnisiteler, diller vb...)’dir: Herkes kimliğine sahip çıkmak adına kendi kendisini kendi kompartımanına sıkı sıkıya hapsetsin ki, vagon koridorları tümüyle insansızlaşırken, uluslar-üstü sermaye de hiçbir engelle karşılaşmaksızın katarın tümünü bir uçtan bir uca kat ve kontrol edebilsin.

‘Oto-oryantalist yaklaşımlar‘

Yeni Dünya Düzeni’nde, insanlar kendi kendilerini ‘kimlik’ temelinde tanımlamaya çağırılır: ‘Vatandaş olarak insan’ hem söylem, hem de siyasal pratik düzleminde geri plana atılacaktır. ‘Vatandaş olarak insan’, aydınlanmanın insanıdır; yani hukuken vatandaş, ahlaken de dünyadaş olarak insan: En başta Tanrı olmak üzere hiç kimsenin kulu/kölesi olmayan, kendisini tanımlayıp değerlendirmek için kendisi dışından hiçbir referansa başvurulmayan, sevilecekse de, dövülecekse de bunun ‘yaratandan ötürü’ yapılmayacağı bir insan.

Buradaki insan, birey olarak da, kendi dışından verilmiş (cinsiyet, ırk, deri rengi, dil, din, mezhep vb...) hiçbir şey referans alınmayacak olan insandır. Yeni Dünya Düzeni ise, insanı ‘Aydınlanma-öncesi’ne geriletme peşindedir; işte bu yüzden de işi ‘Aydınlanma-öncesi’nde kalmış unsurlarla götürmek zorundadır. Gazze’de katliam yapmasın diye İsrail’e bir dünyadaş olarak değil de Tevrat’ın “öldürmeyeceksin”i aracılığıyla ‘insan-dışı’ndan seslenmek ya da “Müslüman soykırım yapmaz” demek ile ülke problemlerini etnik/mezhepsel parametreler üzerinden okuyup çözmeye soyunmak arasında yapısal bir bağ vardır. Ayrıca, Kürt, Alevî, Roman vb... türünden açılımlar ve çalıştaylar, sadece kimlikler-ötesi bir vatandaş kavramına ulaşamamışlığın göstergesi değil, farklı kültürden insanları birer inceleme nesnesi olarak gözlemlenip tasviri çıkartılacak tuhaf canlı türleriymiş gibi gören oto-oryantalist yaklaşımlardır da.

Devletin şekerini almayan çocuklar

Adı ister Kürt/demokrasi açılımı, ister kardeşlik-birlik projesi olsun, esas hedef askerî yoldan yok edilemeyen PKK’yı, diplomatik manevralarla desteklenmiş bir halkla ilişkiler kampanyasıyla tasfiye etmektir: Çeyrek yüzyıllık paradigmada hiçbir değişiklik yoktur; yani, bütün kötülüklerin başı PKK’dır ve ne şekilde olursa olsun ortadan bir kaldırılabilse/etkisiz kılınabilse her şey düzelecektir. Kandil’den inişler için ABD’nin Erbil yönetimi üzerindeki nüfuzundan yararlanılacak, Türkiye Kürtleri ise din kardeşliğinin de yedeğinde TRT-6, Ahmedi Hani’ye bir iki atıf, Ahmet Kaya’ya mezar, birkaç köyle kasabaya Kürtçe adları, Şivan Perver’den konser vb... türünden birkaç elma şekeriyle tavlanmaya çalışılacaktır.

Ancak bu plan işlemez; zira PKK sadece bir örgüt olmadığı gibi, PKK’lılık da artık siyasal bir tercih olmanın çok ötesine geçmiş toplumsal-kültürel bir olgudur: Polise taş atan çocuklar “bunu para karşılığı yapıyorlar”a inansanız bile, 7-8 yaşındaki çocuklar -onca yoksulluk ve yoksunluğa rağmen- polisin Nevruz’da dağıttığı şekerleri yıllardır niye almıyorlar dersiniz. PKK’yı örgüt olarak tasfiye edip, PKK siyaseti güdenlerin tümünü hapse atsanız bile devletin şekerini-çikolatasını reddeden çocukları analarının karnına geri sokamazsınız ve de onlar büyüdüler/büyüyecekler.

Bu durumda yapılacak şey, PKK’nın kitle tabanının üzerine gitmek değil, Türkiye’de siyasetin topyekûn silahsızlandırılması, yani eli-beli silahlı olmanın siyaset üzerinde belirleyici olmaktan çıkartılmasıdır; ki, bunun için de her şeyden önce askerin siyaseti bırakmasını sağlamak gerekir. Ama, ne asker “siyaseti bırak” demekle siyaseti, ne de PKK “silahını bırak” demekle silah bırakır. Siyaset alanı, halkın bütününe ve bütün fikirlere öylesine açılmalıdır ki, bu alana girebilmek için insanlar silaha sarılmak/sarılanların gölgesine sığınmak zorunda kalmasın ve de halk tarafından öylesine tıka basa doldurulsun ki, eli/beli silahlılar bu alana sızıp kendilerine bir yol/yer açma imkanı bulamasın.

Askerî yönetimlerin demokratik olmadığı açıktır; ama, yönetimin sivil olması da demokratikliğin garantisi değildir. Sivilleşmeyi bizatihi demokratikleşmeymiş gibi gösterip, siyaseti de asker-sivil karşıtlığı üzerinden formüle etmek ise, sermayedar-işçi/işsiz çelişkisini maskelemek üzere tezgâhlanmış ideolojik bir tuzaktan başka hiçbir şey değildir. Hele, sivilleşmeyi askerin siyaset üzerindeki etkisini başka bir silahlı güçle kırmaya bağlamanın götüreceği yer, siyasetin topyekûn silahlılaşması, yani bir iç/sivil savaş (guerre civile; civil war) da olabilir.

Oysa yapılması gereken, siyasetin topyekûn silahsızlandırılması, bunun için de siyaset alanının son noktasına kadar halka açılmasıdır; yani, yetersiz ama zorunlu bir ilk adım olarak sıfır barajlı, ‘millî bakiye’li, ön seçimli, tercih sıralamalı bir seçim sistemi ve bunun yanı sıra dokunulmazlıkları kaldırıp milletvekilliğini genel başkanın iki dudağı arasına sıkışmış imtiyazlı bir statü olmaktan çıkartmak.
----------------------
25 Ocak 2010 Pazartesi, 00:30 Kadir Cangızbay AÇIK GÖRÜŞ [Star gazetesi]

TÜRKİYE'NİN KARANLIK TARİHİ AYDINLATILMALI


*TÜRKİYE'NİN KARANLIK TARİHİ AYDINLATILMALI*

*GERÇEKLER ORTAYA ÇIKARILMALI*

*DEMOKRATİKLEŞMENİN ÖNÜNDEKİ ENGELLER TEMİZLENMELİDİR*

Açığa çıkan darbe planlarıyla tansiyonun sürekli olarak yükselip düştüğü
ülkemizde; sürdürülen tartışmalar, hükümet ve muhalefet partilerinin
süren kapışması ve askerlerin müdahil olduğu çekişmeler devam ediyor.
Ancak darbeyle, darbecilerle hesaplaşmak; karanlıkları aydınlatmak ve
demokratikleşme doğrultusunda bir ilerleme sağlanamıyor. Demokratikleşme
sorunlarını ve askerlerin süregelen hegemonyasını çeşitli vesilelerle
gündemden düşürmeyen ve her soruna bir "açılım" sunan 8 yıllık AKP
hükümeti, gerekli adımları atmak yerine, demokratikleşme sorunlarını
kendi hegemonyasını daha da güçlendirmenin dayanağı yapmaya devam ediyor.

*AKP hükümeti, Türkiye'nin aydınlatılması gereken karanlık tarihini,
siyasi cinayetleri gündem bile yapmıyor. DTP'nin kapatılmasından sonra
BDP'ye de göz açtırılmazken, CHP, statükoyu koruma ve karanlıkları
muhafaza etmede MHP ile yarışmaya devam ediyor. Katledilen aydınların
üstü kapatılan davaları, devletin arşivlerinde tozlanmaya terk ediliyor.
Abdi İpekçi'nin katili Ağca, arkasındaki güçler açığa çıkarılmadan
salıverilirken, işlenen onlarca cinayetin ve kitle katliamı unutturulmak
isteniyor.*

Aydın, gazeteci ve politikacı cinayetlerindeki kontrgerilla parmağı,
devletin rolü irdelenmiyor. Çeteleşme, "faili meçhul" cinayetler,
ırkçılık, provokasyon ve tertipler, devletten bağımsız kişi ve çetelerin
girişimleri olarak sunulurken*, "kurumları yıpratmayalım"* propagandası
eşliğinde, Susurluk olayın da olduğu gibi, gerçeklerin üzeri kapatılarak
sistem aklanmaya çalışılıyor.**

*Böylece, Türkiye halkının karanlık ve acılarla dolu tarihiyle
hesaplaşması engellenirken, AKP hükümeti, Hrant Dink cinayetinde
kullanılan tetikçilerin yakalanmasını büyük başarı olarak görmemizi ve
yaşananları bir adli vaka olarak sineye çekmemizi istiyor.*

Kontrgerilla, JİTEM, Özel Harp Dairesi, MİT, Özel Kuvvetler, Koruculuk
gibi organizasyonları aklayarak, bunları kendi iktidarının zemini haline
getirmek isteyen AKP hükümeti, destekleyerek devasa bir güç haline
getirdiği yandaş medyaya dayanarak, yanılgı ve beklenti içindeki
çevrelerin de desteğiyle "demokratikleşme" yanılgısı yaratmaya devam
ediyor. Ancak işkenceyle öldürüldüğü halde "duvardan düştü" denilen
*Metin Göktepe* davasında olduğu gibi, halkın ısrarlı takibi ve
mücadelesi, karanlıkları aydınlatacak tek güçtür.

*Öte yandan, yargı, hukuk ve 'adalet', egemen güçlerin farklı
kliklerinin birbirlerine karşı yürüttükleri iktidar mücadelesinin unsuru
haline gelmiş, yargı bölünmüştür. Şemdinli ve büyük bir gürültüyle
başlayan Ergenekon Davası'ndaki gelişmelerin de gösterdiği gibi,
mahkemeler halkın güvenini yitirmiştir.*

Ergenekon Davası Türkiye'nin karanlık tarihinin; darbelerin,
darbecilerin, kontrgerillanın, JİTEM, Özel Harp Dairesi, MİT, Özel
Kuvvetler, Koruculuk gibi devlet örgütlenmelerinin ve bunlar eliyle
işlenmiş katliam ve tertiplerin ele alındığı ve yargılandığı bir dava
olmaktan uzaktır. 'Faili meçhul' dosyalar açılmamış; Maraş, Çorum, Sivas
katliamları, 1 Mayıs 77 katliamı ve diğer suikastları açığa çıkaracak,
Kürt bölgesindeki 'faili meçhulleri', asit kuyularını ve katliamları
aydınlatacak bir yola girilmemiştir. Askerlerin sivil mahkemelerde
yargılanmasını engelleyen *Anayasa Mahkemesi* kararından sonra,
*Ergenekon Davası* üzerinden çete organizasyonlarıyla hesaplaşmanın
koşulları hepten ortadan kalkmıştır.

Kısaca özetlediğimiz bu tablo bile, Türkiye'nin ne denli kaygı ve endişe
verici bir durumda olduğunu gösteriyor.

*Gerçek şu ki, darbelerin de, sermaye hükümetlerinin de asıl balyozu
halkın ekmek ve özgürlük mücadelesinin üstüne inmeye devam ediyor.
1950'li yıllardan bu yana hazırlanan tertipler, halktan gizlenen tüm
bilgiler ve arşivler bağımsız kişi ve kurumlardan oluşan kurullar
tarafından incelenip, tüm ilgililer sorgulanmadan, Türkiye'nin karanlık
tarihini aydınlatmak, demokratikleşmenin önünü açmak, darbecileri
yargılamak ve darbeleri engellemek de mümkün değildir.*

Ancak, 15-16 Haziran işçi direnişi, DGM'leri ihtar, 1 Mayıs 1977, 89
Bahar eylemleri, Zonguldak işçi direnişlerinin esinlediği gibi bugün de
işçilerin, emekçilerin, Kürt halkının, Alevilerin, kadınların,
aydınların ve gençlerin demokratikleşme mücadelesi; kamu emekçilerinin
25 Kasım Grevi, TEKEL işçilerinin direnişi ve 4 Şubat Genel Dayanışma
Grevi ve siyasi cinayetlerin aydınlatılması amacıyla bir araya gelen
ailelerin girişimleri, irili ufaklı direnişler ve atılan adımlar
yürünmesi gereken yolu ve çözümün adresini de göstermektedir.

*Bizler, demokratikleşme, bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinde yer alan
aydınlar, akademisyenler ve sanatçılar olarak, bu gelişmeler ve
Türkiye'nin sürüklendiği karanlık süreç karşısında daha güçlü bir
harekete ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz. Umutların daha da büyütülmesinde
olanak, birikim ve enerjimizi, zaman yitirmeden birleştirmek gerektiğine
inanıyoruz. *

*DARBE, TERTİP, LİNÇ, IRKÇILIK, PROVOKASYON DEĞİL*

DEMOKRASİ, BARIŞ VE KARDEŞLİK KAZANSIN

**

• Türkiye tarihindeki tüm provokasyonlar, tertipler, katliam ve
cinayetler, 12 Eylül askeri darbesi başta olmak üzere bütün darbeler,
plan ve girişimler soruşturulmalı; darbeciler, sorumlu kurum ve kişiler
açığa çıkarılmalı, cezalandırılmalıdır.

• *Türkiye demokratikleşmeli; basın, düşünce ve örgütlenme özgürlüğü
önündeki tüm engeller kaldırılmalı, parti kapatmalara son verilmeli, tam
siyasal demokrasi sağlanmalıdır.*

• Kriz Yönetim Merkezi lağvedilmeli, Millî Güvenlik Siyaset Belgesi
kaldırılmalıdır. TSK'nın siyasete müdahalesi son bulmalı, darbelere
kaynaklık eden İç Hizmet Kanunu kaldırılmalıdır.

• *Kontrgerilla hakkındaki araştırma ve yargılama hiçbir yasayla
sınırlandırılmamalı; arşivler ve 'kozmik odalar' açılmalı, JİTEM, Özel
Harp Dairesi, Özel Kuvvetler, Koruculuk dağıtılmalı, polise öldürme ve
işkence yetkisi veren PVSK kaldırılmalı, keyfi dinlemelere son verilmeli
ve özel hayatın dokunulmazlığı sağlanmalıdır. *

• Doğan Öz, Cavit Orhan Tütengil, Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Abdi
İpekçi, Çetin Emeç, Turan Dursun, Bahriye Üçok, Musa Anter, Vedat Aydın,
Ahmet Taner Kışlalı, Kemal Türkler, Namık Tarancı, Hrant Dink ve tüm
aydın, gazeteci ve politikacı cinayetlerindeki kontrgerilla parmağı
açığa çıkarılmalıdır. 1938 Dersim, 1 Mayıs 1977, Maraş, Çorum, Sivas
katliamlarının dava dosyaları yeniden açılmalı, hala OHAL koşullarından
kurtulamayan Kürt bölgesinde gerçekleştirilen toplu katliamlar, 17 bin
'faili meçhul' cinayet ve suikastlar açığa çıkarılarak sorumluları
cezalandırılmalıdır.

• *Bunun için parlamento dışı kurumlardan; aydınlardan, emek ve meslek
örgütlerinden oluşan bağımsız ve özel yetkilerle donatılmış, sadece
halka karşı sorumlu olan* "Karanlıkları Aydınlatma Komisyonu"*
kurulmalıdır. Bu komisyon karanlıkta kalan tüm davaları araştırmalı,
belgeleri incelemeli ve sonuçlandırmalıdır.*

• Kürt halkı kendi kaderini belirleme hakkına sahip olmalı, Kürt
sorununun tam hak eşitliği temelinde demokratik çözümü sağlanmalı, Kürt
halkının dil, kültür ve özgürlük talepleri karşılanmalıdır.

• *Örtülü ödenek kaldırılmalı ve örtülü ödeneğin Yassıada'dan bu yana
nerelere harcandığı açıklanmalıdır.*

• Bir dini inanca tanınan ayrıcalık, dini inançlar üzerindeki baskı ve
ayrımcılık son bulmalı; Aleviler başta olmak üzere tüm inanç gruplarının
laiklik kapsamındaki hak ve özgürlük talepleri karşılanmalıdır.

• *Kadınların özgürlüğü; siyasal, sosyal ve ekonomik alanda tam eşitliği
sağlanmadan gerçek bir demokrasiden söz edilemez.*

• Irkçılık yasaklanmalı, linç, provokasyon ve kışkırtma girişimleri,
halka karşı işlenen suçlar açığa çıkarılmalı, sorumluları
cezalandırılmalıdır.**

• *Onlarca yıl hapis cezalarına çarptırılan çocukların da yargılandığı,
muhalif siyaseti "terör" diye etiketleyen hukuk garabeti Terörle
Mücadele Kanunu kaldırılmalıdır.*

• Anti-demokratik tüm yasalar kaldırılmalı, darbe Anayasası yerine
demokratik yöntemle belirlenmiş halk temsilcilerinin oluşturduğu kurucu
meclis eliyle demokratik bir anayasa hazırlanmalıdır. **

-----------
EMEK PARTİSİ
http://www.emep.org/ - emekpartisi@emep.org
Tarlabaşı Bulvarı Kamer Hatun Mah.
Al Hatun Sok. Emek Ap. No:25 Beyoğlu

Tlf: 0212 361 25 08 (2 Hat)
Fx : 0212 361 25 12

12 Şubat 2010 Cuma

AÇILIMA YAZARLARIN, SANATKÂRLARIN DAVETİ



Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Başbakan Erdoğan’ın açılım konusunda fikirlerini almak için yazarları, sanatkârları davet ettiğini AK parti milletvekili Çelik basına duyurdu. Şair Hilmi Yavuz bu hususta fikrini açıkladığı makalede isabetli bir yorumda bulunmuş. Ben de 2005’ de Başbakan’a gönderdiğim bir mektupta benzeri bir teklifte bulunmuştum. 13.08.05 Sabah gazetesinde Erdal Şafak bu tavsiyeme dokunmuş, Kürt aydınlarına, sanatkârlarına çağrı yapıp, diyalog yapılmasının uygun olacağını yazmıştı.

Eski Yunan filozoflarından Platon (Eflatun) DEVLET (Etat) adlı eserinde devletin filozoflar tarafından idaresinin sağlıklı olacağını dile getirmişti. Demokrasi adına populist temsilcilerinin hatalı karar verdiklerini, neticede SOKRAT’ın Baldrian zehiri ile ölüm cezasına çarptırıldığını ve SOKRAT’ın savunmasını açıklamıştı.

Siyasi tarihte iddia edilen bir Atasözü vardır. ‘’Her millet layık olduğu idareyi bulur’’. Demokrasinin tecelli ettiği devletlerde vatandaşın oyu ile temsilcileri ve devlet başkanları seçilir. Türkiye’de de devlet başkanları iki yolla belirlenmiştir. Birini askerler tayin etmiş ve Türkiye 50 seneye yakın Orgeneraller tarafından idare edilmiştir. 30 seneye yakın ise seçimle gelen başkanlar tarafından. Türkiye’de pek filozof yetişmediği için, Atatürk hariç yüksek kalitede devlet adamı idaresine kavuşmamıştır.

Kürt sorununun çözümü için yapılan davetten beklenilen nedir?. Türkücülerin, şarkıcıların ne gibi siyasi fikirleri olacağını çok merak ediyorum. Onların aşk şarkıları ile Kürdistan’daki gençlere sevgi aşılayıcı katkıları olabilir. Onlardan çözüm önerileri beklemek safdillik olmaz mı? Tiyatro ve sinema artistlerinin bilgi hazinelerinde belki söyleyebilecekleri olabilir. Politik düşünceleri olan yazarların bu davete katılıp katılmayacaklarına şüphe ile bakıyorum. Mesela Yaşar Kemal devlet ödülü almak için dahi Çankaya’ya gitmekte tereddüt etti. Sonra fikirlerini yabancı bir dergiye açıkladığı için beş sene mahkeme kararı ile bu mevzularda konuşma yasağı almıştı.

Bu daveti ilk duyduğumda bayağı sevinmiştim. Fakat davetliler listesini duyunca hayal kırıklığına uğradım. Bu mevzuda onlarca makale yazmış, bir ilim adamı olarak, 50 sene Avrupa’da yaşayıp insan haklarının neler olacağını bilen, yaşayan bir aydın olarak söylenmesi lazım gelen bir kaç noktaya değinmek istiyorum.

1- En mühüm addediğim bir mevzu Kürtlerin kültürel durumudur. 80 sene boyunca Kürt kültürünün gelişmesi TC. Hükumetleri tarafından felce uğratılmıştır. Bugün okul müfredatına Aleviler girmiş olmasına rağmen ne Edebiyat, ne Tarih , ne sanat mevzuunda Kürtlerden bahsedilmemektedir. Kürtler yokmuş gibi tek kelime ile bahsedilmemektedir. Bu ZULMÜN sona ermesi gerekir.

2- ANADİL’de eğitim’in , seçmeli ders olarak dahi yapılması açılım paketinde yok. Almanya’daki Türk gazetelerinde Türkçe eğitim hakkında yapılan vaveylaları Türkiye’deki iktidar ve muhalif siyasiler görmüyorlar. Bu utanç verici durumdur.

3- Almanya’daki Türkler Alman vatandaşı olmadıkları halde seçim hakkı isterken Kürt temsilcilerinin meclise girmesini önlemek için seçim barajından iktidar ve muhalif partiler neden vazgeçmiyorlar?.

4-
Yurtdışında yaşayan vatandaşların anayasal hakları olan genel seçimlere iştiraklarını, Kürt temsilcilerinin gelmesi ihtimalinden korkarak, bu hakkı kullanmamaları için her türlü bahaneyi mübah addetmektedirler.

5- AK partisinin meclisteki çoyunluğuna dayanarak her istediğini yapamayacağını söyleyen muhalefet, aydınlar Türkiye’de çoğunluk Türk kökenlilerde olduğu için her hakkın onlarda olduğunu matlup sayıyorlar. Kıbrıs’ta çoğunlukta olmayan Türklerin federatif bir devlet yönetimi istemeleri, Kosovada’ki Türklere anayasal hak istemeleri çelişkilerin en barizi sayılmaz mı? Çoğunluk Türk asıllılarda olduğu için eğitim Türkçe olmalıdır. Damarlarındaki asil kan(!) onlara ‘’Ne mutlu Türküm diyene ‘’ yi mübah görürken dağa taşa ‘’Ne mutlu Türküm diyene’’ yi dayatması normal sayılıyor. ‘’Varlığım Türk milletine armağan olsun’’ demelerine Kürtler mecbur ediliyor. Asimilasyon politikası sayesinde Kürtlerin % 60 ı Kürtçe bilmiyor.

6- Daha bir çok haksızlıkları dile getirebilirim. Fakat ben bu açılım davetinden pek bir şey beklemiyorum. Bu davete cesaret ettiği içinde Erdoğanı kutluyorum. Değil popüler şahsiyetlerin, diğer davetlilerin yaratıcı fikirleri olmadığı gibi Türkler arsındada yaratıcı çözüm önerileri olmadığını biliyoruz. Erdoğan ve diğer fikir serdedenlerin muhalefetten öneriler beklentisini safca buluyorum. Batının gelişmesinde yaratıcı filozofların etkisi vardır. Bu durumu eski Yunanda dahi tesbit etmişlerdi. Meclisin seviyesi meydanda. Mahalle çocuklarının yapabileceği kavgalar, köşe yazarlarının, cüppeli pofesörlerin seviyesi meydanda. Polemikler, demagojiler makbul. Konuların şahsileştirilmesi, duygusallaştırılması batıda makbul sayılmaz. Almanca’da SACHLİCH’ diye bir kelime vardır. Bunun Türkçede pek karşılığı yok. Objektif yahut nesnel manasına gelir. Objektif kelimesi ise yabancı dillerden alınmış ve bizde pek geçerliliği yok. Türkler layık olduğu siyasisine, basınına, aydınına sahip. Fazlasını beklemek saflıktır. Batıda askeri ve siyasi vesayet yok. Bizde batıyı beğenmeyen HAMASİ söylemler makbuldur.

7- Türklerin gücünün artık Kürtlere de geçmediğinin, Fıratın ötesinde Kürtlerin bilinçlendiği ve bölünmüşlüğün de facto gerçekleştiğinin farkında olmayan siyasiler direnmekteler. Erdoğan bu açılımla tek dil, tek vatan, tek millet söylemiyle zevahiri kurtaracağını zannediyor. Ecevit Kürtleri Karadeniz bölgesine gönderelim fikrinde bulunmuş. Mümtaz Sosyal Kürtleri güney Kürdistan’a sürelim diyor. MHP ikinci bir millet yaratılmak isteniyor diyor. Kürt milletinin varlığını hala inkar etmekten vaz geçmiyor. Büyükanıt ‘’Ne mutlu Türküm demeyen, vatan hainidir’’ diyor. Türklerin ve Kürtlerin büyük fotoğrafını gören siyasiler namevcut.

8-
İngilizlerin Lozan’da Kürtleri dörde böldüklerini ve bu problemin ancak aslına rücu ile çözülebileceğini kimse dile getirmeğe cesaret edemiyor. Türkler Türkiye’nin hakiki sahipleri olduğuna, Kürtlerden üstün bir millet olduklarına inanıyorlar. Davetlilerin hiç birinden ‘’ Kürtlerde Türklerle eşit haklara sahip olmalıdır ‘’ söylemi beklenmemelidir. Bunu söyleyen AB ve ABD ,yahut Kürt aydınları bölücü olarak addediliyor. Türkler kibirci psikolojiden kurtulmadığı takdirde Türkiye bölünmeğe, yahutta iç harp çıkmasına sebep olurlar.

Birlikte yaşam projesi çok emek gerektirir. Akıllı fikirlere, akıllı insanlara ihtiyaç var. Temel sorunda bence budur. Vermesse Mabut, neylesin Mahmut. Ne demokratik açılım, ne Ekonomik yatırımlar (Para), ne de silah Kürtlerin kırılmış ONURLARINI tamire yetmez. Kürtlerin de saygın bir millet olduğunu kabullenmek bir zaruretir.


Köln,07.02.10

Öcalan: Komplo boşa çıkarılmıştır!



ANF HABER MERKEZİ - Türkiye’ye getirilişinin 11. yıldönümünü değerlendiren Öcalan, “Komplonun 12. yılına girilirken komplo boşa çıkarılmıştır. Bu kesin olarak anlaşılmıştır. Bu benim buradaki sabırlı duruşum ve halkımızın ortak çabasıyla gerçekleşmiştir” dedi.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, avukatlarıyla görüştü. Edinilen bilgilere göre görüşmede Mardin’de düzenlenen İnanç çalıştayına değinen Öcalan, “Önemli olan bu çalışmaların pratikleştirilmesidir. Bu çalışma kurumsallaşabilir, Diyarbakır ya da Mardin merkezli olabilir. Önemli olan güncel sorunlara pratik çözümler bulabilecek şekilde sürekli çalışabilmeleridir. Aslında ben bunu Demokratik Toplum Kongresi’nin tümü için söylüyorum. Temel mantığı bu olmalıdır, pratikleşme, pratik çalışmalar yapmak ve bu şekilde sorunlara çözüm olabilmektir. Ben bunu defalarca dile getirdim. Haberlerden duydum, Adıyaman’da Medine adlı kızcağızı diri diri gömmüşler, bu korkunç bir şey. Aslında gömülen yalnız o değildir onun şahsında bütün kadınlar gömülmüştür, hepimiz gömülmüşüz. İslam anlayışına göre de böyledir, bir kişiyi öldürmek herkesi öldürmek olarak kabul edilir. Bunun gibi çözülmesi gereken bir sürü toplumsal sorun var, bunlarla ilgilenilmelidir” dedi.

DTK KOMÜNLER İNŞA ETSİN

Öcalan, şöyle devam etti: “Demokratik komünalizm diyordum. Ya da komünler demokrasisi de denilebilir. Bunun mantığında şu vardır; küçük küçük komünler oluşturarak bütün toplumun örgütlenmesi gerekir. En tepeye kadar bu böyle örülmelidir. Mesela bir köyde üç beş tane dürüst demokrat insan yok mudur? İşte bunlar bir araya gelip bir komünü oluştururlar. Ortak karar alırlar, bütün sorunlara ortak çözüm ararlar. Aynı zamanda şehirdeki mahallelerde de bu tür komünler oluşturulur. Ve bunlar en üste kadar böyle gider. Diyarbakır’daki DTK’nın amacı budur. Bu komünleri bir an önce oluşturmalılar. Halkımız buna müsait. Binlerce köy, onlarca belediye var. Bu imkanlar kullanılmalı. Mesela Diyarbakır’da yüzlerce bu şekilde komünler oluşturulabilir.”

BDP KCK’DEN AYRI ÖRGÜTLENMEDİR

“Bakın bir noktayı ayırmak gerekiyor. DTK farklıdır, BDP farklıdır. KCK’nin ise bunlarla hiç bir alakası yoktur. KCK’nin örgütlenmesi farklıdır. KCK dağda örgütlenmiştir, şehirde de örgütlenebilir. BDP ile aynı bölgelerde örgütlenmeleri gerekiyor, olabilir ama bu tamamen farklı oluşumlar oldukları gerçeğini değiştirmez. KCK dört parçada örgütlenmiştir. KCK’nin kendi birimleri var. Ama KCK ile DTK ve BDP kesinlikle birbirine karıştırılmamalıdır. BDP kimsenin legal uzantısı değildir. Bunu açıkça söylemelidir. Onlara düşman da değiliz ama hiç bir alakamız yoktur, demeliler ki bu böyledir. Yani karşı da değildir ama ben ayrı bir örgütlenmeyim onlar ayrı bir örgütlenmedir, demelidir.”

BDP TÜRKİYE PARTİSİDİR

“Demokratik Toplum Kongresi, Kürt halkını komünal olarak örgütlemek için vardır. Legal bir çalışmadır. Bu çalışmaya gereken önem verilmelidir. BDP ise bir Türkiye partisidir. Bu gerçekten böyledir, böyle olmalıdır. Bunun doğru olduğuna yürekten inandığımız için, başka çare olmadığını bildiğimiz için bu böyledir. Tek doğru yolun bu olduğunu bildiğimiz için böyledir. Bu çok önemlidir, BDP bütün çalışmalarını buna göre yapmalıdır. Ben Sol’u anlamıyorum. Artık kendisine gelmelidir. Sol hala 1920’de Mustafa Suphilerin katledilmesini bile aydınlatamadı, açığa çıkaramadı. Sol hala bu darbenin etkisindedir. Artık kurtulmalıdır. Türkiye’nin bu alternatife ihtiyacı var.”

SOLCULAR YAZMASIN, PRATİK YAPSIN

“Soldaki arkadaşlar artık yazmaktan öteye pratiğe de dönmeliler, halkı örgütlemeliler. Ben anlamıyorum bunlar böyle sonsuza kadar sadece yazacaklar mı? Otuz yıldır yazıp çiziyorlar, hala somut bir şey yok. Neden pratiğe, bir harekete, bir partiye dönüşmüyorlar? Bu çalışmalar, BDP içinde de olabilir, Çatı Partisi şeklinde de olabilir. Artık harekete geçilmelidir. Artık kaybedecek zaman yok. Mahir Çayanlar, Deniz Gezmişler boşuna hayatlarını kaybetmediler. Onlar benim de yoldaşlarımdı. Onların anılarına sahip çıkılmalıdır. Ben bu anılara bağlı kalarak sosyalist hareketin içinde kırk yıldır mücadele veriyorum. Ben Mahir’den etkilendiğimi hep söyledim. Mahir olmasaydı ben ve arkadaşlarım olmazdı. Ben olmasaydım PKK olmazdı. PKK olmasaydı işte DTP olmazdı, BDP olmazdı. Yani bunlar hepsi birbirini tetikliyor, birbirine bağlıdır bu hareketler, aynı mirastan geliyorlar. İbrahim Kaypakkaya da hakeza öyledir. O da böyle olmasını ister. Buradaki TİKKO’cu arkadaşa da anlatıyorum bu konuları tartışıyoruz. Geçmişte Dev-yol’un içinde meydana gelen olumsuz süreçleri de iyi biliyorum.”

TOPLUMU SOSYALİSTLEŞTİRMELİYİZ

“Bu da bizim temel paradigmamız olmalı. Bizim paradigmamız ise şudur: Halkı komünler halinde en tabandan en tepeye kadar her yerde örgütlemektir. Pratik, günlük ihtiyaçlara da çözüm ürtecek bir şekilde yapılmalıdır bu. Sosyalizmi ancak bu şekilde hayata geçirebiliriz. Paris komünü iyi bir deneyimdi ama iyi anlaşılamadı. Başarılı olunsaydı Marks’ın da hedeflemiş olduğu sosyalizme ulaşılabilecekti. Ancak daha sonra devlet eliyle sosyalizm anlayışı hakim hale geldi. Oysa devlet sosyalizmi olmaz, devlet sosyalist olmaz, toplum sosyalist olur. Toplumu sosyalistleştirmeliyiz. Bu yüzden demokratik toplum diyoruz. Biz Marks’ı tam anlamıyoruz. Aslında o da sosyalist devlet olamayacağını söyler. Bu konuda doğru tespit yapmıştı ama Lenin bu konuda yanlışa düştü. Proleterya diktatörlüğü, ulus-devlet eliyle sosyalizmi gerçekleştirebileceği yanılgısına düştü. Ulus devlet aslında iki yüz yıllık bir kavramdır. Fransız devrimi aslında demokratik temelde gelişti fakat daha sonra jakobenlerin müdahalesiyle ulus-devlet olarak sonuçlanmış oldu. İnsanlık tarihiyle kıyasladığımızda devlet, vatan gibi kavramlar çok yeni kavramlardır. Artık devlet ve vatan kavramlarını kutsal olmaktan çıkarmak gerekiyor. İnsanlar bu kavramlar için değil, bunlar insan için olmalıdır. Bu nedenle demokratik vatan diyoruz.”

ORTAM SOL İÇİN MÜSAİT

“MHP ve CHP’nin paradigması milliyetçi, laikçi, ulusalcı faşizmdir. Öte yandan AKP’nin paradigması milliyetçi-islamcı paradigmadır. Bunların Türkiye’yi getirdiği nokta ortadadır. Bunlara karşı demokratik vatan, demokratik ulus ve demokratik cumhuriyet esas alınmalıdır. Aslında Devletin demokratı da olmaz, demokrasi halk içindir. Halk devlete karşı demokrasi ve hak mücadelesi verir. Demokrasi olmadan sosyalizm, komünizm olmaz. 1917’deki Ekim devriminden sonraki iç savaşta Troçki de bunun böyle olmayacağını söylüyordu. Bakunin ve Proudhon da öncesinde bu yolun yanlış olduğunu söylüyorlardı. Sovyetler dağıldıktan sonra halkın düştüğü durum ortada. Çin’i de görüyoruz, ABD kapitalizmini besliyor. Bu sosyalizm mücadelesinde, devrimlerde milyonlarca insan bugüne kadar hayatını kaybetti ama gelinen noktada ne yazık ki klasik sol yenildi, kaybetti. Bunun sebepleri iyi tahlil edilmelidir. Artık bunu anlayıp bahsettiğim yeni paradigma etrafında bir araya gelmek gerekiyor. İşte Güney Amerika’da bu anlamda olumlu gelişmeler var. Türkiye’de de ortam, koşullar müsait. Bu paradigma etrafında bütün sol, demokrat, sosyalist, liberal hatta demokrat samimi dindar kesimler bir araya gelirlerse milyonları harekete geçirebilirler, çok da başarılı olurlar. Sol metafizik konusunda da biraz daha esnek olmalıdır. Bununla bağlantılı olarak ahlakın toplumsal yaşamdaki rolünün ne kadar önemli olduğu ortadır. Bu anlamda metafizik alan sadece milliyetçi ve muhafazakar kesimin tekeline bırakılamayacak kadar önemli bir konudur. İşsizlik oranı çok yaygın, yüzbinlerce, milyonlarca insan işsiz. İşte Tekel işçilerinin durumu ortada. Hak mücadelesi veriyorlar.”

SOLCULAR BDP’DE YER ALMAK ZORUNDA DEĞİL

“Ortak mücadele artık kaçınılmazdır, ekmek kadar su kadar gereklidir. Sol için söylüyorum. BDP’nin içinde yer almak zorunda değiller, kendi çalışmalarını da yürütebilirler ama Çatı partisi şeklinde ya da başka bir şekilde ortak bir platformda buluşmak zorunludur. Tekrar ediyorum BDP Türkiye partisidir, böyle olacak. Demokratik Barış Partisinin Türkiyelileşmesi Türkiye için hayati önemdedir. Söylediğim gibi Soldaki arkadaşlar kendi çalışmalarını yürütebilirler ama bir çatı partisi etrafında mutlaka bir araya gelebilmelidirler. Buna benzer başka çalışmalar da olur, hepsi birleştirilebilir. Samimi demokrat müslümanlar da bu çalışmalar içinde yer alabilir.

SUPHİ CİNAYETİ DE AYDINLATILMALIDIR

“Komplonun 12. Yılına girerken şunları belirtebilirim. Nasıl ki 1920’li yıllarda, öncesinde 1915’lerde Ermenileri önce destekleyip onları öne sürüp daha sonra Anadolu’dan tamamen tasfiye olmalarına neden oldularsa aynı şekilde Yunanlılar nasıl önce desteklenip sonra Anadoludan tamamen tasfiye edildilerse aslında 15 Şubat 1999’da gerçekleştirilen komployla amaçlanan nihai şey de buydu. Türkiye’den daha sonra komünistler ve diğer muhalifler de tamamen tasfiye edildiler. Ve bu şekilde Türkiye tamamen batılı kapitalist devletlerin istediği özelliklere sahip, onların amaçlarına uygun bir devlet haline getirilmiş oldu. Bu önemli bir tespittir. Sol’un da artık bu tespiti yapması lazım. İşte Mustafa Suphi’nin tasfiyesiyle Solun almış olduğu ve halen devam eden darbe de bundan bağımsız değildir. Halen Mustafa Suphi olayının arkasında yer alan gerçek failler ortaya çıkarılmış değildir. Yakınlarını kaybeden aileler bir araya geldiler. İçlerinde Sebahattin Ali’nin yakınları da var, gerçek katillerin açığa çıkarılmasını istiyorlar. Bunun Mustafa Suphilere kadar götürülmesi, bu cinayetin de aydınlatılması gerekir. Hakikatleri Araştırma ve Adalet Komisyonu’nu bu nedenle önerdim. Bu komisyonun yapması gereken çok iş var. Bu mutlaka olacaktır ki bu ailelerin bir araya gelmesi de bir başlangıçtır, süreç başlamıştır. Bu şekilde tüm faili meçhuller aydınlatılabilir.”

KOMPLO BOŞA ÇIKARILMIŞTIR

“Komployla amaçlanan üç şey vardı. Benim teslimimle PKK’nin tasfiyesi karşılığında aynı 1920’lerden Türkiye devletini kendilerine bağladıkları gibi Güney’de kendilerine bağlı, kendi denetimlerinden ve kontrollerinden çıkmayacak bir siyasal Kürt oluşumunun önü açılacaktı. Ki bu kısmen oldu. Ayrıca Kıbrıs’ta Yunanistan’a söz verilmişti. Bir de küçük Ermeni devletine verilen sözler vardı. Türkiye’ye bunlar kabul ettirilecekti. Ama bunların hiç birisi gerçekleşmedi. Ben buradan halkımıza artık müjdeyi verebilirim. Komplonun 12. Yılına girilirken komplo boşa çıkarılmıştır. Bu kesin olarak anlaşılmıştır. Bu benim buradaki sabırlı duruşum ve halkımızın ortak çabasıyla gerçekleşmiştir. Bunu artık halkımıza açıkça ifade edebiliriz; komployu boşa çıkarmayı başardık. Nasıl bunun için 11 yıl direndiysem 12. Yılda da yine aynı şekilde direnmeye devam edeceğim. Bütün bu komploya ve tasfiye girişimlerine rağmen sonuçta hareket ve halkımız güçlenerek çıkmıştır.”

AKP YOL AYRIMINDADIR

“AKP’nin önümüzdeki dönem yapacağı tercih önemlidir. Ya gerçek demokrasi tarafında yer alacak ve kendileriyle beraber tüm Türkiye -Kürt, Türk, Alevi, Ermeni, Çerkez vb hiç bir ayrım yapmıyorum– kazanacak ya da CHP ve MHP’nin tarafında yani ulusalcı, milliyetçi inkarcı tarafta yer alarak yine tasfiyede ısrar edecek ve bu da Türkiye’nin kaybetmesine neden olacaktır. Ben bunları tespit olarak söylüyorum. Hüseyin Çelik yaptığı açıklamada “ya bu açılım sürecini sonuna kadar götürürüz ya da bu süreç bizi bitirir” şeklinde bir açıklama yaptı. Bunu anlamaları önemlidir. Sayın Başbakan’ın da bu hususu iyi anlaması önemlidir.”

TUTUKLULAR MORALLERİNİ YÜKSEK TUTSUNLAR

Öcalan, sözlerini şöyle tamamladı: “Muş halkına selamlarımı iletiyorum. Bulanık’ta halkımızın iki değerli evladı yaşamını yitirdi, onları saygıyla anıyorum.

Cezaevlerinden gelen mektuplar var. Midyat cezaevinden, Bitlis cezaevinden mektuplar aldım. Bakırköy cezaevinden, Gebze cezaevinden mektuplar aldım. Cezaevlerindeki tüm arkadaşlara selam ve saygılarımı iletiyorum. Demokratik Kadın Hareketini çok önemsiyorum. Çalışmalarını başarılı görüyorum, çalışmalarını devam etsinler. Onlara çalışmalarında başarılar diliyorum. Kadın konusunda yoğunlaşmaya devam ediyorum. Mart ayında 8 Mart vesilesiyle kadın konusuna değineceğim, mesaj olarak sunacağım. Kadın arkadaşlara selamlarımı iletiyorum. Diyarbakır, Van, Batman, Siirt, Antalya, Aydın, İzmir, Mersin Akdeniz ilçesindeki halkımıza saygı sevgi ve selamlarımı iletiyorum.”

ANF NEWS AGENCY

DERSİM’DE OVACIK...


Cirik Haci / Fezali
Cirik.Haci@gmx.de

Dersim’de Ovacık erenler yurdu
Cem ile sohbeti ederler candan
Zülme karşı direnir sağlam bendi
Yaralı yüreği sızılar dünden

Binbir çiçek açar dağı ovası
Acı anı yaşar, çetin havası
Feryat içinde yıkıldı yuvası
Ateşi özünde yanıyor ondan

Toprağı kızıl rekli canlar kanı
Munzur suyu sardı binlerce canı
İnliyor taşı toprağı her yanı
O kara günler yaşadığı günden

Fezalim der hacim gir dost bağına
Erenler tutulmuş faşist ağına
Sorarım o ağa patron beyine
İnliyor kalanlar bu zulum neden

9 Şubat 2010 Salı

MENZİL’DE NELER OLUYOR?


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Kahta’da bir kız çocuğunun diri diri gömüldüğünü gazetelerden öğrenince içim burkuldu. Tıpkı geçen sene bir genç kızın başının testere ile kesildiğini televiyonlarda izlediğimdede ayni hüsranla kahrolmuştum. Bunlar münferit hadiseler değil. Bir nevi yamyamlar ülkesi olduğumuzun ve bu konumla elbetteki batılı devlet adamlarının ve kamu oyu nezdinde muasır medeniyetin çok gerisinde olduğumuz kanaatlarına şaşmamak gerekir.

Bu cinayeti işleyenlerin MENZİL Nakşibendi tarikatına mensup olduklarını duyunca benim MENZİL köyü ile hatıralarım aklıma geldi.

Ondan evvel Ankara tıp fakültesinde bir müddet asistanlık görevimi sürdürürken bir kaç yaşantımı anlatmak istiyorum. Bir sabah doğum odasına uğradığımda kedi sesi gibi bir ses duydum. O kedi yavrusunu ararken korkunç bir tesbitim oldu. Çöp kutusunda yeni doğmuş bir bebeği buldum. Bu erken doğmuş bebeğin ölmüş olduğuna kanaat getirilerek çöp kutusuna atılmış olması idi.

Bir sabahta doğuma katkıda bulunurken doğumu gerçekleştirdiğim anne koluma sert bir tekme atarak bebeğin yere düşmesini temine gayretiyle karşılaştım. Allahtan çocuğun bacaklarını parmaklarımla sıkı sıkıya tutmuştum. Yoksa çocuk yere düşebilir ve bende ihtiyatsız davrandığım için bir insanın ölümüne sebep olabilirdim. O anda öfkelenmiş ve kadına bir tokat atmıştım. Sonradan öğrendim ki kadın evli değilmiş, belkide bir tecavüz neticesi gebe kalmıştı.

Son senelerde görsel ve yazılı basının bütün Anadoluyu içeren yayınları sayesinde binlerce çocuğun kaybolduğu, binlerce kadın ve genç kızların tasalluta uğrayıp, katlediklerini içimiz sızlayarak öğrenmiş bulunuyoruz. Bu korkunç olayları dile getirdikten sonra MENZİL’e ait bildiklerimi size anlatayım. MENZİL’in konumu yukarda anlattıklarım kadar mühimdir.

Menzil köyü, şimdi ismi değiştirilmiş köylerden biridir., Kahta kazasına 4 saatlik yürüyüş mesafesindedir. 70 sene önce ilk ziyaretiğimde 50 haneli bir köydü. Dedemin mülkü idi. Dersim baş kaldırısı sırasında hiçbir dahli olmamasına rağmen dedem feodal bir aşiretin reisi olması hasebiyle bütün akrabaları, çoluk çocukları ile Türkiyenin muhtelif vilayetlerine nefyedilmişlerdi (Sürgüne gönderilmişti) 1938 de. Menzil’de dedemin bir konağı vardı. Oradaki mülkünü amcama terketmişti. Konağın dışında kerpiçten yapılı çiftci evleri vardı. Köyün etrafında sebze ve meyve bahçeleri, üzüm bağlarıda badem, nar ve incir ağaçları ile çevrili idi. 1952 senesinde o konakta, yani amcamın evinde bir ay kalmış, bitişik Göçeri köyündeki mahsullerin paylaşımına ve pamukların toplatılmasına nezaret etmiştim. Köylülerle bir arada yaşamış, onların hayat tarzını yakından tanımam mümkün olmuştu.

Konağın bir selamlık, birde harem bölümü vardı. Avlusundada en azından 50 ye yakın misafirin atlarını bağlayacakları, yemlerini alabilecekleri ivmeler vardı. Ayrıca büyük ahırlarda öküzler, inekler, koyunlar v.s. barınıyordu. Oturma odasının duvarları renkli boyalarla boyanmış çiçek resimleriyle süslü idi. Her sabah yayıktan çıkmış taze tereyağı, taze yufka ile kahvaltı yapardım. Amcam misafir odasının bir bölümünün okul olmasını sağlamış, amcam oğlu Mehmet ve iki çiftci çocuğu orada ilk okula başlamışlardı. Cami falanda yoktu. köyde. İbadetide islamı kulaktan dolma öğrenmiş olan hacı, hocalar idare ediyorlardı. CHP nin tek parti devrinde dini tedrisat yasaklı idi. Amcamın vefatını müteakıp köydeki mülk tek evladı olan oğlu Mehmete intikal etmişti. O da tahsilini tanmamlamak için köyden ayrılmış. Önce kazada lise tahsilini, sonrada Dengir Fıratla, yani kuzeni ile birlikte Ankara’da hukuk tahsili yapmıştı. Dengir’in kız kardeşi ilede evlenmişti. Menzil köyü ile bir alakası kalmadığından orayı Siirt’en göç etmiş bir şeyhe satmıştı. Şeyh Nakşibendi tarikatı mensubu, temsilcisi idi. Kahtada cinayeti işleyenlerinde o tarikata mensup olduğunu öğrenince Menzil’in şimdiki durumu hakkında biraz malumat vermek istedim. Duyduğuma göre orası tarikat mensuplarının öylesine cazibe merkezi olmuş ki hergün otobüslerle yüzlerce müritleri şeyhi ziyarete geliyor ve külliyetli miktarda tekkeye maddi destek sağlıyorlarmış. Bildiğim kadarı ile 1927 çıkarılan bir kanunla şeyhlik, tekkeler, tarikatlar yasaklanmıştı. Menzile 10 dakika mesafede bir nahiye müdürlüğü, kazadada kaymakamlık olmasına rağmen böyle bir tarikatın saltanatını sürmesine neden müsaade edilmesini anlamış değilim. Deniyor ki oraya bakanlar bile geliyor, şeyhi ziyaret ediyorlar. Hastalar, sakatlar, kötürümler şeyhten şifa bulmağa geliyorlarmış.

Televizyon önünde siyasiler, köşe yazarları Anadoluda siyasetin tecellisi PKK nın, yahutta Fethullacıların etkisi vardır tarzında ahkam kesmekteler. Halbusuki orada iktidarın köylere kadar götürdüğü hizmetlerin geçerli olduğu intıbaını edindim. Artık köy yolları asfaltlanmış, köylünün evine su götürülmüş, ebeler, sağlık ocakları köylerde hizmet vermekteler. Demokratikleşmeden önce Jandarma hakimiyeti ,feodal yapı köylüyü sindirmişti. Muhalefet partilerinin bu durumu idrak edip köylüye hizmet projeleriyle yaklaşmaları gerekmektedir. Oralarda ne PKK nın nufuzu, nede Feodalitenin etkisi kalmış. Geçerli olan, vatandaş nazarında sadece hizmet değer taşımaktadır. Bir taraftan Türkiye değişirken hala tarikatların, eğitimsizliğin sosyal alandaki ilkelliği yok etmesi yönünden yapılması gereken hizmetler aydınlarımıza sorumluluk yüklemektedir.MENZİL’i basınında mercek altına alması dileğim, çağrım akis bulacağını ümit ediyorum.

Köln. 06.02.10

5 Şubat 2010 Cuma

MURAD AKINCILAR SERBEST BIRAKILSIN!


Ankara, Düşünceye Özgürlük Girişimi

“Demokratikleşiyoruz”,”artık kimse düşüncelerinden, yazıp-çizdiklerinden dolayı yargılanmayacak”,”tabular yıkılıyor”,”putları kırıyoruz” v.b. söylemler ortalığı kapladıkça, tam tersi gelişmelerin yaşanıyor oluşu gözlerden kaçmıyor.

Devrimci sosyalist çevrelere, devrimci sosyalist yayın organlarına sık sık yapılan ve onlarca kişinin gözaltına alınması ve tutuklanmasıyla son bulan “operasyon”ların gerekçesi malum; ”terörle mücadele”!..

Sisteme muhalif düşünceler taşıyan, bu konuda yazan-çizen-söz söyleyen aydınların, entelektüellerin, egemenlerin dilindeki kod adı “terörist”!...

Bunun son örneklerinden biri de Murad AKINCILAR!...

Aylardır tutuklu, daha kaç ay mahkemeye çıkarılmadan tutuklu kalacağı da bilinmiyor.
O bir entelektüel, sosyalist bir yazar, Marksist bir akademisyen, Özgür Üniversite’nin öğretim üyesi, sendika uzmanı, siyasetçi, Kürt olmamasına rağmen HADEP Parti Meclisi üyeliği yapmıştı, Çatı Partisi tartışmaları ve Demokrasi için Birlik Hareketi Koordinasyonu içinde yer alıyordu. Demokratik Dönüşüm adlı derginin de yazarları arasındadır. Murad AKINCILAR’ın bir başka özelliği de hem Türkiye’deki değişik sosyalist çevrelerin birlikte mücadele etmesi, hem de Türkiye Sosyalist hareketiyle Kürt Halkı’nın eşitlik ve özgürlük mücadelesinin birlikteliği yönünde çaba harcamasıdır.

Onun hedef haline getirilmesi de muhtemelen bu özelliklerinden dolayıdır. Yoksa “terör” ve “terörizm” iddiaları onu tanıyan hiç kimseye inandırıcı gelmemektedir.

“Devrimci Karargah” örgütü ile ilişkili olduğuna dair iddialar da dayanaktan yoksun.
Zaten bu dava ile ilgili olarak basına yansıyan iddialar evlere şenlik!.. İstanbul’da çatışmada öldürülen “Devrimci Karargah Örgütü”nden Orhan Yılmazkaya’nın neredeyse ilkokul arkadaşları bile “örgüt üyeliği” iddiasıyla tutuklanmış durumda. Üniversite yıllarından arkadaşları, sanat tarihi üzerine, yemek kültürü üzerine sohbet ettiği, selam verdiği, çay içtiği, evine gittiği herkes tutuklanmış durumda.

Mücadele yöntemi, anlayışı, bizim tartışmamızın konusu değil ama öyle görünüyor ki, Mahir’lerden bu yana ilk kez bu kadar net, bu kadar açık bir cesaretle güpegündüz, İstanbul’un orta yerinde; “ben bugün burada savaşarak öleceğim” diyen Orhan Yılmazkaya’nın bu cesareti sistemin efendilerini panik ve dehşete uğratmış durumda. Öyle ki bu dehşet ve panikle bu örgüt ismi etrafında da tam bir terör havası estirmek istiyorlar. İlgili-ilgisiz herkesin toparlanması başka nasıl açıklanabilir.

Bu “müthiş örgüt operasyonu”nun mağdurlarından biri de Orhan Yılmazkaya ile iki kez çay içmek “gafletinde” bulunan, aylardır sorgusuz sualsiz hapiste tutulan “hidrosefali” hastası Mehmet YEŞİLTEPE.

“Aylardır adım adım takibimiz altındaydı” dedikleri bir örgüt elemanı için “yargısız infaz” kararının 1 Mayıs arifesine, “Taksim” tartışmalarının en yoğun anına denk getirilmesi sırıtan bir Vali GÜLER – Müdür CERRAH imalatını gösteriyor.

Eskiden “İnsan Hakları Bakanları” eşliğinde yapılan bu tür “yargısız infaz” operasyonlarında bu kez hedefteki “av” la birlikte bir polis bir de yoldan geçen bir vatandaş da hayatını kaybetmiş, “CERRAH” fenersiz yakalanmıştır; “Kanını yerde bırakmadık” sözleri, Orhan YILMAZKAYA’yı sağ yakalama niyetleri olmadığının çıplak itirafından başka bir şey olmamıştır.
Bu dehşet ve “terör” havasında Murat AKINCILAR gibi entelektüel, akademisyen, sendika uzmanı, aydın ve yazarların da fırsattan istifade tutuklular arasına katılması her zaman rastlanan sıradan vakalardandır.

Her dönemde soyalistleri, aydın, yazar ve sanatçıları, ‘devletin istediği gibi düşünmeyenleri”, susturmak, TC’nin iflah olmaz bir saplantısı ve yönetim üslûbudur. Şimdilerde demokratikleşmeden çok söz ediliyor ve hiçbir dönemde olmadığı kadar insan düşüncelerinden dolayı yargılanıyor-cezalandırılıyor, hapisanelere atılıyor... Dolayısıyla söylenenle yapılan arasında bâriz bir çelişki söz konusu... Biz aşağıda imzası bulunan Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi aktivistleri, Murad Akıncıların ivedilikle serbest bırakılmasını, keyfiliğe ve haksızlığa son verilmesini talep ediyoruz. Akıncıların terörist olduğuna inanmıyoruz ama onun devlet terörüne maruz kaldığı konusunda bir kuşku taşımıyoruz. Özgürlük, eşitlik ve demokrasiden yana olan, düşüncenin hiçbir koşulda suç kelimesiyle yan yana getirilmemesi gerektiğine inanan herkesi de bize katılmaya davet ediyoruz...

Murad AKINCILAR’ın tutuklanması, emekten, ezilenden yana yazan-çizen-söz söyleyen herkes için bir tehdittir.

Murad AKINCILAR biran önce serbest bırakılmalıdır.

Murad AKINCILAR’a özgürlük!..

----------------------

Fikret Başkaya, İsmail Beşikçi, Sait Çetinoğlu, Mahmut Konuk, Sibel Özbudun, Temel Demirer, Fatime Akalın, Nalan Temeltaş, Ülkü Uzun Çevik, Özgür Başkaya, Ayhan Çınar, Tayfun İşçi, Faysal Özcift, Hüseyin Ayyıldız, İhsan Kandemir, Mihdi Perinçek, Engin Selim Bayramoğlu, Merdan Özüdoğru, Necmettin Salaz, İsmet Erdoğan, Paşa Öztürk, Mustafa Kahya,Oktay Etiman.