31 Mayıs 2010 Pazartesi

Katliamcı İsrail Siyonizmine Karşı Sokağa/Eyleme!..

A v E G - K O N
aveg-kon@hotmail.com


Filistin'e yardım ulaştırmaya çalışan silahsız, savunmasız kadın, çocuk ve yaşlıların bulunduğu yüzlerce insan, tüm dünyanın gözleri önünde, uluslararası sularda İsrail siyonizmi tarafından saldırıya uğradı...

19 kişinin yaşamını yitirdiği, onlarcasının yaralı olduğu katliam saldırısının net haberlerine, İsrail siyonizminin engelleri nedeniyle ulaşılamıyor...

Bir su damlasından fırtına koparan emperyalistlerin, katliama ilişkin suskunlukları devam ediyor...

İnsan hakları savunucuları, dostlar;

Filistin'e ambargo uygulayan ve bu nedenle her hafta yüzlerce çocuğun ve insanın ölümlerine neden olan İsrail siyonizmi, bu defa ambargoyu delerek, Filistin'e yardım ulaştırmaya çalışan insani yardım kuruluşlarının gönüllü üyelerini katletti.

Dünyanın çeşitli ülkelerinden Filistin dostlarının düzenlediği yardım kampanyasının sonuçlarını Filistin halkına ulaştırmaya çalışan yüzlerce insanın uğradığı bu vahşi saldırı, Filistin halkının karşı karşıya kaldığı vahşeti anlamak bakımından önemlidir. Bu saldırı, aynı zamanda Filistin dostu dünya halklarına verilen gözdağıdır. Filistin halkını yalnızlaştırma saldırısıdır...

Dostlar;

Bir damla suda fırtına koparan emperyalist güçlerin saldırı karşısındaki sessizlikleri, suç ortaklıklarının belgesidir.

Dünya halklarının nabzı test edilmektedir. Katliam karşısındaki her sessizlik, yeni katliamlara, yeni soykırımlara kapı aralayacaktır. Sesinizi, sokağın gücü ile birleştirin!..
Emperyalistlerin olası timsah gözyaşlarına karşı; bütün ekonomik, askeri, siyasi ilişkileri askıya almaya çağırın!..

Yaşasın Filistin halkının Meşru Direnişi!..
Kahrolsun İsrail Siyonizmi!
Yaşasın Halkların Kardeşliği!

30 Mayıs 2010 Pazar

Burkay ve Anıları




Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

PSK Eski Genel Sekreteri Kemal Burkay’ın Anılar kitabı, bir dönem birlikte çalıştığı veya ilişkide olduğu kişiler tarafından ağır eleştirilere tabii tutuldu. Bu yazılarda eleştirilen veya tartışılan sadece geçmişte yaşanan ortak anıların veriliş biçimi değildi, Kemal Burkay’ın kişiliği idi.

Yazılan anıların ve anılara karşılık yapılan eleştirilerin hiç birine tanık olmadığımız için bizim bu konuda bir fikrimizin olması mümkün değil. Bu işi en iyi yaşayanlar bilir. Bu konunun bizi ilgilendiren başka yanları var.

Kurdistan-Post sitesinden sorumlu olduğum için, Burkay’a yönelik eleştiri ve tartışma yazıları bana da geldi. Bu yazılardan üçünü, ağır hakaret ve suçlama içerdiği için yayınlamadım. Diğerlerini sizler de okudunuz. Yayınlamadığım yazılardan biri Türk dedikodu sitelerini düşmüştü.

Bizi, hiçbir anına tanık olmadığımız anılar kitabının içeriğinden çok, Kürtler arası tartışmaların biçimi ilgilendiriyor.

Yayınlamadığım üç yazıda, Kemal Burkay, Türk devletinin ajanı olarak nitelendiriliyordu. Bir yazı da ise Kürt sorununu sürgünde tutmak için özellikle Türk devleti tarafından görevlendirildiği yazılmıştı. Aynı yazının içeriğinde, Güney Kürdistan’da sonu cinayetle biten bir olaydan Burkay sorumlu tutuluyordu.

Daha sonra benzer şeyleri İbrahim Aksoy da yazdı. Yazılar, Kemal Burkay’ın kişiliğine yönelik ağır temalar içeriyordu. Yıpratma içerikliydi. Eleştiri ve tartışmanın ötesindeydi.

Kemal Burkay, yıllardır PKK yöneticilerini ve Abdullah Öcalan’ı ajan olarak suçlar. Bu görüşünü geçtiğimiz aylarda CNN Türk’te tekrar etti. Öcalan’da Kemal Burkay’ı ajanlıkla suçluyor.

Kürtler arası ajanlık tartışmalarıyla ilkin onsekiz yaşında, bir örgütün, PKK kurucularından Kemal Pir hakkında çıkarmış olduğu ajanlık broşürüyle karşılaşmıştım. O broşürde Kemal Pir’in nasıl ajan olduğu kendilerince düzenlenmiş delillerle anlatılıyordu. Daha sonra Kemal Pir’in, 12 Eylül Diyarbakır Zindan vahşetinden kırk kiloya inmiş cesedi çıktı. Diyarbakır Zindan Direnişinin önderlerinden olan Kemal Pir hakkında o broşürü çıkaranlar daha sonra ne düşündüler bilmiyorum…

Cezaevlerinde koğuşlarımıza sızdırılan ajanları biz ikinci gün kapının önüne koyardık. Çünkü ajan kişilikleri, düşmanla çırılçıplak karşı karşıya olduğun ortamlarda çabuk çözersin. Bütün insanlık değerlerini satlığa çıkarmış ajan kişilik, bir ekmeği paylaşırken bile kişiliğini ele verir.

Ajanlık ve hainlik suçlaması Kürtlere, Türk solundan miras kaldı. Türk soluna da Çin ve Sovyetler Birliği Komünist partilerinden geçti. Her iki partinin arşivleri, birbirini ajan diye suçlayıp öldürenlerin yazılarıyla doludur. Bugün kimse artık onları okumamaktadır. Ne Stalin’in ne de Mao’nun ajanlık üzerine verdikleri söylevlerin kimse açısından bir değeri yoktur. Kültürel ve siyasal bir değeri de yoktur. Bu suçlamaların ağır sonuçlarını yaşamış olan uluslar, tarihlerinin o kötü sayfasını artık unutmak istemektedirler.

Esasında kanıtlanmamış ajanlık suçlamaları insan kişiliğine yapılmış en ağır hakarettir. Siyasal ve kişisel şiddettir. Ertuğrul Kürkçü Kızıldere’de Mahir’lerle ölmedi diye yıllarca ajan suçlamalarının muhatabı oldu. Sanki ölmemek ve yaralı yakalanmak suçtu.

Kemal Burkay ve eski çalışma arkadaşlarının birbirlerine yaptığı ağır suçlamanın bir benzeri yıllardır PKK’de yaşanır. Yirmi-yirmibeş yıl birlikte mücadele edenler, ayrıldıklarında, bir gecede birbirlerini ajanlıkla suçladılar.

Kürtler, siyaset yürütürken veya rakibiyle uğraşırken başkalarının yüz yıl önce kullanıp eskittiği, “hain ve ajan” kavramlarını bırakmalıdırlar. Bundan kimse doğru düzgün bir siyasal kazanç elde edemedi. Ajanlıkla suçlayanların bir süre sonra kendileri ajanlıkla suçlandılar. Birilerine Ergenekoncu diyenlerin, daha sonra kendileri bizzat Ergenekon ajanları tarafından Ergenekoncu ilan edildiler. Mücadelenizi hangi araçlarla sürdürüyorsanız, rakiplerinizin de o araçların benzerleriyle donanacağını hesaba katmak zorundasınız.

Öcalan’ın rakipleri, 12 metrelik bir hücreye sıkıştırdıkları Öcalan’a yönelik ajanlık suçlamasını, çağrıldıkları Türk devletine ait televizyonlardan sürdürüyorlar. Biri hücrede, diğeri devlet televizyonunda… Hücrede ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış bir şekilde yatan kişi, “ajan” oluyor, fakat Türk devlet televizyonundan suçlamalarını sürdüren kişi ise, “Kürdistan bağımsızlıkçısı” oluyor… Bu nasıl oluyor? Kürtlerde işler böyle yürüyor… Kürtlerde hayat böyle hileli yürümese, Kürtler dünyanın en büyük devletsiz ve tutsak halkı olur muydu?

Öcalan ve PKK yöneticilerini ajanlıkla suçlayan Kemal Burkay’ı ise şimdi eski arkadaşlarından bazıları ajanlıkla suçluyor… Bu ne kin, bu ne öfke? Devletleri yöneten başbakanların, başkanların ve generallerin konuşma kasetlerinin yayınlanıp, seks görüntülerinin birbirinin peşi sıra internete düşürüldüğü bir çağda kırk senedir mücadele eden Kemal Burkay ve Öcalan’ın ajanlığının kayıtlarını hangi ilahi güçler gizledi sahi? Kendi devlet yöneticilerinin açıklarını kapatamayan, kozmik odaları bile darmadağın edilen devletler, ana dilini kullanması bile yasak olan maliyeti en düşük “Kürt ajanları” özel korumaya mı almış? Maddenin bütün sırları çözülür, uzaydaki kara deliklere ulaşılırken, maliyeti en düşük “Kürt ajanlar”ın devlet arşivindeki kayıtlarına neden bir türlü rastlanmaz?

Bu ajanlık hikayesi bırakılmalı. Ne Kemal Burkay ajandır ne de Abdullah Öcalan… Ulusal Kongresi, Konferansı, ortak iki kelimelik hukuku olmayan Kürt siyasetlerinin ve siyasetçilerinin çözüm adına kendi başlarına devletlerle girdikleri ve çoğu zaman da ya kandırıldıkları ya da yanıltıldıkları kuralsız ilişkiler mevcuttur…

Kürdün ajanı yok mudur? Çoktur. Büyük bir kısmı açık çalışıyor zaten. Çoğunu tanıyorsunuz.

Bizi en çok yaralayan, en az otuz yıldır çekmediği acı, ödemediği bedel kalmayanların birbirlerine yönelttikleri “ajanlık” suçlamalarıdır. Ve bu suçlamalar nedeniyle birbirlerinin yüzüne bakamaz hale gelmeleridir. Kürdistan mücadelesinden dolayı genç yaşında kamburu çıkmış ve saçları ağarmış insanların birbirlerine yönelik ağır suçlamalarını Türk medyasına servis yapan karanlık kişiliklerin, aynı haberleri geri Kürt medyasına servis yapması ve Kürtlerin de bunu birbirine karşı kullanmasıdır...

Bildiğimiz, tanıdığımız, bazen yol arkadaşlığı yaptığımız tanıdık Kürt siyasetçilerinin otuz yıldır karşılıklı süren “ajanlık “ suçlamalarına ait dosyaları kapatmalıyız artık. Bir şekilde rüştünü kanıtlamış Kürt siyasetçilerinin ve aydınlarının devletle kurdukları ilişkide ne kadar ilkeli ve kendi ulusu adına ne kadar uyanık olduklarına bakmalıyız...

Kemal Burkay’ın, “Anılar” kitabına ilişkin tartışmaları okurken bende bu düşünceler oluştu…

Kürdistan Post
http://www.kurdistan-post.com/

***
NOT: Avrupa’da veya dünyanın değişik ülkelerinde bulunan arkadaşlardan isteyenler, email adresime bir not bırakarak isim ve adreslerini bildirmek suretiyle, Dönüşü Olmayan Yol(II)SARYA, Dönüşü Olmayan Yol(I)”, “Geçmişin Gölgeleri”, “Pusu”, “Şervan” ve "Son Mektup" adlı kitaplarımı isteyebilirler... Yazılarımın altında bazen bu duyuruyu verdiğim için okurlar beni bağışlasın. Yazdığım romanları okurlara ulaştırmanın başka bir yolu ve olanağı yoktur…

28 Mayıs 2010 Cuma

Palyaço Kemal


Abdulkadir Ulumaskan
ulumaskan@hotmail.de

Deniz Baykan’ιn seks rezaleti üzerine Türkiye' de çok yoğun tartιşmalar yapιldι ve halende yapιlιyor. En çok da skandalιn bir iç veya dιş güç provakasyonu ya da operasyonu olduğu söyleniyor. Bunun iç mi, yoksa dιş mι olduğunu bilemem ama bir müdahelenin olduğu kesin gibidir. Bu konuda illaki bir yorum yapmak gerekirse bence bu komplo olduğu söylenen olay içerden de daha içeri ve CHP' nin kendi kendine komplosudur. Ama bunun sözkonusu rezaleti gizlemeyeceği ayrι bir şeydir. Fakat bunun bir müdaheleye çevrilmesi ya da başιndan beri öyle planlanmasι çok güçlü bir ihtimalin de ötesinde bir durumu ifade ediyor. Baykal’a tapanlarιn bir günde saf değiştirmesi, Baykal’ιn ilkin değil kurultaydan sonra ve şimdi bu haltι işlemediğini söylemesi vb. bir çok soru işaretleri var ortada.

Baykal ve ordunun siyasi kanadι olan CHP nin gericileşmesi değil, gerici ve Ergenekoncu olduğunun ortaya çιkmaya başlamasι ve giderek toplumda azιmsanamayacak bir kesimin buna tepki duymaya başlamasι ile birlikte kemalistler, CHP nin AKP ye alternatif olamamasι üzerine yeni ve zorunlu bir arayιşa gereksinim duyulmuşlardιr. CHP kendini tekrar kamufle edebilmek için yeni bir yüz ve sese ihtiyaç duymuş ve bunun için kendisini inkar edip, halkιnιn katliamιnι onaylayan Kιlιçdaroğlunu biçilmiş bir kaftan gibi görmüştür.Yani gidişat ve açklama ile kadrolara bakιlιğιnda CHP de gerçte bir değişim niyetinden çok halkι aldatma peşinde olduğu anlaşιlιyor.

CHP bu politikasini hayata gecirebilmek için faşizan hezeyanlarla konuşan saldιrgan bir Baykal yerine, yumuşak yüzlü ve sözlü Kemal daha uygun olacağιnι düşündüğü için onu palyaçoya çevirerek sözde Ecevit şapkasιnι başιna gecirmesi ve CHP vitrinindeki bazι kişileri değiştirerek, bir de müftü koyarak Kemal efendiye işsizlik söylemini papaganca söyletirerek sözümona bir değişikliğe gitiğini göstermek istiyor. Bu arada söylemeliyim ki, şapka Kιlιçdaroğlu hiçte yakιşmamιş ve adeta onu bir maymuna çevirmişti.

Sonuçta, Kemal Kιlιçdaroğlu Baykal’ιn yumuşak sesli, saçι dökülmüş ve bιyιklι bir halinden başka bir şey değildir. Kurultay sürecinde hep Baykal’ιn muhalifi olduğunu lanse eden ordu sözcüsü basιnιn yalan söylediği de ortaya çιktι. Zira kurultay sonrasι Baykal Kιlιçdaroğlunun konuşmasιnι çok beğendiğini söyledi. Nitekim daha genel başkan bile olmadan sözcü basιn Gandi’ye saygιsιzlιk ederek Kιlιçdaroğlunun ismini de bulmuştu: „Gandi Kemal“ Şimdi de şapka sayesinde oldu: „Halkçι Kemal.“ Halk düşmanlιğι ahd etmiş basιn, halk düşmanι bir partiden halkçι bir Kemal çιkarmanιn beyhude bir uğraşιsι içindedir. Aslιnda Genelkurmayin siyasi kanadι CHP ve sözcüsü basιn, şapka ve spor gömlek ile birlikte Kemal’in burnunu da kιrmιzιya boyatarak „Palyaço Kemal“ deseydi iki doğruyu birden yapmιş olacaktι. Yani hem dağruyu söylemiş olacak ve hem de Gandiye hakaret etmemiş olacaklardι. CHP nin Kemal Kιlιçdaroğluna biçmek istediği misyon üç ayaklι bir ihanettir. Birincisi diktatörlük imaji yerine demokrat götermek. ikincisi kopan Alevileri geri getirme ihanti ve üçüncüsü de Kürt kökenli olmasιnι kulanarak Kürtleri sözde yeniden kazanmaktιr. Ancak bunlarιn hiç birisinin de tutmayacağι konusunda ben daha şimdiden rahatιm. Derin devlet Türkiye de CHP yi AKP ye ve Kürdistanda da DTP ye alternatif etmenin peşindedir. Ama nafile. Türkiyede yalnιz CHP değil diğer tüm sistem partileri halkι kandιrma ve oyalama yerine sorunlarιnι çözmeyi esas almadιkça hep Baykal’in akibetine benzer sonuçlarla karιşιşacaklardιr. Çünkü halkι artιk eskisi gibi kandιrmak öyle sandiklarι gibi kolay değildir.

Kemal Kιlιçdaroğlu döneminde Kürt sorunu konusunda iyimser tahminler de yapιlmaktadιr. „Dιş güçlerin“ CHP nin güya ιrkçι yönünü yumuşatarak Kürt sorunun çözüm yolunun açιlmasιnιn hedeflendiği iddalar ediliyor. Ancak bu iyimser görüşlü beyler, hiçte bu iyimserliklerini boşa harcama zahmetini göstermesinler. Çünkü faşizan bir maya ile mayalnan CHP hamurunun hiçte demokratmaşacağι yoktur ve olamaz. Özellikle de Kürtleri yok etme temeli üzerinde şekillenen bir CHP den böyle bir şey beklemek ham hayal değilse de aşιrι bir iyimserlik ve iyiniyet olur. Ayrιca bu düzen „Kürt ve Alevi kökenli“ Kιlιçdaroğlu kendini kanιtlamak için kendi etnik ve mezhepsel kimliğini inkar etmek için var gücü ile amansιz bir mücadeleye girişeceğini de çok iyi biliyor. Çünkü Kemal efendi kendi eserleridir. Ve zaten kurultayda Kürt kelimesinden bile bahs etmiyerek bunun sinyalerini ilgili yerlere vermeyide ihmal etmedi. Daha önce de Onur Öymen’nin kendi şehri olan ve Kürt ile Alevi katliamιnι onayliyarak da kenidini derin güçlere ispat ve tescil ettirmişti. Deniz Baykal ile ilgili muhalifliğinin de fos olduğu ortaya çιktι. Hem, Baykal’ιn onun kurultay konuşmasιndan çok memnun olduğunu söylemesi ve hem de onun da Baykal’ιn akιl hocalιğιndan kendini mahrum etmiyeceği beyanι Cengiz Çandar’ιn deyimiyle CHP nin „Baykalsιz Baykalizm“ dönemi olacağιnι şimdiden kestirmek pekte zor değildir. Kemal’in tek sözü ve vaddi ise işsizliktir.Yani bu, insan haklarι, demokrasi, Kürt ve Alevilerin özgürlükleri yok demektir.

Sonuç olarak Kemal Kιlιçdaroğlunu derin devlet bir makyaj paçavrasι olarak kulandιktan sonra onu da bir kenara atacaktιr. Kιlιçdaroğlunun kendisi de buna hem layik, hem müsait ve hem de müstahaktιr.

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Bu Yazı Kılıçdaroğlu Üzerine Değildir...


Gün Zileli
zileligun@hotmail.com

Aktüel politika üzerine yazmayı seven birisi değilim, açıkça söyleyecek olursam aktüel politika alanında kalem oynatan yazarları biraz da küçümserim, onları sistemin günlük işleyişinin akıl hocaları olarak görürüm. Ne var ki, bazen toplumsal olaylar ve gelişmeler güncel bir siyasi olayda da kristalize olabiliyor ya da günlük siyasette bir patlama biçiminde ortaya çıkan bir olay tüm toplumu sarıp sarmalayabiliyor ve toplumsal bir gelişmenin ve yön tayininin çok önemli bir kilometre taşı olabiliyor. Siyasete en uzak insanları bile fikir serdetmeye sevkeden Kılıçdaroğlu olayı hakkında yazı yazmaya direnmemin de, en sonunda kendimi şu okuduğunuz yazıyı yazmak zorunda hissetmemin de sebebi yukarda özetlemeye çalıştığım, güncel siyasete ilişkin bakış açımdır.

Önce şöyle bir saptamayla başlayayım: Halkta, solcuların ütopyacı olduklarına ilişkin yaygın bir kanı vardır. Onların ileri sürdükleri iyidir, güzeldir de, bunlar sadece bir hayaldir, bugünün şartlarında uygulanmaları imkânsızdır. Ne var ki, bu günkü durumda, sanki solcuları ütopyacı gören “gerçekçi” halkla solcular yer değiştirmiş gibidir. Kılıçdaroğlu'ndan büyük beklentileri olanlar, bir ayakları yere basmazlık içindeyken, eskiden beri ütopyacı olarak nitelenen solcular katı bir gerçekçilik içinde görünmektedir. Neredeyse tüm toplum, CHP'nin sınırlarını fazlasıyla aşan beklentilerle (hayır, salt medyanın yarattığı bir hava olarak görülemez bu), ne olduğu bile tam anlaşılamayan bir ilüzyonla ayağa kalkmışken, solcular asık suratlarla yerlerinde oturmakta ve Kılıçdaroğlu'nun hiçbir şeyi gerçekleştiremeyeceğini söylemektedirler.

Öte yandan bir kısım solcu, klasik anti-emperyalist ve “üç dünyacı” paradigmalarının ürünü olarak, vakit kaybetmeden yeni komplo teorileri üretmeye başlamışlardır bile. AKP Başkanı Tayyip Erdoğan, son zamanlarda İran'la, Suriye'yle ve Rusya'yla bağlar geliştirmiş, Avrasyacı bir çizgi tutturmuş, bundan son derece rahatsız olan Amerika derhal Tayyip'e karşı bir alternatif hazırlamaya girişmiş, işte bu alternatif de Kemal Kılıçdaroğlu'ymuş, hatta “Baykal operasyonu” da bu amaçla, muhtemelen ABD ya da onun yandaşları tarafından hazırlanmış. Ben ABD en üst yetkililerinden biri olsam ve bu yorumları okusam herhalde kıs kıs ya da kahkahayla güler ve “biz neymişiz be abi” derdim kendi kendime. Bu ne sürat!!! ABD, Tayyip'in “üçüncü dünya”ya yöneldiğini görüyor, ona karşı yeni bir alternatif yaratmaya karar veriyor, derhal bir komplo düzenliyor ve Kemal Kılıçdaroğlu'nu CHP'nin başına getiriyor. Solcuların gerçek ütopyacılar olduğuna hiçbir zaman inanmadım ama kafalarının bir polisiye roman yazarı kadar komplocu çalıştığı bir gerçek. Burjuvazinin, sistemin, AKP karşısında alternatifsiz kalmasından hoşnutsuz olduğunu ve ona karşı bir alternatif yaratmanın yollarını aradığını söyleseler makul karşılayacağım ama yukardaki düşünüş tarzı, Ergenekoncu-ulusalcıları felakete götüren düşünüş tarzının aynısıdır.

Kılıçdaroğlu'nun birkaç konuşmasını izledim. İçi boş bir “onlar kötü, bizi iktidara getirin” söyleminin ötesinde pek bir şey yok. Yani tipik politikacı demagogluğu yapıyor gibi geldi bana. Ama ben yine de “gerçekçi” solcularımızdan farklı düşünmeye çalışacağım. Kılıçdaroğlu'nu tanımam etmem ama düzenin ana muhalefet partisinin başkanı olabilmesi ona güvenmemem için yeterli nedendir. Bununla birlikte, “gerçekçi” solcularımız gibi ukalaca burun kıvırmaktansa halkın coşkusunu anlamaya çalışmaktan yanayım.

Halk, bu son Kılıçdaroğlu olayıyla, umut gördüğü yere büyük bir coşkuyla yönelme, yani alternatifsizlik içinde kahrolup moral çöküntüye uğramak yerine, yeni bir umut ve coşkuyla ayağa kalkma yeteneğine sahip olduğunu bir kere daha göstermiştir. Bu coşkunun sonu ne kadar hüsran olacak olsa da bu yeteneğin kendisi çok önemlidir. Halk hayatı bırakmıyor, aldanıyor ama yeniden ve yeniden denemeyi seçiyor. En ufak bir umut ışığı gördüğü zaman, bu ışık bir aldanış da olsa, “neden denemeyeyim” diyerek o ışığa yönelebiliyor. Halk alternatifsizlik içinde kahrolup gitmeyi, ölüme yatmayı tercih etmiyor. Bazı solcuların sandığı gibi, alternatiflerin bitmesi, halkı devrime yönlendirmez. Tam tersine. Gerçekten bir alternatif olmadığını düşünen halk, genelde düzen dışı alternatiflere yönelmek yerine ya dağılmayı ya da umutsuz bir yıkımı tercih eder ki, buradan da devrim değil, olsa olsa “faşizmin kitle ruhu” çıkar.

İşte bu nedenle, halkın ilüzyonunu, evet açıkça dile getirmek gerekirse halkın “Kılıçdaroğlu ilüzyonunu”, bu ilüzyonun verdiği coşkuyla ayağa kalkışını ciddiye almak gerektiğini düşünüyorum. Gerçekten devrim isteyenler, bu güzelim coşkuyu, bu hep birlikte ayağa kalkma ruh halini küçümseyemezler, küçümsememelidirler, hatta tam tersine, Kılıçdaroğlu'na ilişkin eleştirilerini bile bu coşkuya sırt dayayarak yapmalıdırlar. Bu zor iştir ama devrimciliğin kolay bir iş olmadığı da hep söylenegelir. Kitlelerin coşkusunun ve topluca yönelişinin bittiği yerde ne devrim, hatta ne de toplumsal bir uyanış söz konusu olabilir. Halkın şenliğine katıl, aldanışını (ki insanlar da aptal değildir, onlar da kendilerine “acaba” sorusunu sormuyor değiller) eleştir!

25 Mayıs 2010 Salı

Yeni bir sözlük

Almanya’da Kürtçe-Almanca ve Almanca-Kürtçe yeni bir sözlük çιktι. Abdulkadir Ulumaskan tarafιndan hazιrlanan sözlük 363 sayfa, iki bölümden (Kürtçe-Almanca ve Almanca-Kürtçe) ve yaklaşιk 25.000 kelimeden oluşuyor. Almanca- Kürtçe sözlük, Köln Kürt Enstitüsü tarafιndan yayιnlanmιştιr.
------------
Abdulkadir Ulumaskan
ulumaskan@hotmail.de

23 Mayıs 2010 Pazar

PINAR SELEK CASE - BİR İMZA LÜTFEN‏!

Pınar Selek hakkında 12 senedir devam ettirilen dava Yargıtay Ceza Genel Kurulu`na gitti ve Kurulda ilk derece mahkemesinin vermiş olduğu beraat kararını bozup ömür boyu hapis cezasına çevrilmesi yönünde karar verdi. Büyük ihtimal yerel yargıçlar terfilerini belirleyen makama karşı çıkmayıp, görülecek mahkemede ömür boyu hapis cezası yönünde yeni karar verecek.

Pinar'a destek için, Turkiye`de ve yurtdışında destek kampanyaları başlatıldı. En son Alman PEN Vakfı destek kampanyası başlattı. Siz de aşağıdaki linkten metni imzalayabilirsiniz.

http://www.ps-signup.de/

Lütfen yaygınlaştırın.
Sevgiyle kalın,
Mehmet Atak

-------------------------

YARGIYA AÇIK MEKTUP(*)

Mehmet Atak
mehmet_atak1@hotmail.com

Yargı Aktörleri;

Medyanın "taş atan çocuklar" dediği ve sizin kararlarınızda "terörist çocuklar" olarak tanımladığınız çocuklarımızın binlercesi verdiğiniz kararlarla cezaevlerinde imha ediliyor ve binlercesi de imha edilme sırasını bekliyorlar. Ey yargı aktörleri; "terörist çocuk" olur mu? Demokratik Hukuk Devletlerinde yargı çocuklara terörist muamelesi yapabilir mi ya da çocukları terörist eylemlerden cezalandırabilir mi?

Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi'ni Türkiye 2 Ekim 1995'te uygulamaya başlamıştır. Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin 1.maddesine göre; daha erken yaşta reşit olma durumu hariç, onsekiz yaşına kadar her insan çocuk sayılır. 3.maddeye göre; kamusal ya da özel sosyal yardım kuruluşları, mahkemeler, idari makamlar veya yasama organları tarafından yapılan ve çocukları ilgilendiren bütün faaliyetlerde, çocuğun yararı temel düşünce olmalıdır. 13.maddeye göre çocuk, düşüncesini özgürce açıklama hakkına sahiptir; bu hak, ülke sınırlarına bağlı olmaksızın; yazılı, sözlü, basılı, sanatsal biçimde veya çocuğun seçeceği başka bir araçla her türlü haber ve düşüncelerin araştırılması, elde edilmesi ve verilmesi özgürlüğünü içerir. 30.maddeye göre; soya, dine ya da dile dayalı azınlıkların ya da yerli halkların var olduğu devletlerde, böyle bir azınlığa mensup olan ya da yerli halktan olan çocuk, ait olduğu azınlık topluluğunun diğer üyeleri ile birlikte kendi kültüründen yararlanma, kendi dinine inanma ve uygulama ve kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılamaz. 37.maddeye göre; hiçbir çocuk yasadışı ya da keyfi biçimde özgürlüğünden yoksun bırakılamaz. Bir çocuğun tutuklanması, alıkonulması veya hapsi yasa gereği olmalı ve ancak en son başvurulacak bir önlem olarak düşünülüp, uygun olabilecek en kısa süre ile sınırlı tutulmalıdır. Özgürlüğünden yoksun bırakılan her çocuğa insancıl biçimde ve kendi yaşındaki kişilerin gereksinimleri göz önünde tutularak davranılmalıdır. Özgürlüğünden yoksun olan her çocuk, kendi yüksek yararı aksini gerektirmedikçe, özellikle yetişkinlerden ayrı tutulmalıdır.

Çocuk Haklarının Kullanılmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi'nin 7.maddesine göre; bir çocuğu ilgilendiren davalarda, adli merci gereksiz gecikmeyi engellemek için çabuk hareket etmeli ve kararlarının süratle uygulanmasını garanti edecek düzenlemeler sağlanmış olmalıdır. Anayasanın 90.maddesine göre; usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.

Ulusal hukukumuzun üstünde yer alan uluslararası sözleşmelere göre; 18 yaşından küçük insanların suçları ne olursa olsun çocuğun yüksek yararı ve saygınlığı odağında yargılamaları çocuklara özgü mahkemelerde yapılması gerekirken; 18 yaşından küçüklere terörist suçlamaların yöneltilmesi, cezalandırımaları ve Terörle Mücadele Kanunu'nun 9.maddesine göre ağır ceza ve özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde yargılanmaları ve yargılamaların tutuklu olarak sürdürülmesi Anayasanın 90.maddesinin açık ve net ihlalidir. Ülkemizin tarafı olduğu evrensel sözleşmelerin ortaya koyduğu temel ilkere göre, 18 yaşından küçüklerin Dünya'da henüz bir ortak tanımı bulunmayan etnik, dini, ideolojik, siyasi veya felsefi referanslı terör örgüt üyeliği ya da terör örgütü adına veya lehine suç işleme gibi olayların ve "Devletin Anayasal Düzenini yok etmek, TBMM'ni ortadan kaldırmak, Cumhuriyetin niteliklerini veya siyasi düzeni değiştirmek" gibi suçların politik muhtevası, amacı ve sonuçları konusunda fikirlerinin olması ve bu fikirlerini oluşturacak soyutlama yetilerinin ve bilişsel yeterliliklerinin bulunmadığı kabul edilmiştir. Ey yargı aktörleri 18 yaşından küçükleri Terörle Mücadele Kanunu'na tabi tutmanız evrensel sözleşmelere aykrı olduğu gibi, ulusal hukuk sisteminize de aykırıdır. Çocuk Koruma Kanunu'na göre 18 yaşından küçükler çocuk sayılır ve suç işlemeleri halinde yargılamaları çocuk veya çocuk ağır ceza mahkemelerinde yapılır. Yine ulusal kanunlara göre; 18 yaşından küçüklerin seçme hakları bulunmamaktadır. 18 yaşından küçükler herhangi bir sözleşmenin tarafı olamazlar. Ey yargıçlar; o halde aynı hukuk sisteminde seçme ve sözleşme yapma hakkı dahi tanımadığınız 18 yaşından küçüklerin terör, terörizm, terörist gibi kavramların ayırdında olduklarını varsaymanız iki farklı hukuk sisteminin doğması değil midir?

Yargı aktörleri, sayıları 4 bine varan TMK Mağduru Çocuklar’ın yarısının dosyalarında somut delil bulunmadığı halde, nasıl iddianameler hazırlanmış, davalar açılmış, duruşmalar yapılmış, cezalar verilmiş ve Yargıtay bu cezaları onamıştır? Avukatların Anayasa’ya aykırılık dilekçeleri neden Anayasa Mahkemesi’ne havale edilmemiş, işleme bile konulmamıştır?

Yargı aktörleri inandığınız hukuk sistemini ve adına kararlar verdiğiniz toplumu ikiye bölmekten vazgeçin...Terörle Mücadele Kanunu ile bu toprakların bir kısım çocuklarını ideolojiyi adalete önceleyen bir zihniyetle çifte istisnaya tabi tutmaya ve onları hukuksuz bırakmaya son veriniz... Aksi taktirde sadece hukuktan istisna ettiğiniz çocuklar imha edimeyecek ,"Devletin Ve Milletin Bölünmez Bütünlüğü" adına bu yaptıklarınız en çok da savunduklarınızın zedelenmesine yol açacağı gibi yargı olarak kendi kendinizin inkarı da kaçınılmaz olacaktır....

***
JEAN SEBERG’İ UCUZLATAN FBI’DI, PEKİ PINAR SELEK’İ KİM? /
PINAR SELEK’İ MÜEBBETLE UCUZLATMA (!?) KAMPANYASI‏

Sanırım İvan İllich’in mezun olan öğrencilere diplomalarını yırtmalarını teklif etmesini, ezberlerimiz dahilinde mecazi bir fantezi olarak değerlendirip geçiştirmek yerine, keşke adam akilli düşünsek.

Namlı Yargıtay 9. Ceza Dairesi, “Patlamanın bombanın mı yoksa LPG'nin mi sebep olduğunun tam olarak tespit edilemediği” gerekçesiyle Pınar Selek hakkındaki 'Ceza verilmesine gerek olmadığı' yönündeki kararını bozmuştu. İkinci kez açılan davada, İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde Pınar beraat etti ve bilirkişi raporları açıkça “bomba değil” dedi. Ama Yargıtay 9. Ceza Dairesi kararı bir kez daha bozdu ve Pınar hakkında yine ağırlaştırılmış müebbet istedi. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun, Pınar’ın beraatını talep eden Yargıtay Başsavcılığının itirazını da reddetmesiyle Pınar’ın hukuka uysun, uymasın yeniden yargılanması kesinleşti.

Yargıtay 9. Ceza Dairesi, yerel mahkeme kararı üzerine, Pınar’ın dosyasına temyiz incelemesi başlattı. Ve yerel mahkemenin kararına Selek, Kadriye Fikret Sevgi, Abdülmecit Öztürk, Maşallah Yağan ve Heval Öztürk yönünden 'bozma kararı' verirken, Alaattin Öget ve İsa Kaya yönünden ise 'onanma' karar verdi. Kararda, Selek'in 'sosyolojik araştırma yapma' adı altında silahlı terör örgütü üyeleriyle irtibata geçip Fransa ve Romanya'ya giderek burada siyasi eğitim aldığı ve “Leyla” kod adıyla, "İstanbul'da Azat” kod adlı örgüt mensubu ile irtibat kurup Yurtseverler Birliği adı ile askeri kanat oluşturarak bomba imal ettiği, diğer sanık Abdülmecit Öztürk ile beraber Mısır Çarşısı'ndaki Ünlüoğlu Büfesi'ne bomba koydukları" iddia etti.

İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi Pınar’a dair Yargıtay’ın yeniden ağırlaştırılmış müebbetle yargılama talebini reddedebilirdi ama ast-üst, terfi-merfi meseleleri vardı…

Yargının güç vasileri Alkibiadesçe bir hırçınlıkla “yargının bağımsızlığı elden gidiyor” diye figan ediyor, mevcut durumda çok manasiz. Çünkü yargi tam bağımsız, “hukuk”tan bağımsız. Ama onlar için bu mühim değil, çünkü dertleri tıpkı TSK gibi siyasi bir güç vesayeti aslinda.

Bu coğrafyada Demirel’in cumhurbaşkanı Mesut Yılmaz’ın başbakan, Ecevit’in yardımcısı olduğu, Genelkurmay 2. Başkanı Cevik Bir'in "İrtica hala en büyük tehlike” dediği, yargıtay başsavcısı Vural Savaş’ın “Tum yurttaşların parmak izinin polisin elinde olması halinde, terör, mafya, karapara vb olaylar daha cabuk aydınlanır” açıklamasını yaptığı, enflasyonun %90 olduğu 9 Temmuz 1998'de televizyonlar yayınlarını keserek 'son dakika' anonsuyla İstanbul'da meydana gelen büyük bir patlamayı duyurdu. Kentin en kalabalık yerlerinden Mısır Çarşısı'ndaki patlamada yedi kişi ölmüş, 127 kişi de yaralanmıştı.

İki gün sonra, 10 Temmuzda olay yeri inceleme tutanağına patlayıcı madde izine rastlanmadığı rapor edilmiş olduğu halde, medyada dönemin tabiriyle “beyaz türk” görünümlü güzel bir kız “bombacı kız” sıfatıyla lanse edildi ve olay PKK’ye mal edildi. Ben Pınar Selek adlı bir insanin varlığından böyle haberdar oldum.

Olayın bundan sonrası bana hep, bariz farklılıkları olsa da Jean Seberg’in acı serüvenini çağrıştırdı. (Merak edenler Romain Gary’nin Seberg’in intiharından sonra yayınladığı “FBI’in Jean Seberg’i Ucuzlatma Kampanyası” kitabin okuyabilir)

Marx, “insanların belli bir sosyal grubun içinde ‘gömülü’ oldukları için, dünyayı bu grubun çıkarları açısından görecekleri”ni söyler. Pınar Selek eğitimli ve gelir düzeyi yüksek bir ailedendi İstanbul'da doğmuştu, iyi bir öğrenim görmüştü (Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü, ayni üniversitede Sosyoloji yüksek lisansı, Fransa'da Sophiantipolis'de UDEL Unt'de Ekonomi Politik dersleri). Ondan beklenen statükonun içinde ve buna paralel kendi statükosunun devamı ve büyümesi için çalışan bir “cici kiz” olmasıydı.

Ama o tıpkı Jean Seberg’in “amerikanın masum yüzü” olarak lanse edildikten sonra Kara Panterler’e yardım etmesi gibi, tabi olması gereken statükonun (!) dışladığı insanların yanında, bizzat o statükonun karanlık yüzünü işaret eden bir figur oldu. Yani “tehlikeli”, yani “ucuzlatılması gereken”…

Ötekileştirilenlerin ve birbirini ötekileştirenlerin ortak atölyesi olan "Sokak Sanatçıları Atölyesi"nin kuruluşuna öncülük etti. Sosyolog kimliğiyle toplumun ezdiği, kırdığı, yok etmeye çalıştığı insanların hayatına girmeyi tercih etti. O insanları anlamaya çalıştı. Ötekileştirme ve paralelindeki şiddetin aileden orduya, işyerinden okula dek yayıldığı hatta bu kurumlar aracılığıyla üretilip meşrulaştırıldığı bilinciyle, Foucault’un iktidarın da iktidarla mücadelenin de mikrodan makroya geliştiği tezini sanırım çok iyi kavramış biri olarak bu atölyede sokak çocuklarıyla, şiddete maruz kalan kadınlarla, travestilerle, etnik ötekileştirilenlerle çalıştı. Ve tercihinin bedeli odetilmeliydi!

Travestiler ve transseksüellerin ötekileştirilmesini incelediği "Maskeler, Süvariler, Gacılar: Bir Alt Kültürün Dışlanma Mekanı " (Aykırı Yayınları ) adlı bir kitap yazdı. Selek bu kitapta, başına gelenleri ise benim Foucault’un ardından keşfedip, uzunca bir süre taktığım ve çok şey öğrendiğim R.D. Laing'in 'Yaşantının Politikasi" kitabından yaptığı "Bir oyun oynuyorlar. Oyun oynamadıkları üzerine bir oyun oynuyorlar. Şayet onlara onlar olduğunu göstersem, kuralları yıkacağım ve beni cezalandıracaklar. Onların oyununu oynamalıyım oyunu gördüğümü görmeksizin." alıntısıyla özetliyor. Ardından “Devlet, egemenler ya da iktidar, adına ne derseniz deyin temelde tekil bireylerden kolektif özneler üreten yapılardır bunlar. Din, aile, eğitim gibi özünde rıza üretmeye ayarlı araçların yanında ataerkillik, militarizm, savaş gibi şiddet üreten ve uygulayan araçlarla da gerçekleştirirler, bireyleri kolektif öznelere dönüştürme süreçlerini.” dediği “Barışamadık” (İthaki Yayınları) ve özelde TSK’yi genelde militarizmi deşifre ettiği “Sürüne sürüne Erkek Olmak” adlı iki kitap daha yazdı.

Hapiste olduğu ve çıktığı süreçlerde de devam ederek statükoyu rahatsız eden “Acil Barış Çağrısı” bildirisi, Genelkurmay Muhtırası’na karşı “Yurttaş Bildirisi”, “Hrant Dink'in düşüncelerine katılıyoruz, bizi de yargılayın” bildirisi, ''Savaşın değil, barışın dilini konusalım' bildirisi, “Türkiye Kyoto’yu İmzala!” bildirisi, “301. madde kaldırılsın” bildirisi, "Herkesin demokratik toplumsal yasama katılabilmesi ve toplumsal barışın sağlanması için, devletin tüm kurumlarının da gerekli yasal düzenlemeleri ve projeleri vakit geçirmeksizin gerçekleştirmesini istiyoruz" bildirisi, “Kadın ve İnsan Hakları Mücadelesine Destek Verin!” bildirisi, “Eren Keskin’le Dayanışmaya!” bildirisi, “Düşünüyorum, suç işledim” bildirisi, “İs Yaşamındaki Cinsiyet Ayrımcılığına Karşı” bildiri, “Kürt Sorunu Çözülsün” bildirisi, “Öldürmeyi reddetmek suç değildir - 318'e HAYIR!” bildirisi gibi pek çok bildiriye imza attı. Hatta başörtüsü yasağının utanç verici bir hak ihlali olduğunu işaretlemek için türbanlı 'ayrımcılığa' ve 'ötekileştirmeye' karşı dayanışma fotoğrafı çektirdi. Vicdaniredcileri, antimilitarizmi destekledi, “evlilik” kurumunu mahreminden sıyırıp riyasını ifşa etti…

Ve DGM kararıyla, 11 Temmuz 1998'de Pınar Selek tutuklandı. Duruşmalarda Selek ısrarla kendisine komplo kurulduğunu söyledi, diğer sanıklar da Selek'i tanımadıklarını. Ama… Davada iki ayrı iddianame ve çok çelişkili ifadeler vardı, pek çok belge de sahte olarak polis tarafından pek de ihtimam göstermeden düzenlenmişti. Avukat Ergin Cinmen, 12 Eylül dönemi de dahil olmak üzere mahkemelerde savunma yaptığını da belirterek "Bu güne kadar hiçbir davada Adalet Bakanlığı'nın, İçişleri Bakanlığı'nın bu kadar ilgi gösterdiğine tanık olmadım. Dava ile hiç ilgisi olmayan kurum ve kişilerden dosyaya Pınar Selek'in suçlu olduğunu kanıtlamaya çalışan belgeler geldi ve mahkeme dosyasına girdi. Bu garip işlemleri kim hangi amaçla yaptırıyor? Ulaşamadığımız bir andıç bu davada da var mıdır diye düşünüyorum. 2006'da Pınar'ın şahsında Türkiye'yi yaralamayacağınız bir karar vereceğinize inanıyorum" diyordu. Benim aklımda en çok kalan ise babası Alp Selek’in mealen "İnsan pek çok yolla öldürülebilir ama en önemli yok etme yargı kullanılarak yapılandır. Mahkemenizden bu tür yasal öldürmelere iyi bir ders vermesini bekliyoruz" sözüydü.

2000 senesinin aralık ayında gönderilen bilirkişi raporunda patlamanın tüp gaz kaynaklı olduğu tespiti bir kez daha yapılınca, Selek tahliye edildi. Çıkışta tutuklu kaldığı 2.5 seneyi kayıp olarak görmediğini söylüyordu: "İnsanları okumayı öğrendim. Ben kadınlara okuma-yazma öğrettim, onlar da bana Kürtçe..." diyordu.

Tahliye davanın sonu demek değildi. Yargılama, dosyanın bilirkişiye gidip dönmesini beklemekle sürdü. Davaya toplam 13 rapor gönderilmiş, hiçbiri çelişkiyi çözememişti. 28 Aralık 2005 tarihli duruşmada söz artik savcıdaydı. Selek'le birlikte beş sanığın müebbet hapis cezasına çarptırılmasını talep ediyordu. Bunun üzerine 200'den fazla aydın Selek'i desteklediklerine dair bildiri yayımladı. Yurtdışından da destek yağdı.

Sekiz senelik dava maratonu 8 Haziran 2006 tarihinde bitti. Duruşmaya Selek, antimilitaristlerin İzmir'de düzenlediği etkinliğe katıldığı için gitmedi. Son sözlerden sonra yargıç kararı açıkladı: “Tüm araştırmalara rağmen çelişkilerin giderilmesinin mümkün olmayacağı, bu haliyle patlamanın bombadan mı, gaz kaçağından mı kaynaklandığının tam olarak tespitinin mümkün olmadığı nazara alınarak Selek ve Abdülmecit Öztürk'ün cezalandırılmalarını gerektiren kesin ve inandırıcı delil elde edilemediği...”

Mahkeme Selek'le ilgili 'örgüte yardim ve yataklık' suçlamasıyla ilgili yargılamayı ise zamanaşımı nedeniyle ortadan kaldırdı. Dava sona erdiğinde Selek "Şu anda boşluk duygusu içindeyim. Hep söylediğim bir şey vardı. Hukuk mücadelesine inanıyorum. Hiçbir zaman kendimi sanık gibi hissetmedim. Benim davam Türkiye'nin demokratikleşme surecinin bir parçasıydı. Ama bu sonucu annemin görmesini çok isterdim. Annemin haberleri izlediği televizyonlar “Pınar Selek'in tepe yönetici olduğunu ve göreve Öcalan'ın isteği üzerine getirildiğini” iddia ediyordu. Hatırladım şimdi. Keşke o da görebilseydi.."

Selek davası (maalesef hala devam) demokratikleşme sürecinin bir parçası olmakla kalmadı. Ayni zamanda süreç içinde Jean Baudrillard ve Edward Said’in “Yeniden Kodlama” tezlerine nefis bir örnek olarak iyi bir coğrafya medyası tahlili de sundu/sunuyor. Ama yukarıdaki iki sosyologun da, farklılıklarla olsa da söyledikleri gibi insanlar meydanin inanırlılığına inançları olmasa bile, ezberlerini bozup statüko içindeki rahatlarından vazgeçmek istemiyor, medya da eşyanın tabiatı gereği kendi karanlık yüzünü manşete taşımamıştı.

Özellikle bilim tarihi üzerine yazan Thomas Samuel Kuhn "yanlılık etkeni”nden söz eder: Newton fiziğine inanan bilim adamı, dünyayı Newton fiziğinin içinden görür. Bu kuramın eksikliğini ifade eden farklı görüşleri kabul etmez. Dünyayı Einstein fiziği açısından görense, bu kuramın savlarına göre değerlendirir. Kuhn’un tezini “bilim adamları”ndan “insanlar”a genişlettiğimizde etrafımızdaki dünyayı “kalıp” içinde algıladığımızı söyleyebiliriz. Buna bir "model" de diyebiliriz. Bu model bir nevi "harita" fonksiyonu görür; ve karşılaşılan hangi olayların "olumlu", hangilerinin "olumsuz" sayılacağını gösterir.

Selek ait olması “gereken”(?) topluluğun kalıplarını sorgulamış ve bu kalıplara uymamıştı. Yani olumsuzdu. Statükonun ana kalıplarında “öteki” olmadığı için de “içten bir tehlike”ydi. Ehlileştirilmesi gerekirdi. Selek mihnet etmedi, üzerindeki tüm statükonun şiddetine rağmen ahlaklı olmakta ısrar etti. Varlığına dair geri adım atmadı, tövbe edip “cici kız” olmadı. Selek’in tehlikesi “statükonun içinden olmasına rağmen”di, ama bu “öteki” olmama durumu yaşamına uygulaman şiddete rağmen, onu en azından faili meçhullükten kurtardı.

Devletin aktörleri statükolarını koruyan ezberleri bozma adına “tehlike” gördükleri Hrant Dink’i fazla göz önünde olduğu için doğrudan değil de, TCK 301’le işaret ederek, mahallenin küçük milliyetçi taşeronlarına havale etmişlerdi (işin asli o kadar basit olmasa da). Bir baksa “tehlike” Pınar Selek de şimdi hakkında yeniden açılan dava ve tabii necip basınımızın işaret etmesiyle bence benzer bir durumda. Yıldırım Türker bu konuda “Büyük gazetenin, Selek'in saçının bir teline zarar gelirse bundan sorumlu olacağını buradan ilan ediyorum. Beğenmediklerini mahallenin katillerine işaret edip sonra da mahalle baskısının yakıcılığından yakınarak demokratlık taslamak çıkmaz sokaktır” yazmıştı bir önceki sefer. Hiç bir şey bağışlanmış bir diri cana değmez ama kullanmak zorunda kalmamak dileğiyle elimizde müstakbel bir delil olarak dursun.

Pınar bir süredir Berlin’de PEN bursiyeri olarak bir kitap yazıyor, aynı zamanda Strasbourg’da siyaset bilimi doktorası yapıyor. Yargının siyasi güç vesayeti adına hukuktan neredeyse tam bağımsızlığını ilan ettiği şu günlerde ben Pınar’a dönme derim, kendi deyimiyle “Kafka’nın Davası’nın içine düşmeye”, hiçbir şey diri bir cana, gasp edilmiş hürriyete değmez. Hrant hala taş gibi göğsümüzde otururken, gelme Pınar!

Elimden hiçbir şey gelmez ki demeyin en azından http://www.pinarselek.com/ gidip tanıklığınızı yazabilirsiniz.

---------------------
(*)Pınar Selek vakai hakkında yazdığım ve Birgün'de yayınlanan yazı.

21 Mayıs 2010 Cuma

CHP’nin OBAMA’sı mı?.



Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com


Sayın BAYKAL 40 senelik siyasi hayatına bir komplo kaset yüzünden nokta koymak mecburiyetinde kaldı. Ak partiyi, hatta başbakan Erdoğan’ı suçlaması siyasi etiğe uymadı. Bana kalırsa KOMPLO’yu hazırlayan özel sekreterin mağdur ettiklerinden biri sinin olması muhtemeldir. Baykal’ın Psişik (ruhsal) bir travma yaşarken ne dediğini kulağının duymaması bir dereceye kadar anlayışla karşılanabilir. Nakavt olmuş bir boksöre tekme atmağa benzedi Erdoğanın davranışı. Gerçi Baykal’ın siyasete başladığı zaman hafizamızda temiz bir iz taşımıyor. 1960 da daha universite talebesi iken Kızılay’da Adnan Menderesin yakasına yapışıp ‘’Demokrasi istiyoruz!’’ demiş, Menderes’te ‘’Demokrasi olmasa idi böyle yakama yapışabilirmiydin ?’’ cevabını vermişti. Gerçi Baykal o zamanın gazetelerinde yayınlanan fotoğrafını yalanlamışsada kimseye inandıramamıştı.

Erdal İnönü’ye karşı defalarca giriştiği başkanlık yarışmasını kaybetmiş, daha sonrada parti başkanı olarak hiçbir seçimi kazanamamıştı. Batı demokrasilerinde seçimi kaybeden parti başkanları siyaseti bırakırlar. Baykal bilakis parti kurultaylarında rakiplerinin kazanma ihitimalini yok edici bariyerler kurmuştu. Partisinde gittikçe artan bir Monarş durumuna girmişti. Parti içi demokrasiden uzaklaştıkça, statükocu bir davranışı tercih ettikçe bilhassa aydınlar arasında sempatisini kaybetmiştir. Kavgacı, klikçi tavrı ilede parti içinde bile sevilmez konuma düşmüştü. Muhalif, emektar partilileri mümkünse partiden uzaklaştırmış, nihayet ZİNA işlemekle milletin ahlak kurallarına ters düşmüştür. Zina son ceza kanunlarına, AB uyum yasalarına göre suç sayılmazsada boşanma sebebi olmakta berdevamdır. Şimdi kendisine yakışan sadece parti başkanlığından ayrılmak değil, eşinden, milletten özür dileyip CHP’den boşanmaktır. İsterlerse bunca yıllar emeğine karşılık kurultayda kendisine onursal başkanlık unvanı tanıyabilirler.

Halefi olması kuvvetle muhtemel Kılıçdaroğlu elbette Baykal çapında bir siyasi imaja sahip değildir. Şimdiye kadar jurnalcı konumu ile halk arasında pekte sevimli bir siması yoktur. Hele hele Dengir Fırat’a karşı asılsız ithamları , sahte belgeleri ile kendisine antipati oluşmuştır.

Çarşaf açılımı, Onur Öymen’in Dersim hakkındaki söylemlerine karşı tutarsız durumu hafızalardan silinmemiştir.

Başbakan’ın son günlerde dış politikada gösterdiği performanslar, enternasyonal politik arenedaki başarıları karşısında partiiçi Baykal’la cebelleşmeside göstermiştirki muhalefet liderliğinde parlak bir performans gösteremeyeceğini şimdiden söyleyebiliriz. İkisi arasında muazzam bir klas farkı olduğu ayan beyan.

Kılıçdaroğlu parti içinde lehine bir rüzgar, bir konjonktür yakalamıştır. Baykal olmasında, ehveni-şer olarak onun olması şimdilik kabul görmüştür. Bence tarihi perspektiften bakınca bir Kürdün, bir Alevi’nin CHP gibi ulusalcı bir partide başa oynamış olması ve kabul görmesi Türkiye için bir nevi OBAMA benzetmesi sayılabilir. Hatta bu yüzden parti içinde itirazlara maruz kalmıştır. Şimdiye kadar başa geçenlerden İsmet İnönü, Cemal Gürsel, Turgut Özal, Hikmet Çetin, Kamuran İnan v.s. Kürt kökenli olmalarına rağmen mümkün olduğu kadar Kürt olduklarını açıktan söylemekten imtina etmişlerdir. Ümit ederim ki bundan böyle Kürt kökenli, Alevi kökenli olan politikacılar, sanatkarlar, akademisyenler asıllarını inkar etmeyen haramzadeler olmazlar. Sesli düşünmeğe başlarlar. Bu bir nevi Millenium olabilir mi? CHP de bir Kürt açılımı, Alevi açılımı olabilir mi?

Tahmin ediyorum ki Güneydoğuda (Kuzey Kürdistan’da) Kürt sorunun çözümünde üç parti yarışması başlar. Ak parti, DTP ve CHP arasında rekabet doğarsa PKK’ya, silahlı kavgaya lüzum kalmaz. Demokrasinin güzelliğide burada. Halkla DİALOG başlarsa Türkiye’nin önü çok çabuk açılır. Kürtlerde biran evvel yoksulluktan kurtulur. Anadillerini öğrenir, Kültürel gelişimlerini sağlar, eşit olma haysiyetine kavuşurlar. İptidai silah kavgası biter. Şehit cenazelerindeki çığlıklar duyulmaz olur. Bu söylediklerim bir rüya olmaktan çıkar.

Kılıçdaroğlu’nun Fatih Altaylı ile Teke-Tek’teki söyleşisinde ki ifadeleri beni hayal kırıklığına uğrattı. Düşüncelerinin Baykal’ın şimdiye kadar ki ifadelerine ters düşmemektedir. Yani Kürt sorununu ekonomik desteklerle çözüleceğini iddia etmektedir. Acaba terörist diye katledilen 35 bin PKK’lının aç oldukları için mi dağa çıktıklarını zannediyor. Demekki Kürtlerin kimlik hakları, anadilde eğitim hakları v.s. Kılıçdaroğlunun problemi değil. Mutlak assimile olmuş bir Kürt gibi düşünüyor. Şimdilik zevahiri kurtarmak için mi yoksa hakikaten aslını inkar edenlerdenmi. Ne Alevi , nede Kürt açılımı hakkında hiç bir fikir beyan etmiyor. Merak ediyorum; Hangi yüzle kuzey Kürdistana gidip oy isteyecek. Belkide MHP den ve şovenist Türklerden korkuyor. Gerek Dersim hakkında ve gereksede Af konusunda söylediklerinden tornistan yaptığına göre Kılıçdaroğlu pekte umut vermiyor.

Antalya. 18.05.10

20 Mayıs 2010 Perşembe

SERMAYENİN YENİ SÖMÜRÜ KALKANI: TOPLAM KALİTE YÖNETİM SİSTEMİ

Tamer Uysal
tamer_uysal.16@mynet.com

TKY’nin büyük işletmelerden başlayarak yaygınlık kazanması rastlantı değil. Çokuluslu şirketler karlarını arttırmak ve kendileri adına üretim yapan özellikle emek-yoğun küçük işletmelerde üretim artışı sağlamak için TKY’leri devreye soktular.

Amaç emek yoğun işletmelerin TKY yoluyla büyük işletmelere uyum sağlamasını kolaylaştırmak...

1994’ten itibaren ülkemizde de çokuluslu şirketlerin baskısı ve bunlarla ortaklı büyük işletmelerin ve orta ölçekli birkaç işletmenin yürüttüğü kampanyalarla yoğunlaştı. TKY’ye geçişte ISO kalite belgesi alarak uygulamalara girişildi. Bugün iş çevrelerinde TKY’nin bir rekabet ve yenilik aracı olma kanısı yerleşti.

TKY (Toplam Kalite Yönetimi) kavramı, Dr.Edward Deming ve J.M.Juran ile Kaoru İshikawa gibi ABD ve Japon mühendisleri ve teknisyenlerince ortaya atılmış rekabet koşullarında uygulanabilen bir işletme stratejisidir. 2.Dünya savaşından sonra (1950-1990’lar arasında) Japonya’da geliştikten sonra bütün dünyada yaygınlık kazandırılmıştır. Uygulamalar giderek kamusal alanlara da kaydırılmıştır.

İşletmeler misyon ve vizyonlarını belirleyerek diğer çalışanlarını da yönetim kademelerine dahil ettiler. Misyon, kısaca, işletmenin hangi işi neden yaptığını (kurum kimliği, temel kurallar, örgüt politikaları ve değerleri), vizyon ise, belirlenmiş zaman diliminde işletmenin nerede olmak istediğini ifade ediyor.

Amaç ve hedef göstermedeki neden çalışanları güdülemek, takım çalışmasına yönlendirmek, böylece faaliyetleri sürdürmek... Misyon ve vizyon, bu açıdan, işi planlamanın ilk aşaması demek.
1994 tarihli ISO-8402’nin tanımı da şöyle; TKY, bir kuruluş içinde kaliteyi odak alan, kuruluşun bütün üyelerinin katılımına dayanan, müşteri memnuniyeti yoluyla uzun vadeli başarıyı amaçlayan ve kuruluşun bütün üyelerine ve topluma yarar sağlayan yönetim yaklaşımı.

Kalite kavramının işletme işlevlerinden pazarlama karmasının diğer elemanlarından (fiyat, servis gibi) önünde geldiği kabul ediliyor ve mükemmelliğe ulaşmanın bir ölçüsü görülüyor. Kalite denildiği zaman mal ve hizmette kullanıma uygunluk akla gelirdi şimdi TKY kavramın çerçevesini genişletti (yönetim, üretim, insan kaynakları, servis, pazarlama).

TKY en başta verimlilik artışına; sıfır hata, maliyeti azaltma, üretim sürecini sürekli kontrol gibi alt uygulamalarla ulaşmayı hedefliyor. Müşteri tatmininin ve pazar talebinin karşılanmasını da kaliteyi yükseltme, üretim süreçlerini kısaltma (destek hizmetleri ve satış dahil) yani esnek çalışmayı sağlama gibi koşulların varlığına bağlıyor.

TKY süreci karar, hazırlık, uygulama ve kontrol aşamalarından oluşuyor.

İletişim ve ulaşım olanakları arttı. Endüstri toplumunun günümüzde geldiği aşama post-endüstriyel toplum olarak tanımlanıyor. Toplam kalite yönetimine ise büyümeyi ve gelişmeyi hedefleyen işletmeler değişim (innovation) ve yönetim felsefesi olarak yaklaşıyorlar.

Bu amaçla çalışanlar üretim sürecine odaklandırılacak sıfır hata ve düşük maliyetle en iyi müşteri tatminini sağlayıncaya kadar üretim döngüsüne katılacaklardır. Ekip çalışması ve kalite kontrol çemberlerinin oluşturulmasındaki amaç üretim faktörü olan emeğin dünya pazarlarına ve kalite standartlarına (akredite olmuş) uygun mal ve hizmeti üretecek düzeyde eğitim almasını ve denetimini kolaylaştırmadır (hataları önleme ve otokontrol).

TKY’ye getirilen eleştiri ve kuşkulardan en önemlisi; çalışanların işletmeiçi ortamının ve üretim süreçlerinin denetlenebilirliğini (aidiyet duygusu ve işletmeyle bütünleşmeye motive etme) sağlayıcı işlevine karşılık diğer yaşam (toplumsal çevre, sağlık, kültür, eğitim, adalet, vs.) alanlarına yansıması ve dış ortamın kalitesine katkısının ne olup olmayacağı konusudur.

TKY’de amaç verimlilik ve performans artışı sağlamak. Verimlilik, piyasa koşullarında kaynakları en uygun şekilde kullanarak en düşük maliyetle en yüksek kaliteyi üretmek anlamını taşıyor. Emekçiler açısından ise düşük (veya aynı) ücretle en kısa sürede daha az hatayla en yüksek verimi sağlamak anlamına geliyor. Çalışanlar açısından iş yükünün arttırılmasında gönüllülük ve çalışma süresinin uzatılmasında gönüllülük esaslarına dayanıyor.

TKY’ye yöneltilen eleştirilerden bir tanesi de çalışanları bireyselliğe özendirmesi ve önplana çıkartması. TKY’yi çalışanlara kabul ettirmek için kulağa hoş gelen söylemler ileri sürülüyor; katılımcılık (yönetime ortak olma), kendini ifade hakkı, karar birlikteliği, çözümlerin (karar) süreçlerine katılma, vs...

Yani TKY bakış açısıyla çalışanların yönetimi ve çalışanların memnuniyeti demek!...

Söylemlerin tersine uygulamalarda emekçi hakları (ücret, sosyal haklar, güvence, vs.) ikinci plana itiliyor. Kalite çemberleri ile çalışanlar rekabet (yarışma) ve birbirlerini denetlemeye sürükleniyorlar.

Böylece çalışanların özgürleştirildikleri ileri sürülüp, esnek çalışmanın meşrulaştırılması yoluna gidiliyor. Sinerji, empati, katılım, kalite, çağdaşlık, insanı esas alma türünden kavramlar kârlılık ve rekabeti arttırmak amacıyla kullanılıyor. Oysa hizmet ve ürün salt meta, insan esaslılık ise müşteri odaklı kalite anlayışına dönüştürülüyor.

Büyük şirketler ise yan denetimlerle küçük işletmeleri denetleyebiliyorlar.

Artık ulus ötesi şirketler sıkı rekabetin sözkonusu olduğu küresel pazara uygun stratejiler arıyor. Toplam kalite yönetiminin uygulamacıları söylemlerin evrensel geçerliliği olduğunu söylüyorlar ama değişimi anahtar kelime olarak kullanmalarına rağmen TKY uygulamalarının hiç bir zaman değişmeyeceğini ileri sürüyorlar, tanımlarıysa şöyle; “Bir kuruluştaki tüm faaliyetlerin sürekli olarak iyileştirilmesi ve organizasyondaki tüm çalışanların kesin aktif katılımıyla çalışanlar ve müşteriler ve toplum memnun edilerek kârlılığa ulaşılması”...

Günümüzün vazgeçilmez olgusu kabul edilen TKY’de, verimlilik, etkinlik, hız, sıfır hata, estetik, erişilebilirlik vs. önemli unsurlar olarak görülüyor. En az maliyetle en kaliteli verimin sağlanması hedefleniyor. Çalışanların ise hem sürekli bir girdi (emek) hem de katılımcı (kalite çemberleri ile) görülmesi ise TKY’de bir başka çelişki...

Tek yanlı uygulamalardan kaçınılarak uygulamada TKY’de emekçilerle ilgili gerçek katılım ve çalışma koşulları geliştirilmeli, esnek ve düzensiz çalışma saatleri önlenmeli, yasal ve fiili koşullar düzenlenmeli, eğitim, istihdam ve altyapı gibi girdilerde olanaklar arttırılarak fırsat eşitliği sağlanmalıdır.

Üretim ve hizmet çıktılarında nitelik ve yaygınlık ancak buna benzer yollarla arttırılabilir. Aksi takdirde uygulamalar noksan, geçici ve gerçekdışı yansımalar, lafta kalan yüzeysel başarılar getirebilir.

------------------

Tamer UYSAL
Halkla İlişkiler Uzmanı
Araştırmacı-Yazar

18 Mayıs 2010 Salı

Cem Özdemir: pirsgirêka Kurd ne di qişlayê de ne ji li çîya dikare were çareser kirin.

Hevserokê Partîya Keskan Cem Özdemir, pirsgirêka Kurd ne di qişlayê de ne ji li çîya dikare were çareser kirin.

„Ji Rûdawê hatîyê wergirtin“

Hevpeyvîn: Seyîdxan Kurij- Duisburg

Ji bo hilbijartinên eyaleta NRW dirûşma ya partîya Keskan ya sereke çi ye? Hûn bernameyekê çawa pêşkeşê gel dikin.

Dirûşma ya partîya Keskan ya sereke reforma Perwerde ye. Em dixwazin ji hêlîna zarokan heta zaningeh di warê perwerde de reformên bingehîn pêk bînin. Niha pirsgirêka herî mezin perwerde ye. Hikumeta niha dixwaze bacê daxîne. Hem daxistina bacê, hem warê sihatê de reform hem ji warê perwerde de reform nabe. Li gor me polîtîkaya perwerde girîng e. Daxistina bacê ya dewlemendan ne karê me ye. Em dixawzin qalîteya perwerdeyê bilind bikin. Em dixwazin şans bidin her kesî kû ew bikaribe bixwîne, xwedîyê qarîyerê be. Divê ne tenê zarokên dewlemendan û yên teknokrat û burokratan, ango yên çîna jorin, zarokên karkeran, yên koçberan, ango yên çîna jêr ji bikaribin bixwînin. Li gor sîstema heyî zarok zû ji hev cûda dibin. Piştî sinifa çaran 3-4 formên dibistanê yên cuda - cuda hene. Em dixwazin zarok demekê dirêj bi hevra bixwinîn. Ango em dixwazin dibistanên hevbeş kû hemû zarok bikaribin bi hevra ders bigrin ava bikin. Dîsa em dixwazin dibistanên tam roj ava bikin. Li vir hemû zarok bikaribin xwarina nîvro bixwin û bi alîkarîya mamostaya dersên xwe çêkin. Divê helînên zarokan ji bo hemû zarokan bê pere bin. Divê mûçeya ji bo zaningehê were rakirin. Em dizanin pêkanîna vê bernameyê ne hêsa ye, lê em dikarin pêk bînin. Hikumet dixwaze bacê daxîne. Bi daxistina bacê 17 mîlyar Euro ji budçeyê kêm dibe. Em dikarin vê pereyê ji bo pêkanîna reforma perwerde xerc bikin. Ji ber kû em pir giringîyê didin demokrasîya bingehî, em dixwazin polîtîkaya perwerde bi mamosta, dê û bavê xwendewanan û xwendewanan bi hevra tespît bikin û bi hevra pêk bînin. Çend eyaletên kû em şirîkê hikumetê ne, em vê polîtîkayê pêk tînin.

Raya giştî dizane kû ji bo me parastina siruştê pir girîng e, ji ber wê em dixwazin bê karanîna atom û komir karabe hilberînin. Em dixwazin mirovan û derûdorê biparêzin, ji ber wê ji em hembera teknolojîya genetik in. Em sosyal edalet dixwazin û hembera hejarîyê tekoşîn didin. Em dixwazin sîstema sosyal-bilêt pêk bînin, dakû hemwelatî bikaribin li hemû NRW de bi bus û trênan erzan seyahat bikin. Em di navbera jin û mêran de wekhevî dixwazin. Jin û mêr kû eynî karê dikin dive wekhev mûçe bigrin û dive hemû meclîsan de hejmara jinan were zêde kirin. Em dixwazin hemwelatî aktîf tev li polîtîkaye bin û pirsgirêk bi gel va werin gengeşî kirin û biryar bi hevra werin girtin û pêk anîn.

Wekû tê zanin di îdareyên heremî û şaredarîyan de karmendên koçber pir kêmin. Ew ji bo entegrasyonê ne astengekê ye?

Raste, hejmara karmendên koçber kû di daîreyên fermî de kardikin, li nîspeta hejmara koçberan kêmin. Lê em wek partîya Keskan hewl didin kû vê neheqîyê ji ortê rakin. Ji bo wê ji partîya me hem ji bo meclîsên şaredarîyan hem ji, ji bo parlementoyên heremî berendamên kokkoçber nîşan dide. Li Duisburgê cîgirekê serokê şaredarîya mezin koçber e. Wekû hûn ji dizanin cara yekemîn ji partîya me kesekê koçber kû ji malbatekê karker dihat, wek parlamen hat hilbijartin. Îro serokê partîya me kokkoçber e. Di meclîsên şaredarîyan de ji, parlemento- yên eyaletan de ji endamên partîya me yên kokkoçber hene.

Demekê berê seroka Partîya Keskan Claudia Roth bi şandeyekê çu Kurdîstana Başûr, li vir serokê Kurdîstan birêz Mesûd Barzanî va hevdînikekê pêk anî û piştra çu Amedê. Armanca vê gerê çi bû?

Em wek Partîya Keskan her tim gêrên ûsa pêk tînin. Ew Gera heval Claudia Roth ji di vê çarçevê da gerekê normal bû. Têkilîyên me û Kurdan û yên Tirkîyê didomînin. Em dixwazin Tirkîyê di çarçeva pîvangên YE yê de reformên xwe bidomîne. Em dixwazin li Tirkîyê pirsgirêka Kurd bi rêya aşitî çareser be. Ew pirsgirêk ne di qişlayê de ne ji li çîya dikare were çareser kirin. Divê hemû alî werin cem hev bi hevra qisêbikin û bi metodên dîaloxê vê pirsgirekê çareser bikin. Em hevalên xwe yên tirk ra ji yên kurd ra ji vê yekê dibêjin.

Polîtîkaya Partîya Keskan ya Iraqê taybetî jî ya Kurdîstana Başûr hat guherîn?

Na, polîtîkaya me ya Kurdîstana Başûr nehat guherîn. Her tim pêwendîyên me û Kurdên Başûr baş bûn. Gava em şirîkê îktîdarê bûn, cara yekemîn me alîkarîya Kurdîstana Başûr kir. Dîsa me karsazên almanya şandin Kurdîstan û me dixwast ew li Kurdîstanê kar bikin. Partîya me dixwast navbera Almanya û Devleta Federal ya Kurdîstanê de têkilîyên diplomatik, kulturî û tîcarî geş bin.

Demekê berê serokwezîra Almanya Angela Merkel çubû Tirkîyê, serokwezîrê Tirkîyê R. tayyîp Erdoĝan ji Merkelê daxwaza vekirina dibistanê Tirk , li Almanya kir. Polîtîkwanên Almanya gazinca dikin kû ji ber kû tirk almanî hînnabin, entegreyê civata Almanya nabin. Rola dibistanên tirk di vê prsgirekê de çi be?

Li Almanya dibistanên tirk hene. R.Tayyyîp Erdoĝan çima niha ew pirsgirêk hat rojevê, ez tê negihiştim. Pirsgirêk ne hebûna an ji tûnebûna dibistanên tirk e, divê em qalîteya dibistanên heyî bilind bikin. Birêz Erdoĝan delva dibistanên tirk bigota dibistanên Alman- Tirk baştir dibû. Vê gavê civatê Almanya ji xelet fam nedikir. Lewra dibistanên Tirk tên mehnaya dinbistanên kû tenê tirkî ders tê dayîn û tirkî tê axaftin. Helbet ew tiştekî ne raste û hizmeta entegrasyonê nake, zarok û ciwanên tirk zêdetir ji civata Almanya dur dixe, ji bo entegrasyon dibe asteng.

Ji alîyê din wê gavê mirov dipirsin, li welatê te rewş çawa ye? Li welatê te kêmnetewe dikarin bi zimanê xwe perwerde bibin? Em hemû dizanin ne kurd ne ji gelên din nikarin bi zimanê xwe perwerde bibin?

Angela Merkel dîsa ji bo têkilîyên Tirkîyê û Yekitîya Ewropayê (YE) şirîkîya biîmtîyaz anî rojeve. Hûn wek partî di vê babetê de çi pêşnîyar dikin?

Divê mirov rastîyê ra rast, xeletîyê ra xelet bêje. Tirkîyê dema bihurî de tiştên kû divê bikiriba nekir. Li Tirkîyê 3 car heta 4 car darbeyên leşkerî pêk hatin. Ew cuntayên leşkerî gelekî zirar da Tirkîyê û Tirkîye paşda birin. Wekû tê zanin gava Yewnanîstan ji bo endambûna YE serî lêda, rêvabirên YE Tirkîye ra gotin, „ lez bikin, berpirsîyarên xwe bînîn cîh, hûn ji serlêdana xwe bikin“. Serokwezîrê wê demê gotibu, „ Ew şirîkin, em bazarin“. Lê Tirkîye di wan salên dawî de hat guherîn. Gava ez bi serokwezîrê Tirkîyê û polîtîkwanên din va diaxifim, ez her tim dibêjim kû Tirkîye dikare bi alîkarîya YE pir tiştên baş pêk bîne. Divê Tirkîye di vê rê de berdewam bike. Endambûna Tirkîyê ya YE hem ji bo berjewendîyên Tirkîyê hem ji, ji bo YE pir baş be. Dawîyê de her du alî ji kar bikin. Bêgûman Tirkîye nikare bi sifir terîfe bibe endamê YE. Divê Tirkîye hemû şart û şûrtên YE bîne cîh. Tu dewlet nikare pîvangên xwe YE yê bide qebûl kirin, divê ew pîvengên YE bi cîh bînin. Gava Tirkîyê hemû şertên YE anî cîh, em dixwazin dawîya vê pêvajoyê de Tirkîye bibe endamê YE, ne şirîkê biîmtîyaz. Xwe şirikîya biîmtîyaz niha ji heye. Lewra Tirkîye endamê gelekî dezgehên YE ye, endamê Yekitîya Gumrikê ye.

Li Tirkîye niha li ser guhertina Makezagonê gengeşî hene. Ewropa vê pêvajoyê çawa dinirxîne?

Li Ewropa tenê yek dîtin nîne. 27 endamên YE ewropa hene. Her dewletê de partîyên desthilatdar hene, yên mihalefet hene. Dîtinên her partî cûda ne, heta di nav partîyan de dîtinên cûda - cuda hene. Ez guherandina makezagonê pir baş û pêwîst dibinîm. Lewra makezagona heyî di dema cuntaya 12 yê Îlonê de hatîye çêkirin, ango makezagonekê mîlîtarîst û antîdemokratîk e. Dil dixwast kû bi hemû partîyên sîyasî, rexistinên sîvîl û akademîsyenan hevkirinekê pêk were û bi hevkirinekekê hevbeş makezagonekekê demokratîk, Ewropayî û hevdem pêk were. Hewcetîya Tirkîyê makezagonekekê ûsa heye. Makezagona 12 yê Îlonê heta niha çend car hat guherandin, lê ew ne guherandinên girîng bûn. Makezagona Tirkîyê dişibe penîrê Swîsre. Kevn û nû bi hevra ne. Hewcetîya Tirkîye makezagonekekê nû heye.

Demekê berê parlementoya Swêd „Jenosîda Ermenîyan“ pêjirand, niha dorê de dewletên din ji hene. Li Tirkîyê her meha Nîsanê de ji ber pirsgirêka Ermenî tansîyon bilind dibe. Di vê babetê de hûn çi difikirin?

Gotinekê baş yê birêz Hrant Dînk kû ji alîyê nîjatperestên şovenîst hat kuştin, hebû. Ewî digot „ Pirsgirêka navbera gelên Tirk û Ermenîyan nikare di parlementoyên dewletên din de were çareser kirin. Divê civata Tirk û Ermenîyan di nav xwe de ew pirsgirêkê bi dîaloxê, bi axaftinê çareser bike.“ Ji ber wê ez destpê kirina pêwendîyên navbera Tirkîyê û Ermenîstanê, vekirina derîyê navbera Tirkîye û Ermenîstanê , pir baş dinirxînîm û piştgirîyê didim vê pêvajoyê. Ez hêvî dikim kû birêz Erdoĝan di ew rêya xwe de pêşva biçe. Di wan salên dawî de têkilîyên navbera Yewanîstan û Tirkîye, yên Surîye û Tirkîyê, yên Bulgarîstan û Tirkîyê baş bûn. Ji wê hemî alîyan sûd wergirtin. Divê têkilîyên Tirkîye û Ermenîstanê ji baş bin, ew ji bo berjewendîyên her du alîyan ji pir baş be. Heman demê de divê Ermenîstan ji bi Azerbeycan va têkilîyên xwe baş bike û pirsgirêka Karabax were çareser kirin. Ez wê bawerîyê da me kû pirsgirekê kû bi dîaloxê, bi nîyeta baş nayê çareser kirin, nîne.

Not: Kurtebeşekê vê Hevpeyvînê di kovara « Rûdaw » ê çapa Ewropa hêjmara 42 an de hat weşandin.

--------------
„Bu roportaj „ Rûdaw“ dan alınmıştır“

Yeşiller partisi eşbaşkanı Cem Özdemir, Kürt sorununun çözümü kışlada deĝildir.

Roportaj: Seyîdxan Kurij- Duisburg

Seyîdxan Kurij: Bilindiĝi gibi 9 Mayıs`da Küzey Rhein Vestfalya (KRV) eyaletinde parlemento seçimleri yapılacak. Siz bu seçimlere hangi temel şiar altında giriyorsunuz?

Cem Özdemir:
Bu seçimlerde Yeşiller partsinin en önemli şiarı eĝitim reformudur. Biz eĝitim alanında çocuk yuvalarından Üniversiteye kadar köklü bir reform öneriyoruz. Çünkü ülkenin geleceĝi için eĝitim de fırsat eşitliĝi saĝlanmasını ve kaliteli eleman yetiştirilmesini, eĝitimin kalitesinin yükseltilmesini çök önemsiyoruz. Hem saĝlık reformu, hem vergilerin düşürülmesi hem eĝitim reformu birlikte olmaz. Onun için biz eĝitim reformunu öne aliyoruz. Şimdiki hükümet vergileri düşürmek istiyor. Bunun ile bütçeye ek 17 milyar yük gelecek. Bu zenginlerden alınacak paradır. Biz böyle bir vergi indirimini doĝru bulmuyoruz, aksine bu parayı eĝitime kanalize etmeyi planliyoruz. Biz bir işçi çocuĝu da bir göçmen çocuĝu da, yani alt sınıflara mensup insanların çocujkları da üst sınıflara mensup insanların çocukları kadar okuyabilme imkanına sahip olmalı diyoruz.

Almanya`nın şu andaki okul sisteminde ilk okul 4. sınıfdan sonra çocuklar hemen ayrıliyorlar. İlk okuldan sonra 3-4 farklı okul var. Biz bunu doĝru bulmuyoruz. Biz çocukların daha uzun süre birlikte eĝitim görmelerinden yanayız. Ama bunu tek başımıza yukardan belirlemek istemiyoruz. Okul ile ilgili bütün problemleri öĝrenciler, veliler ve öĝretmenler ile birlikte çözmek istiyoruz. Çünkü biz taban demokrasisini önemseyn bir partiyiz. Hükümet ortaĝı olduĝumuz bazı eyaletlerde bu politikamızı uyguluyoruz. Biz çocuk yuvalarının herkes için bedava olmasını, okulların tam gün olmasını, öĝrencilere öĝle yemeĝi verilmesini ve okulda onlara dersleri ile ilgili ek yardım verilmesini, ayrıca spor , satranç ve benzeri aktiviteler yapılmasını istiyoruz. Üniversitelerde ise kayıt harcının kaldırılmasını istiyoruz.
Ayrıca Yeşiller Partisi - NRW , „ Yeşillere oy vermek için 12 neden“ şiarı altında programını aşaĝıdaki gibi seçmenlere tanitiyor:

• Biz iklim koruyucu, çevre dostu ekonomiye, eĝitim, saĝlık ve sosyal işpazarına yapılacak yatırımlarla 200.000 yeni işyeri yaratabiliriz
• Biz iklim koruyucu, yenilenebilir alternatif enerji kaynakları ile yeni atom ve kömür reaktörlerini önlemek istiyoruz
• Biz atom enerjisinden kesin vazgeçilmesini istiyoruz, zira bunlar kontrol edilemez ve artikların imha edilmesine henüz bir çözüm bulunamamiştir
• Biz adil ve verimli okul sistemini destekliyoruz, tüm çocuklann uzun ve ortaklaşa egitim alabilmelerini istiyoruz
• Biz okul harçlarını kaldırıp, yüksek okullardaki eĝitim koşullarını düzeltmek istiyoruz
• Biz daha fazla günlük kreşler kurup, aidatları zamanla kaldırmak istiyoruz
• Biz yoksulluĝa ve asgari ücretlere karşı sosyal bir adalet için mücadele ediyoruz
• Biz insanların, doĝayı, hayvanları, temiz suyu, temiz havayı ve tüketiciyi koruyoruz
• Biz bütün Kuzey Ren-Vestfalya eyaleti için sosyal bilet uygulamasını ve otobüs ve tramvayların çoĝaltılmasından yanayız
• Biz eşit işe, eşit ücret ve tum şehir meclislerine ve komisyonlara bayanlar için kota ayrılmasını istiyoruz
• Biz demokrasi ve insanların söz hakkına sahip olmalarından yanayız, insanları gözetim altında tutan kameralara ve internetteki denetime karşıyız
• Biz borçlardan arınmış, güvenilir gelir kaynakları olan, baĝımsız hareket edebilen yerel yönetimlerden yanayız
• Biz her türlü ırk, renk, dil ve din ayırımına karşı, çok kültürlü bir toplumdan yanayız

Seyîdxan Kurij: Bilindiĝi gibi yerel yönetimlerde ve şehir dairelerinde çalışan göçmenelerin sayısı çok az. Bu integrasyonu zorlaştıran bir faktör degil mi?

Cem Özdemir:
Evet doĝrudur, nufus oranı ile kıyaslandıĝında yerel yönetimlerde ve şehir idarelerinde çalışan memur sayısı yetersizdir. Fakat biz Yeşiller partisi olarak bu dengesizliĝi ortadan kaldırmaya çalışiyoruz. Bunun içinde hem federal ve eyalet parlementolarında hem de belediye meclislerinde göçmen kökenli adayların olmasına özen gösteriyoruz. Duisburg`da bir semt belediye başkanı göçmen kökenli. Bilindiĝi gibi ilk defa 1995 `de bir işçi ailesinden gelen biri Yeşiller Partisinden miletvekili seçildi. Bügün göçmen kökenli parti başkanı var. Eyalet parlementolarındada belediye meclislerinde de göçmen kökenli üyelerimiz var.

Seyîdxan Kurij: Bir süre önce Yeşiller Partisi federal başkanı Claudia Roth bir heyet ile Güney Kürdistan`a gidip orada Kürd Federe Devleti Başkanı Mesud Barzani ile görüştü ve oradan da Türkiye`ye geçip çeşitli görüşmeler yaptı. Bu görüşmelerin amacı ne idi?

Cem Özdemir: Biz Yeşiller partisi olarak sürekli bu tür görüşmeler yapiyoruz. Claudia Rith`un bu gezisi de bu çerçevede normal bir gezi idi. Claudia Güney Kürdistan`da hukumet yetkilileri ile, sayın Barzani ile ve diĝer politikacılar ile görüşmeler yaptı. Oradan da Tükiye`ye geçip hem Kürd hem de Türk politikacıları ile görüştü. Biz Tükiye`nin AB kriterleri çerçevesinde reformlara devam etmesini istiyoruz. Biz Türkiye`de Kürd sorununun barışçıl- demokratik yollar ile çözülmesini istiyoruz. Kürd sorunu ne kışlada nede daĝlarda çözülemez. Bütün taraflar bir masa etrafında toplanmalı , bu sorunu konuşarak, dialog yöntemi ile çözmeliler. Biz başbakan, meclis başkanı, bakanlar dahil Türkiye`deki Türk politikacıları arkadaşlarımıza da Kürd politikacı arkadaşlarımıza da bunları söylüyoruz.

Seyîdxan Kurij: Yeşiller Partisi`nin Güney Kürdistan ve Irak politikası degişti mi?
Cem Özdemir: Hayır, bizim Güney Kürdistan`daki Kürd politikacıları ile her zaman iyi dialoĝumuz vardı ve bu dialog devam ediyor. İktidar oratĝı olduĝumuzda ilk defa biz Güney Kürdistan`a yardım gönderdik. Saddam devrildikten sonra da ilk defa biz oraya işadamlarını gönderdik ve Almanya`nın Kürdistan`ın inşasına katkıda bulunmasını istedik. Şimdi de Almanya ile Kürdistan Federe Devleti arasında ekonomik, kültürel ve diplomatik ilişkilerin geliştirilmesine katkıda bulunuyoruz. Biz Almanya`nın Hewler`de konsolosluk açmasını talep ettik ve bu talebimiz gerçekleşti.

Seyîdxan Kurij: Kısa bir süre önce Almanya başbakanı Angela Merkel Türkiye ziyaret ettiĝinde, Türkiye başbakaı R.Tayip Erdoĝan Almanya`da türk okullarının açılmasını talep etmişti. Almanya politikacıları türklerin almanca bilmediklerinden entegre olamadıklarından şikayetçi oldukları bir zamanda, Erdoĝan neden böyle bir öneride bulunuyor?

Cem Özdemir: Almanya`da zaten türk okulları var. Neden bu dönemde böyle bir konunun gündeme geldiĝini doĝrusu anlamadım. Sorun Almanya`da türk okullarının olup olmaması sorunu deĝil, mevcut okulların kalitelerinin yükseltilmesidir. Sayın Erdoĝan Türk okullarındansa Türk – Alman okulları dese idi daha isabetli olurdu. Zira Türk okullarından türkçe eĝitim yapılan, türkçe konuşulan okullar anlaşıliyor ki, bu okullar entegrasyona hizmet etmez elbette ki. Türk okulları denmesi buradada yanlış anlaşılmalara meydan vermiş oldu.
Ayrıca Türkiye`nin başbakanı Almanya`da Türk okulları açılsın dediĝinde, adama acaba senin ülken de durum nasıl diye sorarlar. Türkiye`de azınlıkların hangi haklara sahip oldukları, türkçenin dışındaki dillerden eĝitim hakkı varmı yokmu sorunu da gündeme gelir.

Seyîdxan Kurij: Almanya Hükümetinin programının aksine Angela Merkel yine Türkiye için imtiyazlı ortaklık dedi. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Cem Özdemir:
Doĝruya doĝru, yanlışa yanlış demeliyiz. Türkiye geçmişde Avrupa Birliĝi (AB) konusunda yapması gerekenleri yapmadı. Türkiye `de 3 hata 4 tane askeri darbe yapıldı. Bu askeri cuntalar Türkiye`ye çok zarar verdiler ve Türkiye`yi geriye götürdüler. Bilindiĝi gibi Yunanistan AB üyesi olacaĝı zaman, Türkiye`ye de elinizi çabuk tutun, kriterleri yerine getirip AB üyesi olun dendi. Ama o zamanki başbakan, „ onlar ortak, biz pazarız“ dedi. Türkiye bu son yıllarda deĝişti. Biz Türkiye`nin başbakanı ve diĝer politikacılar ile görüştüĝümüzde onlara, Tükiye`nin AB yardımı ile bir çok şeyi başarabileceĝini söylüyoruz. Türkiye bu deĝişim yolunda devam etmelidir. Türkiye`nin AB üyesi olması hem Türkiye toplumunun hem de AB toplumunun yararınadır. Her iki tarafda bu ortaklıktan çok kazançlı çıkacaktır. Türkiye`de refah artacak, demokrasi, özgürlükler ve insan hakları, azınlık hakları konusunda çok iyi gelişmeler olacak. AB ise Türkiye gibi büyük ve dinamik ve aynı zamanda halkının çoĝunluĝu müslüman olan bir ortaĝa sahip olacaktır. Elbetteki Türkiye sıfır tarife ile AB üyesi olamaz. AB kriterleri ve deĝerleri belli. Türkiye AB`nin kriterlerini yerine getirmeden bu birliĝe üye olamaz. Türkiye AB `nin bütün kriterlerini yerin getirdikten sonra biz Türkiye`nin tam üye olmasından yanayız. İmtiyazlı ortaklık zaten şu andada yürürlükte. Türkiye AB `nin bir çok kurumunda temsil ediliyor, gümrük birliĝine uye. Bundan dolayı imtiyazlı ortaklık gibi bir şeyden bahsetmek fazla anlamlı deĝil.

Seyîdxan Kurij: Şu anda Türkiye`de Anayasa deĝişikliĝi konusunda tartışmalar sürüyor. AB bu süreci nasıl deĝerlendiriyor?

Cem Özdemir: AB`nin 27 üyesi var ve her ülkede deĝişik partiler var. Her partinin bu konudaki görüşü farklı. Türkiye`de herhangi bir konuda ortak görüş olmadıĝı gibi Avrupa`da da herhangi bir konuda ortak bir görüşden bahsedilemez. Hükmetlerin görüşü farklı , muhalefetin görüşü farklı. Her partinin ayrı bir görüşü var, hatta aynı parti içindede deĝişik görüşler var. Ben mevcut anayasada yapılacak deĝişiklikleri çok önemli buluyorum ve destekliyorum. Çünkü mevcut anayasa askeri diktatörlük şartlarında yapılmış anti demokratik bir anayasadır. Bu anayasanın mutlaka temelden deĝişmesi gerekir. Gönül isterdi ki Türkiye`deki bütün siyasi partiler, demokratik kitle örgütleri ve akademik çevreler bir araya gelip, uzlaşma ile sivil, demokratik, Avrupa deĝerlerine uyumlu çaĝdaş bir anayasa yapabilsinler. 12 Eylul anayasası bügüne kadar bir çok defa deĝişti, fakat bu deĝişiklikler yeterli deĝil. Şu anki anayasa biraz İsviçre peynirine benziyor. Eskisi ile yenisi bir arada. Böyle olmaz Türkiye`nin yeni bir anayasaya ihtiyacı var.

Seyîdxan Kurij: Bir süre önce İsveç parlementosunda „Ermeni soykırımı“ onaylandı. Sırada başka parlementolar var. Bu sorun her gündeme geldiĝinde Türkiye`de tansiyon yükseliyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Cem Özdemir: Türkiye`de miliyetçi – şovenistler tarafından öldürülen deĝerli Ermeni aydını Hrant Dink`ın güzel bir sözü vardı. Sevgili Dink, „ bu sorun diĝer devletlerin parlementolarında çözülemez. Ermeni halkı ve Kürd halkı bu sorunu kendi arasında konuşarak, dialog yöntemi ile çözmelidir“ diyordu. Bundan dolayı ben Türkiye ile Ermenistan arasında başlamış olan dialog sürecini çok olumlu buluyorum ve bu sürecin derinleşerek devam etmesine destek veriyorum. Bus son yıllarda Yunanistan - Türkiye, Suriye - Türkiye, ve Bulgaristan - Türkiye arasındaki ilişkilerde bir normalleşme ve dialog başladı. Bundan bütün taraflar kazançlı çıktılar. Aynı şekilde Ermenistan – Türkiye ilişkilerinin normalleşmesinden, aradaki kapıların açılmasından her iki taraf kazançlı çıkar. Aynı şekilde Ermenistan ile Azerbeycan arasındaki sorunların ve Karabaĝ sorununun da çözülmesi gerekir. Ben iyi niyet olduktan sonra dialog ile çözülemiyecek sorun olduĝuna inanmiyorum.

16 Mayıs 2010 Pazar

لَسْعَة قَمَر - majed abu goush




لَسْعَة قَمَر

ماجد أبوغوش


هذِه ليستْ تُفّاحةَ نيوتُنْ
هذِه التُّفاحةُ سَقَطت من جَيبِ
قاطِعِ طريقْ

جانِبا الطَّريقِ الموصِلِ إلى القَصرِ
مَزْروعتانِ بالخوذاتْ

المرأةُ التي تَفْتَرِشُ الأرضَ
قُرْبَ مَيدانِ الشُّهداءِ
وتبيعُ الخُضارَ
……………
زَوجَةُ شَهيدْ
كأنّي رأيتُ دمي
يَسيلُ
كأنّي رأيتُ السَّيفَ
في يدِ الوَزيرِ

اللهُمّ نَجِّني من الذُّلِّ والفَقْرِ
واجْعَلْني قاطِعَ طَريق
مَرّا من أمامي

بّعْدَ قَدَحَيْنِ أو أكْثَرْ
لَمْ أتَبَيَّنْهُما جَيّداً
مَنْ يَمْتَطي مَنْ ؟
مَرّا من أمامي
بَغلٌ وأمير

الأَرْضُ لَيْسَتْ كُرويَّة
وأمريكا تُطلُّ علينا
من كُلّ الجِِهات

يا صَديقي ماركس
فائِضُ القيمَةِ
تَجاوَزَ رأسَ المال
بلادُ البحرِ
تَشْتَهي قَطْرَةَ ماء

مرّوا من أمامِ ناظِري
بعدَ كأْسَيْنِ وَقَصيدَةْ
كانت رُؤوسهُم مُنكَّسَة
أبناء الفُقراء

هاتفُ الوالي مُغْلقٌ
......................
سأحاولُ مَرَّةً أُخرى

الشَّمْسُ تُشْرِقُ
مِن خَلْفِ الجِدار
يا شَمْسُ تَمَهَلي اليومَ قليلاً
لنَفتحَ كُوَّةً في الجِدار

بلادُ البَحرِ نَحْن
وَنَشتاقُ لِرائِحَة المِلحِ والماء
جدار جدار جدار

رام الله المحتلة - نيسان 2010

"Ezgiler Her dili konuşuyor"


Haber: Murat Altunöz

Kısa bir süre önce Antakya'da açılan ve Antakya'daki boşluklarda birini dolduran Anadolu Kültür ve Araştırma Derneği Antakya Şubesi (AKA-DER) "Ezgiler Her dili konuşuyor" adlı bir etkinlik düzenledi.

Antakya Kültür Merkezinde düzenlenen Etkinliğe Aka Der Üyeleri ve çok sayıda davetli katıldı.

Etkinliğin açılış konuşmasını yapan Anadolu Kültür ve Araştırma Derneği Antakya Şubesi Başkanı Ender Altunay, "Farklı dillerin topraklarından aynı sözlerle geliyoruz. Anadolu halklarının kültürünü kendi dillerinden ezgilerle yaşatıyoruz" şeklinde konuştu.

Altunay, "Ayrı dillerde, ayrı ezgilerde hep aynı özlemi dile getirdik. Bizler, farklılıklarımızla yan yana kardeşçe, barış içinde, insanca ve onurumuzla yaşamak isteyen çoğunluğuz!" dedi.

Yapılan konuşmalardan sonra, Antakya'da çalışmalarını sürdüren Ada Muzik Topluluğu Özgün ve rock parçalarını çok sayıda dinliyici ile birlikte söyledi. Yoğun ilgi gören Ada Muzik Grubu Topluluğu, Ülkemizin farklı sanatçı ve gruplarından örnekler sundu. Grup son olarak dinletisini Grup Yorum'um Çav Bella şarkısıyla sonlandırdı.

Daha sonra sahne alan ve çalışmalarını Anadolu Kültür ve Araştırma Derneği Antakya Şubesinde sürdüren Kaldırım Muzik Topluluğu ,değişik dillerde ezgiler söyledi. Yoğun bir ilginin olduğu konsere kardeşlik damgasını vurdu.

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Ahlaksızlığın Ahlakı



Abdulkadir Ulumaskan
ulumaskan@hotmail.de


Türk egemenlik sisteminde her şeyde olduğu gibi ahlak ve özel yaşama saygı konusu da çarpıtılmıştır. Egemenlerin yaptıkları ahlaksızlıklar sürekli meşrulaştırılmak isteniyor. Türkiye’de her türlü yozlaşma ve ahlaki çöküntü çok sıradan ve normalleşmiş bir hal alıken, Deniz Baykal ve onun gibilerinin yaptıkları ahlaksızlıklar ise adeta bir erdemiş gibi gösterilmeye çalışlıyor.

Özel hayatın kendisine tecavüz eden birinin tecavüzü yerine, bunu, tecavüzcünün özel hayatına saygı ve saldırı olarak savunan sapık ya da satlık bir mantık vardır. CHP’nin deyimiyle: „o kadına“ Baykal’ın tecavüz olmasa da, onunla fuhuş yapması ahlaksızlık değil de, onun yapmış olduğu fuhuşu söylemek midir ahlaksızlık?

Bu biraz da Nasrettin Hoca hikayesine benziyor. Hoca’nın evine hırsız girmiş. Gelen tüm komşuları : „ Hoca, niye kapıyı iyi kapatmadın, pencereyi kapatmadın“ diye onu suçlamaya başlayınca, o da : „Yahu hep beni suçluyorsunuz, peki hırsızın hiç mi suçu yoktur.“ Demiş.

Deniz Baykal’ın seks skandalı ile ilgili, Baykalcı olan ve olmayan basın- yayin yorumcusu hemen her kes nerdeyse ağız birliği edercesine bunun bir komplo ve onun özel hayatına bir saldırı ile ahlaksızlık olduğunu ve istifasının büyük bir ahlaki erdem olduğunu iddia etmektedirler. Ancak bunlar galiba Baykal’ın ahlaksızca bir rezalaten dolayi istifa ettiğini unutuyor gibiler. Yoksa onlara göre Baykal istifa yerine, bu yaptığıyla öğünmeli miydi acaba?

Bu etik uzmanı kimseler, Baykal’ın yatak odasına tecavüz edildiğini söylerken, sözkonusu yatağın Deniz Baykal’ın yatak odası değil de başkasının yatak odası olduğunu ve eğer ortada bir tecavüz varsa - ki vardır - tecavüz edilenin de Baykal değil de, onun tecavüz ettiği bir kadın olduğunu akılarına getirmek istemiyorlar.

Elbette Baykal’ın bu seks olayini CHP’nin içi veya dışındaki birileri kulanmak ya da bundan yararlanmak isteyebilir. Bu Türkiye koşllarında normal ve her zaman karşılanılabilinen bir durumdur. Ancak burada tuhaf olan şey yaşanan bu rezilliğin Baykal’ın bir marifeti görmek yerine, kendini paralayarak, ağlayarak, açlık grevine girerek ve hatta kimisi de intihara kalkışırken, bazı liberal aydın ve yazarlar ise, ahlaksızlık yapanın kendisini değil bu ahlaksızlığı söylemenin etik olmadığı teorisini yapmakla meşguller. Bu durum, bilinçli olarak tam da ahlaksızlığın ahlakını yapmak ve bu ahlaksızlığı meşru göstermekten başka bir şey değildir, olamaz.

Bu „libaral demokratlar“ bir de tuturmuş: „ Eğer hükümet bu komployu açığa çıkarmazsa kendisinin suçlu olacağını söylüyorlar. Evet varsa bir komplo, hükümetin bunu ortaya çıkarma gibi bir görev ve sorumluluğu vardır. Ancak AKP`ye de haksızlık etmemek gerekir. Ortaya çıkarma sorumluluğu ayrı fakat suçun kendisi ve faili olmak ayrı bir şeylerdir ve Baykal’ın fuhuş sefasının cezasını AKP ve hükümetine çektirmek insafsızlık olacaktır.

Hem ortada kuru bir iddia yok ki kanıtlansın. Tam tersine ortada canlı canlı görüntüler var ve bunun kanıtlanacak bir tarafı da yoktur. Çünkü kanıtlar gözler önünde. Yok eğer CHP, Baykal ve Baykalcı aydın ile yazarlar, bu canlı kanıtların doğru olmadığını iddia ediyorlarsa, kendilerinin bunu kanıtlaması gerekir. Yoksa bu fuhuş ve ahlaksızlığın suç ortaklığı ile vebalinden kendilerini kurtaramayacklardır.

14 Mayıs 2010 Cuma

Ziegenhals: Demo, am 19. Mai 2010 in Potsdam Abriss der Gedenkstätte - Wir zeigen die Ausstellung!!!‏

Freundeskreis Ernst-Thaelmann-Gedenkstaette e. V. Ziegenhals
vorstand@etg-ziegenhals.de

Liebe Freundinnen und Freunde, liebe Genossinnen und Genossen, sehr geehrte Damen und Herren,

Die Ernst-Thälmann-Gedenkstätte in Ziegenhals ist abgerissen.

Wir denken: Die Gedenkstätte kann zerstört werden, aber die Bedeutung der "Ziegenhalser Tagung" am 7. Februar 1933, die antifaschistische Mahnung und aktuelle Verpflichtung, die von ihr ausgeht, sie kann nicht zerstört oder ausgelöscht werden. Wir sehen in dem Abriss die bittere Realität, dass in Deutschland, 65. Jahre nach seiner Befreiung, ein weiterer Versuch unternommen wurde, das Andenken an den kommunistischen und Arbeiterwiderstand zu schänden. Das können wir nicht dulden!

Deshalb hat der Vorstand des Freundeskreises "Ernst-Thälmann-Gedenkstätte" e.V. beschlossen, die gesamte Ausstellung zu reproduzieren und endlich der Öffentlichkeit zu zeigen: Ihr nehmt uns die Ernst-Thälmann-Gedenkstätte, wir zeigen ihre Ausstellung in der ganzen Republik!

Wir wollen damit unserem Erbe, als einzig legitimer Verein der Ernst-Thälmann-Gedenkstätte, weiterhin gerecht werden. Diese reproduzierte Ausstellung wird für uns aber immer nur ein Provisorium, eine Übergangslösung sein. An jedem Tag, an dem wir die Ausstellung an möglichst vielen Orten zeigen, werden wir sie immer mit unserer Forderung verbinden: Wiederaufbau der Ernst-Thälmann-Gedenkstätte am authentischen Ort! Davon rücken wir nicht ab! Der Ernst-Thälmann-Gedenkstätte gebührt dieser Ort, im Rang einer nationalen Gedenkstätte. Jeder Tag, an dem die Ausstellung gezeigt wird, ist ein Tag der Anklage gegen die, die den Abriss zu verantworten haben oder ihm nichts entgegen gesetzt haben.

Aus dem gleichen Grund rufen wir zur Demonstration am 19. Mai 2010 in Potsdam auf: Entschlossener Antifaschismus hat Vergangenheit, Gegenwart und Zukunft - den Denkmalschleifern das Handwerk legen.

Unsere Demonstration beginnt um 15 Uhr, Treffpunkt ist der Hauptbahnhof in Potsdam.

Mobilisiert nach Kräften für diese Demonstration.

Zeigen wir der brandenburgischen Landesregierung, zeigen wir Matthias Platzeck, dass wir nicht gewillt sind, die Schleifung antifaschistischer Denkmäler und Gedenkstätten hinzunehmen. Schluss mit der Privatisierung des Landes und unserer Geschichte. Schluss mit diesem Geschichtsrevisionismus. Für die Einheit aller Antifaschisten und Demokraten - Entschlossen gegen Rechts.

Nehmt an dieser Demonstration teil! Mobilisiert dafür! – Lasst uns unsere Wut und Entschlossenheit auf die Strasse tragen!

Im Anhang befindet sich ein Demonstrations-Aufruf. Wer sich ausführlicher und aktuell über die weiteren Schritte des Freundeskreises "Ernst-Thälmann-Gedenkstätte" e.V., Ziegenhals informieren will, kann dies auf unserer Internetseite hier tun.

mit solidarischen Grüßen

Max Renkl
(Freundeskreis "Ernst-Thälmann-Gedenkstätte" e.V., Ziegenhals)

-----------------

Kontakt:

Freundeskreis "Ernst-Thälmann-Gedenkstätte" e. V., Ziegenhals
Postfach 2015
15706 Königs-Wusterhausen
Email: vorstand@etg-ziegenhals.de
Internet: http://www.etg-ziegenhals.de/

---------------------

Spendenkonto:
Kto.nr.: 3302254
BLZ: 12070000
Bank: Deutsche Bank

13 Mayıs 2010 Perşembe

Kaset Komplosu!

Demir Bilgin
Demir.bilgin@yahoo.dk

Yazıp, yazmamakta tereddüt ettim. Ama bazı bilgilerin, gerçek bilgilerin, manipüle edilen Türk halkına ulaşması ve ulaştırılması, her aydın insanın bir görevi olduğunu biliyorum. Bu yazı, bunun için kaleme alındı; bu yazı, Deniz Baykal’ın kaseti, ya da “kaset komplosu” ile çalkanan Türkiye insanına gerçek bilgileri vermek, unutulan gerçeklerti tekrar hatırlatmak ve ilerisi için “kim, hangi hatta duruyor?” sorusuna yanıt vermek için kaleme alındı. Önemlidir, belleklerin silinmek istendiği tekelci ve işgalci bir ülkede bu notlar önemlidir, bunu da biliyorum.

Bildiğim şudur: Deniz Baykal, Türkiye’nin en cahil ve korkak insanıdır.

Bildiğim şudur: Deniz Baykal, Türkiye ile ilgili olarak hiç bir fikre sahip olmadığıdır.

Bildiğim şudur: Deniz Baykal, kendi kendine komplo yapacak kadar ahlaksız bir “politikacı” olduğudur.

Bildiklerim, şimdilik, burada dursun. Ama Türkiye medyasında okuduklarım, duyduklarım gerçekten beni üzüyor. Ahlaksız Türk medyasında, bazı ahlaksız yazar ve politikacılarının , Deniz Baykal’ın ”kaset komplusu” ile;

“Vah, Deniz!.. Vah vah, Baykal, yazık oldu sana!..” diye koro oluşturmaları, beni, bizleri üzüyor.

Deniz Baykal’ı seven ve sevmeyen birleşmiş ve timsah gözyaşları ile koro oluşturmuşlar. Oluşturulan bu koro ile, Deniz Baykal’a ağıt yakmanın provasını yapıyorlar.Tutturdukları sahte ağıtla ve timsah gözyaşları ile, Deniz Baykal’a “sahip” çıkıyorlar! Üzücüdür, ama anlaşılır bir durumdur.

Anlaşılır bir durumdur; zira tekelci ülkelerde ahlak, yok. Olmuyor.

Tekelci ve işgalci Türkiye’de ahlak, yok. Olmuyor. Tekelci ve işgalci Türkiye’de ahlak, hep iki bacak arasında aranır. Tekelci ve işgalci Türkiye’de ahlak ve namus, hep iki bacak arasında görünür; bu da anlaşılır bir durumdur. Birinci noktadır.

İkincisi şudur: Tekelci ülkelerde ve Türkiye’de insan, hafıza kaybı demektir. Hafıza kaybına uğrayan insan, hafıza kaybına uğramış oluyor. Bu yazı, aynı zamanda ”hafıza kaybına” karşı bir yazı oluyor.

Buraya kadar güzel. Ama güzel olmayan şudur: Tekelci, işgalci bir Türkiye'de, hafıza kaybına uğramış Türk insanı, hep tarihini unutur. Tarihini ve talihini sürekli kaybeden Türk insanı, hep Deniz Baykal gibilerini unutur. Tanımaz. Hatırlamaz.

Ne üzücüdür, Türk insanı, Deniz Baykal’ı tanımaz. Hatırlamaz.

Türk insanı, Deniz Baykal’ın önceki liderini, Bülent Ecevit’i de unutur. Tanımaz. Hatırlamaz. Bu da, anlaşılır bir durumdur. Türkiye’de, tekelci aşama ve tekelciliğe takabül etmek bu oluyor. Bu sistemin insanı, bu oluyor. Hafıza kaybı oluyor.

Tekelcilik, aynı zamanda hafıza kaybı demektir. Bunları, Türk insanına hatırlatmak ta, bizim görevimiz oluyor. Şudur:

Bir: 12 Eylül öncesinde ve sonrasında, “sol ve sosyalistlerin önünü kapatma ustası” olan Bülent Ecevit’in tek misyonu, solu ezmekti.Bunu da başardı. Örnek olsun, Türkiye’de, 1979 yılında, Bülent Ecevit, bir yandan anti-demokratik dernek yasalarını çıkarıyor, diğer yandan, 1 Mayıs İşçi Bayramı’nın İstanbul’da, Taksim’de kutlamsını yasaklıyordu. Bunlar yetmemiş olacak ki, Bülent Ecevit, hemen hemen tüm konuşmalarında, “komünistlere karşı uyanık olunmasını” bıkmadan, usanmadan dile getiriyordu.

İki: Sözüm ona, hukukçu, avukat, Deniz Baykal, 12 Eylül’de hep “sessiz” kalmış, Kenan Evren’in gadrine uğramış insanları savunmak bir yana dursun, ne DİSK, ne de Barış Davası’nı savunmuştur. Savunamaz. Deniz Baykal, korkaktır! Korkak olduğu için de, 12 Eylül generallerine hiç bir zaman karşı çıkmamıştır. Çıkamaz, zira Deniz Baykal, Türkiye’nin en cahil, yeteneksiz ve korkak politikacısıdır! Korkaklıkta, ancak Süleyman Demirel ile yarışabilir.

Üç: 12 Eylül faşizmine karşı çıkmayan, Deniz Baykal, bugüne dek, hiç bir baltaya sap olmamış bir insandır. Bu yüzden, Baykal’dan, hep, ikiyüzlülük ve ahlaksızlık gelir, geliyor. Bekleniyor. Yine örnek olsun; Baykal, Kürtlerden oy ister, ama onları ezmek için, orduyla anlaşır. Baykal, ahlaktan söz eder, ama kendisi hep belden aşağı durur. Vurur.

Dört: Ahlaksız ve ikiyüzlü Baykal, Kürtlere, Urfa’ya kadar gider ve; “ etnik kimlik kişinin şerefidir” der, ama büyük bir “şerefsizlikle” Türk ordusu ile, Kürtlere karşı savaşı destekler.

Beş: Şu an, Deniz Baykal, hiç bir baltaya sap olmamanın verdiği bir sarhoşlukla, “kaset komplosu” ile ve utanmadan bizlere, “ahlak” ve “demokrasi” dersleri vermeğe kalkışıyor. Baykal, Türkiye’’ye ve dünyaya, bir kez daha, yüzsüzlüğünü gösteriyor.

Altı: Baykal ve Baykal gibilerine bakıp, doğru sonuçlar çıkarmak mümkündür. Baykal’a bakıp, Karl Marx’ı hatırlamak gerekiyor. Karl Marx’ın şu sözünü, unutmamak gerekiyor:

“Görüntü ile öz aynı olsaydı, bilime gerek kalmazdı.”

Aklımıza, Deniz Baykal ve Deniz Baykal gibilerinin bu ikiyüzlü, ahlaksız ve sahte görüntü kabuğunu kırmak, parçalamak geliyor!

Şimdi önümüzde, ancak Süleyman Demirel ile yarışacak olan, bir ikiyüzlü ve korkak bir Deniz Baykal var.

Bu yazıyla, kısmen de olsa, bu ikiyüzlü ve korkak Baykal’ı hatırlatmış olduk.

Bu yazıyla, Baykal’ın yalnızca bir “kaset” olayı olamdığını hatırlatmış ve yazmış olduk.

Tekrarlıyorum, Baykal, hiç bir fikre ve programa sahip olmayan bir insandır. Olamaz. Çünkü Baykal’ın aklı, yıllar öncesinde durmuştur. Deniz Baykalı’n korkusu da buradan kaynaklanıyor; bu bağlamda korku, aklın durması oluyor.

Aklı duran Baykal, büyük bir “akılsızlıkla” kendi kendine “komplo” yapıyor. Bu “akılsız komplo” ile, siyasetten çekilip, yerini CHP’nin başka komplocu ve korkak siyasetçilerine tetketmek istiyor. Ama bu oyun da tutmaz. Tutmayacaktır.

Baykal, eğer, CHP’nin iktidar olmasını, Onur Öymen’in Dersim Katliamı’nı öven ve destekleyen Kemal Kılıçdaroğlu ile düşünüyorsa, bu oyun da tutmaz. Tutmayacaktır.

Şimdilik sözlerimiz burada kalsın.

Gelişmeleri yakından takip ediyoruz.

Ama, manipüle edilen Türk insanına gerçekleri yazmak ve iletmek, “kim, hangi hatta ve nasıl duruyor?” sorusuna yanıtlar vermek her aydın insanın görevi oluyor. Bunu da biliyoruz.

Bu bilinç ve sorumlulukla, Türkiye’deki sahtekâr insanları deşifre etmeye devam ediyoruz. Edeceğiz.

Tutarlı Tavır…

Tutarlı Tavır, Sayın Baykal İle Nesrin Hanım Birlikte Kameraların Karşısına çıkmalı Ya da Anıtkabir'e Gitmeli İdi‏.

Ava Péré
diyarikert@gmail.com

Özel hayatın gizliliğini ihlal,komplo,montaj v.s bunların tümü olabilir.Elbette ki bu tür ileri,tertipleri,hileleri,dalavereleri yapmak adiliktir.

Olay gerçek mi? değil mi? yaşanmış mı? yaşanmamış mı?böyle bir ilişki var mı? yok mu?eşlerini aldatma sözkonusu mu, değil mi?

Tüm bu durumlar da en az,komplo,montaj v.s kadar önemsenmelidir. En çok,komplo,montaj v.s üzerinde durulduğu,hatta Sayın Baykal tarafından da bunlar öne çıkarıldığı için,pek üzerinde durmak istemiyorum.

Bu ilişki ya bir iftiradır,ya da gerçektir.

Eğer gerçek ise,haydi yaşını,başını bir yana bırakalım, bir lidere yakışan bir şey midir? Denilebilinirki "insan oğlu veya kızıdır olur böyle işler, insanların doğasında vardır olabilir." İyi de insanların doğasında başka şeyler de vardır,o zaman her şeyi bu özelliğimize yükleyip işin içinden çıkalım mı?

İnsanın en önemli özelliğinden biri de kendini frenliyebilmek veya nefsine hakim olmak değil midir?

Bırakalım liderliği,normal bir kişi için bile,en önemlisi aldatmamak değil midir?Denilebilinir ki "alan razı satan razı,size ne?" Olabilir de,genel kanıyı belirtiyorum.

Peki bu ilişki yalan, iftira ve düzmece ise;tutarlı tavır şöyle olsa daha iyi ve inanılır olmaz mıydı?
Sayın Baykal ve Nesrin Hanım birlikte kameraların karşısına çıkar; "aramızda kesinlikle böyle bir ilişki yoktur,bu bir iftira ve düzmecedir,biz abi-kardeş gibiyiz,şimdiye kadar aramızda böyle bir ilişkiyi sezen,gören,bilen varsa,çekinmeden çıkıp söylesin" deselerdi iyi olmaz mıydı?

Yine; "biz, yani ikimiz Deniz Baykal ve Nesrin Baytok olarak bu basın toplantısından sonra,Anıtkabir'e gidecez ve orda da Kuran'ın üzerine yemin edeceğiz ki,bu bir iftiradır ve yalandır", iftiracılar inşallah belalarını bulur",deselerdi daha inandırıcı olmaz mıydı?

Partisini ve kamuoyunu,böyle bir ilişkinin olmadığına ikna etmiş olurdu. (Demekki böyle bir ikna gücünü kendisinde bulamadı)

O zaman Genel Başkanlıktan istifasına gerek kalmaz,bu komployu yapanları sevindirmez,onların amaçlarını gerçekleştirmelerine fırsat vermezdi.

Biliyoruz ve yaşıyoruzki,toplumumuzda yemin etmek,hem de sevilenlerin başı için veya kutsal değerler üstüne yemin etmek bir gelenektir ve inandırıcı olmak açısından da genellikle gereklidir.

Peki Sayın Baykal açıklama yapıyorda,Nesrin Hanımda bir milletvekili,O nun da bir açıklama yapması gerekmez mi?

Sonra Sayın Baykal Başkanlıktan istifa ediyor da,yani başkanlık önemli
ise her ikisi de milletin vekili,milletvekilliği önemli değil mi? Başkanlıktan gidiyor da ,milletvekilliğinden niçin gitmiyorlar,bu tutarlılık mı?

Teman Dep