26 Ağustos 2010 Perşembe

Liderlerin Referandum Mitingleri halka bir Zulümdür (!)


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Anayasa paketinin içeriği iyidir, kötüdür onun tartışmasına girmeden 40 derecelik Ağustos sıcağında onbinlerce vatandaşı içi boş , seviyesiz polemikleri dinlemek için meydanlarda toplamalarını ben vatandaşa yapılan bir zulüm olarak telakki ediyorum. Sanki ömürlerinde bir daha yüz yüze gelmeyeceklermiş gibi ahlak dışı ,seviyesiz ithamlardan oy beklemeleride vatandaşın sağ duyusunu hiçe sayıp, onları ahmak konumuna sokmaları üzüntü vericidir. Erdoğanı vatan haini ilan etmeleri, karşılıklı liderlik pozisyonundakilere yakışmayacak hakaretler yapmaları aslında hayal kırıklığı yaratmamalı. Çünkü söylemleri onların seviyelerini göstermektedir. Az çok kemale ermiş köşe yazarları da benim gibi bu salvolardan şikayetçiler. Taraf tutanlar ise bu laf ebeliklerini ciddiye alıp yorumlar yapmaktalar. Onların zahmetlerine acıyarak bakıyorum. O tip köşe yazarlarının ne söyleyeceklerini okumağa lüzum yok, çünkü tuttukları tarafa göre olayı irdeleyeceklerdir. Bitaraf bir advranış bekleyemezsiniz. Bu davranışları bana bir karadeniz fıkrasını hatırlatıyor. Şöyle ki;

Stadyumda maç seyretmeğe gelen Temel karşı tribündeki arkadaşına yüksek sesle seslenir. Bundan rahatsız olan yanında oturan vatandaş elindeki dürbünü Temel’e verir. Dürbünde arkadaşını büyümüş tarzda görünce onu yakınında hisseder ve sesini kısarak arkadaşına hitap eder. İşte bu tarzı tercih eden köşe yazarları kendilerine göre yanlış budukları olayları abartarak yorum yaparlar. Dürbüne tersten bakanlar ise olayları marjinelleştirirler. Üstelik bu hatalı durumlarını halka telkine çalışırlar. Olan vatandaşa olur. Çünkü kendi negatif haleti ruhiyelerini okuyucusuna projekte etmektedirler(İletmektedirler). Mesela bir Cumhuriyet, yahut Vatan gazetesi okuyucularının depresyona gireceklerini zannediyorum. Onlarca İktidarın hiç bir müsbet icraatı yoktur. Türkiye batmak üzeredir. Sevinilecek hiç bir şey olmamaktadır. Okuyucularının Endorfinini (Mutluluk hormonu) yok etmekten çekinmezler. Karşı tarafta olanlar yani Yandaş medyaya bakıncada Türkiyeyi güllük gülistanlık içinde zannedersiniz.

Diğer hayal kırıklığı yaratan halleride, nutuk çekenlerin hiç bir çözüm önerilerinden bahsetmemeleridir. Bana kalırsa bu durumları çok normal. Adamların müsbet fikirler beyan etmeleri beklenmemeli. Çünkü böyle bir kabiliyetleri, çalışmaları yokki. Üstelik bir Kılıçdaroğlu Atatürk’ün koltuğuna oturunca kendini dev aynasında görüyor olmalı. Sen kim, Atatürk kim behey zavallı. İşte bu kifayetsiz söylemleridir ki; medyanın abarttığı rüzgar etkisini kaybetmektedir. Ben Bahçelinin dinlenmeğe değer tek bir cümlesine rastlamadım. Erdoğan’ın karşıtlarına laf yetiştirmesi gayretinide çok lüzumsuz addediyorum. Bu bakımdan haftalarca vatandaşı ,bu sıcakta meydanlara toplamalarını ,zırvalarını dinletmelerini vatandaşa yapılan bir ZULÜM addediyorum.

Vatandaşlarada tavsiyem televizyonlardan naklen yapılan canlı yayınları takip etmemeleri ve taraf tutan köşe yazarlarınıda okumamaları. Voltair’in dediği gibi ‘ Kafama katkı yapmayan yazlıarı okumuyorum’’. Sizde öyle yapın .Hiç kaybınız olmaz.

Köln. 22.08.10

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Siyasi Genel Af!




Siyasi Genel Afa Katıl Burayı Tıklayarak imza veriniz

Türkiye’nin içinde bulunduğu açmazı yeniden detaylarıyla anlatmanın hiç gereği yoktur. Bu gün üzerinde durulması gereken bu sorunun nasıl ve en hızlı bir şekilde çözümlenebileceği olmalıdır.
Tarafların silahtan uzaklaşması, ülke içinde bir iç barışın sağlanabilmesi, savaşa ayrılan bütçenin ülkenin kalkınması ve insanların refahı için harcanması gerekiyor.

26 yıldır süren ve on binlerce insanın ölümüne, binlerce köyün yakılıp yıkılmasına, milyonlarca insanın büyük kentlere akınına ve sefalet içinde yaşamasına neden olan bu savaşın bir an önce bitirilmesini istiyoruz.

Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından ilan edilecek koşulsuz bir Siyasi Gelen Af’fın sorunun çözümünde en etkili yol olduğuna inanıyor ve böyle bir af ilanından sonra yapılacak ve içinde gerçek eşitliği barındıran yeni bir Anayasa’nın aynı olayların yeniden yaşanmasını engelleyeceğini düşünüyoruz.

Siyasi bir affı istemek küçültücü, onur kırıcı, teslimiyetçi bir davranış biçimi değildir. Barış ancak tarafların karşılıklı birbirlerini “Affetmeleri” anlamına da gelir. Bunun yasal olarak gerçekleşmesini istemek, silahların bırakılmasını, savaş yıllarında yaratılmış düşmanlıkların süreç içinde yeni dostluklara dönüşmesini de istemek anlamını taşır.

Türkiye’yi yönetenlerin ve Kürt halkının hakları için mücadele edenlerin önüne barıştan başka seçenekler koymaya kalkışanlar o ülkenin gerçek düşmanları konumundadırlar ve bu kişiler savaştan çıkar sağlamaktadırlar.

Yer yüzünde insan yaşamından daha kutsal hiçbir şey yoktur!

İnsanların ölmesini, ülkenin daha yirmi otuz yıl savaş ortamında kalmasını istemediğimiz için düşünebilen tüm insanları barışa ve gerçek bir barışı sağlayacak olan Siyasi Genel Af’fın gerçekleşmesi için çalışmaya davet ediyoruz.

Çağrıyı yapanlar:

1-A. Kadir Konuk (Yazar-Gazeteci) 2- Hasret Birsel (Yazar-Gazeteci) 3- Yener Orkunoğlu (Yazar-Gazeteci-Felsefeci) 4-Bektaş Karakaya (Politikacı) 5-Sırrı Ayhan (Yazar-Taksici) 6-Aytaç Bakır (Yayıncı) 7- Hüseyin Aykol (Gazeteci-Yazar) 8-Sait Çetinoğlu (Aktivist) 9-Ömer Faruk Hatipoğlu(Şair) 10-Ragıp Zarakolu (Yayıncı-Yazar) 11-Günay Arslan (Gazeteci-Yazar) 12-Cindi Onur (Yazar) 13-Faiz Cebiroğlu (Pedagog) 14- Sedat Kaygalak (Yazar) 15-Rodi Baz (Şair-Yazar) 16-Mehmet Söğüt (Yazar-Gazeteci) 17-Erkan Kobanlı (Yazar) 18-Ali Erenler (Pedagog-Şair) 19-Dezz Deniz (Hip Hop Sanatçısı) 20-Cemalettin Cinkılıç (Ressam) 21-Ahmet Aktaş (Siyasetçi) 22-Miran Janbar (Yazar) 23-Deniz Beydilli (Eğitimci) 24-Evrim Kepenek (DİHA-Gazeteci) 25-Mustafa Elveren (Emekli öğretmen) 26-Hekim Coşkun (Gazeteci) 27-Can Kasapoğlu (Gazeteci) 28-İzzet Eker (Şair-Yazar) 29-Eren Ali Gül (Şair-Yazar) 30-Akman Gedik (Şair) 31- Derya Cebecioğlu (Eğitimci-Yazar) 32-Erdal Doğan (Avukat) 33-Mirhem Yiğit (Araştırmacı yazar) 34-Devrim Akar (Şair) 35-Mehti Tanrıkulu (Yayıncı) 36-Abdullah Kaya (Yazar) 37-Nuray Aydın (Yapımcı) 38-Vahit Bekiroğlu (Balıkçılar Derneği Başkanı) 39-Ali Bakay (Esnaf) 40-Merge Polat (Öğrenci)41- Servet Sevim (Hemşire) 42-Hasan Karacan (Emekli) 43-Cemal Bitlis (Öğretmen)44- Atacan Şimşek ( İşletmeci) 45- Sevgi Eyibaş (Öğretmen) 46-Perihan Hesergin (Öğretmen) 47-Zozan Ciziri (Emlakçı) 48-Zülfükar Şeker (Üniversite öğrencisi) 49-Mehmet Utku 50-Zeryan Umut 51-Ahmet Doğan 52-Remzi Altun (Eğitim SEN Ank.5. Şube) 53-Şeyhmus Diken (Yazar) 54-Serdar Kordu 55-Aynur Gök (Çevirmen) 56- Derya Kılıç (Die LINKE NRW Eyalet Yönetim Kurulu Üyesi) 57-Engin Erkiner (Politikacı) 58-Mehmet Sebatlı (Gazeteci-Yazar) 59-Dr. Mustafa Peköz (Araştırmacı yazar) 60-Yıldırım Ayşe 61- Celal Deniz 62-Engin Demirci 63-İbrahim Kahraman 64-Hakan Demircan 65- Talat Ulusoy (Mimar) 66-Cirak Sahap 67-İsmail Güner (Gazeteci-Yazar) 68-Kiraz Biçici (İnsan Hakları Savunucusu- Gazeteci) 69-Erdal Çınar 70-Ahmet Utku 71-Ali Gurdili 72- Sevgi Eyibaş 73-Ayşe Basari 74-Oğuz Uğur 75- Olca Meral Seferoğlu 76- Kazım Dinç 77-Atacan Şimşek 72- Burhan Erdoğan 73-Paleko Pale 74- Önder Jiyan 75-Munzur Okur 76- Ahmet Önal 77-Yonca Erdem 78- Emre Qersi 79-Tamar Çıtak 80-Adem Karakoç 81- Dorşin Dersim Jasmin 82-Kerem Urun 83-Nuray Aydın 84-Bengül Yağıbasan 85-Sabri Borak 86-Muharrem İkitimur 87-Semra Eren 88-Arpi Çıtak 89-Mervan Tan 90-Arzu Topçuoğlu 91-Keje Elif Orhan 92-Serhat Hamo 93- Kaymaz Dilek 94-Akkuş Sarin Kejal 95-Nazım Çomak 96- Emrullah Bardakçı (Üniversite Öğrencisi) 97- Behçet Epözdemir 98-Kılıç Müjdat 99- Zuhal Güngör

100-Selver Irmak 101- Orhan Işık 102- Hasret Vural 103- Gülten Ateşçi Bozdağ 104-Mehmet Emin Özbilen 105- Handan İpek 106- Abdulkadir Amak 107-Vehbi Yıldırım 108-Amed Farqin 109-Bahoz Akın 110-İbrahim Kahraman 111- Eyyüp Yüksel 112-Arjin Gündüzalp 113- Zeki Oğuz 114-Semo Kaya 115-Yılmaz Elçi 116-Fatma Edemen 117-S.Rezdar Avcı 118-Coşar Alkan 119-Dilan Nalin Kızıl 120-İdris Ağbaba 121-Taner Uludoğan 122- Sabriye Kalaner 123- Cahit Öztekin 124- Vedat Ertan Demir 125- Emrah Erkmen Katırcı 126- Derya Çetiner 127-Özgür Devrim Erkul 128-Leman Yurtsever 129-Güler Altan 130-Serkan Engin 131- Muharrem Yasintemur 132- Gökhan Yıldız 133-Alp Musa 134-Fatma Yıldız Winchester 135-Deniz Irmak 136- Çetin Özdemir 137-Didem Deniz Arslanoğlu 138-Sinan Kara 139-Eylem Karakoyun 140- Asım Orbeyi 141- Gülay Aktan 142-Merge Polat 143-Dilan Barkin 144-Alişan Özdemir 145-Muharrem İkitimur, 146-Zeki Savaş (Öğrenci) 147-Bahattin Doğru (Peyzaj) 148-Nevzat Adıgüzel (Gayrimenkul işleri) 149-İzzet Han (Muhasebe) 150- Muhammed Şiyar Berxadan (Medya) 151- Bayram Balcı (Gazeteci-Şair) 152-Felat Merinos 153-Hasan Gürelliler 154-Cengiz Çalışkan 155-Ulaş Koparan 156-İbrahim Ete 157-Mehmet Altıner 158-Halil Yıldız 159-Ümmühan Sürmeli 160-Orhan Savuran 161-Aslan Güzel 162-Cuma Gültekin 163-Kadir Karahan 164-Enver M. Ali 165-Mehmet Nayki 166-Emre Zeydan 167-Elixan Loran 168-Selim Yıldız (Fotoğrafçı) 169-Paşa İmrek (Fotoğraf sanatçısı) 170-Devrim Cem Erturan (Mühendis) 171-Emel Sayın (Avukat) 172-Kenan Temir (Eğitim Emekçisi) 173-Mesut Saganda (İnsan Hakları Aktivisti) 174-Mehmet İlkhan 175- Selma Arslan 176- Kaya Gurcan 177- Esat Ergun 178- Coşkun Edip Soykan (İktisatçı)179-Ayşe Basari 180-Zeki Savaş (Öğrenci) 181- Ali Günaydın 182-Merwan Çınar 183-Doğan Yıldız 184-Bawer Akro 185- Gökhan Biçer 186-Suat Bozkuş (Politikacı-Gazeteci) 187-Sevil Çaltepe (Turizm)188-Oktay Duman (Yazar-TÜDAY üyesi) 189-Ferate Dengizi (Yazar-Amed Kürt Enstitüsü Sözcüsü) 190-Muhsin Avcı 191-Seren Seren (Ev kadını) 192-Abdullah Yıldız 193-Hakan Tahmaz (Yazar-Gazeteci) 194- Aslı Erbıyık 195- N. Mehmet Güler 196-Sinan Dülger 197-Vedat Çetin 198-Ali Haydar Doğan 199-Büşra Kadıoğlu

200-Murat Kuseyri 2001-Sabır Ertak 202-A. Haluk Eyyupoğlu 203-Musa Doğan (Öğrenci) 204-Fahrettin Sağlam 205-Semiha Güngör 206-Cemil Sayak 207-Bülent Ateş 208-Devrim Dersim 209-Muhsin Avcı 210-Şaban İba (Yazar) 211-Neslihan Ek 212-Azad Zal 213-Yılmaz Kızıltoprak 214-Hamza Yalçın 215-Rıza Çelik 216-Hasan Köse (Antep İHD Sekreteri) 217-Halil Sevda (Vicdani Retçi) 218-Mustafa Soyupak 219-Celal Malatya 220-Birol Dinçel 221-Emre Dursun (Kronik Muhalif Genel Yayın Yönetmeni) 222-Murat Altunöz (Gazeteci) 223-İrfan Erdoğan (www. yeniozgurhaber.org yöneticisi) 224-A. Hicri İzgören (Şair-Yazar) 225- İlkay Yılmaz (TÜDAY üyesi) 226-Fadile Yıldırım 227-Halil Korkmaz 228- M.Selim Akboğa 229-Adil Okay (Yazar) 230- Mahmut Alınak (Emekli Milletvekili-Avukat) 231- Cihat Acar 232-Beşir Bozan 233- Nurettin Bediz 234-Zozan Sanlı 235-Devrim Akar 236-Mahmut Bayrak 237-Bahattin Doğru 238-İbiş Taş 239-Osman Yıldız (Öğrenci) 240- Rojin Çelik (Hukukçu) Kemal Cevat (Mühendis) 241- Deniz Kaya (Gazeteci) 242-Şilan Adar (Öğrenci) 243-Yıldız Güneş Doğan 244-Mehmet Sabri Çalışkan 245- Melisa Yalçınkaya 246-Ülkü Özduman 247- Ümran Gür 248-Enver Enli 249- Zana Zengin 250-Kadriye Adanır (Ev kadını) 251- Durzan Cirano 252-Kerim Sakçı (Akademiker) 253- Hülya Tarman (İnsan Hakları Savunucusu) 254-Zeynep Doğramacı 255-Jinda Gür 256-Mustafa Cevahir (Emekli) 257-Mustafa Şahin (Öğretmen) 258-Vedat Özkan (Öğrenci) 259-Celil Taş 260-İsmail Beşikçi (Sosyolog-Yazar) 251-Ali Mitil (Politikacı) 262-Bahar Adanır 263-Gülseren Çubuk 264-Aygül Erce 265-Özlem Çubuk 266-Mustafa Mesut Nebioğlu 267-Suna Gülseren 268-Özgen Özdemir 269-Özgür Çubuk 270-Keko Kutlubay 271-Dilan Kutlubay 272-Azad Filiz (İthalat-İhracat) 272-Atilla Keskin (Yazar) 273-Esra Şahin 275-İnci Ayhan 276-Murat Öztürk 277-Sina Oza 278-Salih Dönmez 279-Cem Gökdemir 280-Filiz Gül (Saztime) 281-Doğan Akhanlı (Yazar) 282-Gürsel Dayan 283-Cennet Bilek 284-Hasan Doğrucam 285-Ali Günaydın 286-Atif Günaydın 287-Osman Günaydın 288-Erdal Songül 289-Kanber Günaydın 290-Serdar Demir 291-Metin Dinar 292-Xezal Ertaş (Öğrenci) 293-Şükran Yılmaz (İşçi) 294-Necati Abay (Gazeteci-Yazar) 295-Gülbahar Köker (Yazar-Gazeteci) 296-Mehmet Salih Akkoş (Öğrenci) Esra Çiftçi (Gazeteci-Yazar) 297-Sevim Salihoğlu 298-Özcan Günaydın 299-Öznur Günaydın

300-Fikret Günaydın 301-Nazmiye Günaydın 302-Sedat Günaydın 303-Vahap Günaydın 304-Aysel Günaydın 305-Zeynep Günaydın 306-Leyla Günaydın 307-Selma Günaydın 308-Adem Günaydın 309-Alper Günaydın 310-Mustafa Çal 311-Halil Kuran (İthalat-İhracat) 312-Abidin Sarı 313-Özer Akdemir 314-Veli Bayrak 315-Dr. Işık İşcanlı (Psikiyatrist) 316- Nevzat Akdeniz 317- Serpil Alt 318-Ferhat Berkpınar 319-Meral Seferoğlu 320-Serdar Küni 321-Berxedan Ezef Abdulhakim Daş 322-Fesih Tebiş 323-Babür Pınar 324-Kazım Dinç 325-Atacan Şimşek 326-Roni Erez 327-Şahin Usanmaz 328-Nuran Zengin 329- Emre Qersi 330-Ekber Gün 331-Dilan Yalçın 332-Ali İhsan Özdemir 333-Hasan Yazar 334-Arzu Tan 335-Ramazan Albayrak 336-Serhat Engin 337-Nuray Aydın 338-Nurettin Adem 339-Sabri Borak 340-Naim Kişi 341-Mahmut Uluç 342-Ali Ceylan 343-Helbest Evin 344-Ömer Arviş 345-İlyas Gizligöl 346-Arzu Topçuoğlu 347-Gül Aygün 348-Muhammed Yalçınkaya 349-Roda Aslım 350-Filiz Arat 351-Hasan Karacan 352-Hüseyin Doğan 353-Aram Dildar 354-Serhat Kaymaz 355-Naser Menberi 356-Fadime Fakir 357-Perihan Hasergin 358-Yunuse Agiri 359-Ahmet Çakmak 360-Dilek Akkuş 361-Agir Guleman 362-Jiyan Okşul 363-Özgür Öztürk 364-Gule Hewi 365-Fahrettin Aydın 366-Neşacan Çöm 367-Nazım Çomak 368-Ayten Renklitepe 368-Müslüm Tekin 369-Resul Yıldız 370-Aydın Mamuk 371-Halili Kuran 372-Ramazan Özkaya 373-Rahmi Ataman 374-Zozan Ciziri 375-Kibilet Özada 376-Fikret Robin 377-Yaşar Ayşe Akova 378-Ali Bakay 379-Gülsüm Güzelarslan 380-Osman Güney 381-Mehmet Beşer 382-Baran Turan 383-Servet Sevim 384-Oktay Yılmaz 385-Selver Irmak 386-Karzan Karox 387-Bülent Tekin 388-Mehmet Ali Açlan 389-Metin Eser 390-Mehmet Emin Özbilen 301-Filiz Metin 392-İbrahim Polat 393-Handan İpek 394-Emin Özcan 395-Hozan Axin Axin 396-Fatih Bartik 397-Adar Meheme 398-Nezahat Aklan 399-Rüzgar Yıldız

400-Vehbi Yıldırım 401-Faruk Koçak 402-Ali Kızılgedik 403-Berxwedan Zap 404-Amed Farwin 405-Bahoz Akın 406-Mahmut Aklan 407-Ercan Özşahin 408-Elif Delal Yoldaş 409-Fadime Maral Çelik 410-İbrahim Karaman 411-Filiz Çirpik 412-Helin Cansever 413-Hasip Bağı 414-Ata Serhatlı 415-Hamdi Yıldırım 416-Ewren Tarı 417-Ramazan Keleş 418-Aziz Özkan 419-Mahsun Kurga 420-Mesut Adal 421-Nuri Atay 422-Zilan Amed 423-Serkan Ekinci 424-Baran Hülagü 425-Robin Deniz 426-Eyüp Yüksek 427-Yıldız Çiçek 428-Arjin Gündüzalp 429-Funda Tutaş 430-Kılıç Celal 431-Özgür Özkan Çölemerg 432-Mehmet Ünal 433-Mehmet Onatça 434-Cevdet Topçu 435-Can Özgür 436-Gönül Gökçe 437-Sabahattin Bezan 438-Altuğ Esat-Eyüp 439-Serdar Sıtkı 440-Hejan Gül 441-Aslı Akaya 442-Şaban Güzel 443-Suat Ertürk 444-Ahmet Tüzün 445-Ummuhan Kıtın 446-Fikret Acet 447-Yılmaz Pekmezci 448-Nurettin Deniz 449-Cemal Bitlis 450-Şadiye Araç 451-Fatma Edemen 452-Barış Kedigil 453-Aziz Erim 454-Tuğçe Kalan 455-Aris Değerli 456-S. Rezdar Avcı 457-Aynur Şahin 458-Vedat Koparan 459-Maşuk Doğan 460-Güler Atlan 461-Elçim Açıl 462-Bitnel Jiyan Baran 463-Bergüzar Oruç 464-Zozan Eres 465-Bekir Madon 466-İ. Habib Taşkın (Yazar) 467-Abdullah Baran (Esnaf) 468-Mutlu Güven 469-Ali Güven 470-Nida Güven 471/Levent Güven 472-Fatoş Güven 473-Doğan Güven 474-Mehmet Güven 475-Behiye Güven 476-Gizem Ergün 477-İsmail Ergün 478-Baki Ergün 479-Güngör Ergün 480-Burcu Ergün 481-Onur Ergün 482-Oğuz Ergün 483-Ahmet Ergün 484-Oya Ergün 485-Bekir Ergün 486-Nermin Ergün 487-Erol Kurt 488-Emine Kurt 489-Döne Kurt 490-Salih Kurt 491-Gülhan Kurt 492-Ferdane Kurt 493-Emine Güler 494-Kemal Güler 495-Tuğba Güler 496-Ayşegül Güler 497-Hasan Güler 498-Yasemin Güler 499-Erdal Güler

500-Esengül Güler 501-Ali Güler 502-Selma Güler 503-İsmail Güler 504-Mustafa Güler 505-Dursun Güler 506-Çağatay Emiroğlu 507-İsmail Emiroğlu 508-Hüseyin Emiroğlu 509-Sevil Emiroğlu 510-Mustafa Emiroğlu 511-Ayla Emiroğlu 512-Ali Emiroğlu 513-Leyla Emiroğlu 514-Gülşah Emiroğlu 515-Hülya Emiroğlu 516-Meltem Emiroğlu 517-Şinasi Emiroğlu 518-Neşet Emiroğlu 519-Ayten Emiroğlu 520-Yadigar Günaydın 521-Muhammet Günaydın 522-Bünyamin Günaydın 523-İbrahim Günaydın 524-Halil Günaydın 525-Ramazan Günaydın 526-Sefanur Günaydın 527-Selda Günaydın 528-Hüseyin Günaydın 529-Güven Günaydın 530-Cafer Günaydın 531-Enes Günaydın 532-Aykut Günaydın 533-Arda Günaydın 534-Çilem Günaydın 535-Umut Günaydın 536-Nezaket Günaydın 537-Özgül Günaydın 538-İnci Günaydın 539-Özlem Günaydın 540-Esma Günaydın 541-Mahmut Günaydın 542-Volkan Günaydın 543-Elif Günaydın 544-Fatma Günaydın 545-Songül Günaydın 546-Yılmaz Çelebi 547-Ayşe Bakır 548-Azad Lezgin Bakır 549-Arda Leon Bakır 550-Engin Terim (Sanatçı) 551-Sina Toprak 552-Kadri Adanır 553-Murat Çakır (Gazeteci) 554-Özlem Şimşek

İmza vermek isteyenler için adresler:

www.gopetition.com/petition/38158.sign.html

Yenihayat1@t-online.de
http://www.hunermedya.com/
http://www.beybun.com/


20 Ağustos 2010 Cuma

DEVLET: SERİ KATİL!

”Bize tek araç “söz” kaldı. Sözümüze de göz diktiler. Diyorlar ki “Devlete katil deme”. Olur. Seri Katil.”

ARAT DİNK

Devlet ve katiller arasındaki benzerlik, savunmalarındaki benzerlikten ibaret değildir. Savunmaların benzerliği, aralarındaki benzerliğin sebebi değil tam tersine sonucudur. Dahası aralarındaki ilişki benzerlikten çok aynılıkla açıklanabilir.

Bu açıdan bakıldığında, devletin AİHM savunmasında şaşırtıcı bir şey yok. Peki ilginç olan ne? AKP hükümeti demokrasiyi bolca vurgulayan bir hükümet ya herhalde ondan ilginç geldi. Başka alanlarda demokrat olup olmadığı bu yazının konusu değil ama Hrant Dink cinayeti konusundaki notunu hâlâ veremeyenlere bu savunmanın şaşırtıcı gelmesi de gayet normal.

Türkiye’de demokrasi mücadelesi büyük oranda, katı koyu bir sıvıda boncuk arama performansı gerektiriyor kuşkusuz. Bu gerçek aklın bir ucunda her zaman tutulursa iyi olur. Eğer değiştirmeye güç ve/veya gönül yoksa maalesef o boncukları bulup, parlatıp, ortaya çıkarıp, boncukların bilinçli/bilinçsiz sahiplerini fazlasına teşvik etmekten başka da kısa vadede yapılacak pek bir şey yok. “Bak bu çok güzel oldu, bundan yapmaya devam et.” Elbette bunu yaparken kendi parlattığımız boncukların büyüsüne kapılmamak kaydıyla. Zira gözün karanlığa alışması gibi, boncuk ararken katı koyu sıvıyı görmez de olabiliriz. O durumda da daha koyu bir parça bize ilginç gelebilir.

Savunmanın gündeme gelmesi üzerine, bazı gazetelerde hükümeti edilgen bir konumda resmeden tuhaf kulis haberler yer aldı. “İşte demokrat denen Hükümet’in gerçek yüzü” diye ortaya atılan fırsatçılığa ne kadar karnımız toksa, “bu savunma hükümetin işi değil devletin işi” çevikliğine de o kadar tok. Kimse “devlet”in ne olduğunu, “hükümet”in ne olduğunu anlatma zahmetine girişmesin. Kaynakları aynı da olsa doğruya doğru derken, eğriye de eğri diyebiliriz.

Nihayet hükümet kanadından, savunmanın pek şık bulunmadığına ilişkin sahibi belli beyanlar da geldi. Hükümetin “ne şiş yansın ne kebap”, “hem ağlarım hem giderim” tavırlarına da “ya sabır” çekip duruyoruz. Milliyetçilikte de demokratlıkta da mangalda kül bırakmayan bir tutumla daha ne kadar demokratikleşeceğiz bilemem. Ancak mevcut bu kadar antidemokratik olunca herhalde ilerlemenin bu şekli bir süre daha devam edecek. Demokratlık mutlak bir değeri ifade ediyormuş gibi, yanlışların doğruları götürdüğü bir lüküs hayat düşü içerisinde de değiliz zaten.

Türkiye’de hükümetlerin tam anlamıyla iktidar olmadığını, hiç mecbur olmasak da, göz önünde bulundurabiliriz elbet. Ama bu, hükümetin bir güç sahibi olmadığı anlamına hiç gelmez ve bakılacak yer tam da o sahip olduğu gücün ne kadarını, nasıl kullandığıdır. Cinayetin hazırlık sürecindeki tutumu aymazlık idiyse bunu cinayetten sonraki süreçteki tutumuyla gidermeye çalışabilirdi. Sorumluların ortaya çıkarılıp yargılanması bir tarafa, ödüllendirilenlerini de gördük. Hasbelkader ortaya çıkmış olanları, yargılamamanın kendisi de bir ödüllendirmedir zaten. Mesela şimdi çok üzüldüğünden bahseden yetkililer, eminiz gözyaşlarını siler silmez söz konusu savunmayı yapanlarla ilgili bir işlem başlatmışlardır ve sonuçlarını da çok geçmeden açıklarlar. Samimi hislerin ne olduğu bizi ilgilendirmez, bu “samimi hisler” çok fazla dillendirilmezse memnun olacağız. Kanaat oluşturmak için, yapılanlar ve yapılmayanlar dışında bir yerlere bakacak halimiz yok.

Geçmişle yüzleşmekte zorsunanlar, bugünle yüzleşmeyi deneyebilirler. Bu cinayetteki devletin sorumluluğu yargılanmadan, “muasır medeniyet seviyesi” bir ham hayal olarak kalır. Evet, öylesine belleğimize işlendi ki bu vecizeler, dil oynamadan edemiyor. “Öteki”nden boşalacak o zehirli kanın yerini “kendi”yle barışarak doldurmanın Nazilikle benzerliğini açıklamak, bu yorumda imzası bulunan Hükümete düşer. Babamı tehdit eden vali yardımcısından boşalacak yeri, devletin güzide bünyesinde mevcut olan bir diğeriyle doldurmaya, o kadar zaman neyin engel olduğunu açıklamak da...

Savunmada aynı terane bolca döndürülüyor yine: “Koruma istememiş”miş. Siz dalga geçmeye devam edin. Tehditçisine “beni koru” demek babamızın meşrebine uygun değildir. Lafı dolandırmayalım, bu ülkede söz konusu kuvvetler halka hiçbir zaman ayrı olmamıştır. Onlar kendine ayrıdır. “Devlet” diyorsak, “devlet” ne demekse onu söylüyoruz. Yasamayı, yürütmeyi, yargıyı alın, bunlara bir de “devlet güdümlü medya” ve “devlet güdümlü sivil toplum kuruluşları”nı ekleyin, bütün bunları alıp boynumuza beşi bir yerde yapan egemen ideolojiyi de unutmayın. Devlet budur. Katil de budur. Şimdi bunların cinayette tek tek nasıl sorumlulukları olduğunu anlatamayacağım. Hâlâ anlaşılmamış bir şey kalmışsa, uygun bir vakit madde madde anlatırız.

Diyorlar ki “Devlet deme”, yok “bir kısım de”, yok “derin de”. O kısmı neyse çıkar ortaya, sen söyle. O kısım tamamen ortaya çıkmadıkça bunun adı “devlet”tir.

Diyorlar ki “Devlete katil deme”, “dedirtmem”. “Ben devletim” diyen katilleri çıkar ortaya, onlara “sen devlet değilsin” de önce, sonra beni tashih edersin.

Rahip Santoro cinayetine bakıyoruz, öldürüldüğü güne kadar devletin emniyet teşkilatı “pontusçuluk”tan dinlemeye almış. Malatya’daki “misyoner cinayetleri”ne bakıyorsun, dava dosyasının yarısı maktuller hakkında devletin topladığı bilgilere ayrılmış. Babam hakkında fişler tutulmuş. Bunları bilmek için bu belgelere ihtiyacımız var mıydı? Misyonerlik faaliyetleri ve azınlıklar bu devletin güvenlik konsepti içinde birer tehdit kaynağı olarak ele alınmıyor mu? Geçmişe dönüp faili sözde meçhul cinayetlerin bütün kurbanlarına bakalım mı, ortak noktaları ne diye? Kürtlere yapılanlara bakalım mı? Yoksa birilerinin hidayete erip “devlet itirafçısı” olmalarını mı bekleyelim?

Bize tek araç “söz” kaldı. Sözümüze de göz diktiler. Diyorlar ki “Devlete katil deme”. Olur. Seri Katil.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Doğan Akhanlı Serbest Bırakılsın!

Soykırım Karşıtları Derneği tarafından Doğan Akhanlı'nın gözaltına alınmasıyla ilgili açıklama:

Değerli Dostlar,

Çoğumuzun yakından tanıdığı, tanınmış insan hakları savunucusu yazar Doğan Akhanlı, 18 yıldır ayrı kaldığı anne ve babasını, kardeşlerini, dost ve akrabalarını ziyaret etmek için gittiği Türkiye’de hava alanına iner inmez gözaltına alındı. Gerekli hukuki girişimlerin yapılmış olmasına rağmen henüz mahkemeye çıkarılmadı. Aldığımız bilgilere göre gözaltı gerekçesinin Doğan’ı tutuklamak için yeterli sebep olmadığı doğrultusunda. Ancak sonucun ne olacağı konusunda henüz kesin bir şey söylemekte mümkün değil.

Doğan Akhanlı gibi bir aydını, derli bir insan hakları savunucusunu yalnız bırakmamanın hepimizin görevi olduğu inancındayız. İlk etapta hukuki sürecin eksiksiz işletilmesi için maddi desteğe ihtiyaç bulunmaktadır. Üyelerimizi ve tüm dostlarımızı Doğan Akhanlı ile dayanışmaya davet ediyoruz.

Köln’de bulunan gazeteci yazar Albrecht Kieser Doğan’la maddi dayanışma için bir banka hesabı açmış bulunmaktadır. Bağışlarınızı aşağıda vermiş olduğumuz bu banka hesabına yollamanızı rica ediyoruz. Ayrıca Sayın Kieser’in yapmış olduğu çağrıyı da aynen (Almanca) aşağı aktarıyoruz.

Recherche International
(Stichwort: Dogan Akhanli)
Kontonummer: 238 120 43. BLZ 370 501 98.
Sparkasse Köln,

Dostluk ve dayanışmanız şimdiden teşekkür ediyor, saygı ve selamlarımızı iletiyoruz.

Soykırım Karşıtları Derneği (SKD) adına:

Ali Ertem, İ. Bülent Gül
-------------------------------------------------

Liebe Freunde!

Es bleibt dabei: die Chancen für Dogans Freilassung schon Dienstag oder Mittwoch stehen 50:50. Am Montag hat sich das deutsche Konsulat bei der Istanbuler Staatsanwaltschaft gemeldet und sich über Dogans Situation erkundigt sowie Interesse an einer schnellen Klärung signalisiert. Das erhöht die Chancen vielleicht auf 60:40...

Dogan ist weiter guter Dinge, am Montag waren seine Anwälte länger bei ihm und haben den Schriftsatz mit ihm durchgearbeitet. Ein weiterer Anwalt ist von Selami mit ins Verfahren gebeten worden, er ist erfahrener Strafverteidiger. Übereinstimmung herrscht nach wie vor darüber, dass die Vorwürfe gegen Dogan aus der Welt geschafft werden müssen. Wenn nicht in diesem, dann auf dem nächsten Haftprüfungstermin oder wohlmöglich auch erst bei einem Prozess, den Dogan aber hoffentlich nicht in Haft abwarten muss.

Mittlerweile ist von den Anwälten so viel Arbeit geleistet worden, dass sie dafür auch honoriert werden müssen; erhebliche Ausgaben hat auch Selami tätigen müssen. 1.000 bis 1.500 Euro werden möglichst bald gebraucht - damit wäre die Kosten einschließlich des laufenden Widerspruchsverfahrens gedeckt.

Bitte spendet auf das Konto von Recherche International (Stichwort: Dogan Akhanli) bei der Sparkasse Köln, BLZ 370 501 98. Kontonummer: 238 120 43. Die Spenden sind steuerabzugsfähig, der Verein Recherche International, bei dem Dogan z.Zt. angestellt ist, ist gemeinnützig. Wenn jedeR aus dieser Emailliste 20 bis 30 Euro besteuert, dann haben wir den Betrag schnell zusammen. Wenn Ihr Spendenbescheinigungen haben wollt, müsst Ihr uns bitte Name und Adresse und Höhe Eurer Spende per Mail schicken.

Beste Grüße
Albrecht


http://gercek-inatcidir.blogspot.com/2010/08/dogan-akhanl-serbest-braklsn.html
http://gercek-inatcidir.blogspot.com/

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Demokrasiyi Nasıl Bilirsiniz?



Fikret Başkaya

“Eğer Batı siyasi düşüncesi diyebir şey varsa, bunun köklü bir anti-demokratizmle mâlül olduğunu söylemekte bir sakınca yoktur. J.S. Mc Celland

Şimdilerde demokrasi, demokratikleşme, insan hakları, vb. gibi kavramlar çok kullanılıyor. Geçerli süreçler ve eğilimler, gerçekten demokratikleşmenin, insan haklarının, özgürlüklerin gerçekleşmesi istikâmetinde mi yol alıyor, yoksa her zaman olduğu gibi bu tür kavramlar ve söylemler, insanların bilincini manipüle etmenin, ideolojik bulanıklık yaratmanın, velhasıl seyirciyi oyalamanın araçları mıdır? Demokrasiden ve demokratikleşmeden herkes aynı şeyi mi anlıyor? Son dönemde demokrasi kavramını dillerinden düşürmeyenler, daha önce de aynı dili mi konuşuyorlardı? Ne oldu da demokrasi son dönemin vazgeçilmez kavramı durumuna geldi? Herkesin yönü Batı’ya dönük ve herkes Batı demokrasisinden söz ediyor. Gerçekten Batı demokrasisi diye bir şey var mı? Bir rejimin adını demokrasi koymak onun demokratik sayılması için yeterli midir? Demokrasi kavramı çok kullanıyor ama ekseri yanına bir de piyasa ekonomisi sözcükleri ekleniyor ve Piyasa ekonomisi ve liberal demokrasi deniyor. Birincisi, liberal demokrasi diye bir şey mümkün müdür; ikincisi, bu iki kavramın yan yana gelmesi uygun mudur? Sermayenin önünün açılması, demokrasinin de derinleşmesi, gerçekleşmesi anlamına gelir mi? Ekonomik liberalizmle (siyasî) demokrasi arasında bir tamamlayıcılık ilişkisi var mıdır? Küreselleşme denilen süreç, demokrasi ve insan haklarının gerçekleşmesinin koşullarını mı yaratıyor, yoksa her türlü demokrasinin ve insan haklarının temelini aşındırıyor mu? Demokrasi ve demokratikleşme kavramlarından hangisini kullanmak daha uygundur? Zira, demokrasi dendiğinde, olmuş-bitmiş, tamamlanmış bir şey anlaşılır, oysa demokrasinin sürekli yenilenen, zenginleşen, önü açık dinamik bir süreç olması gerekir...

Elbette bir yerde bir kavramın çok kullanılması, orada söz konusu kavrama uygun bir gerçekliğin varolduğu anlamına gelmiyor. Söylenenle yapılan, retorikle realite arasında ekseri bir uyumsuzluk söz konusu oluyor. Bu bakımdan, olup-bitenleri anlamının, bilince çıkarmanın koşulu, söylenene değil, yapılana bakmaktan geçer. Egemenliği sürdürmenin koşulu, gerçek dünya’da olup-bitenlere dair bir yanlış bilinç oluşturup-sürdürmeye bağlıdır. Zira, görüntü gerçeği temsil etmez. Bu yüzden adına bilim denilen bir şeye ihtiyaç duyulmuştur. Fakat, şimdilerde bizzat bilimsel faaliyetin kendisi de tehdit altındadır. Yazık ki, bilimsel faaliyet de, estetik faaliyet de genel metalaşma, paralılaşma, soysuzlaşma girdabına sokulmuş durumdadır. Giderek bilimsel denilen faaliyet, bilimin inkârına dönüşüyor, estetik faaliyet de kendi bulunması gereken zeminin karşıtı bir zemine savruluyor... Bu durumun işimizi zorlaştırdığını söyle-meye bile gerek yoktur... İnsanlığın ezici çoğunluğunun yaşadığı gerçek, ‘dünyanın yeni efendilerinin’, şürekâsının, akıl hocalarının ve sözcülerinin resmettiğinden çok farklı. Sömürünün derinleştiği, insan onurunun her geçen gün daha çok ayaklar altına alındığı, insanı aşağılayan, etik kaygılara kayıtsız bir kör gidiş hızla yol alıyor ve bu netâmeli süreç bir de insanlığın nihai kurtuluşu olarak sunuluyor...

Demokrasiden halkın kendi kendini yönettiği, kendi kaderinin kendi elinde olduğu, hiçbir dış iradenin söz konusu olmadığı, insanların özgür iradeleriyle yaşamlarını düzenlediği, insan onurunu yaralayan, insan özgürlüğünün gerçekleşmesini engelleyen, sömürü, bağımlılık, hâkimiyet, ilişkisinin söz konusu olmadığı, velhasıl insanın insana kulluğunun sona erdiği bir insan ve dünya toplumu anlaşılmalıdır. Bu yüzden demokrasi kavramı, evrenselliği içeren bir kavramdır ve ancak tüm insanlığı kavrayıp, kucakladığında bütünüyle gerçekleşebilir. Bu güne kadar, siyaset felsefecileri, filozoflar, sosyologlar, iktisatçılar, edebiyatçılar, siyaset adamları, vb. kendilerince bir demokrasi tanımı yapmışlardır, demokrasinin ne olması gerektiği konusunda kafa yormuşlardır. Fakat, bunların ezici çoğunluğunun, soruna demokrasinin gerçekleşmesinden zarar görecek olan egemen sınıflar tarafından baktıklarını söylemek abartma sayılmaz. Ekseri, demokrasi kavramının bizzat kendisi demokrasinin engellenmesi için bir ideolojik manipülasyon aracı olarak kullanıla gelmiştir.

Zira, demokrasi sorunu son tahlilde sınıf mücadelesinden bağımsız değildir, tam tersine sınıf mücadelesinin en başat bileşenidir. Elbette yukarıda da söylediğimiz gibi, söz konusu olan önü açık bir süreçtir ve demokrasi, eşitlik, özgürlük ve sosyalizm kavramları özdeş kavramlar olmasalar da birbirini tamamlayan kavramlardır. Toplumsal eşitlikten, özgürlükten söz etmeyen ve bunların anlam ve önemine gönderme yapmayan birinin, demokrasi şampiyonluğu yapması bir safsatadır. Demokrasi ve sosyalizm kavramları arasındaki ilişki ve tamamlayıcılık da büyük öneme sahiptir. Sosyalizasyon yokluğunda demokrasi içi boş bir kavram olmaktan kurtulamaz. Aynı şekilde, demokrasi yokluğunda da sosyalizm beyhûdedir... Bu önemli sorun üzerinde ileriki sayfalarda duracağız. Belki de bu güne kadar hiç bir tanım, demokrasinin ne olması gerektiğini, Nazım Hikmet’in şu ünlü dizeleri kadar yalın ve güzel anlatamamıştır:
Yaşamak! Bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine./ Bu davet bizim”.1
Bir şiir dehâsı olan Nazım Hikmet, özgür bireyin özgürlüğünün gerçekleşmesinin koşulunu ve bireyle toplum uyumunun nasıl olması gerektiğini, birkaç sözcükle çarpıcı bir şekilde resmedebiliyor... Ancak özgür bireylerin özgür bir toplum yaratabileceğini, toplumsal uyumun bireysel özgürlükten geçtiğini, kardeşçe ilişkiler ortamında bireyin serpilip gelişebileceğini, insan onurunun gerçekleşeceğini, özgür bireyle demokratik toplum ilişkisi arasındaki diyalektik ilişkiye gönderme yapıyor.
Demokrasi sorunu ve insanlık durumu başlığını taşıyan bu bölümde, demokrasi kavramına açıklık getirmeyi deneyeceğiz. Birinci alt-bölümde, kavramın ilk defa nerede ve nasıl ortaya çıktığı, nasıl bir uygulama alanı bulduğu, daha sonra kavramın içeriğinin ne tür değişikliklere uğradığı üzerinde duracağız. İkinci alt-bölüm, küreselleşme denilenin demokrasinin maddi temellerini nasıl aşındırdığıyla ilgilidir. Nihayet, üçüncü alt-bölümde gerçek bir demokrasinin ne olması gerektiği konusunda kısa bir açılım ve refleksiyon denemesi yapılacak.
1. Agora Demokrasisinden ‘Temsîlî Demokrasiye’ Bir Kavramın Serüveni

Demokrasi kavramı, ilk defa Antik Yunan’da oraya çıktı ve Yunan Site- devletlerindeki rejimi tanımlamak üzere kullanıldı. Atina demokrasisi olarak bilinen bu yönetim tarzı, ilke düzeyinde önemli açılımlar getirmişti. Yurttaşlar Agora denilen, sitenin en büyük meydanında toplanırlar, kamusal sorunları tartışırlar, yasa teklifleri yaparlar, yasalar kabul ederler, uzmanlık isteyen işler için seçim yaparlar, herşeyi tam bir açıklıkla tartışırlar, kararlar alırlar, velhasıl siteyi doğrudan demokrasi esaslarına göre yönetirlerdi. Halk egemenliği doğrudan gerçekleşir, aracıların dolayımı söz konusu olmazdı. Kavramın gerçek anlamına uygun bir işleyiş oluşturmuşlardı. Bilindiği gibi demokrasi, etimolojik köken olarak, Eski Grekçe dêmos (halk) ve kratos (egemenlik, yönetim) sözcüklerinden oluşuyor ve halkın hükümeti veya halkın kendi kendini yönettiği rejim anlamına geliyor.

Atina demokrasinin temel ilkesi, her yurttaşın yönetilme ve yönetme yeteneğine sahip olduğuydu ve bu, bir biçim sorunu olarak, sadece ilke düzeyinde kalmıyordu. Her yurttaş rotasyon esasına göre kamusal sorumluluklara getiriliyordu. Bu uygulama, kurra usulüyle yapılıyor, zaten sınırlı olan kamusal görevlere getirilecekler kurra çekimi yoluyla saptanıyordu. Bu temel ilke yöneten-yönetilen ayrımını ortadan kaldırıyordu. Dönemin Yunan düşüncesi, seçim esasını muteber saymıyordu ve bunu da haklı bir gerekçeye dayanıyordu. Bu anlayışa göre, seçim sistemiyle yöneticilerin seçilmesi bir oligarşinin ortaya çıkmasına neden olurdu. Öyleyse bir oligarşinin ortaya çıkmasını önlemenin yolu, seçimlere bir yönetim aracı olarak itibar edilmemesinden geçerdi. Seçimlere sadece sınırlı bir şekilde başvuruluyor ve teknik beceri veya uzmanlık gerektiren az sayıdaki işler için seçim yapılıyordu.

Sitenin yönetiminde yurttaşların kamusal sorumluluklara eşit koşullarda katılmaları, eşitlik ilkesine verilen önemin bir göstergesiydi. Rotasyon ve kurra esasına göre herkesin kamusal sorumluluk alması, oligarşik bir yapı ve işleyişin ortaya çıkmasına karşı bir güvence olarak görüldüğü gibi -ki, bu, Atinalıların politikadan ne anladıklarının da bir göstergesidir.- Siyaset de bir uzmanlık alanı ve bilim konusu olmaktan çıkarılmıştı... Antik Yunan dünya görüşünde, siyasetin bir uzmanlık konusu yapılması ve kamusal yönetimin bir elit tarafından yürütülmesi, kabul edilebilir değildi. (Zaten, gerçek anlamda özgürlüğün ve toplumsal eşitliğin gerçekleştiği bir toplumda uzmanlık diye bir şeye de gerek kalmazdı). Eğer Antik çağın Atinalıları bugünkü siyasi yapıyı ve işleyişi görselerdi her halde çok şaşırırlardı... Gerçek demokrasinin geçerli olduğu bir sosyal formasyonda siyaset bilimi diye bir şey sadece lüzumsuz değil, üstelik son derecede abestir. Şimdilerde durum çok farklı. Siyaset bir uzmanlık alanı, siyasi bir elit yönetiyor ve üniversitelerde siyaset bilimi bölümleri var ve siyaset bilimi adı altında bir dizi ders okutuluyor. Anlı-şanlı profesörler, ne menem bir şeyse, siyaset biliminin timsâli olduklarını sanıyorlar, burunlarından kıl aldırmıyorlar... Oysa, ikiyüzlülüğü sevmeyen biri siyaset bilimi diye bir şeyin saçmalığını, siyaset bilimi diye okutulan safsataların demokrasinin önünü kesmeye, halk egemenliğini önlemeye yönelik safsatalar yığını olduğunu söylemekten çekinmezdi... Bu durum bir şeyi daha gösteriyor: Sorunlara nereden bakıldığına göre herşey baştan aşağı değişebiliyor. Şimdilerde ortalama insan bir “siyasetçi sınıfının” olmadığı, siyasetin bir bilim konusu olmadığı bir toplumsal yapıyı hayâl bile edecek durumda değil...

Fakat, Antik Yunan’da kamu görevlerine getirilenler görev süresinde de yurttaşlara hesap vermek zorundaydılar. Böyle bir şey, yurttaşlık bilincinin olgunlaştığı koşullarda mümkündür. Her yurttaşın yurttaş bilinciyle hareket ettiği koşullarda, yöneten-yönetilen ayrışması ve bir siyasi elitin veya oligarşinin ortaya çıkması mümkün değildir.

Atina demokrasisinin yukarıda sözünü ettiğimiz ilkeler ve işleyiş mekanizmaları, elbette büyük öneme ve değere sahiptir. Şüphesiz bu ilkeler bugün de önemlidir. En azından demokrasinin ne olması ya da ne olmaması tartışmasında hâlâ ufuk açıcı öğeler, unsurlar barındırdığı kesindir. Fakat, ilke düzeyinde tutarlılık bir vakıa olmakla birlikte, Atina demokrasisi kapsayıcı değildi. Sadece yurttaş sayılanlar içindi ve yurttaş sayılmayan geniş bir kitle vardı. Bir kere kadınlar agoranın dışındaydı, aynı şekilde köleler ve yabancılar Agora demokrasisinin dışındaydı. Gerçi Atina demokrasisi oligarşik bir elit yaratmama ilkesi üzerine oturuyordu ama, kadınların, kölelerin ve metek denilen sınırlı sayıdaki yabancı dışında kalan bir yurttaşlar elitinin demokrasisiydi. Yurttaşlık için ehil sayılmayanlar Agoranın dışına atılmıştı. Oysa, emekçi çoğunluğu dışlayan bir demokrasi mümkün değildir. Zira, asıl demokrasiye ihtiyacı olanlar onlardır. Toplumu oluşturan tüm bireylerin özgürlüğü ve özerkliği eksiksiz gerçekleşmiyorsa, halk, kendi kendini yönetemiyorsa, kendi kaderini belirleyemiyorsa, velhasıl bireysel ve kollektif self-determinasyon gerçekleşmiyorsa, orada demokrasinin varlığından söz etmek mümkün değildir. Küçük bir mülk sahibi sınıfın, bir ayrıcalıklılar elitinin çıkarlarını gerçekleştirmek üzere oluşturulmuş siyasî rejimlerin demokrasiyle ilişkilendirilmeleri saçmadır.

Demokrasi kavramı, kapitalizmin bir üretim tarzı olarak tarih sahnesine çıktığı dönemde yeniden gündeme geldi. Bu aşamadan sonra demokrasi kavramı, palazlanan ve aracın direksiyonuna geçmek isteyen burjuva sınıfının elinde ideolojik bir manipülasyon aracı olacaktı. Burjuva sınıfının, (dar anlamda kapitalist sınıfın) iktidarı ele geçirip yeni egemen sınıf olarak kendini dayatması, iki aşamadan geçerek gerçekleşti: Birinci aşamada burjuvazi, soylular sınıfına (toprak aristokrasisi densin) ve Kilise hiyerarşisine karşı prensle (Hükümdarla) ittifak kurarak, bu iki kesimin etkinliğini kırdı. Bu, mutlak monarşiler dönemidir. Ikinci aşamadaysa, işçi sınıfının ve köylülüğün desteğiyle prensin (Hükümdarın) yetkilerini de sınırlayarak veya toptan tasfiye ederek, egemen sınıf konumuna terfi etti ve kendi dar çıkarlarını gerçekleştirecek düzeni dayattı. Burjuvazi geleneksel iktidar odaklarını veya aynı anlama gelmek üzere Eski Rejimi (Ancién Régime) tasfiye etti, ama, henüz iktidarı sağlam temeller üzerine oturmuyordu. Burjuvazinin sınıf iktidarını dayatması için üçüncü bir eşiğin daha aşılması gerekiyordu: Bu, kapitalist sınıfın, daha geniş anlamda, burjuva sınıfının, işçi sınıfını tehlikeli bir sınıf olmaktan çıkarma aşamasıdır. Zira, kapitalist sınıfın kendi dar sınıfsal çıkarlarının işçi sınıfına karşı korunması, sınıf egemenliği bakımından önemli bir sorun olarak ortada duruyordu. “Kapitalizmin gerçek yüzüyle ortaya çıktığı dönem işte bu dönemdir. Artık sömürgecilik ve emperyalizm aracılığıyla, Avrupa dışı kültürler yok edilebilir ve burjuva uygarlığının gerçek yüzü ikircikli olmayan bir tarzda arz-ı endam edilirdi. Artık bu aşamadan sonra “burjuva demokrasisi” denilen, işçi sınıfının ve sömürge halklarının her türlü özerklik talebini kanla boğabilirdi. Zira, halkın özerklik ve özgürlük alanının genişlemesi demek olan demokrasi, burjuvazinin korkulu rüyası haline gelmişti. “Burjuva liberalizminin ‘özgürlüğü’ demek, burjuvazinin sınırsız sömürme ve zenginleşme özgürlüğü demekti...” 2

Marx, ‘Fransa’da İç Savaş’ başlığını taşıyan eserinde bu durumu şöyle özetlemişti: “Burjuva düzeninin uygarlık ve adaleti, bu düzenin köleleri ne zaman efendilerine karşı başkaldırsa, kendi korkunç yüzlerini açıkça gösterirler. O zaman bu uygarlık ve bu adalet, maskesiz yabanıllık ve yasasız öç alma olarak, ereklerini açığı vurur. Sahiplenici ve üretici arasındaki sınıf savaşımındaki her yeni bunalım, bu gerçeği daha açık bir biçimde ortaya çıkarır.”3 Egemen sınıfın ve adamlarının belirli dönemlerde kimi kavramları neden ve nasıl ve ne amaçla kullandıklarını bilmek önemlidir. Burjuvazi Eski Rejimi ve onun bileşenlerini tasfiye etmek için, ezilen-sömürülen toplum sınıflarının (işçi sınıfı, köylülük ve diğer mütevazı kesimlerin) desteğine ihtiyacı vardı ve bu dönemde özgürlük, eşitlik, demokrasi, vb. gibi kavramlar sıkça telaffuz ediliyordu. Nasıl Soyluluğun ve Kilisenin (Klerje’nin densin) etkinliğini kırmak için Hükümdarla taktik amaçlı bir ittifak gerekiyorduysa, bu sefer de Prense (Hükümdara) karşı emekçi sınıflarla taktik bir ittifak gerekmişti. Herhalde kimse bu durumu, burjuva üniversitelerinin vazgeçilmez ultra-liberal filozofu, İngiliz Herbert Spencer (1820-1903) kadar açık yüreklilikle ifade etmemiştir. Spencer şöyle diyor: “Geçmişte liberalizmin işlevi, kralın iktidarına bir sınır getirmekti. Liberalizmin gelecekteki işlevi de parlamentoların iktidarını sınırlamak olacaktır...”4 “Ultra-liberal filozofun, parlamentonun iktidarının sınırlandırılmasından, sözde halkın temsil edildiğini sandığı meclisin işlevinin sınırlandırılmasını kastettiğini söylemeye gerek yoktur. Oysa işçiler, burjuva liberalizminin kimin için ne anlama geldiğini, İngiliz Filozof’dan çok önce kavramışlardı ve haklı olarak, daha XVIII’inci yüzyılın sonlarında: Ekonomik liberalizm demokrasinin düşmanıdır sloganını ortaya atmışlardı... Burjuvazinin hümanist ve evrensel söylemi, bir kere Prensin iktidarını “hizaya getirdikten sonra” artık namlu ‘asıl düşman’ olan proletaryaya çevrilebilirdi... Artık bu aşamadan sonra uygarlığı (emperyalist kapitalizm olarak okuyunuz) ‘kirli proletaryadan’ ve sömürgelerin ‘aşağı ırklarından’ koruma kaygısı ön plana çıkacaktı.”5

Geriye olup-bitenleri kabullendirmek kalıyordu ve kabullendirmek için meşrulaştırmak, meşrulaştırmak için de yanılsama yaratmak gerekirdi... Eski rejim (Ancién Régime) tasfiye edildiğine göre, yeni rejim nasıl olmalı, nasıl işlemeli, ne tür ideolojik meşrulaştırma araçları ve mekanizmalarına sahip olmalıydı. Başka türlü ifade etmek gerekirse, yeni rejim tehlikeli sınıflardan nasıl korunacaktı, egemenlik nasıl güvence altına alınacaktı? İşte temsili demokrasi bu amaçla peydahlandı ve dayatıldı. Başlangıçta demokrasi kavramı pek kullanılmıyordu, kullanıldığı zaman da pejoratif anlamda, bir kötüleme ve karalama aracı olarak kullanılıyordu. Kurulan yeni rejimlere de cumhuriyet deniyordu. Ekseri sanıldığı gibi, demokrasi ve cumhuriyet kavramları özdeş kavramlar değildir. Kapitalizmin egemen üretim tarzı haline geldiği, Eski Rejimlerin tasfiye edildiği dönemde, demokrasiyle ilgisi olmayan rejimlere cumhuriyet deniyordu. Bunlara demokratik rejimler denmesi için XIX’uncu yüzyılın ilk yarısının aşılması gerekmişti. 1848 devrimlerinden sonra burjuvazi kendi egemenliğini güvenceye almak için kerhen tavizler vermek zorunda kaldı. Fakat, söz konusu tavizlerle sınıf mücadelesinin seyri arasında da ilginç bir ilişki vardı. Nitekim, XIX’uncu yüzyılın ikinci yarısında işçi sınıfı bir dizi kazanımlar elde etti ama bu kazanımlar aynı zamanda onun kayıplarıydı... Genel bir perspektiften bakıldığında, her kazanım bir kayıptı... Böylece işçi sınıfı, kapitalist düzeni aşma, ücretli kölelik rejimine son verme perspektifinden uzaklaştı. Giderek ehlileşti düzenin bir parçası, bir bileşeni durumuna geldi. Batı işçi sınıfının nasıl kendi egemen sınıfının safında yer aldığı, 1914-1918 emperyalistler arası savaşta açıkça kanıtlanmıştı. Hiç şüphesiz bu bütünleşmede sömürge ve yarı-sömürgelerden sağlanan aşırı kârların önemli payı vardı. Zaten Batı işçi sınıfı hareketi, sömürge siyaseti konusunda da kendi egemen sınıflarından farklı bir anlayışa, politika ve yaklaşıma sahip değildi. Kendini çoktan uygarlaştırma misyonu söylemine kaptırmıştı.

Elbette kurulan ‘yeni rejimin’ ne kadar yeni olduğu, cumhuriyetin ne olmadığı konusunda yanılsama içinde olmayanlar da vardı. Fransız devriminin burjuva egemenliği yaratmakla sınırlı kaldığını, oysa, halkın kendi kaderini tâyin etmesi gerektiğini ileri süren Jakoben Gracchus Babeuf, aslolanın demokrasiyi gerçekleştirmek olduğunu söylüyordu. Le Tribune du peuple de, 29 Kasım 1795 tarihli yazısında Cumhuriyetçilerin monarşiye karşı ittifak oluşturma teklifini reddederken, kendisini demokrat olarak tanımlıyor ve şöyle di-yordu: “Siz ancak bayağı ve son derece kaypak cumhuriyet kavramı etrafında bir araya gelebilirsiniz, dolayısıyla da “herhangi bir cumhuriyetten yana olabilirsiniz. Biz ise, anlamlı bir ortak paydası olan tüm demokratları ve halk tabakasını (plébiens) bir araya getiriyoruz. Bizim ilkelerimiz katıksız demokrasi, lekesiz ve katıksız eşitliktir.”5a Babeuf, anti-demokrat unsurların halk düşmanlığından söz ederken yalnız değildi. Sylvain Maréchal da 1794 de şunları yazıyordu: “Burjuvazi asla demokrat değil (...) şimdi hesabımız burjuvalarladır, bize açıkça savaş açanlar da onlardır (...) Devrimi halk yaptı ama onu kendi çıkarları için yapmadı; (...) bugün durumları hemen hemen 14 Temmuz 1789’dakinden farklı değil.”5b

Burjuva devrimleri sonrasında yeni rejimlerin nasıl olması konusunda belirsizlik ve tartışmalar sürüyordu. Kesin olan bir şey varsa, artık, yeni rejim eskiden olduğu gibi, babadan oğula mirasla geçmeyecek ve Tanrısal bir meşruluk temeline sahip olmayacak, dayanmayacaktı. İşte bu aşamada halk egemenliği kavramı peydahlandı. Yeni rejim halk egemenliğine dayanmalıydı ama, bunu söylemek yapmak anlamına gelmiyordu. Bu aşamada bir dizi ideolojik manipülasyona başvuruldu... “Aynı dönemde ortaya çıkan modern ‘doğal hukuk okulu’ da, egemenliğin meşruiyetinin temeli veya kriteri olarak, yönetenlerin meşruiyetinin yönetilenlerin rızâsına dayanması gerektiği görüşünü vaaz ediyordu, Bu durum nasıl çözülecek, işin içinden nasıl çıkılacaktı? Hükümdarın iktidarı meşru değildi, zira, halkın rızasına dayanmıyordu. Öyleyse halk egemenliğine da-yalı bir rejim nasıl işleyecekti? Burjuva düşünürleri ve siyasetçileri bu aşamada şöyle bir zihinsel - ideolojik manipülasyona giriştiler: Bir kere doğrudan demokrasi söz konusu olamazdı, zira, Atina demokrasisi geniş hacimli çok nüfuslu toplumlar için uygun değildi; ikincisi, halk egemenliği söz konusu olmalıydı ama, halk bu iş için ehil değildi, ‘cahil, kaba halk sürüsü’ toplum için iyi olanı ayırt etme, genel toplum yararını gerçekleştirme yeteneğinden yoksundu. Üstelik demegoglar tarafından kolayca kandırılabilirdi... Öyleyse halk toplum yararını bilen temsilciler tarafından yönetilmeliydi... Elbette bu temsilciler, eski soylular eliti olmayacaktı.”6 Bu ideolojik manipülasyonla ilgili olarak Fancis Dupuis–Déri şunları yazıyor: “Böylece halka tamamlanmış oluyor:

1. Temsilciler, halkın, toplum yararını bilecek, ayırt edecek temyiz kurdetinden yoksun olduğu konusundaki aşağılamayı açıkça ifade ediyorlar;
2. Bu tespitten hareketle temsilciler, halk egemenliğinin ancak temsille mümkün olabileceği sonucunu çıkarıyorlar;
3. Kendilerini de toplum yararını bilme, ayırt etme, savunma ve geliştirme konusunda yetkin aydın elitin üyeleri sayıyorlar.
4. Bu biçimde tanımlanan toplum yararı, eşitlik düşüncesiyle bağdaşmaz, öyleyse yoksulların taleplerinin önü kesilmeli, engellenmelidir;
5. Siyasî elit, böylece, ekonomik elitin safında yer alarak, halkın mutluluğunun, özel alanın siyaset dışında kalmasına, özel alanın depolitize edilmesine bağlı olduğu düşüncesini vaaz etmiş oluyor...” Ve Dupuis-Déri söyle devam ediyor: “Tarihsel olarak monarşik-feodal rejimden miras alınan modern temsîlî sistem ve onu dayatanların anti-demokratizmi, felsefi olarak da meşrulaştırılmıştır,”7

İngiliz, Fransız burjuva devrimleri ve Amerikan bağımsızlığını izleyen ve burjuva hâkimiyetinin kesin olarak yerleştiği dönemde, burjuva ideologları, temsîlî demokrasiyi meşrulaştırmak için ne tür argümanlar ileri sürmüşler, ‘yeni rejimi’ meşrulaştırıp-kabullendirmek için ne tür ideolojik manipülasyonlara girişmişlerdi? Aslında dönemin ideologlarının görüşlerine geçmeden önce, önemli bir hususu hatırlatmak yerinde olur. Bir rejime yeni dendi diye yeni olması gerekmiyor. Bu bakımdan, söz konusu burjuva devrimleri yönetimi değil, yönetenleri değiştirmişti. Aracın istikâmeti değişmediği sürece, direksiyonda kimin olduğu sanıldığı kadar önemli değildir. Aynı şekilde, burjuva devrimlerini izleyen dönemde yurttaş kavramı da çok kullanılıyordu ama, içi boş bir kavramdı ve öylece kalacaktı. Zira, gerçek anlamda yurttaştan söz edebilmek için, geçerli rejimin özgür insanların özgür iradeleriyle kurulmuş olması gerekir. Dolayısıyla, meşruluk zemininin veya retoriğin (söylemin) değişmesi önemli değildir. Eskiden Tanrı adına yapılan baskı, sömürü ve zulüm, aşağılama, horlama, bu sefer ‘ulusun, devletin, vatanın yüksek çıkarları’, ‘ulusun birliği ve bölünmezliği’, ‘devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü’ türü safsatalara dayandırıldığında, bu toplumsal ilişkilerde köklü değişiklikler olduğu anlamına mı gelecektir? Nüfusunun %90’ının siyasal karar mekanizmalarından dışlandığı, kamusal alanın dışına atıldığı bir ülkede, hâlâ yurttaş kavramının kullanılması abes değil midir?

Temsil kavramı da yüceltiliyor. Oysa temsil de yurttaş kavramı gibi içi boş bir kavramdı. Kitleleri oyalamanın bir aracıydı. Nitekim, “Batı’da ‘devrimler’ döneminden beri, ama asıl Ortaçağdan beri, halk temsilcileri, az-çok yetkisi olan meclislerde yer alıyorlardı. XII. ve XIII. yüzyıldan itibaren İberya yarımadasında ‘Cortes’; Kutsal Roma Germen İmparatorluğunda ‘Diyet’; aynı şekilde Fransa’da ilk ‘États Généreux’ler 1302’de çağrılmışlardı. Her ne kadar bu temsîlî kurumlar, hükümdar, aristokrasi, Klerje (dînî hiyerarşi) ve burjuvazinin pazarlık mekânları olsalar da, asla demokratik bir anlayışı temsil etmiyorlardı. Bu tür temsille ilgili olarak, Jean- Jacques Rousseau: “ Haksız ve anlamsız, insanı aşağılayan, feodal hükümetten kalma bir şey.” diyor... Bu anlayışın devamı olarak, Amerikalı tarihçi Samuel Williams da: “Avrupa’da temsil (...) kademeli olarak hükümdarlar tarafından başlatıldı; elbette asıl amaç halkın haklarını iyileştirmek değil, savaş maceralarını finanse edebilmek üzere vergi toplamanın en etkin yolu olduğu içindi”8 diyor. Aslında söz konusu dönemin ‘temsîlî meclisleriyle’, şimdilerde küreselleşme şarlatanlarının yücelttiği ‘sivil toplum örgütleri’ denileni karşılaştırmak öğretici olurdu...

Aydınlanma filozofları akla (raison) büyük önem veriyorlardı ve ister ekonomik isterse politik alanda olsun, ‘akıl sahibi’, mâkul, dolayısıyla sağduyulu bireylerin verecekleri kararların da, akla uygun (raisonable) olacağını ileri sürüyorlardı. Akıl sahibi (raisonable) bireylerin verdikleri siyasi kararların, rasyonel müteşebbislerin verdikleri kararlar ve sonuçlarıyla çakışacağını, velhasıl ‘toplumsal uyumun gerçekleşeceğini’ ileri sürüyorlardı. Eğer, demokratik hakları kullanma yetkisi akıl sahibi erkeklere verilirse, ekonomik alandaki etkinliğin siyasal alandaki etkinlikle bütünleşeceğini iddia ediyorlardı. Demek ki, siyaset sadece akl-ı selim sahibi olan insanların işi olmalıydı. Dikkat edilirse, Aydınlanma filozoflarının öngördüğü ‘demokrasi’de Atina demokrasisi gibi dışlayıcıydı. Daha baştan nüfusun yarısını oluşturan kadınlar dışlanıyordu. Gerekçe de mâlum: Kadınlar yeteri kadar mâkul, akl-ı selim sahibi değildirler, duygusaldırlar... Proletarya da dışlanıyor zira, sadece içgüdüleriyle hareket edebilir. Köleler, yoksullar, vb. zaten denklemin dışındadırlar, zira ‘adamdan sayılmıyorlardı.’9 “Batı demokrasisinin” timsâli, demokrasinin beşiği sayılan ABD’de 1865’e kadar yasal 1960’lara kadar da fiilî (reel) kölelik vardı. ABD demokrasinin kurucu önderlerinin ve Thomas Jefferson gibi ‘demokrasi teorisyenlerinin’ her birinin çok sayıda kölesi vardı. Gerçi 1960’lı yıllardan sonra durum değişti ama, yine de Afrika kökenli siyahların maruz kaldığı reel ayrımcılık bütünüyle ortadan kalkmış sayılmaz. İşsizlerin, yoksulların, dışlanmışların ve cezaevlerindeki nüfusun ezici çoğunluğunu hâlâ onlar oluşturuyor...
Seçme ve seçilme hakkının giderek yaygınlaşması da, demokrasinin derinleştiği anlamına gelmiyordu. Daha önce de kısaca değindiğimiz gibi, seçme ve daha sonra seçilme hakkının emekçi sınıflara doğru genişlemesi, bu hakların önce erkeklere, arkasından da kadınlara tanınması, ikili bir karakter taşıyordu. Bir kere, bu haklar, tek yanlı olarak burjuvazi tarafından ‘bayram hediyesi’ gibi verilmemişti. Dolayısıyla, işçi sınıfının mücadelesi önemsiz değildi. Fakat bu hakkı tanıyan egemenler açısından da ikili bir durum söz konusuydu. Bir kere bu haklar, artık işçi sınıfının rejim için hayatî bir tehlike olmaktan çıktığı, sistemin temeli olan özel mülkiyeti tartışma konusu yapmaktan vazgeçtiği, sistem içi mücadeleye razı olup, sistemle bütünleştiği eşiğin aşılmasından sonra tanındı. Fakat, aynı zamanda bu hakların bizzat kendisi de, emekçi kitleleri sistemle daha çok bütünleştirmenin ideolojik aracı olarak kullanılmıştı. Aslında bir biçim sorunu ve yanılsama aracı olarak kaldıkça, bu tür manipülasyonlar, sadece demokrasinin yatay olarak genişlediği izlenimi yaratmaya yarıyordu.

Daha sonra burjuva düşünürler temsili demokrasiyi meşrulaştırıp kabullendirmek üzere, seçilmiş aristokrasi kavramını ortaya attılar. Buna göre üç türlü aristokrasi olabilirdi: Kalıtımsal aristokrasi (babadan oğula miras yoluyla geçen); doğal aristokrasi ve seçilmiş aristokrasi. Bunlardan mûteber olanı üçüncüsüdür. Seçilmiş elitin yönetimi söz konusu olduğunda, halk egemenliğinin, halk iradesinin tecelli edeceği varsayılıyordu, zira, seçilenler seçenlerin onayını almış olacaklardı... Seçilmiş bir elit yönetmeliydi ama, söz konusu elit nasıl seçilecekti? Başlangıçta, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan kadınlar, işçiler, köleler, yoksullar oyunun dışında tutuldu. Nitekim, sadece seçilmek için değil, seçmek için de birazcık servet ve az-çok mâkul, akli selim sahibi olanlar, akla uygun bir seçim yapabilirler toplum yararını gerçekleştirebilirlerdi... Bu konuda ABD’nin ilk başkanlarından John Adams şöyle diyordu: “Halkın, kendi özgürlüğünün en iyi bekçisi olduğu düşüncesi doğru değildir. Bu düşünülecek en kötü seçenektir, halk asla bir bekçi değildir. Zira, halk ne düşünebilir, ne isteyebilir, ne karar verebilir, ne de o doğrultuda harekete geçebilir.”10 Dikkat edilirse ABD başkanı sözünü esirgemiyor. John Adams bir başka yerde de şunları söylüyordu: “ İnsan kalbinin zayıflığı, kırılganlığı, herhangi bir servete sahip olmayan az sayıdaki insan dışındakilerin, kendilerine özgü düşünce ve karar verme yetisine sahip olmalarına engeldir.”11 ABD’li bir Protestan papazı olan James Belknap, gerçek niyeti gizlemeye gerek duymuyor ve şöyle diyordu: “İlke olarak hükümetin kaynağının halk olduğunu kabul edebiliriz ama, halka kendi kendini yönetemeyeceğini de öğretmek gerekir.”12 Burjuva ideologlarının ve siyasetçilerinin demokrasi korkusu, son tahlilde yoksul korkusundan başka bir şey değildi. Öyleyse demokrasiye asıl ihtiyacı olanlar engellenmeliydi...

2. Küreselleşme Demokrasiye Karşı...

Son dönemde ‘demokrasi’, emperyalist odakların başat söylemi durumuna geldi. Artık demokrasi, tüm kapıları açan bir anahtar olarak sunuluyor. Neredeyse demokrasi ve demokratikleşme kavramları önceki dönemlerin, modernleşme (Türkiye’de daha çok çağdaşlaşma deniyor) ilerleme, kalkınma kavramlarının yerini aldı. Eskiden modernleşme, ilerleme, kalkınma önerilenlere, şimdilerde demokratikleşme öneriliyor. Söylenen de özetle şu: Eğer refahı ve ‘mutluluğu’ yakalamak istiyorsan, bunun iki anahtarı var: Liberal demokrasi ve piyasa ekonomisi... Üstelik bunlar, birbirini tamamlayan, biri olmazsa diğerinin de mümkün olmadığı iki tamamlayıcı unsur olarak sunuluyor. Aslında böyle bir iddia, Elif-ba da kırk hata yapmakla ilgilidir. Zira, burjuva toplumu daha baştan ekonomik alanın siyasî alandan ayrılması temeli üzerine oturuyor. Ekonomik alanın yönetimi bütünüyle mülk sahibi kapitalist sınıfın tekelinde kalıyor ve bu durum kıskançlıkla korunuyor. Siyasî alandaysa, bir demokrasi oyununun oynanmasına izin veriliyor. Mülk sahibi sınıflar için hiçbir maliyeti olmayan bir oyun...

İnsanlar dört-beş yıllık periyotlarla sandık başına gidip, temsilcilerini seçseler de bu bir görüntüden ibarettir. Gerçi ‘yurttaşlar’ oy kullanıyorlar ama temsil edilmiyorlar. Jean Jacques Rousseau, İngiliz ‘temsilî demokrasisiyle’ ilgili olarak çok önceleri şöyle demişti: “Gerçi İngiliz halkı özgür olmak istiyor ama, yanılıyor, zira o sadece parlamentoya temsilcileri seçtiği sürede özgür ve temsilciler seçilir seçilmez de köleden başka bir şey değil. Özgür olduğu o kısacık zamanda, özgürlüğünü kullandığı anda özgürlüğünü kaybediyor.”13 Ekonomik alan mülk sahibi sınıfların etkinlik alanı olarak kaldıkça, insanların kaderi de oy sandıklarından, parlementolardan, bakanlar kurulunun toplantı salonlarından başka yerlerde belirleniyor demektir. Kaldı ki, kapitalist toplumda belirleyicilik, ekonomiden siyasete doğrudur ve ekonomik güce sahip olan siyaseti de belirliyor.
Bu aşamada şöyle bir soru akla gelebilir. Yakın zamana kadar özellikle de Üçüncü Dünya için bir lüks sayılan demokrasi, ne oldu da vazgeçilmez bir şey haline geldi? Önceleri, başta ABD olmak üzere, emperyalist ülkeler, Üçüncü Dünya için demokrasinin gereksiz olduğunu, önce kalkınmaları gerektiğini, yoksullukla demokrasinin bağdaşmadığını, ancak belirli bir kalkınmışlık aşamasına gelindiğinde, belirli bir eşik aşıldığında demokrasinin mümkün olacağını söylüyorlardı. Mâlum, “kişi başına beşyüz dolarla demokrasi olmaz” safsatası... Buradaki muhâkeme tarzı da evlere şenlik: Demokrasi olan ülkelerin hepsi de kalkınmış ülkeler olduğuna göre, demek ki bu işin başka yolu yok... Sabredin, kalkının sizin de demokrasiniz olacak... Elbette bu tür bir muhâkeme aymazlığı için, zenginlerle yoksullar arasındaki ilişkinin yok sayılması, birinin zenginliğiyle diğerinin yoksulluğu, birinde demokrasi oyununun oynanması ama, diğerinde o kadarının bile neden mümkün olmadığı arasındaki belirleyicilik ilişkisinin okültasyonu, yok sayılması gerekirdi... Zira, gerçek anlamda demokrasiyi gerçekleştirmenin yolu, tam tersini yapmaktan, ekonominin politikanın emrine verilmesinden, toplumsal işleyişin özgürce alınan siyasî kararlara ve tercihlere dayanmasından geçerdi...14
Yukarıda sözü edilen gerekçeye dayanarak da Üçüncü Dünya’daki tüm kanlı askerî diktatörlükleri, bağnaz teokratik ve otokratik halk düşmanı rejimleri desteklemişlerdi... Latin Amerika’daki tüm askerî diktatörlüklerin arkasında ABD vardı. Afrika’daki otokratik rejimlerin arkasında Fransa, İngİltere, ABD vb. vardı. Orta Doğu’daki teokratik rejimler, Asya’daki askerî diktatörlükler için de aynı şey söz konusuydu... Nitekim, Devrim öncesi Küba’da Batista, Filipinler de Marcos, Nikaragua’da Somoza, Şili’de Pinochet, İran’da Şah, Endonezya’da Suharto, Uganda’da İdi Amin, bir dönem Irak’ta Saddam’ın en büyük destekçisi ABD ve diğerleri idi ve bunlar söz konusu diktatörlüklerden sadece bir kaçıydı... Güney Vietnam’da (Saygon’da) komünistler iktidara gelir korkusuyla ABD tarafından genel seçimlerin yasaklandığını da hatırlamak öğreticidir...
Öyleyse, retorik kaymasının gerisinde ne var? Ne oldu da başta ABD olmak üzere emperyalist odaklar, demokrasi şampiyonu kesildiler? Aslında sorunun özüne dair değişen bir şey yok. Neoliberal küreselleşme çağında emperyalist saldırıyı, kapitalist yağmayı meşrulaştırmak için, bu sefer de demokrasi kavramı piyasaya sürülüyor. Sadece demokrasi kavramı değil, insan hakları söylemi de, olup-bitenlerin sorgulanmasını, tartışılmasını engellemek üzere kurulmuş bir tuzaktır. Aynı şekilde, sivil toplum ve sivil toplum örgütleri söylemi de... Demokrasi söylemi, ilerleme ideolojisinin kılık değiştirmiş bir versiyonundan başka bir şey değil. Bir zaman uygarlaştırdılar, modernleştirdiler, daha sonra kalkındırdılar... şimdilerde sıranın demokratikleştirmeye geldiği anlaşılıyor! Bir yandan vahşi küreselleşme her yerde toplumsal eşitsizlikleri büyütüyor, dünya ölçeğinde yağmayı derinleştiriyor, insanlığın ortak serveti olması gereken herşey dar bir ‘küresel elit’ tarafından yağmalanıyor, ulus-devleti aşındırıp, toplumun mütevazı kesimleri lehine ne kadar devlet koruması varsa hızla yok ediyor, velhasıl devleti özelleştiriyor, diğer yandan da insanlara, küreselleşme trenine atlamaları için acele etmeleri öneriliyor... Demokrasi kavramı şimdilerde yeni Haçlı Seferini meşrulaştırmanın aracı... Bir zamanlar sömürge orduları uygarlık yoksunu, geri halklara modernliği, ilerlemeyi, Batı uygarlığının nimetlerini taşıyorlardı... Elbette ordular tek başlarına gitmiyorlardı, sömürge ordularına misyonerler, oryantalistler eşlik ediyordu. Zira, her Haçlı Seferi mutlaka ideolojik meşrulaştırmaya ihtiyaç duyardı... Şimdilerdeyse, ABD’nin ‘emir ve komutasındaki’ emperyalist orduları insani yardım ve demokrasi götürmek üzere seferber oluyor. Üçüncü Dünya’nın kaba yöneticilerini insan haklarına saygılı olmak ve insânî yardımda bulunmak üzere, teknoloji hârikası silahlarıyla donatılmış ordularını yolluyorlar. Ve savaşlar medyatik bir şova dönüşüyor...
Artık yeni dönemin ‘egemen ideolojisi’ bir tür mesih niteliği kazanmış durumda... Yeni enformasyon ve komünikasyon teknolojileriyle de beslenen neoliberal küreselleşmenin, piyasa ekonomisinin, serbest ticaretin, sadece insanlığı nihâi kurtuluşa taşıyacak bir şey değil, aynı zamanda da zorunlu, kaçınılmaz, alternatifsiz olduğu söyleniyor... İkilem şu: Ya küreselleşme trenine binersin, ki, bu senin için nihâi kurtuluştur; ya da böyle bir fırsatı tepersin, o zaman da temelli kaybedersin... Dikkat edilirse, zihinsel bir manipülasyon yapılıyor ve insanların zenginleşmek, refaha ve mutluluğa ulaşmak için eşit olanaklar karşısında oldukları imâ ediliyor. Burada bir ideolojik tuzak daha gizli: Eğer herkes süreç karşısında eşit şansa, fırsat eşitliğine sahipse, artık kapitalizm de halk kapitalizmi haline geliyor demektir. O zaman geriye bir tek şey kalıyor: Acele etmek, harekete geçmek, hareketi izlemek, küreselleşmeye uyum sağlamak... Uyum sağlamak için ne gerekiyorsa yapmak, sömürüye itiraz etmemek, eşitsizliğe baş kaldırmamak, rekabetçi olmak, rekabetçi olmak için ucuza üretmek, ucuza üretmek için daha çok çalışmak, daha çok fedakârlıkta bulunmak, olup bitenleri tartışma konusu yapmamak, uslu olmak... Her kim ki, sorgular, itiraz eder, karşı çıkar, olup-bitenlerin kimin için ne anlama geldiğini tartışmaya kalkarsa, gerici, süreci anlamaktan âciz olmakla, sebatsızlıkla, dinazorlukla, popülistlikle, Üçüncü Dünyacılıkla suçlanmaktan kurtulamaz. Her kim ki, eşitsizliğe itiraz eder ve emekçi çoğunluk safında tavır koymaya kalkarsa, hemen popülistlikle suçlanır.
Halk kavramı artık kullanılmaması gereken bir kavram sayılıyor.15 Zâten küreselleşmecilerin demokrasisinde artık halk yok, tüketici, hissedar ve ‘sayın seyirci’ var. Teşpihte hata olmaz denmiştir. Bir zamanlar bir milli eğitim bakanının ‘okullar olmasaydı milli eğitimi idare etmek ne kadar kolay olurdu’ dediği söylenir... Kimbilir, şimdilerde küreselleşmeciler de her halde “halk olmasa demokrasi ne kadar iyi işleyecek” türü bir şeyler düşünüyor olmalılar... Aslında küreselleşmeci dünya eliti ve onların ideologları, sözcüleri, propagandistleri, şarlatanları, bizzat demokrasi kavramını da metamorfoza uğratmış durumdalar. Artık söz konusu olan demokrasi değil, demokratizmdir ve bu kavram gerçek dünyada olup-bitenlerin anlamını gizle-meye, kafaları bulandırmaya, olayların ve süreçlerin üstünü örtmeye, anlaşılmasını engellemeye yarıyor. Meramımızı daha iyi anlatabilmek için Türkiye’den bir örnek verebiliriz, Türkiye’de laiklik yok (zira, din-siyaset, din-devlet ilişkisi Osmanlı dönemindekinden özde farklı değil) ama, laikçilik diye bir şey var ve söz konusu laikçilik hem laikliği hem de demokrasiyi engellemenin aracı olduğu halde, tam tersi bir anlamda kullanılıyor. İdeolojik bir mistifikasyon aracı işlevi görüyor.
Şeyleri, toplumsal olguları ve süreçleri adıyla çağırmak önemlidir. Adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemi olduğuna göre... Eğer, soğanın adı soğan değil de gül olsaydı, soğan soğan olmaktan çıkmaz, gül gibi kokmazdı. Aynı şekilde gülün adı biber olsaydı da gül her zamanki güzel renginden ve kokusundan bir şey kaybetmezdi. Fakat, tartışma konusu olan şey, toplumsal süreçlere, insana ve insan toplumuna dair olduğunda, durum o kadar net, açık, yalın olmayabiliyor. İnsan iradesinin, insan bilincinin dahil olduğunda, yanılsama yaratmaya, aldatmaya, aldanmaya açık hale gelebiliyor. Tüm dünya’ya örnek gösterilen ‘Batı demokrasisi’ tâ baştan gerçek demokrasiyi engellemek üzere, bilinçli olarak kurgulanmış, dizayn edilmiş, uygulanmıştı. Aslında bunlara ‘demokrasi’ denmesi bir alışkanlık kategorisidir. Her kavramın bir içeriği olmalıdır, demokrasinin de bir gerçeği vardır ve demokrasi demos’un (halkın) iktidarı demektir. Oysa son bir kaç yüz yıllık dönemde geçerli olmuş rejimlerde, demos’un adı vardı ama kendi hiç bir zaman olmadı. Şimdilerde asıl iktidar dev finans ve endüstri baronlarının, yüksek devlet bürokrasisinin, ekseri mafyalaşmış veya mafyayla iç içe olan siyasî elitlerin elinde. Elbette ‘Batı demokrasilerinde’ insanların bir dizi bireysel hakları var ve bunların kimi zaman içi de dolu olabiliyor ama bunlar son tahlilde kısmî haklardır. Bu tür hakların ve genel seçim türü mekanizmaların varlığı, halkın iktidara sahip olduğu, iktidarı denetlediği, velhasıl kendi kaderinin efendisi olduğu anlamına gelmiyor.
Fanatik özelleştirme saldırısı giderek devletin de özelleştirilmesiyle sonuçlanıyor ve iş dünyasıyla devlet bürokrasinin yüksekleri arasındaki sınır silikleşiyor. Büyük sermayenin yüksekleriyle, siyasetin ve devlet bürokrasisinin yüksekleri giderek bütünleşiyor ve yatay geçişler artıyor. Artık bakanlar kurulu toplantısından çıkıp, çokuluslu dev şirketin yönetim kurulu toplantısına katılmak olağan hale geliyor. Elbette bunun tersi de aynı şekilde geçerlidir. Böylesi koşullarda parlamentoların halkı temsil etmesi mümkün değildir. Kaldı ki, parlamentolar da ekseri varlıklı insanlarla doludur ve onlar için siyasî partiler, seçimler, parlamento ve hükümetler, zenginliklerini artırmanın alanı, aracı ve mekanizmalarıdır. Toplumsal eşitsizlikler arttıkça, zengin-yoksul uçurumu büyüdükçe, bunun siyaset alanına sirâyet etmemesi mümkün değildir. Ancak, pahalı ve giderek pahalanan seçim kampanyalarını finanse edebilenler, seçile-biliyor. ABD’de Senatoya girmeyi başaranların %88’i bu iş için iyi para harcayabilenlerdir. Aynı şey Temsilciler Meclisi için de geçerlidir. Temsilciler Meclisine seçilebilmek için ortalama 500 bin dolar, Senatoya seçilebilmek için de ortalama 4.6 milyon dolar harcama yapmak gerekiyor.16 Demek ki senatörlerin ezici çoğunluğu milyonerlerden, mülti-milyonerlerden ve milyarderlerden oluşuyor. Böylesi bir meclisin ve senatonun sıradan halkla, onun sorunlarıyla ne kadar ilgisi olabilir? Böylesi koşullarda demokrasiden mi yoksa plütokrasiden mi söz etmek gerçeğe daha uygundur? Halkın değil, paranın seçtiği temsilciler ve onlardan oluşan bir parlamento ve o parlamentodan çıkan bir hükümet... Pierre-André Taguieff’in isabetli bir şekilde ifade ettiği gibi, bu durumda seçilmişler, halka umut pompalayan, sürekli olarak “yakında işlerin yoluna gireceği” mesajını veren figüranlardan başka bir şey değildir.17
Parlamentoların halkı ne kadar temsil ettiği, Irak’a yönelik son emperyalist saldırıda bir kere daha görüldü. Artık iyice alıklaşmış Amerikan halkı dışında (ki, orada da savaş karşıtı tepki önemsiz değildi), neredeyse tüm ülkelerde halkın ezici çoğunluğu, saldırıya karşı olduğu halde, bir çok ülkenin hükümetleri (İngiltere, İtalya, İspanya, Avusturalya, vb.), saldırganla dayanışma kaygısıyla, halk iradesini hiçe sayarak ‘koalisyona’ katılıp saldırıya ortak oldu. (Türkiye’de Irak’a asker gönderme-ye ilişkin ilk tezkere meclis gündemine gelip, biraz da kaza ve talih eseri kabul edilmediği günlerde, nüfusun yaklaşık %90’ı, ikinci teskere meclisten geçtiği günlerde de, nüfusun %70-80’inin bu karara karşı olduğu söylenmişti... Elbette kamuoyunun kolaylıkla manipüle edilebildiği bir çağda yaşadığımızı da unutmamak gerekir). Bu durum, bir şeyi daha açığa çıkardı: Her ülkenin egemen sınıflarının ortak çıkarı, her yerde halkların çıkarının önüne geçiyor. Artık çıkarları bir ve ortak küresel bir oligarşiden, daha da ötede de küresel bir plütokrasiler koalisyonundan söz etmek abartma olmaz.
Bu konuda ikinci bir örnek parlamentolardaki kapalı oturumlardır. Bir ülke parlamentosu neden herhangi bir sorunla ilgili kapalı oturum yapmaya gerek duyar? Gerekçe tam da burjuva ikiyüzlülüğüne uygun... Deniyor ki, ülkeyi ilgilendiren önemli bir sorun olduğu için kapalı oturum yapılıyor... Buradan şu sonucu çıkarabilirsiniz: Bir sorun ne kadar önemliyse o ölçüde halktan gizlenmesi gerekir... Böyle bir şey, sadece saçma değil, aynı zamanda etik bakımdan da kabul edilebilir değildir ve halkla alay etmektir. Bir parlamentonun (eğer, gerçekten halkın parlamentosuysa) onu seçenlerden gizleyecek nesi olabilir? Herşey halkın gözü önünde tartışılmaz demek, parlamentolar halka, onun irade ve istencine kayıtsız/karşı demektir. Eğer gizli oturum iyi bir şeyse o zaman tüm oturumların gizli yapılması daha uygun olmaz mıydı?.. Aslında bu durum daha önce sözünü ettiğimiz, insanların kaderinin parlamentolar dışında belirlendiği keyfiyetini bir kere daha doğruluyor.
Önceleri Batı’da rejim muhaliflerini etkisizleştirmek için basına sansür konur, rejim düşmanı sayılan yazarlar, düşünürler, idam edilir, hapse atılır, kitapları yakılırdı... Emekçi sınıfların rejim için tehlikeli olmaktan çıktığına kanaat getirildiği dönemden sonra bu tür aşırılıklardan uzaklaştılar. Artık düşünce ifade etmek tehlikeli sayılmıyor, zira, egemenler düşünceyle eylem arasındaki bağın koptuğundan şimdilik şüphe etmiyorlar. Dolayısıyla, muhalifleri de artık muhalif saymıyorlar... Elbette bu sadece emperyalist Batı için geçerli. Dünyanın geri kalanında, hâlâ düşünce ifade etmenin bedeli ağır. Üçüncü Dünya’da rejimlerin temeli zayıf olduğu için, oralarda düşünceyle eylemin bağ kurma olasılığı daha yüksek. Bu yüzden, muhaliflerin peşini bırakmıyorlar. Aslında, sinema filimleri, televizyon dizileri, futbol maçları, abuk-subuk şovlar ve gûya tartışma programları, ama, asıl reklamlar, insanları tüketen (tüketici tipi) birer yaratığa dönüştürüp alıklaştırdıkça, ahmaklaştırdıkça, sert önlemlere pek gerek kalmıyor... Artık reklamlar eskiden şiddete başvurularak yapılanı daha yumuşak, daha kolay ve sorunsuz olarak yapabiliyor. Giderek insanlar yegane ereği daha çok tüketmek, daha çok eşyaya sahip olmak olan, kurtuluşun kendisiyle sınırlı olduğunu sanan, reklamlar tarafından yönetilen soytarılara dönüşüyor. Daha çok apolitize, depolitize olup, siyasal-kamusal sorunlara, velhasıl bütünüyle yurttaş kavramına yabancılaşıyor. Ve bütün bunlar olurken, her seferinde demokrasiden, demokratikleşmeden, insan haklarından, sivil toplum ve sivil toplum örgütlerinden, etnik ve kültürel haklardan, çokkültürlülükten, vb. daha çok söz ediliyor...
3. Gerçek Demokrasi Üzerine Bazı Kısa Açılımlar...

Ne yazık ki, XXI’inci yüzyılın başında insanlık durumu tatmin edici olmaktan çok uzak. Demokrasi, özgürlük, toplumsal eşitlik, toplumsal dayanışma kavramları karşısında insanlığın manzarası hâlâ gri... Fransız devriminin kavramları olan özgürlük, eşitlik, kardeşliğin gerçekleşmediği, üstelik neoliberal küreselleşmeyle bu kavramlardan giderek uzaklaşıldığı bir dünyada yaşıyoruz. İşte, çelişik ve rahatsız edici olan da bu! Demokrasinin, ve onun içini doldurması gereken bireysel ve kollektif özgürlüklerin temeli hızla aşındırılırken, demokrasi kavramı çok kullanılıyor, insan haklarından çok söz ediliyor... Şimdilerde demokrasi, demokratikleşme, insan hakları, ona ihtiyacı olmayanların, gerçekleşmesinden de zarar görecek olanların, velhasıl demokrasi ve özgürlük düşmanlarının elinde ideolojik bir yanılsama aracı işlevi görüyor. Kavramlar tam da karşıtını gerçekleştirmenin aracı durumuna getiriliyor. Öyleyse bu kavramları, tarihsel çıkarları onların içinin doldurulmasını değil, boşaltılmasının gerektirenlerin elinden çekip almak ve onlara gerçek içeriklerini yüklemek, içlerini doldurmak, bu amaçla da gereğini yapmak, sonuç alıcı eylemlere girişmek gerekiyor. “Her söz her ağıza yakışmaz” denmemiş midir?. ABD başkanı George Bush da, demokrasiden söz ediyor ama, eskiler: “Åyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz” derlerdi... Bununla, retorikle realitenin, söylemle gerçeğin ekseri farklı şeyler olabildiğini imâ ederlerdi. ABD başkanının demokrasiden ne anladığını ‘Irak’a demokrasi götürürken’ görmek mümkündür. Başkan Bush, Amerikan oligarşisinin bir üyesi ve sözcüsü olarak, demokrasiden, dünyanın geri kalanının çokuluslu Amerikan şirketlerinin sömürüsüne ve yağmasına sonuna kadar açılmasını anlıyor...

Bugün dünyada gerçek anlamda demokrasinin gerçekleştiği tek bir ülke yok. Kaldı ki, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, demokrasi, olmuş bitmiş bir şey değildir, sürekli gelişen, zenginleşen, önü açık dinamik bir süreç olabilir... Bu ifadededen giderek, kolaycı bir sonuç çıkarıp: Hiçbir yerde gerçekleşmediğine göre, bundan sonra da gerçekleşmeyecek deyip, kestirip atmak saçmadır. Zira, insan özgürlüğünün engellendiği her yerde ve her zaman, mutlaka özgürlük mücadelesi de vardır, bundan sonra da olacaktır. Kaldı ki, bugün eskiden olmayan birçok şey gerçekleşmiş durumdadır. İnsan özgürlüğünün engellenmesi eylemiyle, özgürlüğün kazanılması mücadelesi arasındaki ilişki, diyalektik bir ilişkidir. İnsanların haysiyet mücadelesinden vazgeçmesi mümkün değildir.

Dünya‘daki bir çok rejim kendini ‘demokratik’ olarak adlandırıyor ve ekseri insanlar da buna inanıyor. (En azından ezici çoğunluk için böylesi bir yanılsama geçerlidir). Oysa, bir rejim, adı öyle kondu diye demokratik olmaz. Dünya’da siyasi rejimlerin niteliği bakımından ilk ayrım, emperyalist ülkelerle, onun dışında kalanlar arasında olabilir. Emperyalist ülkelerde, ya da dünya ekonomileri piramidinin tepesinde yer alanlarla diğerleri arasındaki ayrım. Emperyalist ülkelerdeki rejimler, hem kendileri, hem de başkaları tarafından demokratik rejimler sayılıyor ve buralardaki siyasi rejimler dünyanın geri kalanına örnek gösteriliyor. Aslında bu ülkelerde geçerli olan, temsilî demokrasidir ve daha önce sözünü ettiğimiz gibi, temsilî demokrasi, gerçek demokrasiyi engellemek, yeni egemen sınıf mertebesine terfi eden burjuva sınıfının egemenliğini meşrulaştırmak, kabullendirmek, pekiştirmek üzere demokrasi düşmanları tarafından kurgulanıp dayatılmıştır.

Bu ifadeden giderek, eksik ya da yanlış sonuçlar çıkarmamak gerekir. Bütün bunlar boşlukta olup-bitmiyor. Ne olup- bitiyorsa sınıf mücadelesinin sonucu olarak tezâhür ediyor. Öyleyse, emperyalist batı’daki durumu nüanse etmek gerekir. Batı’da bireysel ve kollektif özgürlükler alanının dünyanın geri kalanından görece daha geniş oluşunun başlıca iki nedeni var: Birincisi, bu ülkelerde kapitalist sömürüye ve burjuva egemenliğine karşı kayda değer mücadeleler verilmiştir. Bu mücadeleler sonucu özgürlük alanı görece de olsa genişletilebilmiştir; İkincisi de, Batı’da temsili demokrasi oyununun oynanabilmesi, sadece emekçi sınıfın mücadelelerinin eseri değildir. Batı egemen sınıfları, sömürgecilik ve emperyalizm sayesinde, kendi ezilen sınıflarına kimi tavizler verme olanağına kavuşmuştur. Dolayısıyla, emperyalist dünya’da bireysel ve kollektif özgürlükler alanının dünyanın geri kalanından (emperyalist sömürüye mâruz kalan çevre) görece daha geniş oluşunu, bu iki unsuru dikkate almadan açıklamak mümkün değildir. Bu yüzden, Batı’da bir tür ‘temsilî demokrasi’ oyununun oynanabilmesiyle, başka yerlerde o kadarının bile mümkün olmaması arasındaki belirleyicilik ilişkisini unutmamak gerekir. Birileri, diğerinin aşırı sömürüsüne mâruz kaldığı sürece, birinde oynanan oyunun diğerinde de oynanması olanaksızdır. Öyleyse, nasıl Batı’nın ekonomik gelişmişlik düzeyi, başkaları tarafından taklit edilemezse (zira, arada sömürü, bağımlılık ve hâkimiyet ilişkisi var, birinin zenginliği diğerinin yoksulluğundan bağımsız değil), onun siyasi rejimi de taklit edilemez. Zaten ekonomi-siyaset ayrımı abestir... Dolayısıyla, yeni sömürge statüsündeki çevre ülkeler için çıkış yolu, ‘Batı demokrasisini’ taklit etmeye çalışmayı değil, onu aşmayı, evrensel planda bir demokrasiyi amaçlamalıdır. Çevre ülkelerin sözde ‘ilerici’ kesimlerinin ‘demokratik cumhuriyetten’ anladıkları temsilî demokrasiden başkası değildir. Batı demokrasisini taklit etme perspektifi, bir şeyi olmadığı yerde aramaktır...

Liberal oligarşilerin (ki. bu rejimler de giderek plütokrasiye doğru evriliyor), ‘düşük yoğunluklu demokrasilerin’, teokratik ve yarı-teokratik, otokratik ve yarı-otokratik rejimlerin, askeri diktatörlüklerin, bunların çeşitli bileşenlerinin... geçerli olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Dünyanın her yerinde geçerli eğilimler, demokrasinin, özgürlüklerin, insan haklarının temelini hızla aşındırmaya devam ediyor. Bir tarafta bu tür süreçler ve eğilimler yol alırken, diğer tarafta da demokrasi ve özgürlük mücadelesi devam ediyor. Saldırının karşı saldırıyı davet etmesi, eşyanın tabiatı gereğidir. Dolayısıyla, demokrasiyi ve özgürlükleri engeleme girişimleriyle onu püskürtme ve aşma mücadelesi eş zamanlı olarak yol alıyor.

Demokrasinin, özgürlüklerin, bireysel hakların, içi boşluktan, bir retorik olmaktan çıkarılması, bu kavramların gerçekten içinin doldurulabilmesi için, geçerli ekonomi-politika ilişkisinin dönüşüme uğratılması, başka türlü söylersek, ters-yüz edilmesi olmazsa olmaz koşuldur. Ekonomik alanın yönetimi dar bir mülk sahibi sınıfın tekelinde kaldıkça ve bireysel ekonomik özerklik yokluğunda, demokrasi kavramı içi boşluktan kurtulamaz. Ekonomik özerklikten yoksun bir insan, yaşam karşısında çıplak demektir. (zaten proleter kavramının içeriği de ‘çıplak birey’e gönderme yapar) Soğuktan korunmak için insan nasıl giyinmek durumundaysa, ekonomik olarak da bireyin çıplaklıktan kurtulması gerekir. Hiçbir ekonomik güvencesi olmayan, kaderi ve geleceği ekonomik gücü elinde bulunduranların elinde, piyasanın kaprislerine tâbi bir insan demek, yaşam karşısında çıplak ve korumasız bir yaratık demektir. Böyle biri için, şu ya da bu haklarından söz etmek, dört-beş yılda bir, önüne bir sandık koyup, oy kullanmasına izin vermek, anlamsız bir oyundur. Öyleyse, tek başına demokrasi kavramını kullanmak yeterli değildir. Toplumsal eşitlik kavramı demokrasi kavramına eşlik etmelidir. Toplumsal eşitliği içermeyen bir demokrasi mücadelesi ve demokratikleşme bu bütünlük içinde mümkün değildir. Aksi halde, demokrasi kavramı olup-bitenlerin üstünü örtmenin, ideolojik yanılsama yaratmanın aracına dönüşüyor. Bu da demektir ki, sosyalizm için mücadele veya aynı anlama gelmek üzere, sosyalizasyon yokluğunda demokrasi içi boş bir söylem olmanın ötesine geçemez...

Demokrasi mücadelesiyle sosyalizm mücadelesi arasında diyalektik bir ilişki vardır ve birinin gelişmesi hem diğerinin koşulu hem onu güçlendirici unsurudur. Demokrasi ne kadar derinleşirse sosyalizm de o kadar gerçekleşir, ya da sosyalizasyon alanındaki her ilerleme, demokrasinin içini doldurup onun anlamını zenginleştirir. Toplumsal eşitlik ve sosyalizasyon için mücadeleyse ister istemez mülkiyet sorununu tartışma gündeminin tam da merkezine oturtmayı gerektirir. Her kim ki, toplumsal eşitliği gündem dışına atar, mülkiyeti tartışma konusu yapmaz- ki, mülkiyeti tartışmak da doğrudan sömürü sorununu tartışmaktır, Kadir Cangızbay’ın da veciz bir şekilde ifade ettiği gibi, ‘her türlü egemenlik ilişkisinin ortak içeriği emek sömürüsüdür’18ama durmadan demokrasiden, demokratikleşmeden söz eder, böyle biri demokrasiyi engellemekte çıkarı olan egemenlerin safına savrulmaktan kurtulamaz. Nazizmin ilk yıllarında, Paris’teki bir yazarlar toplantısında, yazarlar peşi sıra kürsüye çıkıp, ‘yüksek ahlâkî değerlerden, kültürel değerlerden, barıştan, demokrasiden, uygarlığın barbarlık ve ahlaksızlık rejimine karşı savunulmasından, vb. söz ettikleri bir sırada, B. Brecht, kürsüye yöneliyor, mikrofonu eline alıp şöyle diyor: “Yoldaşlar, gelin üretim ilişkilerinden söz edelim...”19 Brecht, orada demek istiyordu ki, ‘asıl tartışılması gerekeni tartışmadığınız sürece, burada söylediklerinizin, hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur...

Aynı şey, demokrasi sorunu için de aynı derecede geçerlidir. Mülkiyet ilişkilerini, sömürü, bağımlılık ve hâkimiyet ilişkilerini yok sayarak, demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından söz etmek, ikiyüzlülükten başka bir şey değildir. Demokrasi ideali, tüm üyelerinin eşitliğine dayalı bir siyasal toplum demeye gelir... Demokrasi, insanların sadece kendilerini yönetecek ‘temsilcileri’ seçmesiyle gerçekleşmez. İnsanların o toplumda kendilerini gerçekten yurttaş hissetmeleri de gerekir. Yurttaşlık bilinci de, ancak, ortak bir şeylere sahip olunduğu duygusunun içselleştiği durumda mümkündür. Bunun için de, maddi, reel bir geri plan veya temel gereklidir. Bir ülke zenginliği, o ülke nüfusunun % 10’unun elindeyken, geniş emekçi sınıflar derece derece açlığa, işsizliğe, yoksulluğa, sefalete, aşağılanmışlığa, horlanmışlığa terkedilmişken, baskı ve zulme maruzken, velhasıl, ülke zenginliğini yaratanlar ‘oyun dışına’ atılmışken, ‘demokrasi oyunu’ bir sirk oyunu olmanın ötesine geçemez.

Demokrasinin gerçekleşmesinin bir ön koşulu da, insanların toplumsal sorunlarla, başka türlü ifade etmek gerekirse, siyasetle aktif biçimde ilgilenmesidir. Aristotales, İnsan politik bir hayvandır demiştir. İnsanı diğer canlılardan ayıran birinci özellik, onun alet yapma yeteneğiyse, ikinci bir özelliği de politika yapabilme yeteneğidir. Politika, toplumun alternatif örgütlenme ve yönetim olanaklarına sahip olduğu, her zaman verili olandan farklı bir şeyler yapma yolunun açık olduğu anlamına gelir. Türkçe’deki yurttaş kavramı, Fransızca’daki citoyen kavramının karşılığıdır, insanların sitenin (kentin, toplumun, ülkenin, insanlığın) sorunlarıyla ilgili olması demektir. Aktif yurttaşlıksa, özgür düşünce ve tartışmanın geçerli olduğu, yurttaşlar arasında uzman-uzman olmayan, bilen -bilmeyen türü ayrımlar da dahil, her türlü ayrımcılığın ve hiyerarşinin olmadığı bir kamusal alanın varlığını gerektirir. Toplumda olup bitenlere kayıtsız bir yurttaş olamaz. Hem bir toplumun üyesi olup hem de orada bir tür misafir, sığıntı ya da mülteci bilinci taşıyarak yaşayan, kendi kaderinin başkaları tarafından belirlenmesine razı olan biri, kavramın gerçek anlamında yurttaş değildir. Demokrasi, insanların siyasete aktif katılımını varsayıyor ama, şimdilerde insanları apolitize etmek, depolitize etmek, edilgen, pasif bir sürü haline getirmek için yoğun çaba harcanıyor. Canlı bir siyasi ortam yokluğunda sivil toplum devre dışı kalmış demektir, oysa, neoliberal küreselleşme çağında sivil toplumdan ve sivil toplum örgütlerinden de çok söz ediliyor... Oysa kavramın gerçek anlamında sivil toplum örgütlerinin işlevi, şimdilerde yapıldığı gibi, neoliberal küreselleşmeyi meşrulaştırmak değil, sistemin işleyiş mekanizmalarını, zaaflarını tartışma gündemine getirip, çözümü için çaba harcamaktır.
Nihayet, demokrasinin üçüncü önkoşulu, kamusal alanın olabildiğince genişlemesidir. Kamusal alan ne kadar genişse, demokrasinin gerçekleşme olanağı da o kadar büyük demektir. Elbette buradaki kamusal alan kavramı, ekseri yapıldığı gibi, siyasetin ve ekonominin devletleştirilmesi anlamında değildir. Siyasetin devletleştirildiği bir rejim, demokrasiye değil, dikta rejimlerine, totaliter rejimlere denk düşer. Bir ülkenin ekonomik zenginliğinin bürokratik bir kast tarafından tasarruf edildiği koşullarda, demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Ekonominin sosyalleşmesine, siyasetin demokratikleşmesi eşlik ederse, hem demokrasi, hem de sosyalizm istikametinde yol alınabilir ve insan özgürlüğünün derinleşmesi mümkün olabilir, bireysel ve kollektif self-determinasyon olanaklı hâle gelebilir... Oysa, küreselleşme çağında, kollektif olan, sosyal ve kamusal olan ne varsa pazarın, dolayısıyla özel çıkarların etkinlik alanı haline getiriliyor, kamu sektörüne karşı özel sektör yüceltiliyor, özel, kamusalın önüne geçiriliyor, bireysel egoizm ve bireysel zenginleşme kutsanıyor, işbitiricilik en büyük başarı sayılıyor...
Sovyetler Birliği, ekonomiyi devletleştirip, siyaseti de bürokratikleştirdiği için başarısız oldu. (Devletleştirme, sosyalizasyon anlamına gelmez, devletleştirmeyle ekonomik zenginlik topluma, socium’a mal edilmiş olmaz). Baştan beri tarihsel sol, demokrasinin önemini kavramakta yetersiz kaldı. Ekonomik eşitsizliklerin ortadan kalkmasıyla sorunların kendiliğinden ve otomatik olarak çözüleceği gibi bir anlayışa kapıldı. Böyle bir yaklaşım, toplumsal sürecin değişik veçhelerinin diyalektik bir bütünlük oluşturduğu gerçeğinin yadsınması, yok sayılması demekti. Sonuç olarak, sosyalizm kalkınmacılığa ve Batı’yı yakalama perspektifine indirgendi. Araçlarla amaçlar yer değiştirdi ve araç amacın yerini aldı. Aradan onca zaman geçtikten ve kendilerinin ve hasımlarının sosyalist dediği rejimler peşi sıra çöktükten sonra, bugün bile sol hareket, ya da kendilerini öyle sananlar, demokrasinin önemini kavramamakta aşırı bir inat sergilemeye devam ediyorlar... Böylesi bir aymazlık rahatsız edici değil mi? Genel bir çerçevede, sol örgütlerin de, burjuva siyasi örgütlerden ve onlara egemen olan anlayıştan “farklı” olduklarını söylemek mümkün değildir. Bu söylediğimiz kuraldır ve istisnalar kuralı doğrulamak içindir. İstedikleri kadar sosyalizmden, işçi sınıfının kurtuluşundan, vb. söz etsinler, yapı ve işleyiş olarak, burjuva siyasi örgütlerinden özde farkları yok. Yegane farklılık, söylemle, retorikle ilgili.. Kendi içinde dahî demokratikleşitlikçi bir ilişki tarzını özümleyip- yerleştiremeyen bir sol örgüt olabilir mi? Anti-demokratik kafalarla, bizzat kendisi anti-demokratik olan örgütlerle sosyalizm mücadelesi yapılabilir, sınıfsız toplum istikâmetinde yol alınabilir mi?

Demokratikleşmenin derinleşmesi için önkoşulların varlığı gereklidir ama yeterli değildir. Demokratik bir toplumsal yönetim için araçlar, ve mekanizmalar da gereklidir. Günümüzün ‘modern toplumları’ için doğrudan demokrasinin uygun olmadığı, uygulanmasının olanaksızlığı görüşü, kalabalık nüfus ve geniş ülke gerekçesine dayandırılsa da, asıl gerekçe yoksul korkusudur. Agora’da yoksullar her zaman çoğunlukta olduğuna göre, doğrudan demokrasi durumunda yoksul çoğunluğun etkin olmasından korkulduğu için, ideolojik bir manipülasyona girişilmiştir. Aslında ülke genişliği ve nüfus büyüklüğü doğrudan demokrasiyi bir çırpıda silip atmamın, gündem dışına atmanın gerekçesi yapılmamalıdır. Bu tür bir şey, insan iradesi dışında olmadığına göre... Aslında böylesi bir yaklaşım, bizzat siyaset kavramının da inkârı anlamına gelir. Siyaset alternatiflerin varlığını içerdiğine göre... Kaldı ki, bir ülkenin siyasi yapısında yapılacak bir reformla ‘kalabalık nüfus’ gerekçesi ortadan kaldırılabilir. Doğrudan demokrasiye uygun bir nüfus ve coğrafi genişlik pekâlâ oluşturulabilir... Temsil ve delegasyonun zorunlu olduğu durumlarda, görevlendirme esası geliştirilebilir. Bu durumda seçilenler sadece seçenlerin onlara tanıdıkları yetkileri kullanabilirler. Kamusal yönetim kademeleri için seçimle değil, kur’a usulüyle görevlendirme yoluna gidilebilir. Böylece delegasyon sisteminin zaafları asgariye indirilebilir. Paris Komünü deneyinden dersler çıkarılabilir. Bilindiği gibi, Paris Komünü, çok kısa süren yaşamında demokrasi alanında önemli açılımlar gerçekleştirmişti. Seçim yoluyla kamusal görevlere getirilenlerin seçenler tarafından her an görevden alınabilmeleri, kamu görevlilerinin ortalama bir işçiden daha yüksek ücret almaması, vb... Fakat Komünün asıl önemi, işçilerin bağımsız bir aktör olarak tarih sahnesinde yerini alabileceğini, özel mülkiyetin ait olduğu yere gönderilebileceğini kanıtlamış olmasıdır. Elbette yeni araçlar ve mekanizmalar keşfetmenin ve uygulamanın önü her zaman açıktır... Fakat, bütün bunlar ancak gerçek alamda yurttaş bilincine sahip, siyasetin nesnesi değil öznesi olabilen insanların varlığında mümkündür...

*Bu yazı özgür üniversite kitaplığından yayınlanmış olan “Çığırından Çıkmış Bir Dünya”dan alınmıştır.

1 -1947. Bütün Eserler Cilt I, s. 351, Bulgaristan (Sofya) Baskısı
2 - Fikret Başkaya, Demokrasi: bir kavrama dair yanılsama ve gerçek, Özgür Üniversite Forumu, sayı 9, Ekim-Aralık, 1999, s. 28.
3 -Fikret Başkaya, İbid.
4 - In Fikret Başkaya, İbidem.
5- Bkz: Fikret Başkaya, a.g.e. s. 29.
5a -Aktaran Jens A. Christophersen, The meaning of “Democracy”: As Used in European Ideologies from the French to Russian Revolution, Universitetforlagets Trykningssentral, 1968, p. 16.
5b -Dans la Révolution de Paris, numéro 87, cité dans Patrick Kessel (dir), Les Gauchistes de 1789, EGE, 1969, p. 257 et 61.
6 -Fikret Başkaya, a.g.e.
7 -Francis Dupuis-Déri, Modern “demokrasinin” kurucularının anti-demokratizmi, F Başkaya çevirisi, Özgür Üniversite Forumu, sayı 9, Ekim-Aralık 1999, s. 17. (Altı tarafımızdan çizilmiştir). 8 -Aktaran Francis Dupuis- Déri, a,g.e. s. 10.
9 -Bkz: Samir Amin, Le Virus Libéral. La geurre permanent et l’amériçanisation du monde, Éd. Le Temps des Cerises, Paris, 2003.
10 - James A. Morone, The Democratic Wish: Popular Participation and the Limits of American Gouvernment, Basic Books, 1990. p 33’den aktaran Francis Dupuis- Déri, a.g.e. s.
11- Aktaran, Regina Ann Markell Morantz, Democracy and Republic in American Ideology (1787-1840) Yayınlanmamış doktora tezi, Columbia University, 1971, p. 25.
12 -Aktaran Francis Dupuis-Déri, a.g.e.
13 - Bkz: Du contrat social, Livre ııı, chap. xıı.
14 -Bu konuda ilginç bir eser için bkz: Benjamin R. Barber, Démocratie Forte (1984) tr, fr. J, - L. Piningre, Paris, desclée de Brouwer, préface à l’édition française.
15 -Popülizm kavramı ve kavramın serüveniyle ilgili olarak bkz: Pierre –André Taguieff, Populismes et antipopulismes: Le choc des argumentations, Mots. No: 55, Juin 1998, pp. 5-26 ve Yves Surel, Par le peuplepour le peuple. Le Populisme et les démocraties, Paris, Fayard, 2000, aynı şekilde, Guy Hermet, Les populismes dans le monde. Une histoire sociologique xıx, xx. siècles, Paris, Fayard 2001. Alexandre Dorna, Faut-il avoir peur du populisme? Le Monde Diplomatique, novembre 2001.
16- Bkz: John Bonifaz, De la démocratie à la plutocratie, propos recueillis par Pascal Riché, Libération, 7 novembre 2000, p. 5.
17 -Pierre-André Taguieff, Resister au Bougisme- Démocratie forte contre mondialisation techno-marchande, Mille et Une Nuits, Paris. 2001. p. 122.
18 - Bkz: Sol Üzerine.
19 -Aktaran. Wolfgang Fritz Haug, Globalization in the Manifesto and today” in Le Manifeste Comunniste 150 ans après, Quelle alternative au capitalisme, Rencontre internationale, Paris, 13 au 16 mai 1998. Contributions, 12’inci Dosya..

17 Ağustos 2010 Salı

MUHAFAZAKAR AKP VE İLERİCİLİK MASKESİ



Yener Orkunoğlu
y.orkunoglu@fbi.h-da.de


’Sevgili Yener, Şu yazıyı değiştir artık lütfen‘ diye email gönderen sevgili dostum A. Kadir Konuk’un siteye yazı gönderme sorumluluğumu hatırlatması beni utandırdı.İki aydan fazla bir süredir, siteye yazı yazamadım. Tatil, hastalık, yayın evine gönderilmesi gereken kitap çalışması, üniversitedeki işlerimin yoğunluğu ve bazı özel nedenlerden dolayı siteye yazma işi aksadı. Özür dilemekten başka ne yapabilirim ki? Daha önce başladığım Lenin üzerine dizi yazısı devam edecek. Lenin üzerine okuduğum biyografiler veya diğer kitaplar, Sovyetler Birliği Parti Tarihi adlı eserdeki bir çok bilgiyi sorguluyor. Ama bugünkü yazım Lenin üzerine değil. Başka bir yazı sunuyorum.

Son haftalarda güncel siyaseti kapsamlı bir şekilde yakından takip edemedim. Araştırma çalışmalarım olduğu için, bu aralar güncel siyasal gelişmelere çok yakın değilim. İzleyebildiğim kadarıyla kısa süreli siyasal gündemin birinci maddesi, AKP’nin hazırlayıp sunduğu Anayasa değişiklerinin onaylanıp onaylanmama meselesi. Bu konuda epey şeyler yazılmıştır. Dolayısıyla bu konuya değinmeyeceğim. Beni ilgilendiren AKP gibi bir partinin ve partiyi destekleyen liberallerin toplumsal, siyasal ve ideolojik-felsefi dayanağıdır. Ancak bu temelde AKP ve Liberallere karşı tutarlı bir tavır takınmak mümkün olur. Yoksa yalpalamak kaçınılmazdır. Nihayet AKP ve Taraf Gazetesi’nden umut bekleyenlerin hayal kırıklığına uğradığına tanık oluyoruz.

Bu nedenle üç yıl önce yazılmış bir yazımı kısaltarak ve biraz değiştirerek gönderiyorum.
TOPLUMSAL ve SİYASAL DURUM

Türkiye’de siyasal partilerin konumunu belirleyen iki şey var: 1. Türkiye’nin ekonomik-toplumsal yapısı; 2. Türkiye’de siyasal rejimin niteliği. Türkiye’nin ekonomik-toplumsal yapısı ve siyasi niteliği hakkında uzun analiz yapacak değilim. Dolayısıyla ekonomik-toplumsal yapının ve siyasal rejimin sadece bazı yönlerine dikkat çekmekle yetineceğim.

Türkiye, orta düzeyde gelişmiş kapitalist bir ülkedir. Ne var ki, Türkiye’de kapitalist modernleşme, gerçek bir burjuva devrimine dayanmaz. Osmanlı’daki feodal düzen bir burjuva devrimiyle ortadan kaldırılmamıştır. Eski Osmanlı Devleti bir devrimle yıkılmamıştır. Osmanlı döneminde ortaya çıkan muhalefet hareketleri, devleti yıkmak için değil, kurtarmak için mücadele ediyorlardı. Yeni kurulan cumhuriyet ise merkezi devletçi gelenekleri sürdürmesi açısından Osmanlı Devleti’nin devamı olmuştur. Kapitalist modernleşme hareketi ‘yukarıdan aşağı’ bir şekilde gerçekleştirilmiştir.

Cumhuriyetle birlikte iktidara gelen oligarşik Kemalist elit kesim, ‘cahil halkı’ eğitmek için eğitim ve siyasal alanda bazı reformlar yapmıştır. (Yeni Latin alfabesi, Halk Evleri’nin kurulması vb.)
Cumhuriyetin ilk döneminde ikili bir karşıtlık vardı: Birincisi, eski rejim içindeki iktidar kavgası. Ankara’daki Kemalist hükümet de Halifeliğin kurtarılması için savaştığını iddia ediyordu. Demek ki, bu kavganın bir yanı, iktidarı kim ele geçirecek kavgasıydı. İktidar kime ait olacaktı? Ankara’da hala halifeliği kurtarmak isteyen Kemalistler mi, yoksa İstanbul’da padişah yanlılarına mı? Dolayısıyla, Ankara ve İstanbul arasındaki yürüyen iktidar kavgası vardı.

Karşıtlığın ikinci yönü ise, yeni rejim ile eski rejim arasında kavga. Kemalist hükümet kendi iktidarını sürdürebilmek için iktidarına yeni bir ideolojik ve siyasal temel hazırlamak gerektiğini görüyordu. Cumhuriyetin ilanı, esas olarak toplumsal koşulların dayatmasından değil, Kemalist iktidarın bu öznel gereksiniminden doğdu. Zaten bazı reformların yukarıdan aşağıya gerçekleşmesi bunu göstermektedir.

İktidarını sağlamlaştırmak için Kemalist iktidar, bütün sınıfların temsilcisi olduğunu ileri sürüyordu. Sınıf çelişkileri yeterince siyasal alana yansımadığından, ‘kaynaşmış bir millet’ olgusundan hareket ediyordu. Cumhuriyetin ilanı, hala eski Osmanlıyı savunan bazı güçlerin, iktidarın dışında bırakılması demekti. Dolayısıyla cumhuriyetin ilanı, muhafazakar toplumsal güçlerle, iktidara yapışmış modernleşme yanlısı seçkin Kemalistler arasında süregelen bir kavgayı da başlatmış oldu. Burada bir parantez açıp, şu ilginç iki olguya dikkat çekmek istiyorum:
Birincisi, iktidardaki Kemalistler, ideolojik ve siyasal açıdan, yukarıdan da olsa, kapitalist bir modernleşme yanlısıydı. Tam laik olmasa da bir cumhuriyet kurmayı amaçlıyorlardı. Oligarşik yapılanma içinde iktidarı ellerinde tutuyorlardı. Fakat halk içinde toplumsal desteğe sahip değillerdi. Devletçi idi, ama halkçı değildi. Halka uzak ve yabancıydı.

İkincisi, muhalefetteki güçlerin esas bölümü, ideolojik ve siyasal açılardan, muhafazakar ve tutucu idiler. Fakat halk içinde belirli bir toplumsal desteğe sahiplerdi. Halkçı idi, ama aydınlanmacı değildi.

Dünyadaki başka örneklere baktığımızda şunu görürüz: Muhalefet hareketleri, iktidara nazaran, daha ilerici ideolojik ve siyasal söylemlere dayanırlar. Ama Türkiye’de 1960’lı yıllara kadar böyle olmamıştır. Parantezi burada kapatıyorum.

Türkiye gerçek bir burjuva demokratik devrimi yaşamadı. İslam dini, Hıristiyanlık gibi çeşitli dönüşüm aşamalarını yaşamadığından, dinin Türkiye topraklarında derin etkisi var. Bu nedenle, muhalif güçler, Kemalist iktidar karşısında, daha geri ideolojik ve siyasal söylemlere sarılmışlardır. Devletçi laikliğe karşı, halkçı şeriatçılık gündeme gelmiştir. Geçmişteki Türk ve bazı Kürt İsyanlarında bunu görmek mümkün. İktidar karşısında haklı ve meşru talepleri ileri süren muhalefet hareketleri, daha muhafazakar ve tutucu ideolojileri bayrak edinmişlerdir. Şeriat, din vb. gibi daha muhafazakar görüşlere sarılmışlardır. Bu durum ise, haklı taleplerini gölgelemiştir. Muhalefette olanların daha tutucu ideolojilere sarılmaları, şöyle bir yanılsama doğurmuştur: Kemalizm, laik, aydınlanmacıdır; gericiliğe karşı mücadele ediyor. Bu izlenim, Kemalizm’in anti-demokratik yanlarını gizlemiştir.

Siyasal İslam’ın şeriat devletine karşı, Kemalizm’in savunduğu cumhuriyet elbette ilerici bir özellik taşır. Laikliğin mutlaka savunulması gerekir. Ne var ki, Kemalizm’in laiklik anlayışı, Batı’da ortaya çıkan laiklik anlayışından farklıdır.

Kemalist aydınlar laikliği, ‘devlet ve dinin birbirinden ayrılması’, ‘devletin dinler karşısında yansız olması’ olarak anlarlar. Oysa bu eksik bir anlayıştır. Batı’da gerçek laiklik, din karşısında yansız olmayı değil, insanın tanrıdan ve dinden özgürleşmesini savundu. Aydınlanma filozoflarının yüz yıl süren mücadelesi bunun kanıtıdır. Dinsel ideolojiye ve onun tüm kurumların karşı mücadele etti. Dinin, devletin dışına atılması, devletin dinden ayrılması, bu mücadelenin sonucu oldu.

Kemalizm, geçmişte dinsel ideolojiye karşı felsefi alanda bir mücadeleye girişmemiştir. İslam dini ile felsefi ve ideolojik alanda hesaplaşmamıştır. Bu nedenle, İslam’ı, felsefi ve ideolojik alanda yenilgiye uğratamamıştır. İslam dini ile siyasal araçlarla mücadele etme yolunu seçmiştir. Ne var ki, ideolojik ve felsefi alanda henüz yenilgiye uğratılmış İslam dini, siyasal iktidarı ele geçirme heveslerinden vazgeçmemiştir. Oysa 18 yüzyıl burjuva demokratik devrimlerinin ortaya koyduğu bazı gerçekler vardı. O devrimlerde, burjuvazi, felsefi alanda materyalizmi savunuyordu. Felsefi alanda, dine ve kiliseye karşı felsefi ve ideolojik alanda kararlı bir mücadele yürütmüştü. Geçmişte burjuvazi, dinsel ideolojiye karşı verdiği felsefi ve ideolojik mücadele sayesinde de, dine dayanan feodal devletin siyasal gücünü aşındırıyordu. Oysa Kemalizm’in, Siyasal İslam’ı felsefi alanda yenilgiye uğratacak bir felsefesi yoktur. Siyasal İslamı siyasal alanda güçlendiren önemli etkenlerden biri de Kemalizm’in din karşısındaki tutumudur.

Türkiye’deki tarihsel ve siyasal durum olayların analizini karmaşık hale getirmiştir. Karmaşık olayları basite indirgenmiş sınıf mücadelesi ile izah etmek artık mümkün değildir. Sınıf çelişkileri karmaşık bir hal almıştır. Hem tekelci burjuvazi ile Anadolu ticaret ve orta burjuvazisi arasında çelişkiler vardır. Hem devlet iktidarını elinde tutan ordu ile iktidarda pay sahibi olmak isteyen Anadolu tüccarları ve orta burjuvazisi arasında çelişki vardır. Öte yandan ezen ve ezilenler arası çelişkiler vardır.

Yukarıdaki toplumsal analizden hareket ettiğimizde, Türkiye’de siyasal rejimin ilginç bir özelliğini saptamış oluruz: Cumhuriyet’in kuruluşundan beri iktidarın gerçek sahibi oligarşik bir zümredir. Bu oligarşik zümrenin çekirdek gücü ise, ‘devlet partisi’ olan askeri bürokrasinin tepesinde bulunanlardır. Cumhuriyet rejiminin çekirdeğini, askeri bürokrasi oluşturmaktadır. İktidarın iplerini elinde tutan bu askeri bürokrasidir. Askerlerin diğer partilere söylediği şudur: ‘Hükümet olabilirsin. İktidar olamazsın.’

Dolayısıyla şöyle bir sonuç çıkarmak mümkündür: Modernleşme hareketlerinin ortaya çıkardığı Anadolu burjuvazisi, tüccarı ve esnaf kesimi de artık devlet iktidarında daha fazla söz sahibi olmak istemektedirler. 1950 yılları sonrası tek başına iktidara gelen partiler için şu söylenebilir: Tek başına hükümet oluşturan partiler, bir çok ekonomik, siyasal ve silahlı güçlere karşı iktidarı paylaşma savaşı yürütmek zorunda kalırlar. Hükümet olan parti, yalnızca diğer siyasal partiler ve ekonomik güç odaklarıyla değil, ayrıca askeri bürokrasi ile de iktidar uğruna savaş içindedir.

MUHAFAZAKAR ve NEO-LİBERAL AKP

Artık liberalizmin demokratik özelliklerini yitirdiği bir çağda yaşıyoruz. Ama liberalizm mevcut koşullarda demokrat görünme çabasını sürdürmeye zorlanmaktadır. AKP ile Ordu arasındaki çelişkilerin temelinde toplumsal çelişki ve iktidarı paylaşma savaşı olduğunu artık çocuklar bile anlıyor. Tarihsel kökleri nedeniyle muhafazakar olan AKP, küresel emperyalizmin bir parçası olan Türkiye’de ekonomik-toplumsal sistemin savunucusudur. Daha öncesi bir Kemalist elite karşı muhalefet sistemi olarak şekillenmişti. Şüreç içinde AKP’nin yönetici kadrolarının devletle birleşme süreci içine girmesi ve AKP’nin devlet mekanizması içinde önemli mevzileri ele geçirme olanağı sağlamaktadır.

AKP’nin devletle bütünleşmesinin yarattığı başka bir sonuç, AKP, kendini ‘muhafazakar demokrat’ olarak adlandırmasıdır. Refah Partisi ise geçmişte ‘Milli Görüş’çü olduğunu iddia ediyordu. Dolayısıyla yeni bir söyleme geçiş var: Muhalefet dönemine denk düşen ‘Milli Görüş’ten, iktidar dönemine uygun bir söyleme (muhafazakar ‘demokrat’) geçiş vardır.

AKP, demokrat bir parti değildir. Dayandığı ekonomik-toplumsal, siyasal anlayışı ve ideolojisi nedeniyle AKP’nin demokrat bir parti olması mümkün değildir. AKP için demokrasi bir amaç değil, iktidara gelmek için kullanılan bir araçtır. AB Birliğinden yana tutum takınması ise, ordu ile iktidar çatışmasında kendine yedek güçler yaratmak istemesidir. AKP olsa olsa, kendini pazarlamasını seven ‘tüccar zihniyetli muhafazakar neo-liberal’ bir parti olabilir.

AKP’nin çelişki ve sancıları önümüzdeki süreçte derinleşecektir. AKP, bir tarafta kapitalist modernleşmenin ortaya çıkardığı, toplumsal muhalefet güçlerini iktidara taşımıştır. Küçük bir toplumsal zümre için, bir takım dönüşümleri gerçekleştirmiştir. Öte yanda, hem devletle, hem de büyük sermaye ile birleşmenin zeminin hazırlamıştır. Öyle ki, AKP, toplumda yoksulların taleplerini siyasete yansıtan bir güç olmaktan uzaklaşacaktır. Devletle bütünleşerek, siyasal alanda halkı geniş kesimlerinden kopma sürecine girecektir. Siyasal İslam, geçmişte, devletle çatışarak, toplumsal muhalefetin öncülüğünü ele geçirmişti. İktidar sürecinden sonra, büyük sermaye ve devletle iç-içe geçen bir parti konumunda görünecektir. Artık olaylara, toplumsal muhalefet açısından değil, iktidarın bakış açısından bakacaktır. Bunu yaparken, ‘demokrat’ görünme çabasını da elden geldiğince sürdürecektir.

Son olarak AKP’nin referanduma sunduğu Anayasa Değişikliği Paketi hakkında bir iki şey söylemek isterim. T.C’nin tarihinde belki ilk defa ordu ve bir parti (AKP) arasında bu yoğunlukta bir iktidar savaşımı olmaktadır. AKP’nin Anayasa Değişikliği önerisi, esasen sürmekte olan iktidar mücadelesinin bir parçası olarak değerlendirilmeli. AKP, iktidar mücadelesinde kazandıkları mevkilerin (Parlamento, Cumhurbaşkanlığı vb.) yanında yeni mevkiler (Anayasa Mahkemesi, HSYK vb.) kazanmayı amaçlıyor.

Elbette AKP, “12 Eylül Anayasası‘nı demokratikleştiriyoruz“ söylemini kullanacaktır. 12 Eylül darbesiyle hesaplaşmanın hukuki yolunun açılacağı mesajını yaymaya çalışacaktır. “Evet” ve ‘Hayır’ arasına sıkışıp kalmak, bağımsız bir siyasal çizgiye sahip olmamak demektir. Evet oyu, AKP’ye destek vermek demek ise, hayır oyu , CHP’nin kuyruğuna takılmak olur. Aktif Boykot tek alternatif olarak görünmektedir.