31 Ocak 2011 Pazartesi

Kısa Bir Açıklama‏



Hüseyin Habip Taşkın
taskinhabibtaskin@gmail.com


Merhaba Emekçi Dostlarım; Faiz Cebiroğlu, Serra Güneyli, Ali Emin İleri, Sevra Kurtuluş;

Bu ülkede emekçi basın üzerinde baskı yok diyenler yalan söylüyor.

Bu ülkede düşüncesinden dolayı cezaevlerinde tutuklu ve hükümlü basın mensupları var. Ne yazık ki, İktidar partisi yok diyerek yalan söylüyor.

Türk-Telekom'un bloglarınıza karşı başlatmış olduğu saldırı şu anlama geliyor? Bu ülkenin emek güçlerini sindirmek... Asla sinmeyeceğiz...Ben şahsım adına Türk-Telekom'u ve Türk-Telekom aracılığıyla baskı yapmaya çalışan emek düşmanlarını protesto ediyorum

http://www.ortaklikicin.blogspot.com/




Siteme dokunma....

Newroz Gazetesi

Türk Telekom’dan Gelen Açıklama:


Blog Yazısı Hk.‏

Müşteri İletişim Merkezi
ILETISIM@turktelekom.com.tr

Sayın Faiz Cebiroğlu,
inde yer verdiğiniz yazınızla ilgili size bir açıklama yapmak isteriz.
Siteniz açıldığında beliren virüs uyarı sayfasının Türk Telekom’la bir ilgisi bulunmamaktadır.

Türk Telekom sitelerin virüs bulundurup bulundurmadığını araştırmamakta ve internet kullanıcılarına böyle bir uyarı mesajı çıkartmamaktadır. Türk Telekom’un görevi Türkiye’nin her yerindeki müşterilerine internet erişimi sağlamaktır. Dolayısıyla ne virüs uyarılarında ne de site engellemelerinde Türk Telekom’un bir yaptırımı söz konusu değildir.
Söz konusu virüs uyarısı Google tarafından yapılmaktadır. Google’ın bu uyarısı hakkında daha detaylı bilgiyi internette araştırma yaparak bulabilirsiniz. Bizim bulduğumuz http://www.r10.net/r10-bilgi-arsivi/54221-google-fisleme-cozum-burda.html linkindeki çözümün size yardımcı olacağını düşünüyoruz.
Konuyu bilginize sunarız.
Saygılarımızla,
Türk Telekom
----------------
ETKİLEŞİM KANALLARIMIZ

Türk Telekom ürün, hizmetlerimiz ve iş süreçlerimiz ile ilgili tüm konulardaki şikayet ve başvurularınızı aşağıdaki iletişim kanallarımıza iletebilirsiniz:

Türk Telekom Çağrı Merkezi : 444 1 444 (7/24 hizmet verilmektedir.)
444 1 444 numaralı hattımıza gelen aramalar tüm operatörlerin kendi şehir içi arama tarifeleri üzerinden ücretlendirilmektedir.
Faks: 312 324 53 11
http://www.turktelekom.com.tr/ internet sitemizde “İletişim” linkimizde yer alan Müşteri Başvuru Formu (Öneri ve şikayetlerinizi iletmek için tıklayabilirsiniz)

Türk Telekom Ofisleri
Sosyal Paylaşım Siteleri
http://twitter.com/TTDestek


TÜRK TELEKOM
MÜŞTERİ İLETİŞİM MERKEZİ

29 Ocak 2011 Cumartesi

Kısa Bir Açıklama...




Değerli site yazarları, okuyucular ve tüm dostlar;

Türk-Telekom’u, Faiz Cebiroğlu’nun bloglarını engellemek için 24 saat uğraş vermektedir. Gücü yettiğince bloglara girişimi engelliyor / ya / ya da ”Faiz Cebiroğlu’nun bloglarını takip etmeyin bilgisayarınıza zarar gelebilir…” şeklinde tüm okuyuculara ”ihtar(!) gönderiyor. Ne utanç verici bir durum bu!

Eyy, ”Türk-telekom”u siz kimsiniz?

Sizler, ”telekom” olarak göreviniz bu mu olması gerekiyor?

Sizlerin, bunda ”kâr” olarak ne faydanız olacaktır?

Fikirleri engellemeye çalışmakla ne elde edeceksiniz?

Güneşi balçıkla sıvayabilir misiniz?

Eyy, ”Türk-telekom’u, tüm bu sorulara yanıt veremezsiniz! Hayır da diyemezsiniz! Zira ”hayır”, ilerde, şu an ki utanç verici çizginize ”hayır” anlamına gelecektir. Bunu da biliyorsunuz!..

Değerli dostlar;

Türk-Telekom’un bloglarımıza karşı başlatmış olduğu; ”faiz cebiroğlu’nun blogları bilgisayarınıza zarar verir” sahte uyarısına aldırmayın. Bloglarımız, hem ”telekom” gibi virus ve diğer viruslara karşı en mükemmel bir şekilde korunmuştur. Bundan kuşku duymayın!

Bloglarımızı ziyaret ederek, gerçekte, hem öznel hem de nesnel olarak virus olanları tarihin çöplüğüne atın!

Son gelen uyarılar doğrultusunda bunları sizlere paylaşmak istedik.

Bloglarımızı ziyaret edin! Okuyun! Yazı, eleştiri ve yorumlarınızı gönderin!

Bloglarımızı ziyaret ederek, gerçekte hem öznel, hem de nesnel olarak virus olan / olanları tarihin çöplüğüne atın!

Son söz: Bizler sizlerle birlikteyiz, zira; ”Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiç birimiz!”

Saygılarımızla

Faiz Cebiroğlu, Serra Güneyli, Ali Emin İleri, Sevra Kurtuluş

http://www.ortaklikicin.blogspot.com/



27 Ocak 2011 Perşembe

Tunus, »Devrim« ve Kürtler


Murat Çakır
cakir@rosalux.de

Geçen haftaki yazıma bazı tepkiler aldım. Tunus’daki gelişmeleri »alel acele değerlendiriyorsun« diyen dostlarım olduğu kadar, tespitlerimi, daha doğrusu sorularımı, bir hayli sorunlu bulup, »devrime« devrim demediğime hayıflananlar oldu.

Yazımla bağlantılı olmasa da, Taraf gazetesinde Cem Sey benzer bir yaklaşımda bulunuyor. Bütün bu olanlara »devrim« denmez de ne denir diye soran Cem Sey, »bunun bir ›devrim‹ değil, sadece bir ›değişiklik‹ olduğunu savunanlar, herhangi bir politikayı ya da gelişmeyi sadece kendi kafalarına uygun olduğu zaman kabullenme eğiliminde olanlar«dır tespitini yapıyor. Ayrıca böyle diyenlerin, »sosyalizme ulaşamayacaklar« diye, Tunus’daki gelişmeyi küçümsediklerini ima ediyor.

Hani Cem’in yazdıklarını üstüme alınmadım değil. Evet, ben Tunus’da henüz bir »devrim« gerçekleştiği görüşünde değilim. »Devrim«in bir kaç günlük ayaklanmalarla olup-bittiğini düşünüyorsak, o ayrı. Ama »devrim«in köklü değişikliklere yol açan, verili koşulları dönüştüren ve hükümeti değil, iktidarı değiştiren uzun bir süreç olduğuna inanıyorsak, Tunus’daki gelişmelerin henüz bir kıvılcım olduğunu söylememiz lazım. Zaten söz konusu olanın da »sosyalizm« ile bir bağlantısı falan yok.

Bence söz konusu olan, Tunus’da başlayan ve Mısır’da da görüldüğü gibi Arap halkları arasında yayılmakta olan, iktidarlara karşı çıkma cesaretinin nasıl değerlendirilmesi gerektiği, sınırlarının hangi koşullarda nereye dayanabileceğinin araştırılması, nasıl bir değişim-dönüşüm sürecini tetikleyebileceği ve »cui bono?«, yani kime yarayacak sorularının sorulmasıdır.

Tunus’daki gelişmeleri »sosyalizm değil« diyerek küçümsemek, elbette ukalalığın daniskasıdır. Tam aksine, Tunus halkının bütün Arap despotlarını korkutan bir direniş başlattığını teslim etmek gerekir. Baksanıza, bütün Arap ülkelerinde egemenler hemen harekete geçtiler: Ürdün kralı benzin ve temel gıda maddeleri üzerindeki vergilerin azaltılmasını emretti; Kuveyt emiri halka para dağıtıp, yoksulların Mart sonuna kadar temel gıda maddelerini bedava almalarını sağladı ve Suriye fuel oil sübvansiyonlarını artırırken, Suudî kralı halkın gelirinin yükseltilmesi için yeni programları uygulamaya sokacağı sözünü verdi. Ama, Mısır’da da görüldüğü gibi, despotlar »tatlı ekmek ve kırbaçla« dahi halkı geriletmede zorlanacak gibi. Bu, kötü bir gelişme değil tabii ki.

Bir öğretim görevlisi arkadaşım bana hep, »salt görüngülere dayanarak analiz yapmamak gerekir, iktidar ve mülkiyet ilişkileri ile o anki toplumsal bloklara, ittifaklara bakarak politik gelişmeleri okumaya çalışmak doğru olur« derdi. Akademisyen olmadığımdan, kendimce bir formül geliştirdim: hep en zayıfın perspektifinden bakmak.

Böyle bakarak, gelişmeleri değerlendirmek için bazı kriterler koyarım: 1. Bu gelişme eşitlikçi, özgürlükçü ve kurtuluşçu bir sürece yol açacak mı? 2. Gerçek anlamda sosyal adaleti sağlamaya yönelik adımlar gelecek mi? 3. Kadının esaretini, cinsiyetçiliği kaldırmaya, en azından hafifletmeye yarıyor mu? 4. Yoksulların, zenginler kadar politik karar mekanizmalarına ulaşmalarını sağlayacak ölçüde demokratik mi ve 5. Barışa ve ekolojik dengenin korunmasına yol açacak mı?

Şimdi bu perspektiften bakarak ve bu kriterleri koyarak değerlendirelim: Bin Ali rejiminin devletin anahtar konumlarında olan artıklarının, orta katmanların temsilcileri ile birlikte oluşturacağı bir hükümet »devrim hükümeti« mi sayılacak? Bugüne kadar tiranlara destek çıkan AB egemenlerinin »Tunus’daki demokrasiyi geliştirme tedbirleri« sahiden »devrime« mi yarayacak? Herşeyden önemlisi, salt hükümet değişikliği ile yoksul halk ve emekçi kitlelerinin yaşam ve çalışma koşulları iyileşecek mi? Bütün bunlara »evet« diyorsanız, o zaman Tunus’da »devrim« oldu diyebilirsiniz.

Ama, »hayır« görüşündeyseniz, o zaman »evet« denilmesi için gerekli radikal talepleri sıralamalısınız – Bkz.: Rosa Luxemburg’un »Lokomotif« metaforu. Herhangi bir politikayı veya gelişmeyi, görüngülere göre değil, hangi perspektiften baktığınıza göre değerlendirmektir belirleyici olan.

Peki, bunun Kürtlerle ilgisi ne? Çok basit, aynı perspektiften hareketle Demokratik Özerkliğin nasıl şekilleneceğine varabiliriz. Yani, örneğin bir Galip Ensarioğlu ile, Gever’in köylerinden birinde hayvancılık yapan bir kadının veyahutta Hasankeyf’de turistlere rehberlik yapan küçük bir kızın, politik karar mekanizmalarına ulaşma, etkileme ve katılma olanakları ne kadar eşit olursa, Demokratik Özerklik de o kadar demokratik, o kadar özerk olacaktır. Zurnanın »zırt« dediği yer bence burasıdır.

Bu açıdan Tunus’daki ve diğer Arap ülkelerindeki kalkışmaların sonuçlarını doğru okumak, Kürtler ve Türkiye’nin radikal demokratları açısından, kendi geleceğimizi görmek için büyük önem taşımaktadır. Tunus’daki yoksul halk ve emekçi kitlelerinin söyleyeceği son sözden çıkaracağımız çokca dersler olacaktır.

25 Ocak 2011 Salı

Dünya Devriminin 1.2. ve 3. Dönemleri…



Daha önceki birkaç yazımda dünya devrimi gibi “demode” bir kavramı kullanmakta ısrarlı olduğumu belirtmiştim. Üstelik unutmayalım ki, modalar dönem dönem yeniden canlanır ve insanlar yeniden eskiye dönüş yapar gibi görünürler. Ama bir üst düzeyde.

Dünya devrimini üç ana bölüme ayırıyorum: 1. 1789 (Fransız Devrimi) -1871 (Paris Komünü): Aşağıdan kitle devrimleri dönemi; 2. 1889 (II. Enternasyonal’in kuruluşu) – 1956 (Macar Devrimi): Parti öncülüğünde devrimler dönemi; 3. 1966 Çin Kültür Devrimi ve 1968 Avrupa Devrimi ile başlayan ve günümüzde, Fransa ve İngiltere öğrenci hareketleriyle; Yunanistan, Arnavutluk ve Tunus ayaklanmalarıyla devam eden aşağıdan sosyal patlama ve kültürel dönüşüm dönemi.

İnsanlığın kolektif bir bilinci ve belleği olduğunu düşünme eğilimindeyim. Toplumsal deneyler insanlığın kolektif bilinç ve bellek havuzunda toplanır ve bir karışım oluşturur.

Fransız devrimi, Marksistlerin sonradan koyduğu adla ne bir burjuva devrimiydi, ne de yukardan bir Jakoben devrimi. O, ilk büyük aşağıdan kitlesel devrimdi ve yalnız Fransa’ya değil, tüm Avrupa’ya, hatta dünyaya yeni bir toplumsal dönüşüm soluğu getirdi.
1789’u örnek alan ve daha ileri giden devrim girişimi, tüm Avrupa’yı baştan aşağı kasıp kavuran 1848 devrimleriydi. Karşıdevrimci burjuvazinin orduları tarafından zorbalıkla ezilinceye kadar devrimin şarkısını neşeyle her yana yaydı. Bu devrim, tüm Avrupa’yı neşeye boğmasıyla da, ağır yenilgisiyle de 1. Devrim Döneminin zirvesi olarak görülebilir.

1871 Paris Komünü ayaklanması, aşağıdan devrim oyununun kapanış sahnesini oluşturur. Yenilgisiyle bile herkesi ayağı kaldıran muhteşem bir sahnedir bu.

Yaklaşık yüz yıl süren aşağıdan devrimler dönemi, insanlığın ortak belleğinde ve bilincinde bir sıçramaya yol açmıştır: Toplumsal dönüşümü sağlamak için sadece aşağıdan ayaklanma ve devrimler yetmez. Devrimin zaferi için örgütlü, hatta merkezi bir güç gereklidir. Bu güç partidir.

1889 yılındaki II. Enternasyonal’in kuruluşunu, bu ortak bilincin ete kemiğe bürünmesi ve 2. Devrim Döneminin başlangıcı olarak alabiliriz. Ne var ki, aynen insana ilişkin modalarda olduğu gibi, yeni bir dönemin (ya da modanın) başlaması eski dönemin (ya da modanın) bıçakla kesilir gibi kesilmesi anlamına gelmez. Eski, kendini, bir alt akıntısı olarak sürdürür. Yeni dönemin parlayan yıldızı Marksizmdir. Rusya’da Narodnizm, Avrupa ise anarşizm, eski ayaklanmacı geleneği, (gerçek kitle ayaklanmaları döneminin sona erdiği koşullarda) Blankist tarzda, önceden planlanmış silahlı ayaklanmalar, planlanmış suikastlar ve en nihayet, 19. Yüzyılın sonunda ve 20. Yüzyılın başında görülen bireysel şiddet eylemleriyle sürdürmeye çalışırlar ama aslında bu, kendiliğinden ayaklanmacı geleneğin yenilgisinin, bu tür bireysel eylemlerle ilan edilmesinden başka bir anlama gelmemektedir.

2. Devrim döneminin temsilcisi II. Enternasyonal, kendi içinden, örgütlü devrim fikrini öncü partinin örgütlediği devrim fikrine doğru eğen (şu meşhur çubuğu eğme olayı) Lenin gibi teorisyenler ve yine Lenin’in şahsında bu teoriyi pratiğe uygulayan önderler çıkarttı. 1917 yılındaki bu doğum, aynı zamanda II. Enternasyonal’in, en azından radikal devrimciler dünyasındaki ölümü anlamına geliyordu.

1917 Sovyet Devrimi, toplumsal ayaklanmanın bir “öncü parti” aracılığıyla örgütlenmesinin zaferi olarak bilinçlere işlemekle kalmadı, aynı zamanda devrimin getirdiği toplumsal değişimin de bu öncü parti aracılığıyla örgütlenmesine de yol açmış oldu.

Bolşevik iktidarı dönemindeki uygulamalar ve hele 1930’lu yıllardaki, Stalin’in büyük temizlikleri, insanlığın belleğine ve bilincine bir başka gerçeği daha kazıdı: Devrim örgütsüz olmuyordu ama kitle inisiyatifini bastıran ve her şeyi partiye bağlayan bir devrim deneyimi devrimin başarısızlığından da daha büyük bir felaketti; devrimin ölümüydü.

Öncü partili devrim döneminin ölüm çanları, Sovyet Kızıl Ordusu’nun Nazilere karşı askeri zaferleriyle gerçekleşen “Doğu Avrupa Devrimleri”nin hemen ardından çalmaya başladı. Berlin’deki, Poznan’daki işçiler, işçi sınıfını işçi sınıfı adına baskı altına alan, grev hakkını gaspeden ve işçileri zorla çalıştıran parti diktatörlüğü rejimlerini kabul etmemiş ve ayaklanmışlardı. Macaristan 1956, bu kabul etmeyişin en beliğ ifadesi oldu ve Macar Devrimi görkemli bir kapanış sahnesiyle partili devrimler dönemine son verdi.

Ne var ki, yukarda da belirttiğim gibi, eski, bıçakla kesilir gibi sona ermiyordu. Marksist-Leninist partiler ve bu tür partilere dayanan devrim deneyimleri bir anda son bulmadı. Hatta 1970’lerin ortalarına kadar, iktidarı ele geçirme anlamında (Hindiçini devrimleri) yeni başarılı örnekler de ortaya koydu. Ama artık bir gerçek ayan beyan ortaya çıkmıştı ve sonraki örnekler bu gerçeği yeniden ve yeniden ispatlamaktan başka bir şeye hizmet etmeyecekti: İktidarı ele geçirme anlamında başarılı olan öncü partili devrimler, iktidar sonrasında kitleleri bastıran ağır bürokratik diktatörlüklere dönüşüyorlardı.

Bugün halen içinde yaşadığımız 3. Dönem, yazının girişinde de belirttiğim gibi 1966 Çin Kültür Devrimi ve 1968 Avrupa Devrimi ile başladı. İnsanlığın kolektif bilinci ve belleği, partili devrimler döneminden dersler çıkartmış, 19. Yüzyıldaki 1. Devrim döneminin kendiliğinden kitlesel ayaklanma geleneğini yeniden hatırlamış ve bu bileşime bağlı olarak yeni deneylere girişmiştir.

Çin Kültür Devrimi’nin ÇKP eliti tarafından kısa sürede yozlaştırılmış ve manüple edilmiş olması, bu devrimin tüm dünyaya verdiği bir mesajın önerimini azaltmaz: Devrim yukardan değil aşağıdan gelir; devrimin düşmanı dışarda değil, öncelikle içerdedir; öncelikle içerdeki ve yukardaki yozlaşmayı alt etmek gerekir. Bunlar önemli mesajlardır ve anarşizmin iki yüz yıldır temsil ettiği aşağıdancı toplumsal devrime güç katar. Öte yandan, 1968 Avrupa devrimi, çok yeni bir boyut katmıştır devrime: Aşağıdan kültürel değişim. Zaten 1968 devriminin iktidar iddiası yoktu. Onun en büyük iddiası ve yeni döneme katkısı, özinisiyatife dayanan ve “hemen, şimdi” sloganıyla belirlenen muazzam ve çoğulcu bir kültürel altüst oluşu ve değişimi gündeme getirmesiydi. Geçmiş devrim deneylerinin önemli ölçüde ikinci plana attığı, başlı başına devrimci bir perspektif değişimiydi bu.

Elbette Çin Kültür Devrimi gibi 1968 Avrupa devrimi de kısa sürede yenilgiye uğradı ve hatta yozlaştı, bazı dallarıyla liberalizme dönüştü. Yenilgi, aynı 19. Yüzyılın sonunda bireysel şiddetin ortaya çıkmasına benzer bir şekilde, küçük grupların şiddet eylemlerini (RAF, Kızıl Tugaylar vb) doğurdu ve daha da ağır bir yenilgiyle noktalandı. Ama yeni dönemin temsilcisi 1968, insanlığın bilincinde yeni bir sıçramayı temsil ediyordu ve bugün de devrim bu bilincin yeni deneyimlerle geliştirilmesi üzerinden ilerliyor.

19. yüzyıl devrimlerinde merkez Avrupa’ydı. 20. Yüzyıl devrimlerinde merkez (Rus, Çin ve Hindiçini devrimleriyle) Asya’ya kaydı. Bugün, 3. Devrim döneminde devrimin merkezinin yeniden Avrupa’ya kaydığını görüyoruz ama bu Avrupa 19. Ve 20. Yüzyıl Avrupa’sından farklıdır. Hem mekân, hem de içerik olarak.

Mekân olarak farklıdır, çünkü haritaya baktığımız zaman göreceğimiz gibi, devrim, adeta bir hilal gibi Avrupa’nın dış çeperinde, yani bir anlamıyla taşrasında etkili olmaktadır: Arnavutluk, Yunanistan, İtalya, İspanya, Fransa, İrlanda, İngiltere. Çok açık değil mi? İç Avrupa değil, çevre Avrupa’dır bu. Dahası buna, çevre Avrupa’nın da dışı sayılabilecek Tunus, Fas, Cezayir ve Mısır’ı da katalım. Bu ülkeler iç Arap ve islam ülkelerinden farklı olarak görece “Avrupai” Arap ve İslam ülkeleridir; önemli bir marjinal Avrupalı nüfusu barındırmaktadırlar ve dolayısıyla diğer İslam ülkelerine göre Avrupa’daki gelişmelerden daha çabuk etkilenmektedirler. İçerik olarak derken de şunu söylemek istiyorum: Avrupa artık eski Avrupa değildir. Bu Avrupa Asya ve Afrika göçmen nüfusunun doluştuğu bir Avrupa’dır. Bu nüfus, Avrupa’da hem objektif hem de sübjektif olarak kapitalizmin krizine katkıda bulunmaktadır.

Yazının başından beri insanlığın kolektif bilincinden ve belleğinden söz edip duruyorum. Eğer bu gerçekse, bugünkü devrimci kalkışmalarda izlerini görüyor muyuz bunun? Evet!

Londra, Belfast, Paris ve Atina’daki öğrenci hareketleri tamamen aşağıdan ve özinisiyatife dayanarak gelişiyor. Güdümleyici hareketlerin ya da partilerin bu hareketlerdeki rolü sıfıra yakındır. Ayrıca, bu değişim rüzgârı tamamen yeni bir kültürel değişim ve arayışla el ele geliyor gündeme. Gençler, bu zamana kadar görülmemiş ölçüde bir ekolojist kültürün taşıyıcısı konumundalar artık. Veganlık ve vejateryanlık Avrupalı gençlik kuşağında yaygınlık kazanıyor. Anti-kapitalist bilinç ekoloji üzerinden gelişiyor ve yeni yaşam tarzları “hemen, şimdi” gündeme geliyor. Bunlar, ‘68’den devralınan bir bilincin, 2000’li yıllardaki anti-global hareketlerle zenginleşerek günümüzde daha da bir üst düzeye çıkartılması anlamına geliyor. Tunus ve Yunanistan’daki aşağıdan kitle ayaklanmalarında da yeni bir yönelim göze çarpıyor. Tunus’ta ayaklanan kitleler, hem ayaklanmayı sürdürebilmek, hem de her sosyal patlamada görülebilecek yağma ve saldırılardan korunabilmek için kendi aralarında özsavunma müfrezeleri kuruyorlar. Kolektif insanlık belleği, kimbilir tarihin hangi deneyimlerinden çıkartıp onlara hatırlattı böylesi özörgütlenmeleri.

27 Ocak günü, İzmit’te, Kocaeli Kültür Kolektifi’nin düzenlediği “Türkiye’de ve Dünyada Kültürel Dönüşümler” panelinde bunları tartışmayı düşünüyorum.

23 Ocak 2011 Pazar

SOKRATES ‘de bir U’CÛBE idi (!)


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

SOKRATES M.Ö. 470-399 senelerinde Atina’da yaşamış felsefe tarihinin en mühim şahsiyetlerinden biridir. Şişman, bodur, patlak gözlü, hap burunlu, müthiş çirkin birisiydi. İçiyse mükemmel güzellikte idi. İnsanları mantığını kullanmaya zorlardı. İnsan mantığını kullanarak kendinden birşeyler öğrenebilir diyor, kendisi ise cahili oynardı. Buna ‘’ Sokratesçi İroni’’ deniyordu. Devletin tanrılarını tanımadığı için 500 kişilik juri, yargıçlar onu ölüme mahkum etmişlerdi.

Atina’nın başarısız demokrasi deneyimi ve bilgisiz ama siyasi bakımdan GÜÇLÜ yöneticilerin siyasal düzensizliği, yöneticilerin ahlaki zaaflarını ortaya çıkardığı için onu susturmak ve sindirmek için ,zamanına ters düşen bu büyük insanı, bu acaip, UCUBE insanı yok etmeğe karar vermişlerdi. Meşhur müdafaasını yaparken şöyle diyordu; ‘’ İlk kez yargıç karşısına çıkıyorum. Bu yerin diline tamamen yabancıyım. Bu sebeple bir yabancının ANADİLİNDE ve kendi yurdunun geleneklerine göre konuşmasını nasıl doğal karşılarsanız, benim de bir yabancı olduğumu varsayarak alışık olduğum gibi konuşmama izin verin. Bu arzumu yersiz bulmayacağınızı ümit ederim. Söyleşi iyi ya da kötü olmuş bundan ne çıkar? Siz sadece ve sadece benim doğru söyleyip söylemediğime bakın, asıl bu duruma önem verin. Zaten yargıcın asıl üstünlüğü buradadır; konuşmacının üstünlüğü de doğruyu söylemesindedir.

Ey Atinalılar! Çocuklarım büyüdükleri zaman . erdeme değil de , paraya daha çok önem verirlerse, benim sizlerle uğraştığım gibi, siz de onlarla öyle uğraşın, onları cezalandırın. Kendilerini hak etmedikleri kadar değerli görür, bir hiç oldukları halde , kendilerini bir şey sanırlarsa , önem vermeleri gereken şeyleri bırakıp önemsiz şeylere değer verirlerse ; benim sizi azarladığım gibi , siz de onları azarlayın.

Sokrates fiziken de , düşünceleri itibariyle de bir UCUBE idi ve berteraf edilmesi gerekiyordu.

Heykel sanatının en büyüklerinden biri Rönesans devrinde yaşamış olan Michel Angello’dur. Daha sonralarıda Fransız heykeltraşı RODİN gelir. Ondan mülhem Norveçli Wigelland OSLO’da , FOLGNER parkına yüzlerce heykel dikmiştir. Fakat sanat dünyası onun estetiğine pek kymet vermemişdi.

Bir heykelin güzel veya çirkin olduğuna herkes kendi zevkine göre karar verebilir, fakat san’at değerine ancak eğitimi olan karar verebilir. Fazıl Say’ın dediği gibi kalitesi çok yüksek olan batı müziğini sevebilmek ve ondan nasibini almak için müzik eğitimi şarttır. Ben sayın başbakanın klasik müzikten haz duyabileceğini zannetmiyorum. Acaba Norveçli bestekar GRİEG’i hiç dinlemiş midir?. HAYDN’ın hiçbir eserini tanıyor mu?

Nemrut’ta ki , daha doğrusu Kahta kalesinde ( ARSEMİA) bulunan Kral MİTRAHDES ile HERAKLİS’in freskteki Heraklis çıplaktır , yani tenasül organları görünür tarzdadır. Bu görünüşe Kahtalıların hiçbir itirazı olmamıştır. Keza Antalya müzesindeki heykellerde çıplak görünüştedir.

İzmir’den İstanbul’a uçarken yanımda oturan çok kıymetli bir arkeologla tanışmıştım. Yale universitesinden Prof. ERİM . Aydın yakınında ki AFRODİASİS heykel akademisini bulmuş ve restore etmişti. Bütün Yunan ve Roma heykelleri bu akademiden gidermiş.

Lise son sınıfta iken lisenin bulunduğu kavşağa bir Atatürk heykeli dikildi. Onda bir genç erkekle , birde genç kız Ata’nın yanında idi. Gencin heykeli çıplaktı ve tenasül organları açıkta idi. Malatya’lılar oldukça konzervatif olduğundan itirazları olmuş ve bir asma yaprağı ile o bölüm kapatılmıştı.

Başbakan’ın halk önünde bir san’at eserine UCUBE demesi hoş olmadı. Fakat asıl imtina etmesi gereken ‘’Kaldırın onu oradan ‘’ diyerek emir vermesi kamu vicdanında ters tepti. Nasıl EVREN’in ressamlığı, hele hele KÜRTÇE konuşmağı yasaklamasının ters teptiği gibi.

Türkiye’de Atatürk karşıtlığının temelinde yatan sebep, onun Laiklik kaygısı ile , askeri ve politikayı dinden uzaklaştırması olmuştur. Halbuki Hazreti Muhammed’in kısa zamanda üç kıtada islamiyeti yayma başarısı, onun savaşlarda ve politikada dini inancı kullanmış olmasıdır. Hizbullahçıların 90 lı senelerde savaş vermeleri dini inançlarından dolayıdır ve şimdide meclise girersek Kemalist politikaya son verilmesini ve onun yerine İslamiyetin hakim kılınmasını gerçekleştireceğiz söylemleri nin dikkate alınması gerekir.

Türkiye’de ki değişimlerin maalesef psiko-sosyal, psikoanalitik analizlerin yapılmaması, sathi tartışmaları mümkün kılıyor. Tarihçilerin, teologların, sosyologların , multisantrik çalışmalar yapması ve ciddi , ilmi araştırmalara soyunmaları gerekir. Bizde yapılansa, genç spikerlerin herşeyi bilen(!) jurnalistler ile tecrübesiz politikacılarla tartışmalar düzenlemesi, bence yürekler acısıdır.

Köln. 22.01.11

21 Ocak 2011 Cuma

Tunus üzerine düşünceler


Murat Çakır
cakir@rosalux.de

Tunus’daki heyecanlı gelişmeler, dünya kamuoyunun dikkatini Kuzey Afrika ve Arap ülkelerine çevirdi. Gelen haberlere göre, Arap ülkelerindeki egemenleri ayaklanma korkusu sarmış durumda. Kuşkusuz 23 yıl boyunca halkını ve ülkesini yağmalayan bir tiranın alaşağı edilmesi iyi bir haber ve emperyalizmin işbirlikçileri olduklarını hergün yeniden kanıtlayan Arap egemenlerini kaygılandıran bir gelişme. Ama gene de »şeytanın avukatlığını« yapmak ve bazı soru işaretlerine dikkat çekmek doğru olur düşüncesindeyim.

Öncelikle belirtmeliyim: Arap ülkeleri uzmanlık alanım değil. Ben de bir çoğumuz gibi kitle iletişim araçları üzerinden bilgileniyorum. Bu açıdan değerlendirmelerim bir fikir yürütme, soru sorma olarak algılanmalı.

Her ne kadar eski başkan Zine Abidin El Bin Ali’nin akrabalarıyla birlikte apar topar Suudî Arabistan’a kaçmasına sevindiysem de, Frankfurter Allgemeine Zeitung’da gördüğüm bir fotoğraf ve Avrupa yaygın medyası ile AB elitlerinin gelişmelerle ilgili yorumları kafamı o derece karıştırdı, sonuçta da bu yazıyı kaleme almama neden oldu. Kafamı karıştıran fotoğrafta, modern giyimli Tunuslular sokak ortasında duran bir tankın önünde, askerlerle birlikte gülerek poz veriyorlardı. Aynı sayfada AB elitlerinin Tunus’daki gelişmelerden hoşnut olduklarını belirten demeçleri ve İsviçre Federal Konseyi’nin, Bin Ali’nin İsviçre bankalarındaki hesapları bloke ettiği haberi yer alıyordu.

AB söz konusu olduğunda, son derece şüpheci davrandığımdan, aklıma hemen »Neden?« sorusu geldi. Neden dünyanın başka köşelerinde halk ayaklandığında, o ülkenin egemenleri yanında yer alan veya ancak – Ukranya ve Gürcistan’da olduğu gibi – kendilerinin ön ayak olduğu »rejim değişiklikleri«nde olumlu görüş bildiren AB elitleri, Tunus’daki ayaklanmadan hoşnutlar? Neden, kendi sınırları içerisinde meşru demokratik kurumları dişsiz kaplana çeviren ve dışpolitikasını militaristleştiren AB, »Tunus’daki demokratik dönüşümü destekleyecek tedbirler hazırlıyoruz« açıklamasını yapmaya gerek duyuyor?

Bunlar bir yana, gelelim asıl soruya: Tunus’daki olaylar, Avrupa Arap Ligi’nin kurucusu Ebu Jahjah’ın sendika.org’da yayınlanan yazısında belirttiği gibi »gerçek bir devrim« mi? Ve Tunus İşçileri Komünist Partisi’nin »ordu güçlerinin tamamı halktan oluşuyor« tespiti gerçeğe uyuyor mu?
Nabi Yağcı bir yazısında, Tunus’daki değişimin belirleyici gücünün orta katmanlar olduğunu vurguluyordu. Bu tespite katılıyorum. Ülkenin gelişiminin, orta katmanların artan refahının ve rüşvetle koopte edildikleri sistemde karar mekanizmalarına katılma istemlerinin, son günlerin gelişmelerini tetiklediğinden kuşkum yok. Ama sorun bence bu değil. Sorun, bu katmanların »devrimciliklerinin« nerede biteceğidir.

Diğer bir etken kuşkusuz ordudur. Ama KP’nin tespitine kesinlikle katılmıyorum, çünkü ordu yönetimi gerçek bir demokratik dönüşümün garantörü değildir, aksine sınırlayıcı olması kuvvetle olasıdır. Ordu yönetiminin halkın yanında görünüyor olmasının ardında, Bin Ali rejiminin orduya değil, toplam 170 bin kişiyi bulan devlet güvenlik ve polis aparatına dayanması yatmaktadır. Tunus genelkurmay başkanı Raşit Ammar’ın emri altındaki asker sayısı hiç bir zaman 35 bini geçmemişti. Tunus’lu generalleri rahatsız eden, »sivil« güvenlik aparatının hem sayıca fazla, hem de hayal bile edemedikleri imtiyazlarla donatılmış olmasıydı.

Aparattan arda kalanların saldırılarına karşı konum alan ordu, doğal olarak halkın sempatisini kazandı. Ama bu, ordunun yarın »devletin bekası« için silahlarını halka yöneltmeyeceğinin garantisi değil. Kaldı ki »tuzu kuruların« siyasî temsilcileri, »devlet işlerinin devamı« için eski elitlerle ortak çalışacaklarını açıkladılar bile. Hoş, ortak hükümetin ömrü 24 saat bile olmadı, ama bu yönde adım atmaya devam edeceklerinden şüphe duymamak lazım.

AB’nin hoşnut olması, ordu yönetimi ile yeni iktidar »sahiplerinin« devlet yönetiminin kapitalist gelişme süreci içerisinde devamını sağlayacaklarını bildiklerindendir. Evet, bir tiran alaşağı edilmiştir. Ama gerçekleşen bir devrim değil, henüz sınırı belli olmayan bir değişimdir. Eğer, henüz son sözlerini söylememiş olan yoksul halk ve emekçi kitleleri sadece elde edilenle yetinmekle kalırlarsa, esaretlerinin değişen bir biçimde devam etmesini onaylamış olacaklardır. Almanların deyimiyle, »eski şarap, yeni şişede satılacaktır«.
Bence Tunus’daki gelişmelerden şimdiden bir ders çıkartmak olanaklıdır: O da, Rosa Luxemburg’un dediği gibi, »ya lokomotif, tüm hızıyla tarihsel yokuşun en üst tepesine kadar ilerleyecektir, ya da kendi ağırlığı ile hareket noktasına geri dönecek ve yarı yolda zayıf güçleri ile onu durdurmaya çalışanları uçuruma itecektir«. Uzun lafın kısası, hele bir yoksul kitleler son sözlerini söylesin, o zaman neyin en olduğu ortaya çıkacaktır.

YILLAR GEÇİYOR FARK ETMESEK DE


Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

Yıllar geçse de, yapılan hataların geriye dönüşü olamaz. Tarih geriye
dönemez, hep ileriye doğru, yatağında akan bir akarsu gibi akıp gider...
Her bir yıl, kendine özgü yapısıyla, çelişkisiyle, ortak yanlarıyla,
zıtlıklarıyla tarih sayfasında yerini alır.

Her yeni yılda insanlar klasikleşmiş cümleleri kısa ve öz olarak
söylerler: "Savaşlar olmasın, barış olsun!" Kimileride kişisel
isteklerini kurtarıcısından istercesine yalvarır: "Para, ev, araba,
iş, iyi bir eş..." Bu kişisel istekler uzadıkça uzar.

Kimileri o gün kendi kurtuluşu olarak gördüğü milli piyangosunu alır.
Medyanın sahte umutları körükleyerek söylediği "o parayla şu kadar ev,
araba, yat, kat ve benzerlerini alırsın"ları düşleyerek kendisini
psikolojik olarak rahatlamış olarak hisseder. Tabii ki, yılbaşından
sonra birçok kişi kurduğu hayalin altında psikolojik olarak yığılıp
kalmıştır.

Her yıl insanlar, düğümlenmiş olan sorunları bir anda
çözümlenecekmişçesine, umutları yılbaşı gecesi bitecekmişçesine,
gerçek olmayan düşlerin peşinden kendilerini bir boşluğun içine
bırakırlar.

Sistem, işleyişiyle, bu çarkın çok insanla dönmesiyle birlikte
kendisini garanti altına alır. Sistem tezgâhını kurarken elindeki
olanakları da kullanır. Özelliklede basın ilk sırada gelir.

Aslında birçok kişi kendi gerçek kurtuluşunu sorgulayamıyor. O
cesareti kendisinde bulamıyor. Yoksulluğunun, ezilmişliğinin altında
yatan gerçeklere inemiyor. Kapasitesi sistem içinde daraltıldığı
içindir ki kısır döngüde dönmeye devam ediyor. Oysa sorgulamaya
başladığı anda kurtuluşunun tek başına değil toplumsal bir nitelik
içinde olacağını anlar. Bu da sistemi oluşturan yapıların işine
gelmez.

Türkiye'de insanların birçok sorunu var. Ama sorunları ciddi anlamda
çözecek bir makamları bulunamamaktadır.

Her iktidar sermayenin haklarını koruma altına aldığı için, "insan
hakları evrenseldir" denilse de, ezilenlere yönelik hak ihlalleri
ülkemizde kesintisiz olarak yoluna devam etmektedir. Hak ihlalleri o
kadar fazla ki, iç içe geçtiği için hangi sorunu ele almaya çalışsanız
pis kokular ortalığa yayılıyor.

Türkiye'de halkların özgür birliği sağlanamadığı sürece, ırkçılık
sistem içinde körüklenmeye devam edecektir. Özellikle de Kürtler hedef
tahtasında olmaya devam edecektir. Ana dilde eğitim için başlatılan
süreçte bile baskılar çok yönlü yapılmaktadır. Yasal talepleri dile
getirenlerin 'bölücülük' propagandasıyla bir örgütle
ilişkilendirilerek tutuklamaları yapılması başlı başına bir baskının
açıkça ifadesidir.

Türkiye'de basın özgürlüğü alanında da sorunlar sürmektedir. Halen
cezaevlerinde çok sayıda sosyalist ve yurtsever basın mensubu
bulunmaktadır.

Yıllardır kayıp yakınlarının aileleri her cumartesi günü İstanbul'da
Galatasaray Lise'si önünde oturma eylemi yaparken, AKP iktidarı hala
olanlara gözünü kapatıyor. Sanki onları başka birileri kaybetmiş, yok
etmiş gibi...

Öğrenciler haklarını ararken bile potansiyel suçlu durumuna
düşürülmeye çalışılıyor. Öğrenciye biber gazı, cop, tazikli su ve
aklınıza ne gelirse reva görülüyor.

Cezaevleri bazı kişilerce insanları ehlileştirme yeri olarak algılasa
da, sağlam insanı bile çileden çıkartabiliyor. İşkence ve baskılar
alfabetik sıraya göre olan cezaevlerinde devam ediyor.

İşçi haklarında bir arpa boyu yol alınamadı. Her açıdan sermaye
cephesi kesesini doldurmaya devam ederken, bu ülkenin cefakâr,
fedakâr, yoksul insanın vatan- millet adına asgari ücretle
çalıştırılması uygun görülmüş. Üniversiteli bir genç bile okuduğu
bölüme göre değil, sermayenin istediği bölüme göre iş bulabiliyor, o
da torpili varsa, hem de şanı olan birinden...

Kadın haklarında da ilerleme kat edilebilmiş değil. Kadınlar ayaklar
altında paspas olmaya devam ederken, aile namusu adı altında
gericiliğini, yobazlığını ön plana çıkaran sistemin ferdi, ablasını,
kız kardeşini gönül rahatlığıyla öldürebiliyor. Kadın mal olarak
görülmeye devam ediliyor.

Sağlıkta reform yaptık diye naralar atılırken, 'paran kadar sağlık'
devam ediyor. İnsanlar doktorun özel muayenesine kul/ köle olmaya
devam ediyor. Ya olamayanlar: Bir organ film çekimi için ya da
ameliyat için aylarca sıra bekliyor. Ameliyatına da asistan doktorlar
giriyor.

Okumak dert küpüne bindi gidiyor. Sözleşmeli öğretmen karnını doyurma
derdinde, kimisi özel dershane de ömrünü tüketiyor.

2010 yılı 2011 yılına enkazlarını devretti. Türkiye'nin
manzaralarından bölümlere yer verdim. Dillerimiz, kültürlerimiz,
mesleklerimiz farklıda olsa sorunlarımız ortaktır. Bu sorunlar ortak
mücadeleyle aşılacaktır...

Sınırları zorlamak...


Murat Çakır
cakir@rosalux.de

Kürt Hareketinin Demokratik Özerklik talebi, Türkiye gündemindeki yerini korumaya devam ediyor, ama nedense bu projeye en çok sarılması gereken Fırat’ın Batısındaki solun geniş bir kesiminde – istisnalar kaideyi bozmaz – yapıcı ve eleştirel bir yaklaşım pek görülemiyor. Halbuki solun dünya çapındaki kendi tarihi Demokratik Özerklik denemeleriyle dolu, ki Paris Komünü’nü anımsatmayı bile gerekli görmüyorum.

Küresel düzeyde ne gibi özerklik denemeleri olduğu konusunda epeyce yazıldı çizildi. Bilhassa Latinamerika deneyimleri konusunda Metin Yeğin’in kitap ve makalelerini okumak yeterli olacaktır. O nedenle solun bir kesiminin »susuş kumkumasını« ve »aman canım sen de«ciliğini anlayabilmek olanaklı değil.

Tartışmalarda dikkatimi çeken en önemli nokta, projenin »yanlış zamanda ileri sürüldüğü« ve »verili koşullar altında olanaklı olmadığı« türünden itirazlar. Gelişmiş kapitalizm koşulları altında dahi özerklik ve çok dilliliğin olabileceğini, 30 Ekim 2010 tarihli ve »Kürdistan İtalya’da olsaydı« başlıklı köşe yazımda Güney Tirol örneğinde aktarmaya çalışmıştım.

Diğer bir örneği, yine Yeni Özgür Politika’da »Kaufungen Komünü« üzerine yayımlanan bir röportaj vermişti. Özellikle »Kaufungen Komünü« verili koşullar altında sınırların nasıl zorlanacağına ve alternatif bir yaşam biçiminin nasıl gerçekleştirilebileceğine dair iyi bir örnek.

Röportajı okumanızı şiddetle tavsiye ederim.

Bugün ise size Almanya’dan başka bir örnek vermek istiyorum. Hamburg’da kurulmuş olan »Buschberghof« adlı kamuyararlı bir limited şirket, örnek bir üretici-tüketici-ağı oluşturmuş. Ortaklığın 86 hektarlık bir ziraat alanı var ve burada üretilen ürünler toplam 360 kişiye gıda sağlıyor.

Ürünler sadece sebze ve meyveden oluşmuyor. Kendilerine ait olan fırında her hafta 13 çeşit ekmek pişiriliyor. 30 inek sayesinde tereyağı, yoğurt ve peynir üretilebiliyor. Ayrıca 40 dana, 50 domuz ve 200 tavukları var.

Çifçiler, yılda bir kez yapılan komün toplantısında tüketici üyelerle yıllık tüketim üzerine anlaşma yapıyorlar. Tüketiciler her ay belirli bir meblağı ödemeyi taahhüt ediyorlar. Bu arada gelir durumu yüksek olanlar, dayanışma amacıyla gelir durumu düşük olanlardan daha fazlasını ödüyor. Karşılığında da çifçilerle birlikte üretimi, tüm rizikoları ve fırsatları ile paylaşıyorlar. Geçenlerde yapılan bir komün toplantısında tüketiciler çifçilere bir yılda toplam 353 bin Avro ödeme taahhütünde bulunmuşlar; ki bu, kişi başına yılda bin Avro’dan az bir meblağ anlamına geliyor. Üretim fazlası ise satılıyor ve geliri komüne geri dönüyor. Yerel iktisat döngüsünün, toplumsal dayanışmanın ve ekolojik ziraatın geliştirildiği güzel bir örnek.

Aslında »community supported agriculture« (komünün desteklediği ziraat) olarak adlandırılan bu konsept yeni değil. Bugün tüm ailelerin yaklaşık yüzde 25’inin »Teikei«lere, yani ortaklıklara üye olduğu Japonya’da 1960 yılında uygulanmaya başlayan bir konsept. ABD’nde 1985’den beri toplam 1.500 grup bu konsepti uyguluyor. Almanya ve Fransa’da bir çok komün bu uygulamayı başarıyla gerçekleştiriyor. Bu nedenle de konsept 2001’de Porto Allegre’de gerçekleştirilen Dünya

Sosyal Forumu’nda en fazla favorize edilen konsept hâline gelmiş.

Peki, bu konseptin Demokratik Özerklik ile ne alâkası var? Bence çok. Öncelikle alternatif iktisat ve yaşam biçimleri oluşturmada verili koşulların sınırlarını zorlayan adımlara gereksinim var. Kooperatifleşme, yerel veya bölgesel iktisadî döngüler, toplumsal dayanışmayı güçlendiren uygulamalar, tüketicinin üretimi kontrol etmesi ve planlamasına katılması, iktisatın demokratik kontrol altına alınması, katılımcılık, paylaşımcılık, kendi kaderini tayin etme biçimleri olmaksızın ne Demokratik Özerklik, ne de kurtuluş yukarıdan, masa başında yapılan planlar veya yasalarla gerçekleştirilebilir. Doğrudan halkı temel almadan, halk kitlelerinin kontrolü olmadan, yani yaşama dayanmadan ekilen hiç bir tohum filizlenemeyecektir.

Elbette yeni bir anayasa, demokratik bir hukuk gerekli. Ancak bunların toplumsal bir süreç içerisinde ve halkın katılımıyla biçimlendirilmelerini beklemeye gerek yok. Tam aksine, yürürlükteki Anayasa ve yasalara, devlete, uluslararası koşullara ve verili iktidar ve mülkiyet ilişkilerine rağmen, özerkliğe giden her adım denenmeli, yanlışı-doğrusuyla uygulamaya sokulmaya çalışılmalı ve böylelikle halk kitlelerinin desteği sağlanmalıdır.

Gelişmiş kapitalist merkezlerde dahi böylesi küçük adımlar atılabiliyorsa, devrimci demokrasinin geliştiği Kürdistan’da veya sendikaları, örgütleri, partileri ve girişimleri ile pek de örgütsüz sayılamayacak Türkiye’de neden aynı adımlar atılamasın? Demokratik Özerklik fi tarihinde gerçekleşecek bir rüya değil, bugünden gerçekleştirilen bir yaşam biçimi olursa, o zaman özgürlüğün anahtarı olacaktır.

Tüm mesele, realist olup, olanaksızı gerçekleştirmektir. Bakınız: dünyadaki çeşitli örnekler!

15 Ocak 2011 Cumartesi

4 YIL OLDU!..


4 yıldır adaleti, vicdani, hukuku arıyoruz.
Bulamıyoruz.

4 yıldır yargıyı, hükümeti, meclisi arıyoruz.
Bulamıyoruz.

4 yıldır, sokak ortasında arkadaşımızı katledenlerin
arkasındaki güçlerden söz ediyoruz,
laf dinletemiyoruz.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
devleti mahküm etti, "ucuz atlattık" diye sevindiler.

İnsanlık hakkımızı kullandık, adalet istedik,
çocuk dediler.

Çocuk gitsin, ağabeyleri gelsin dedik, umursamadılar.

Vatandaşlık hakkımızı kullandık, sorular sorduk,
cevap vermek yerine dalga geçtiler.

Hrant Dink’i aramızdan almalarının 4. yılında
bir kez daha omuz omuza vermek için,
ailesi, dostları ve bütün sevenleriyle birlikte
onu anmak icin 19 Ocak'ta, saat 3'te,
Hrant'ın vurulduğu yerde buluşuyoruz.

Bebekten katil yaratan karanlığa ışık tutmayanlar
o karanlığı istiyor demektir.

O karanlığı hep birlikte ortadan kaldıralım.


19 Ocak Çarşamba
saat 15:00
Agos Gazetesi önü

ÜLKELERDE WİKİLEAKS DEPREMİ



Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com


Dünya gündemi belirli başlıklar çerçevesinde emperyalistler tarafından belirlenirken, ülke işgalleri şimdilerde açıktan oynanan bir oyun haline getirildi diyebiliriz. Dünyada yoksulların durmadan artığını gözlemlerken, Emperyalist gücün yapmacık ve çirkin yüzünü de görebilmekteyiz.

Ülkelerde iktidara gelme ve yönetme taktikleri devam ederken, birbirlerine kendi kişisel menfaatleri için komplo kurma taktikleri de ülkenin işleyiş çarkları arasında devam ettiğini görmekteyiz.

WikiLeaks internet sitesi, Irak ve Afganistan savaşı ile ilgili belgeleri Kasım ay’ı içinde yayınladı. ABD pişkinliğiyle inkâr etse de, ortada olan belgeler ABD’nin bir numaralı suçlu olduğunun kanıtıydı. WikiLeaks internet sitesi, Kasım ayının son günlerinde ülkelerin istihbarat kayıtları, bu kez de ABD konsolosluklarının kayıtlarını yayınladı. Kayıtlar, ABD yönetiminin sadece düşman olarak gördüğü ülkeleri değil, müttefik ülkelerdeki yöneticileri de fişlediğini ortaya koydu. Bu fişlemede Türkiye’de var.
WikiLeaks internet sitesi, elindeki belgeleri sırasıyla yayınlıyor. Yayınlanan her belge de ilişkisi bulunan ülkelerde deprem etkisi yaratıyor.

ABD burada ipleri kendi elinde bulundurmak istemektedir. Bu bağlamda WikiLeaks'tan sızdırılan bilgiler doğrultusunda, ABD'nin Birleşmiş Milletler'de yaptığı entrikaları gösteriyor. Belgelere göre, ABD yönetimi, Birleşmiş Milletler'in üst düzey yöneticilerinin ve onlara bağlı personelin kullandığı iletişim bilgilerini, yöntemlerini ve kullanılan şifreleri ele geçirmeye çalıştığı kesindir.

ABD’nin tüm engelleme çabalarına karşın WikiLeaks, 3 milyon belgeyi yayınlamayı başardı. ABD kendisine güçlü bir devlet imajı çizmiş durumdaydı. Bu olan olaydan sonra akıllara birçok soru işareti gelmektedir. Bunlardan bazıları; ABD içinde ki, iktidar savaşının kızışmasıdır. ABD bunu bilinçlice el altından yayınlattırıp güvenlik adına zıt bellediği ülkelere saldırma zeminini oluşturmasıdır. Farklı bir açıdan ihtimaller üzerinden bakmaya devam edersek; Çin ya da başka ülkeler, ABD saltanatını sonlandırmak için ABD içinde ki, yüksek mevkide bulunan kişileri satın alıp, bu eylemi gerçekleştirmişler de olabilir.

Açıklanan belgelerde, Türkiye ile ilgili toplam 7.918 belge sızdırılırken, kayıtların tarihi 2002'ye kadar gidiyor. Türkiye ile ilgili 577 "gizlilik derecesi yüksek" kayıt bulunuyor.

WikiLeaks'in yayınladığı belgeler, ABD Savunma Bakanlığı tarafından kullanılan Siprnet isimli gizli ağda paylaşılan makaleler ve yazışmalardan oluşuyor. Siprnet, bürokratik işleyişi hızlandırmak amacıyla, ABD'nin çeşitli ülkelerdeki konsolosluklarını birbirine bağlıyor. Dışarıya kapalı olmasına rağmen, yetkili konsolosluk çalışanları ile Irak ve Afganistan'dakiler de dâhil olmak üzere askeri üslerdeki askerler tarafından ulaşılabiliyor ki bu da yaklaşık 3 milyon insanı kapsıyor. Belgeleri sızdıran kişinin de Irak'ta istihbarat analisti olarak görev yapan 22 yaşında bir asker olduğu iddia ediliyor. Diplomatik yazışmaların bulunduğu belgeler, Irak savaşıyla ilgili daha önce yayınlanan belgelerle aynı anda sunuculara yüklenmiş, ancak yaratacağı etkiyi arttırmak için farklı zamanlarda yayınlanmış.

Belgelerin ortaya çıkmasıyla ülkelerin yöneticileri inkâr etme yönünü seçtiler. Oysa o ülkelerde kendi içlerinde tartışmalar bitmedi.

Türkiye’de ise çıkan bir belgede Tayip Erdoğan’ın İsviçre bankalarında birden fazla hesabı bulunan paraları iktidar ile muhalefet arasında tartışma konusu olurken, ortamın gerildiği görülmektedir. Tayip Erdoğan kendi cephesinden iddianın aslını yansıtmadığını dile getiriyor. Türk basınından bazı gazeteler “Rusya’nın PKK’ ye silah sattığını” yazmış. Durmadan da basında yer alıyor. O zaman bu belgeyi doğru olarak gördüklerine göre, diğer belgeler niçin doğru değildir? diye bir soru aklımıza gelebilir…

Bu belgeleri toplayan ABD Savunma Bakanlığı tarafından kullanılan Siprnet isimli gizli ağda paylaşılan makaleler ve yazışmalardan oluştuğuna göre, yorumlarda ABD’nin üst düzey bürokratlarına aittir. ABD kendi çıkarları için güvendiği ya da güvenmediği ülkelerin kayıtlarını tuttuğu bu bağlamda kesinlik kazanmış oldu. ABD bundan sonra gizli belge tutmayacak anlamına gelmemelidir. İstihbarat raporları bundan sonrada yazılmaya devam edilecektir. Sinsi politikalarını sürdürmeyecekler anlamına gelmemelidir. Türkiye kendi komşularına karşı iyi olma rolünü biçerken, bir yandan emperyalistlerin çıkarlarını desteklemektedir.

Emperyalizmin barbarlığına dur diyecek olan dünya ülkelerinin emekçileridir.

MEYHANE BİR HOŞ


Cirik Haci / Fezali
Cirik.Haci@gmx.de


Molla geldi aldı yırttı tapuyu
Şimdilik yakası şıhlar elinde
Sonu karanlık, dibi derin kuyu
Yoluna devam der şıhlar önünde

Devletin gücünü büktü kıvırdı
Asker plis savcı hepsin devirdi
Asırlık ırmağı terse çevirdi
Biat eder hakka şıhlar yanında

Laikci uyandı rejim değişmiş
Bilim hukuk dua ile boğulmuş
Devletin nimeti çokca sağılmış
Hakka şükür eder şıhlar şanında

Niyet kesin daha devam etmeye
Çobanlık mesleği sürü gütmeye
Kıyıdan köşeden talan etmeye
Sırrı saklı kalır şıhlar ininde

Fezalim der hacim gitme geriye
Yakında saldırır bozkurt sürüye
Yatırım oluyor hürü periye
Meyhane bir hoş şıhlar gününde

12 Ocak 2011 Çarşamba

SUDAN BÖLÜNÜYOR, SIRA BELÇİKA DA



Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com


Türkiye Kürtlerinin örnek alabileceği siyasi gelişmeler var dünya’da.

1. Güney SUDAN bu hafta yapılan REFERANDUM ile kuzey bölgesinden ayrılacak. Kuzey de Arap ve Müslüman bir halk yaşarken, güney de Hırıstıyan yerli Afrikalılar. Bölünmenin ekonomik bir yanıda güney de petrol varlığı. Bu REFERANDUM kararına gelinceye kadar bir iç harp yaşanmış yüzbinlerce insan kaybı olduğu gibi milyonlarca Sudan’lı da göç etmek zorunda kalmışlardı. Şimdi bilhassa güney de bayram havası var. Türkiye’nin doğu ve güneydoğusun da da REFERANDUM yapılmasını önermiştim, fakat bölünmek maksadı için değil. Şayet Sırrı Sakık’ın başlattığı İMZA KAMPANYASI yapılırsa, oda referandum yerine geçer diye düşünüyorum. Bu özerklik, daha doğrusu yerel yönetimlerin ; İsviçre’de olduğu gibi, halkın idare mekanizmalarına katkısı kuvvetlenmiş, demokrasinin gereği gerçekleşmiş olur. Bölünmekten ziyade birlikte yaşam arzu ve sorumluluğunu artırmış olur.

Silahların gölgesinden sıyrılmak için daha başka barışçı önlemleride düşünmek ve şiddeten uzak önerileri hayata geçirmek lazımdır:

- Mesela anadilde eğitimi gerçekleştirmeği devletten beklemeyip belediyeler lisan kurslarını başlatmalıdır. Bu kurslarda Türkçe, Kürtçe ve İngilizce öğretilmelidir. Bu birlikte yaşamı kolaylaştırıcı, pragmatik yöntemlerin tatbikatına Milli Eğitim bakanlığınında desteği sağlanmalıdır. Bu aksiyona BDP önayak olabilir.

- Colloquial ( konuşulan ) Kürtçe-Türkçe ve İngilizce cep lügatları hazırlanmalı ve vatandaşa dağıtılmalıdır. Bu gerçekleşirse o bölgede çalışan Türklerinde halkla kommunikasyonu kolaylaşır. Kadınların % 50 sinin Analfabet olduğu söyleniyor. Onların hayata entegrasyonuda mümkün olur.

- Belediyelerin folklor ve müzik gruplarına önem vermesi, müziğin mutlu kılma potansiyelinden istifade etmesi faydalı olur.

- BDP nin kadın siyasetçileri desteklemesi babından eş başkanlık geleneğini sürdürmeleri diğer partilere örnek olabilir.

-Batıya göç etmiş Kürtlerin doğum yerleri ile irtibatlarını kuvvetlendirmek için FESTİVAL’ler tertip edilmeli ve onları davet etmeleri , keza yurtdışında yaşayanların bir afla vatanları ile bağlarının yeniden sağlanmasına çalışılmalıdır.

- Demokratik toplum kongresinin başlattığı çeşitli meslek guruplarının ( Kürtçe ) toplantıları çok faydalı bir girişimdir. Bu ve benzeri aktiviteleri hayata geçiren siyasi partilerinde halk arasında sempatisini sağlayabileceği için Parlamentoya da daha çok temsilcilerini göndermeği sağlayacaktır. Bu sebeple sadece BDP nin değil AK partisinin belediyelerininde bu gibi barışçıl aktiviteleri desteklemeleri partilerinin menfeatına uygun düşecektir. Halk arasında gerilim yaratan, şiddete dönük radikalleşmeyide önlemiş olurlar. Şimdi Hizbullahcıların siyasallaşma çabaları PKK ile rekabeti , gerilimi artırma tehlikesi vardır.

Alman yazarı Karl MAY ‘ın‘’ Durch Wilde Kurdistan ‘’(Vahşi Kürdistan) adlı bir eseri vardır. Bir asır önce kaleme almış. Kürtlerinde artık bu asırda Hizbullah gibi, PKK gibi silahlı mücadeleyi bırakıp, medeni vasıtaları kullanmaları gerekir. O güzelim tarihi şehirlerde MUTLULUĞ’u gelecek nesillere tattırmalarını özlüyorum. Zencilerin lideri Martin LUTHER’in dediği gibi ‘’Benim de bir Rüyam var ! ‘’

2. BELÇİKA da da REFARANDUM yapılıp Valonlarla Flamanların ayrılacakları tahmin ediliyor.

3. Keza Kanada da Fransızca konuşan Queebec bölgesi İngilizce konuşan bölgesinden ayrılmak istriyor.

4. İtalyanın kuzeyi ile güneyide ekonomik gerekçelerle bölünmek istiyor.

5. Fransa da Bretagne bölgesi devleti beklemeden yerleşim bölgesinde tabelaları iki dilden yapmağa başladı.

6. Tonny Blair iktidara gelince İngiltere de İskoçya’ya ve Galler bölgesine özerlik tanıdı.

7. Rusya federasyonunda Çerkezlere, Çeçenlere, Yakut’lara, hatta bir kaç yüzbün nufuslu Tatarlara Kırım’da özerklik tanımış , 20 ye yakın Cumhuriyetle bir federasyon kurmuştur.

8. İspanya’da bugün ETA silahları temelli terk edeceğini açıkladı.

Şayet bir memlektte birden fazla millet yaşıyorsa, eninde sonunda fedrasyona geçiyor , yahutta Çekoslovakya ‘da olduğu gibi bir günde bölünüveriyor. Kimisinde Etnik, kimisinde Dini, kimisinde ekonomik, kimisinde Lisan farkı kavgaya, sonunda da bölünmeye sebep oluyor. KAŞMİR’de halkın ekseriyatı Müslüman olduğu halde Hindistanın hükümranlığında. Onun içinde bombaların patlaması durmuyor.

AB prensipleri egemen halkların azınlık haklarına riayet etmelerini öngörür. Bölünmek, kendi özerkliğini, devletini teessüs etmek her milletin gönlünde yatar. Fakat güzel olanı farklılıklara rağmen birlikteliği sağlayıcı yöntemleri geliştirmektir. NUH-NEBİ’nin ikinci tufanını beklemeyelim.


Köln. 10.01.11

7 Ocak 2011 Cuma

Komünizm? Komünizm!


Murat Çakır
cakir@rosalux.de


Öcü hortladı. Her ne kadar kendini komünist olarak tanımlayanlar bile güncel gündemin ana maddesinin devrim ve devletin kendi işlevini yitirip yok olacağı, sınıfların ortadan kalkacağı bir dünya olmadığını belirtiyorlarsa da, histerik Alman basını sanki »önümüzdeki kış komünizm gelecek«miş gibi yaygara kopartıyor.

K. Marx ve F. Engels’in »Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor« diye başladıkları Komünist Partisi Manifestosu’nda bahsedilen »hayaletin« adının bir gazetede anılması bu yaygaranın nedeni.

Sosyalist Junge Welt gazetesinin bugün Berlin’de başlayan geleneksel Rosa Luxemburg Konferansı’na konuşmacı olarak katılan DIE LINKE eşbaşkanı Gesine Lötzsch’ün bir panelde yapacağı konuşma Almanya’nın gündemine oturdu. Lötzsch, »Komünizme nereden gidilir? Sol reformizm mi yoksa devrimci strateji mi? Kapitalizmden çıkış yolları« başlıklı panelde, Rosa Luxemburg’un »devrimci reelpolitika« ve özgürlük anlayışına atıfta bulunarak bu soruya yanıt getirmeye çalışıyor. »Komünizme giden binlerce yolun« olduğunu savunarak, solun, kapitalizmin ve militarizmin aşılması amacıyla, hem »işçilerin ve halkın büyük çoğunluğunun sorunlarının çözümü, hem de mülkiyet ve iktidar ilişkilerinin yapısal değişimi için« gündelik soruları yanıtlayarak, »radikal reelpolitika« yapması gerektiğini vurguluyor.

Ama »Komünizm« kelimesini kullanıyor olması ve eski RAF üyesi Inge Viett ile aynı panelde yer alması, CDU’lusundan SPD’lisine ve hemen hemen bütün burjuva medyasına kadar geniş bir cephenin DIE LINKE’ye »terörizmle ortaklıkları var«, »yeniden milyonlarca insanın kanına girmek istiyorlar« türünden suçlama yöneltmesine ve neoliberallerin histeri nöbetine tutulmalarına neden oldu. CSU genel başkanı Horst Seehofer ise coşarak, DIE LINKE’nin yasaklanmasını talep etti.

Solu ve dolayısıyla adalet-demokrasi-barış eksenindeki tüm talepleri diskredite etmek için, bir Neoliberal-Agit-Prop-Ajansı gibi faaliyet gösteren yaygın medya, Soğuk Savaş’ın artığı antikomünizm demagojisiyle gündemi manipüle etmeye çabalıyor. Kuşkusuz bu topyekun saldırının etkisiz kaldığı söylenilemez. Her ne kadar kampanyanın hedefi DIE LINKE olsa da, aynı zamanda SPD ve Yeşiller hizaya getirilmeye ve DIE LINKE seçmeninin kafası karıştırılmaya çalışılıyor.

Yaygın medya ve neoliberal elitler, sanki kapitalizm tanrı vergisiymiş, yaşam kapitalizme ebedîlik yasası tanımış gibi, alternatiflerin telaffuz edilmesinden dahi rahatsız oluyorlar. Ama diğer taraftan Bavyera Merkez Bankası’nın Hypo Alpe Adria’nın iflasındaki reel kriminel tavrından, uluslararası malî piyasa spekülatörlerinin küresel çapta yol açtıkları yıkımdan veya kapitalizmin neden olduğu ekolojik-sosyal-ekonomik felaketlerden hiç mi hiç rahatsız değiller.

Lötzsch, haklı olarak demokratik sosyalizmin bir alternatif olduğunu, ancak Rosa Luxemburg’un dediği gibi, sosyalizmin betona dökülmüş bir ideal, zekice hazırlanmış bir reçete olmadığını, aksine reel mücadelelerden doğacağını savunuyor.

Hoş, DIE LINKE, Rosa’nın sözünü ettiği »devrimci reelpolitikayı« uygulayabilecek bir politik formasyon değil elbette. Ama komünistinden, sosyalistine, radikal solcusundan, sol reformistine kadar solun geniş bir yelpazesini temsil eden bu parti, radikal bir reelpolitikayı uygulayabilecek, insanların yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi mücadelesi ile adalet ve eşitlik, özgürlük ve kurtuluş taleplerini birleştirebilecek, verili koşulların radikal eleştirisini yapabilecek ve radikal demokrasiyi ilk önce kendi içerisinde gerçekleştirebilecek potansiyele sahip.

Çığırtkanların korkusu bundan.

Evet beyler, bizler komünizme, yani insanlığın özgürlük ve dayanışma, bireysel ve sosyal kurtuluş idealine, sınıfsız, sömürüsüz, devletsiz topluma giden yolu arıyoruz – komünizm adına yapılan hataların ve gerçekleştirilen vahşetin peşinde değiliz! Evet, bizler, »iktidarı, bütün pozisyonlarına sahip olana ve onları dişlerimiz ve tırnaklarımızla savunacağımız zamana kadar kendimizi burjuva devletinin içine bastırarak, bir defalık değil, sürekli olarak ele geçirmeyi« (Rosa Luxemburg) hedefliyoruz. Ve bunun için onbinlerce yol olduğunun bilincindeyiz.

Deneye deneye, düşe kalka, hatası ve doğrusuyla o yolları aramaya devam edeceğiz. Sapına kadar özgürlükçüyüz, sapına kadar radikal demokrat, eşitlikçi, milliyetçilik-cinsiyetçilik-savaş karşıtıyız. Onun için komünistiz, sosyalistiz, solcuyuz. Demokrasi olmadan sosyalizmin, sosyalizm olmadan demokrasinin olamayacağına inanmaktayız.

Evet, korkabilirsiniz, çünkü korkmakta haklısınız.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Seçmeli anadil eğitimi için imza toplanması bir nevi REFERANDUM’dur


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com


DTP milletvekili Sırrı SAKIK seçmeli anadil eğitimi için bir imza kampanyasını başlatmıştır. Bu çok tarihi silahsız bir eylem gerek yazılı ve gerekse görsel basında ilgi görmemiştir. Demokrasiye ve özgürlüklere önem verdiğini söyleyenlerin sessiz kalması hayretimi mucip olmuştur.

Gerek MGK nın, Genel kurmayın ve hükumetin DTK nin özerklik ve anadilde eğitim mevzuunda tartışmaya açtığı taslak gayri ciddi bir tarzda çarpıtılarak kamuya duyurulmasını da anlamak mümkün değil. Parti başkanı samimi bir serahatle açıkladığı gibi bu taslakta resmi dile bir itiraz olmadığını ve özerklikten kasıtta yerel idarelerin yetki sahalarının genişletilmesi olduğudur. Bu hususta AK Partisinin getirdiği kanunu zamanın cumhurbaşkanı veto etmişti.

Bugün başbakan üst ve alt kimliklerden bahsetti. Demek istediki; Türk! Milletin (yahut yurttaşların) üst kimliği, Kürt alt kimliği ise diğer alt kimlikler gibi Türk milleti üst kimliğinin altında algılanmalıdır. Başbakan diğer milliyetçi siyasiler gibi Türkiye vatandaşlığı ile Türk olmanın ne mana ifade ettiğini anlamamakta israr ediyor. Benim çifte vatandaşlığım var. Biri Türkiye, diğeri Almanya vatandaşlığı. Ama ben Alman değilim. Eşiminde Türkiye vatandaşlığı vardır fakat kendisi Alman’dır. Almanya da çifte vatandaşlığı olan Türklerin hiçbiri kendini Alman olarak deklare etmez. Almanya vatandaşı Türk olduğunu söylerler.

Cumhurbaşkanı GÜL’ün Diyarbakır ziyaretinde hemen hemen bütün Kürt kimliği olanlar Anadilde eğitim mevzuunda aynı duyarlığı gösterdiler ve DİL eğitimi mevzuunda Hükumet gibi düşünmediklerini ve seçmeli anadilde eğitimin insani ve demokratik bir hak olduğunu söylediler. Artık kalkıpta şu ve bu partinin Kürtleri temsil etmediklerini söylemek egemen sınıfın kendi kendini kandırması halidir. Herhalde MHP , CHP hatta AK partisi Kürtlerin temsilcisi sayılmaz. AK partisi bu söylemini devam ettirirse önümüzdeki seçimlerde büyük oy kaybına uğrayacağını söyleyebilirim.

Başbakanın batıda yaşayanların hoşuna gitsin diye böyle bir kurnazlığa başvurmasını millet yutmuyor. Ayni şekilde Kılıçdaroğlu’nun ve başkanvekili Gürsel Tekin’in Kürt kelimesini ağızlarına almayışları batıda oy kaybına sebep olacağını düşünmelerindendir. Kürtlüğünü ve aleviliğini inkar eder gibi görünsede içinden ve vicdanındaki kimlik belirlemesinden kendini soyutlayamaz. Bu tam bir şark kurnazlığıdır. Kürtlüğünden bahseden bir CHP li başkanlık mevkiinde durabilir mi? Onun için onu utandıracak bir söz söylememek gerekir. Okadar empatiyi Kürt siyasilerinin yapmaları elzemdir. Zaten Kürdistana gidemeyişi ve CHP nin, MHP nin oralarda oy alamamalarının sebebi Kürt kimliğini kabul etmediklerindendir.

Gelelim İMZA TOPLAMAĞA. Bence bu çok ciddi bir nevi REFERANDUM değerinde bir aksiyondur. Kimsenin itiraz edemeyeceği silahların gölgesinde olmayan, Kürtlerden gayri CHP lilerin, hatta MHP lilerinde , diğer azınlıklarında destekleyecekleri bir atılımdır. GÜL’ün ziyaretindede gördüğümüz gibi bütün Kürtlerin ittifak ettikleri bir pozisyondur.

Başbakan tek dilden bahsediyor. Kürtçeyi oda bilinmeyen bir dil mi kabul ediyor?. Kadınların % 50 si Kürdistanda Türkçe bilmiyorsa, onlar içinde Türkçe bilinmeyen bir dil değil mi? Bilmedikleri bir dil tek dil mi? Bilmedikleri o tek dille mi konuşsunlar? Bu sorun milyonların sorunudur. Derin devletten, TSK dan, MHP den neden bukadar korkuyorsunuz?

Siz PKK yı bitiremezsiniz. Fakat PKK kimbilir kaç hükumeti bitirdi. Kürt sorunu bitmeden PKK sorunuda bitmez. Nekadar teröristik saldırılarıda olsa. Siz onların teröristik yanı ile değil temsil ettikleri haksızlıkların ortadan kalkmasına bakın. Kürtlerin anadil problemi kardinal bir problemdir. Birinci problemleridir. Ana dilini öğrenemeyen bir halk yok olmağa mahkumdur.

Kıbrıs’ta, Bulgaristan da, Almanya da, İsveç’te Türkçe eğitimi olmasa o yurttaşlarımız anadillerinde konuşamazlarsa sizin vijdanınız sızlamaz mı? İsyan etmezmisiniz? Bu bir insanlık suçu demezmisiniz.?

AB nin şartnamesinde azınlık dillerinin öğretilmesi olduğuna ngöre Türkiye bu maddeye riayet etmediği takdirde AB ye girme şansı olabilir mi? Başbakan yaptığı icraatleriyle halkı memnun edeceğini zannediyor ve demokrasi yönünden eksikliklerimizi görmek istemiyor. Diyarbakır da GÜL’e yapılan müracaatların % 90 ı işsizlik mevzzunda imiş. Gelirin adil bir şekilde dağıtılmadığı ve fakirlerin dahada fakirleştiği kapitalist sistemin zaafiyetinden kurtulma çarelerini düşünmek mecburiyetinde değilmisiniz? UNO’nun bir çok skalasında çok aşşağılarda olmamız sizi rahatsız etmiyor mu?. Sadece imar icraatları sizi tatmin edebilir, fakat batı ile kıyasla eksikliklerimizi ıska geçmek milletin gözünden kaçmıyor ve muhalefette bunları seçim propagandası yapacağı ve sizi sinirlendireceğini tahmin ediyorum. Bardağın sadece dolu tarafını temcit pilavı gibi zikretmeniz oy toplamanıza yetmeyeceği ve asıl muhalefetin mutfak olacağı, asıl muhalefetin yüzbinlerce insanın hapisahnelerde çürümekte olması, azınlık yahut etnik sınıfın isteklerinin marjinel, hatta vatan hainlerinin istekleri olduğunu zannetmeniz seçimlerde size pahalıya mal olacağınıda bilmeniz, sadece partiniz için değil, yurttaşların ciddi yaşam zorlukları olduğunu unutmamanız gerekir.

İMZA toplamayı Kürtlerin ciddiye alıp gereken organizasyonu planlamaları lazımdır. Mesela::

Köy, köy gezmek ,imza toplamak.

Camilerin, Kampusların önünde, Taksim meydanında, Kızılay meydanında, Sultan Ahmette v.s. meydanlarda imza toplama kampanyaları yapmak gerekir.

Bu insani ve demokratik hakkı destekleyeceklerin bulunduğu yerlerde imza toplama kampanyaları geliştirmeleri lazımdır.

Hazirana kadar 10 milyon imza topladıkları takdirde bu hakkın temsilcileri kimlerdir açığa çıkar. Almanya Leipzig şehrinde 80 kişi yürüyüşe geçince DDR devleti yıkılmıştı. Şimdi milyonlar imza toplarsa kimsenin itirazı kalmaz. Tıpkı Plebisit gibi, REFERANDUM gibi temsilcilerin aslilleri karar vermiş olur. Buna ne Erdoğan, ne Öcalan, ne Barzani nede bir başkası karşı çıkabilir.

Bu aksiyon ne silahlı PKK nın , ne partilerin kararıdır. Mühim olan bu aksiyona halkın bilinçlendirilmesidir. Bu çok önemli tarihi bir fırsattır. Bu aksiyonu başlatan Sırrı Sakık’ı kutluyorum. Tebrik ediyorum. Çok çalışmak lazım. İşte en ucuz, en kansız, en demokratik eylem.

Tarihi bir karara öncülük edecek eylem.

Köln. 03.01.11

1 Ocak 2011 Cumartesi

FAHRİ PETEK NÂZIM HİKMET’İ ANLATIYOR...



M. Şehmus Güzel

24 Aralık 2010’da, Temmuz 1949’dan beri yaşadığı Paris’te 88 yaşının bilgeliği içinde aramızdan ayrılan Fahri Petek’i anmak umuduyla onunla Nâzım Hikmet üzerine yaptığım bir söyleşiyi aktarmak istiyorum :

MŞG : Nâzım Hikmet’i Mayıs 1958’de Paris’e ilk gelişinde gördünüz mü ?

Fahri Petek :
Nâzım’ı çok severim. Biliyorsun iki yılımızı harcadık serbest bırakılması için. Tabii Paris’e ilk geldiği zaman gördüm. Tanıştık. Ama, sen de iyi biliyorsun, Güzin’in bir huyu vardır, Nâzım’ın kimseleri ziyaret etmemesini, kimselerin de ondan [Güzin’den] habersiz pardon ondan izinsiz Nâzım’ı görmemesi için elinden geleni yapar. Duvarı örer hemen Nâzım’ın çevresinde. Bu yüzden bu ilk gelişinde uzun boylu görüşemedik. Saint-Michel’deki bir cafe’de bir parça görüşebildik, birazcık hasret giderdik.

Ama Paris’e ikinci gelişinde, Nisan1961’de, daha uzun boylu konuşabildik. Çünkü bu defa nasıl olduysa Güzin’in herhalde haberi olmadan, Nâzım evime geldi. O sırada Les Lilas’daki birinci evimizdeydik yanılmıyorsam. O ev birinci katta olduğu için Nâzım’ın kalp sorunu olmadan gelmesi kolaylaştı. Bu ikinci gelişinde Paris’te düzenlenen imza gününü de hatırlıyorum. İmza gününü Le Divan isimli Kitapevi’nde yaptı.

MG : Evet. O imza günü 21 Nisan 1961 cuma akşamı yapıldı. Bu vesileyle Paris, Ma Rose isimli yeni kitabını da imzalıyor. Le Divan Saint-Germain-des-Près Meydanı’nda. Muhteşem bir imza günü oluyor. Epey kalabalık filan. Siz oraya gittiniz mi ?

FP :
Hayır gitmedim. Çünkü o günlerde görmek istemediğim eski tanıdıkların, Türkiye Komünist Parti’li bazı eski tiplerin orada bulunacağını tahmin ediyordum, oysa ben bu adamlarların birkaçıyla hiç mi hiç karşılaşmak istemiyordum. Ama Nâzım kalktı evimize kadar geldi. Can adamdı Nâzım Hikmet.
(...)

MŞG : O gün Nâzım Hikmet’le neler konuştunuz ?

FP
: Bize gelince o gün epey sohbet ettik. Fotograflar çektik. Benimle, Neriman’la. Bu arada kitabını da imzaladı.

MŞG : Evet imzaladığı kitabı Gaye’de (Gaye Petek. Neriman ve Fahri Petek’in kızı) gördüm. Nâzım şunları yazmış : « Kardeşim canım Fahrettin Petek’e, Neriman Yengeye, güzeller güzeli Gaye’me ». Sonra Gaye’nin bana söylediğine göre, tarihi de Neriman Hanım atmış : 24 Nisan1961.

FP
: Doğru.

Bu sırada Neriman Hanım’ın Nâzım Hikmet’le yan yana olduğu fotoğrafa bakıyoruz. Neriman Hanım’ın gözleri kapalı. O zaman soruyorum :

MŞG : Neden gözleriniz kapalı ?

Neriman Petek : Gözlerim kapalı çünkü Nâzım o gün öyle şiirler okudu öyle şiirler okudu ki bize, çok duygulandım ve ağladım, ağladım, ağladım. Ben ağlarken Fahri bu fotoyu çekince gözlerim elbette kapalı olarak çıktı.

MŞG : Aa böylesi de güzel. Çünkü Nâzım Hikmet’le berabersiniz. Eşsiz bir an.
Oysa Neriman Hanım ağlarken çekilmiş olan bu fotografta kendisini beğenmediğinden bu fotografın birçok örneğinde kendi tarafını kesmiş. Ne iyi ki Fahri Petek’te orijinali duruyordu. Ondan ödünç aldım. Fahri Petek şunu söyledi hemen :

FP
: Dikkat et, bu fotografları şimdiye kadar hiç kimse görmedi. Nâzım’ın tek başına çektiğim fotografı da öyle. Bunlar gerçekten ilk kez görülmüş olacaklar. Eğer kitapta yayınlanırlarsa.

MŞG : Tamam hiç merak etmeyin. Arkadaşlarımın gereken özeni göstereceklerinden eminim. O günlerde Nâzım Hikmet’i nasıl buldunuz ?

FP :
Nâzım hep 7 yaşındaki bir çocuk gibiydi. Müthiş bir hafızası vardı. Her şeyi hafızasına nakşediyordu.

Nâzım’ın aşk, evlilik konusudaki zevkini ise tartışmalı buluyorum doğrusunu istersen. Vera öyle ahım şahım, öyle aman aman bir kadın değildi. Daha önceki eşi Doktor Galina da öyle. Hatta bana kalırsa Doktor Galina başbayağı çirkin bir kadındı. Ama Nâzım Doktor ile yaşamını sürdürseydi, mutlaka o kadar genç yaşta aramızdan ayrılmazdı. Düşün Moskova’daki evinde vefat ettiğinde, fenalık geçirip düşüyor ve düştüğü yerde otuz dakikadan daha uzun süre kalıyor. Doktor Galina olsaydı mutlaka hemen gereken müdahaleyi yapabilirdi.

MŞG : Vera daha genç bir kadın. Gezmek, dolaşmak, şık ve önemli magazalardan alış veriş yapmak meraklısı. Zaten biraz da bu nedenlerle Nâzım onu Paris’e, Milano’ya, Floransa’ya, Roma’ya filan götürüyor. Ama aşkın da dili yoktur, biliyorsunuz.

FP :
Doğru doğru , ama gönlüm isterdi ki Nâzım bir süre daha yaşasın. Ama olmadı işte.

MŞG : Kasım 1962’de Nâzım Hikmet yine Vera ile önce Milano ve Floransa’ya ve Roma’ya gidiyor, müzeleri dolaşıyorlar, mutlaka iyi mağazaları da ve sonra Paris’e geliyorlar. Nâzım, Vera, Abidin, Güzin, Jean Marcenac, Charles Dobzynski ve daha birçok yoldaşıyla yılbaşı gecesini Paris’te Doktor Hershel ve iki dirhem bir çekirdek eşi Dora’nın evinde geçiriyor. 4 Ocak 1963’te, eşiyle Moskova’ya dönüyor Nâzım. Bu gelişinde görüştünüz mü ?

FP :
Hayır görüşemedik. Zaten bu son evimizde oturuyorduk Ve o yılllarda asansörümüz de henüz yoktu. Nâzım’ın bu kadar kat çıkması mümkün değildi. Ve yine tahmin edeceğin gibi Güzin ve Abidin tarafından Nâzım’ın etrafında sıkı ve yüksek bir duvar örülmüştü. Onu aşmak zordu, ve doğrusunu istersen Nâzım Hikmet için bile olsa onlarla ugraşmak istemedim. Bıkmıştım bu tür duvarlardan çünkü.

MŞG : O yıllardaki Abidin ve Nâzım’ı kıyaslayabilir misiniz ?

FP :
Tabii. Bana göre, Abidin tam bir « kapalı kutuydu ». Öyle ne yaptığını , nereye gittiğini, nereden geldiğini anlatan biri değildi ve öyle biri hiç olmadı. Sen de biliyorsun, ilişkilerini kompartımanlara ayırır ve birindekinin diğerlerindekilerle ilişkisinin olmaması için özel bir gayret gösterirdi. Bu konuda Güzin de ona fevkalede yardım ederdi. Biliyorsun işte. Evine gittiğinde başka biriyle karşılaşman mümkün değildi, asla mümkün değildi. Ben mesela bir tek Fransız arkadaşını bile tanımam...

MŞG : Biz ama Abidin’lerde karşılaştık. Ajandama not etmişim. 1984’te. Çok iyi anımsıyorum : Ancak beş dakika ve ayakta konuşabildik. Çok iyi anımsıyorum hatta siz bana « Bize de bekleriz » deyip teleofon numaranızı ve adresinizi vermiştiniz. Ama doğrusunu isterseniz tamamen haklısınız, Abidin genel olarak aynı gün iki ayrı kişiye randevu vermezdi. Haydi diyelim çok ivedi bir iş çıktı veya önüne geçilemez bir zorunluluk sonucu iki ayrı kişiye aynı gün, aynı öğleden sonra randevu verdi diyelim, ne yapar ne eder diğeri gelmeden birinciyi yolcu etmek isterdi. Bu konuda da elbette en önemlli görev Güzin’e düşerdi. O zamana kadar bürosunda çalışan veya güya bir şeyler yapan Güzin birden çıkagelir, salondaki alçak koltuğa oturur ve gitmesi gereken « misafirin » gözlerinin içine gözlerini dikerdi. (...) Bunlar ne birini ne öbürünü sevmemize engel olmadı ama böyle bir mesele de vardı ve birçok insanı küstürmesi yüzünden çok ta iyi olmadı. Özellikle Abidin açısından. Ama o gün siz ayrılmakta biraz geçikince karşılaşmıştık. Çok ta iyi olmuştu. Daha sonra da birkaç başka yerde karşılaştık. Ve sizi tanımak olanağı buldum.

Nerimen Petek :
İnsanların bu şekilde karşılaşıp tanışmalarını istemezlerdi, istemezlerdi..

FP : Evet evet işte bir « filtration » [« filtreleme »] yapıyorlardı. Ve dahası Abidin’in ajandasını Güzin tutuyordu. Abidin’e « Gülüm gel şurada buluşalım » dersin o kalkar « Dur Gügüş’e sorayım » derdi. Güzin’e sorunca da Güzin kompartıman teorisi ve uygulaması icabı gereken « filtration »u yapardı. Ama Abidin’i yine de çok severdim. Bence Abidin ressam, yazar, sanatcı, tek sözçükle gerçek bir « artiste complet »ydi.

MŞG : Ben de aynı kanıdayım. Abidin aynı zamanda mücadele adamıydı. Sizin bu konudaki değerlendirmeniz nedir ?

FP :
Şimdi Nâzım’la Abidin’i kıyaslayınca, Nâzım daha saf, inanmış bir adam, Abidin daha entellektüel bir adam. Eminim ki Abidin de inanmış bir adamdı. Ama Nâzım’a göre biraz daha entellektüel bir tarafı vardı. Abidin hakında bir sürü uyduruk şeyler de çıkardıar. Ben bunların hiçbirine zerre kadar inanmadım. Benim için her zaman çok kıymetli bir insan olarak kaldı.

MŞG : Bu kadar mı ?

FP :
Bu kadar.

---------------------

Prof. Dr. M. ŞEHMUS GÜZEL’den Yeni Bir Kitap: FAHRİ PETEK : BİR HAYAT ÜÇ CAN :
http://ortaklikicin.blogspot.com/2009/04/prof-dr-m-sehmus-guzelden-yeni-bir.html

Umuda dair...


Murat Çakır
cakir@rosalux.de

Gelenektendir, her yıl sonunda afilli cümlelerle yeni yıllarını kutlarız yakınlarımızın, dostlarımızın. Halbuki bilmez miyiz ki, salt dilemek ve umut etmekle o barış, sağlık, aydınlık ve mutluluk dolu günler gelmeyecektir – uğruna mücadele etmedikçe, bedelini ödemeyi göze almadıkça?

Ama gene de yazarız birbirimize: Sersale we piroz be... / Yeni yılınız kutlu olsun... diye.
Kendimize karşı dürüst olursak eğer:

Dünya çapında 1 milyar insanın açlık sınırı altında yaşamaya ve her 6 saniyede bir çocuğun açlık, hastalık veya savaş nedeniyle ölmeye devam edeceği;
Afganistan’da, Pakistan’da, Irak’ta veya Afrika’nın herhangi bir ülkesinde orduların emperyalist çıkarların »korunması« uğruna savaşları, işgalleri ve ölümleri sürdürecekleri;
Zenginliklerini, refahlarını ve görece özgürlüklerini »yeryüzünün lânetlilerinin« sefaleti ve sömürülmeleri üzerine kurulduğunu bile bile, kapitalist merkezlerdeki çoğunluğun sırf o imtiyazlı konumlarını kaybetmemek için kendilerini refah şövenizminin ve ırkçılığın girdabına kaptırmaktan geri kalmayacağı;
Tek tipçi, inkârcı, baskıcı, kin ve nefret körükleyici milliyetçiliğin o vebalı nefesinin halkları esir almaya, dayanışma ve eşitlik, hakkaniyet ve özgürlük gibi tüm insanî değerleri yok etmek için insanı zehirlemeye devam edeceği bir yeni yılın nesini kutlamalıyız diye sormamız gerekmez mi?
Böyle yazıyorum diye umutsuzluğa kapıldığımı düşünmeyin sakın. Tam aksine: her zamankinden fazla ümitliyim. Özgürlüğün anahtarı olarak gördüğüm Demokratik Özerkliğin tartışıldığı şu günlerde, ezilenlerin ve emekçilerin bir safta birleşmeleri için uğraş verenleri, mücadele edenleri gördükçe umutlarım çoğalıyor doğrusu. Yeni bir dünya yaratmak için, hep en zayıfın perspektifinden hareket eden, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya, eşitlerin özgür ve gönüllü birlikteliğini yaratma uğruna her türlü bedeli ödemekten çekinmeyen tek bir insan dahi kalsa umudumu yitirmem.

Zamanı gelen düşüncenin önüne set çekilemez, »umuda kurşun işlemez« çünkü.
Bunun için kutlamamız gerekenin salt yeni bir yıl değil, mücadeleyi yükselteceğimiz, kurtuluşumuz için birlikte yürüyeceğimiz yeni günlerdir diye düşünürüm. Dünyanın neresinde olursak olalım, tek tek her bireyin özgürlüğü ve kurtuluşunun, genelin özgürlüğü ve kurtuluşu için önkoşul olacağı; vatanımız yeryüzü, milletimiz insanlık diyebileceğimiz; kadının esaretine son vererek insanlığı esaretten kurtaracağımız; herkese ihtiyacı kadar, herkesten yeteneği kadar ilkesine yaşam vereceğimiz; kâr mantığının değil, insanı ve doğayı korumanın merkezinde olduğu paylaşımcı, katılımcı ve planlı bir iktisatı küresel çapta gerçekleştireceğimiz; bireylerin ve halkların biçimlenmesine doğrudan katılacakları demokratik, eşit, barışçıl ve özgürlükçü bir geleceği kurmak için birlikte yürüyeceğimiz yeni günleri kutlamalıyız.

Kırıntılarla yetinmeyip, bütün dünyayı isteyenleri; »dünyanın ezilenleri ve işçileri birleşiniz!« şiarını kendine dert edinenleri; »zincilerinden başka« kaybedecek hiç bir şeyi olmayanları; sevmeyi, »ipin, kurşunun rağmına kusursuz bir felsefe olarak« görenleri; özgürlük ateşiyle yanıp kavrulan tüm halkları; umudumuzu yeşerten dağları ve ovaları, fabrika ve üniversiteleri, köy ve kentleri, hücrelerinde direnenleri, beyni ve kalemini halka adayanları, yitirdiklerimizi ve birlikte yürüyeceğimiz yeni günleri Nazım Hikmet’in güzel dizeleriyle selamlıyorum:

Yürümek; / yürümeyenleri / arkanda boş sokaklar gibi bırakarak, / havaları boydan boya yarıp ikiye / bir mavzer gözü gibi / karanlığın gözüne bakarak / yürümek!..

Yürümek; / dost omuzbaşlarını / omuzlarının yanında duyup, / kelleni orta yere / yüreğini yumruklarının içine koyup / yürümek!..

Yürümek; / yolunda pusuya yattıklarını, / arkadan çelme attıklarını / bilerek / yürümek...
Yürümek; / Yürekten / Gülerekten / yürümek...

Ne varsa umuda dair, omuz omuza birlikte yürüyeceğimiz yeni günlerdedir. Selam olsun sizlere, selam olsun yeni günlere! Dostlukla, sağlıcakla kalınız.