1 Nisan 2011 Cuma

Libya’ya emperyalist saldırı: Garp cephesinde yeni bir şey yok...


Fikret Başkaya

“Bir gün iki haydut [Pekin’deki] Yazlık Saray’a girdi. Biri yağmaladı, diğeri ateşe verdi. İki muzafferden biri cebini, diğeri sandığını doldurup ellerini sallayarak, güle oynaya Avrupa’ya döndü. İşte iki haydutun hikayesi böyleydi. Biz, Avrupalılar uygarız ve bize göre Çinliler barbardır. İşte uygarlığın barbarlığa yaptığı bu. Tarih önünde bu iki hayduttan birinin adı Fransa, diğerinin adı da İngiltere’dir”.

Victor Hugo [Yüzbaşı Butler’e mektup]

Victor Hugo yukarıdaki satırları 1860 yılında İmparator Xianfeng’in rezidansının İngiliz ve Fransız askerleri tarafından ele geçirilmesi üzerine yazmıştı. Acaba bu gün Libya’da olup-bitenlere dair de bir şeyler yazsaydı, meramını nasıl anlatırdı dersiniz? Mesela şöyle yazar mıydı: “Başını ABD’nin çektiği bir emperyalist çetesi Libya’yı ‘adam etmekte’ kararlı...” Avrupalıların yeryüzünün efendisi oluşunun tarihi Kristof Kolomb’un [1492] macerasıyla başladı. Amerika kıtasına ayak basan ilk konkistatörler, kıta halkına cennet vâdettiler. Bunun için Hıristiyan olmaları yetiyordu. Slogan da az-çok şöyleydi: Hıristiyan ol ruhun cennete gitsin... Avrupalı ‘Fatihler’ Amerika kıtasına ayak bastıklarında, Kuzeyden güneye Amerika kıtasının nüfusu 80 milyondu. XVI. yüzyılın ortalarında, yaklaşık 60 yıl sonra kıtanın nüfusu 10 milyona inmişti... Aslında bu Avrupalı fetihçilerin [Konkistatörlerin] sözlerinde durduklarını gösteriyor... Öylesine hızlı ve ‘etkili’ bir jenosit uyguladılar ki, yaklaşık yarım yüzyılda 70 milyon insanın ruhunu Hıristiyan cennetine göndermeyi başardılar. Sonra sıra Afrika kıtasına gelecekti. İkinci jenosit Afrikalı siyahlara uygun görüldü ve köleleştirme ve köle ticareti sonucu koskoca kıtanın dokusu yırtıltı... Sanayi devriminden sonra sıra Avrupa dışı dünyaya uygarlık götürmeye gelmişti ve buna uygarlaştırıcı misyon deniyordu... Beyaz Adam kendini dünyayı uygarlaştırmaya memur edilmiş sayıyordu ve bir süre ‘uygarlaştırdılar...’ İkinci emperyalistler arası savaştan sonra sıra kalkındırmaya gelmişti ve otuz-kırk yıl kadar da kalkındırdılar... Son otuz yıldır da küreselleştiriyorlar ama bu arada başka hayırlı işler yapmaktan da geri kalmıyorlar. İnsan hakları götürüyorlar, demokrasi götürüyorlar, barış götürüyorlar, ‘sivilleri koruyorlar’, tabii bunlara uygarlığı terörizm belasından kurtarmak da dahil... İnsanî misyonlar birbirini izliyor ve “insânî yardım” götürmek için de “insânî müdahale ” [savaş olarak okuyunuz...] gerekiyor... Elbette uygarlık timsâli Batılılara da yakışan odur...

Velhasıl Garp cepnesinde yeni bir şey yok! Batı’nın zenginliği, dünyanın geri kalanının boyunduruk altına alınmasının, köleciliğin, yağma ve talanın, jenositlerin, katliamların, bazı uygarlıkların tarihten silinmesinin, sömürgeciliğin ve emperyalizmin sonucuydu ama Batılılar bunu hiç bir zaman kabul etmediler. Tam tersine, kendilerini hep ‘büyük insanlık’ karşısında alacaklı saydılar. Oradaki mantık da kabaca şöyleydi: Avrupalı, “öteki halklara” manevî şeyler veriyor, onları medeniyete sokuyor, kendi medeniyetinin ürünlerine onları ortak ediyordu... Oysa, karşılığında aldığı şeyler, sömürge ve yarı-sömürgelerden gelen maddi şeylerdi ve hiç bir zaman kendi sunduğu manevî şeylerin karşılığı olamazdı... Aslında bu, egemenlik ilişkisinin değişmez kuralıdır. Egemen olan, manevî zenginliğin taşıyıcısı ve sahibi olduğuna inanır... Ve karşılığında “önemsiz” maddi şeylere hakkı olduğunu düşünür...

Emperyalist Batı, şimdilerde Güney denilen Asya’nın, Afrika’nın, Latin Amerika’nın doğal kaynaklarını yağmalamadan mevcut ayrıcalıklı konumunu devam ettiremez. Yaklaşık son iki on yıldaki emperyalist saldırının sıklaşmasının ve yoğunluğunun artmasının asıl nedeni bu... Batı’nın, şu anki üretim ve tüketim hovardalığını ve çılgınlığını devam ettirebilmesi için, değirmenin suyunun kesilmemesi, suyun akmaya devam etmesi gerekiyor ve değirmenin suyunun nereden geldiği mâlûm... Aksi halde TC’nin de bulaştığı emperyalistler koalisyonunun Libya’ya saldırısını anlamak ve açıklamak zorlaşırdı... Irak’a, Afganistan’a, Somali’ye, vb. peşi sıra yapılan önceki saldırılar, kollektif emperyalizmin [ABD, AB ve Japonya] yeryüzünün doğal ve beşeri kaynaklarını sömürme, yağmalama ve talan etme gereğinin bir sonucu olarak gündeme geldi... Velhasıl Batı, yeryüzünün lânetlilerinin yaşadığı bölgelerdeki, doğal kaynaklara, yeraltı ve yerüstü zenginliğine [petrol, doğal gaz, stratejik madenlere: kobalt, uranyum, krom, menganez, platin, vb.], biyolojik zenginliğe el koymadan mevcut emperyalist status quo’yu sürdüremez. Bunun için söz konusu kaynakların asıl sahipleri olan halklar tarafından kullanılmasını engellemek gerekiyor. Bu amaç için de emperyalist yalanlar üretiliyor. Yalan medya tarafından üretilip, hızla yayılıyor, ve yalanın yarattığı durumdan uluslararası toplum denilen ‘rahatsız’ oluyor, ‘Dördüncü kuvvet’ de denilen medya işini tamamlayınca, sıra Birleşmiş Milletler’in devreye girmesine geliyor ve NATO’lu veya NATO’suz bir saldırı başlatılıyor, üstelik saldırılara şiirsellikle yüklü adlar da bulunuyor... Bu da tabii ‘uygar Batılılara’ yakışan bir şeydir...

Bu vesileyle bazı şeylere açıklık getirmek önemlidir: 1. Birleşmiş Milletler Örgütü, birleşmiş milletlerin değil, devletlerin örgütüdür, netice itibariyle halkların örgütü değildir. Bütün devletlerin de değil, bazı devletlerin [ABD, İngiltere, Fransa başta olmak üzere] emperyalist ülkelerin çıkarlarının bekçiliğini yapan bir örgüttür. Asıl misyonunu gizlemek için de insâni bir dil ve retorik kullanmaktadır, güya insânî misyonlar üstlenmektedir, dünya barışının güvencesidir, vb.... İlk [Irak] Körfez Savaşı BM onayıyla gerçekleşti ve 11 yıllık amborgo sonucu 1 milyon çocuk öldü... Bu örgütün araçlaştırdığı “insânî söylemler” sadece ahmakları aldatmak içindir... O halde doğrusu nedir denecektir? Doğrusu kapitalizmin var olduğu bir dünyada, emperyalizm kaçınılmazdır, emperyalizmin olduğu yerde de savaş kaçınılmazdır, velhasıl emperyalizm savaşsız, hegemonya da düşmansız yapamaz, düşman ‘yaratmanın’ yolu da şeytanlaştırmaktan geçiyor ve bu işi de yalan makinası medya yapıyor...; 2. Şu Uluslararası toplum denilen de Başta ABD olmak üzere Batı Avrupa’nın büyük ve küçük emperyalist ülkeleri, Japonya, Kanada ve Avusturalya’dan ibarettir. Velhasıl bıktırıcı bir şekilde sözü edilen uluslararası topluma Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin halkları dahil değildir... Bu yüzden neden söz ettiğini bilmek önemlidir; 3. NATO, emperyalist bir askerî saldırı paktıdır. Misyonu ve varlık nedeni her zaman ve her koşulda emperyalist tekellerin, devasa oligopollerin kârını güvence altına almak, kapitalizmin bekçiliğini yapmaktır. Barışın değil, savaşın hizmetindedir. NATO sadece Sovyet sistemine karşı kurulmuş bir askerî pakt değildi. Aksi halde Sovyet sisteminin çökmesinden sonra lağvedilmesi gerekirdi. NATO, kapitalizmin reel ve potansiyel “düşmanlarına” karşıdır, dolayısıyla Batılıların sosyalizm düşmanlığı ve Üçüncü Dünya [Güney] düşmanlığı bir ve aynı şeydir. Aksi halde NATO’nun Afganistan’dan, Libya’ya ne işi var denecektir? Başlarda NATO, Batı Avrupa ülkelerinde işçi sınıfının muhtemel bir kalkışmasını ezmek üzere peydahlanmıştı.

Eğer hafıza-ı beşer nisyan ile mâlûl olmasaydı...

Libya’ya emperyalist saldırının gerekçesi sivilleri korumakmış!.. ABD Irak’ı oraya demokrasi ve özgürlük getirmek, Irak halkını Saddam’dan kurtarmak için işgal etti ve operasyon 2 milyon sivilin ölümüyle sonuçlandı... Sanırsınız ki, emperyalist efendilerin hâlisâne insânî kaygıları var... O zaman Birleşmiş Milletlerin ivedilik ve öncelikle Bahreyn ve Yemen için bir karar çıkartmsası gerekmez miydi? Zira orada her şey apaçık ortada olduğuna göre... Bırakın karar çıkartmasını Amerikan uşağı Suudiler, hakları ve özgürlükleri için ayaklanan halkı katletmek için ABD onayı ve himayesinde Bahreyn’e asker ve askerî malzeme sevkediyor. Bu durum Birleşmiş Milletler şartına göre derhal müdahaleyi gerektirmiyor mu? Zira, Birleşmiş Milletler şartı, dış müdahale söz konusu olduğunda, bunu dünya barışına bir tehdit sayıyor ve müdahaleye cevaz veriyor. Lâkin bu koşul Libya için oluşmuş değil. Libya petrol zengini bir ülke olmasaydı siviller sorun edilecek miydi? 1856 yılında Emperyalist İngiltere ve Fransa, Osmanlı İmparator’luğuna saldırdıklarında gerekçe ‘Hıristiyan azınlıkları korumaktı’... Asıl amacın neyi korumak olduğu ilerleyen dönemde anlaşılmadı mı?

Saldırı için önce bir medya yalanı üretiliyor, insanlar yalana inandırılıyor ve arkasından emperyalist saldırı geliyor. ABD’nin yüz yıllık tarihi, medya yalanları üzerine çıkarılmış savaşların tarihidir. Irak için üretilen yalanlar 1898’deki ABD-İspanya Savaşı’ndakinin bir tekrarıydı. 15 Şubat 1898'de Amerikan zırhlı savaş gemisi Maine, Havana Körfezinde infilak ederek batmıştı ve inflak sonucu 260 asker ölmüştü. Amerikalılar geminin gövdesine İspanyollar tarafından mayın yerleştirildiğini ileri sürerek, bunu bir savaş gerekçesi yapmışlardı. Bu amaçla kamuoyu aldatılmış/kandırılmış, insanlar savaşa ikna edilmişti. Maine’in infilak sonucu batışıyla ilgili yalan sadece gazeteler tarafından büyütülmekle kalmadı, yalanı büyüten gazetelerin tirajı da yalanla birlikte büyüdü... Nitekim, New York Journal’in tirajı önce 30 binden 400 bine çıktı, arkasından da 1 milyon sınırına dayandı. Aradan 13 yıl geçtikten sonra [1911] geminin, makina odasındaki patlamadan kaynaklanan bir kaza sonucu infilak ettiği resmen kabul edildi... Önce bir yalan üretiliyor, yalanın ortaya çıkması ihtimaline karşı da acilen müdahale başlatılıyor. Afganistan’a saldırı öncesinde Taliban, eğer New York’taki Dünya Ticaret Merkezi suikastında Bin Ladin’in dahli olduğu kanıtlanırsa, uluslararası bir mahkemede yargılanma sözü verdikleri halde bombardımanlar hemen başlatıldı. Benzer bir durum Saddam Hüseyin için de geçerliydi. Saddam Hüseyin Birleşmiş Milletler denetçilerinin dönüşünü ve daha bir çok şeyi kabul etmişti ama bütün bunlar Bağdat’a ve öteki Irak kentlerine bomba yağmurunu engellemeye yetmedi. Kaddafi de ateş kes ilan edip, uluslararası gözlemciler gönderilmesini kabul ettiği halde, akıl almaz bir hızla ülkeye bomba yağmuru başlatıldı... Aynı şekilde arabulucuların girişimleri de reddedildi... Neden? Şu açık nedenle ki, asıl amaç başkaydı ve asıl amaç ekonomik/jeostratejik emperyalist çıkarlardı... Bölgenin denetimini elde tutmak, Siyonist rejimin güvenliğini sağlama almak, Siyonist rejime ‘dost’ olmayan rejimlerden [ İran, Suriye, Libya] kurtulmak ve işe en ‘kolay lokma’ olandan başlamak... Oralara Karzai türü kuklalar yerleştirmek...

Savaş çıkarmanın, Libya’ya saldırmanın emperyalizm için saymakla bitmez “yararları” var. Birincisi, Libya en önemli petrol ülkelerinden biri. Son tahminler Libya’nın petrol rezervinin 60 milyar varil, doğal gaz rezervinin de 1500 milyar metre küp olduğunu gösteriyor. Libya dünya rezervlerinin %3,5’una sahip ama Orta Doğu ve Orta Asya bölgesi dünya rezervlerinin %60’na sahip.. Savaş petrol devleri, silah tekelleri, inşaat firmaları için tam bir ganimet demeye geliyor . Her savaşta yeni silahlar deneniyor, her savaşta savaş baronlarının kârı büyüyor, silahlanma yarışı tırmanıyor, büyük inşaat firmaları aç kurtlar gibi savaş çıkmasını bekliyor... Onlar için savaş demek yıkılanın yeniden inşası, yani kâr demek... Petrolün çokuluslu petrol devleri için nasıl kârlı bir şey olduğunu görmek için basit bir hesap yeterlidir. Libya’da bir varil petrol üretmenin maliyeti sadece 1 dolar ve şimdilerde petrolün varili dünya piyasalarında 100 doların üstünde satılıyor... Petrolün özelleştirildiği durumda bunun nasıl astronomik bir kâr oranı demeye geldiği açık değil mi? Elbette Ayaklanma öncesinde de petrol tekelleri Libya petrolüne el koymuş durumdaydı. Fransız Total, İtalyan ENI, İngiliz British Petroeum [BP], China National Petroleum [CNPC], bir İspanyol konsorsiyumu olan RESPOL, Amerikan ExxonMobil, Occidental Petroleum, Hesss ve Conoco Phillips... Ayaklanma, durumu belirsiz ve istikrarsız hale getirdi ki, her biri diğeri aleyhine payını güvence altına alma ve artırma peşinde... Kaldı ki, ABD Kuzey Afrika’daki Çin varlığından da rahatsız. Aynı şekilde başta Fransa olmak üzere bölgedeki İtalyan ve İspanyol nüfuzunu da etkisizleştirme hesabı var. Gözden kaçan bir şey de Libya petrolü büyük petrol tekellerinin yağmasına açılsa da, Libya Ulusal Petrol Şirketi [ CPN] dünya sıralamasında 20’inci ki, bu şirketin özelleştirilmesinin nasıl iştah kabartıcı olduğunu da unutmamak gerekir...

Önümüzdeki dönem emperyalizmle yeni bir kapışma dönemi olacak. Emperyalizm saldırmaya mecbur, zira başka türlü yapamaz. Üç kıtanın doğal kaynakları üzerinde denetim kurmadan varlığını sürdürebilmesi mümkün değil. Ve Üçüncü Dünya halklarının, ezilen-sömürülen halkların buna izin vermesi, saldırılar karşısında sessiz ve tepkisiz kalması da mümkün değil.. Şimdilerde XX yüzyılın ilk on yılları ve sonrasına benzer bir döneme giriliyor. Bu sefer radikal bir anti-emperyalizmi, radikal bir anti-kapitalizmi ve kavramın jenerik anlamında üniversalist/komünist perspektifi, eşitlikçi, özgürlükçü, paylaşımcı, bölüşümcü, dayanışmacı, çevre duyarlılığı yüksek yeni bir kültürü içselleştirmiş halk hareketlerinin, politik hareketlerin, olayların seyrini sürekli ve kalıcı olarak değiştirmesi mümkündür. Emperyalist hesapları ve planları boşa çıkarmak, saldırının muhatabı olan kitlelerin iradesi dahilindedir ve ellerinin armut toplamadığını göstermeleri de imkânsız değildir... Son bir şey daha, Libya’ya emperyalist saldırı, Tunus ve Mısır halklarının yaktığı ateşi söndüremeyecek...

Nükleer santrallere dair gerçeği söylemek...


Fikret Başkaya

Joponya’da deprem ve tusinaminin tetiklediği nükleer kaza, nükleer enerji sorununu tartışma gündemine getirse de, tartışmanın uygun bir zeminde yürütüldüğünü söylemek mümkün değil. Elbette böyle bir durumun altmışaltı yıldır Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombasının feci sonuçlarını hâlâ yaşamaya devam eden Japonya’da ortaya çıkması da üzerinde düşünmeyi gerektiriyor. Atom bombasından muzdarip Japonya, atom santrallerine mecbur muydu? Başka seçenek yok muydu? Deprem ve tusinami felâketti ama nükleer reaktörlerdeki patlama felâket değil, bir insan hatasıydı ve asıl hata da nükleer santrallerin kurulmasıydı... Her zaman olduğu gibi yetkililer ve medya durumun vehametini gizlemek için ne gerekiyorsa yaptılar, yapıyorlar. Her zaman olduğu gibi gerçek, Japon halkından ve dünya kamuoyundan saklandı. Aksi halde dünya borsalarında büyük bir panik yaşanabilir, ‘ileri teknoloji saplantısı’ dolayısıyla kapitalizm tartışma gündemine gelebilir, küresel oligarşinin durumunu sarsacak ‘sevimsiz bir durum’ ortaya çıkabilirdi... Dünya Sağlık Örgütü’ de [WHO], misyonuna uygun davrandı, gerçeği söylemek yerine ‘rahatlatıcı’ açıklamalar yapmayı tercih etti: “ Eldeki veriler göz önüne alındığında, Japonya’da radyoaktivite düzeyinin kamu sağlığı için önemli bir risk oluşturmadığını” söyledi. Daha geçen yıl aynı Dünya Sağlık Örgütü ‘Domuz Gribi’nin [Influenza- H1,N1] insanlık için büyük bir felâket olduğunu ilân etmemiş miydi? Elbette ilân ederdi çünkü çokuluslu ilaç firmalarının çıkarı öyle bir açıklamayı gerektiriyordu...

Japonyadaki nükleer kazanın tam da Türkiye’de Akkuyu ve Sinop’a nükleer santral kurulması için son hazırlıkların yapıldığı günlere rastlaması da tuhaf ama yine de iyi bir tesadüf olabilirdi. Lâkin durumun pek de öyle olmadığı anlaşılıyor. Hükümet cephesi nükleer santrallerin gerekliliği ve yararı konusunda kendinden son derecede emin ve kararlı. Japonya’da, Rusya’da, ABD’de ve başka yerlerde ortaya çıkan ve sayıları yüzlerle ifade edilen ‘kazaların’ ilerleme, kalkınma, ‘muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak için” ödenmesi gereken bedel olduğunu” söylüyorlar. Muhalefet cephesinin [CHP] de ilke olarak nükleer santrallere bir itirazı yok. Kimbilir, her halde nükleer santrallleri ‘ilericiliğin’, ‘çağdaşlığın’ sembolü olarak görüyorlardır. Kılıçtaroğlu’nun itirazı usul hatası yapıldığına ilişkin. Reaktör kurma işinin ihale açılmadan Ruslara verilmesinden rahatsız... Uzmanlar cephesine gelince, konunun uzmanlarını üçe ayırmak mümkündür: Zihinleri ileri teknoloji fetişizmi ve saplantısı tarafından kolonize edilmiş, teknik bilimin her sorunun üstesinden geleceğine inancı tam olan ‘samimi bilim ve teknik severler’, bunlar samimiyetle nükeer santrallerin gerekli, yararlı ve hayırlı olduğuna inanıyorlar; İkinci gruba dahil olanlar hem ileri teknoloji hayranı olup hem de nükleer lobilerlerden nemâlanan profesörler, doçentler, uzmanlar; Üçüncü bir grup da [ki küçük bir azınlıktır] nükleer santrallerin kurulmasına ilke düzeyinde karşı çıkıyorlar. Üçüncü grubun sesini duyurması çok zor. Zira, nükleer santralllerin ileri teknolojinin [ high–tech diyorlar] timsâli sayıldığı koşullarda, nükleere karşı çıkmak öncelikle gericilikle, teknoloji ve bilim düşmanlığıyla suçlanmayı göze almayı gerektiriyor. Dahası, nükleerin gerisinde oligarşik çıkarlar söz konusu... Üçüncü gruba dahil olanların sesini duyurması zor ama faturanın öncelikle kendilerine çıkması kesin olan yöre halkı ve bir bütün olarak halk çoğunluğu pekâlâ sesini duyurabilir ve duyurmalıdır. Zira sorun uzmanlara, oligarşik çıkarların bir parçası ve aracı durumundaki politikacılara bırakılmayacak kadar önemlidir...

O halde sorun nedir, soru nasıl sorulmalı, nasıl ele alınmalı, velhasıl nasıl bir zemin üzerinde tartışılmalıdır? Başka türlü ifade edersek, nükleere dair gerçek nedir? Neden kirliliği, kirleticiliği, yaşamı yok etme istidadı ve potansiyeli, yıkıcılığı, yok ediciliği, maktıksızlığı, gereksizliği tartışmasız bir kesinlik olan nükleer santraller enerji sorununu çözmenin ‘vageçilmez’ aracı olarak sunulabiliyor? Geçtiğimiz yüzyılda ‘ilerleme’, ‘modernleşme’, ‘kalkınma’ adına ölenlerin sayısının, tüm yıkıcı savaşlarda, katliamlarda, jenositlerde ölenlerden daha çok olduğu biliniyor mu? Ne kadar biliniyor ve neden sorun edilmiyor? Eğer nükleer enerjiyi gerektiği gibi tartışıp/anlamak gibi samimi bir niyet taşıyorsanız, önce şu teknoloji meselesine dair bilinç açıklığına ulaşmanız, kapitalizm koşullarında üretilen ‘ileri teknoloji’ hârikalarının neden, ne amaçla, nasıl üretilip, dayatıldığını, öncelikle neyin hizmetinde olduğuna dair bilinç açıklığına ulaşmanız gerekecektir. Kapitalizm koşullarında üretilen teknoloji, insanlar daha kolay üretsinler, rahat etsinler, rahat yaşasınlar diye peydahlanmıyor. Kapitalistler daha çok kâr etsinler diye devreye sokuluyor. Eğer öyleyse ve asıl amaç kapitalistin kârını büyütmekse, başkaca hiç bir kaygı söz konusu değilse, her türlü etik kaygıya yabancılaşmış bir kör gidiş söz konusuysa, oradaki ileri teknolojinin geniş emekçi kitlelerin çıkarlarıyla uyuşması mümkün müdür? Yegane amacı kâr ve her seferinde daha çok kâr olan kapitalist üretimin, doğanın kendini yenilemesi gereğiyle uyumlu olması, doğal çevreye zarar vermeden yol alması mümkün müdür? Kapitalizm ve ekoloji antinomik [zıt anlamlı] iki kavram değil midir? Eğer kapitalizmin insana, topluma ve doğaya zarar vermeden yol alması mümkün değilse, onun ürettiği teknolojinin yüceltilmesi ne anlama geliyor. Böyle bir dünyada teknolojinin ‘tarafsızlığı’ söyleminin reel bir karşılığı olabilir mi?

Teknolojik ilerlemenin, her teknik buluşun ve teknolojinin her çeşidinin mutlaka insanlığın hayrına, toplum çoğunluğunun yararına olduğu düşüncesinden ve saplantısından da kurtulmak gerekiyor. Nitekim her tarihsel dönemde belirli bir enerji teknolojisi geçerli oluyor ama söz konusu teknolojinin toplumun tamamı için gerekli ve yararlı olduğunu söylemek mümkün değildir. Kapitalizm koşullarında geçerli enerji teknolojileri, toplum için ‘en uygun’ teknolojiler olmak yerine, egemen sınıfların çıkarıyla ‘ en uyumlu’ teknolojiler olduğunu söylemek mümkündür. Orta Çağda bile su değirmenlerini kontrol altına alan soylular, serflerin rüzgârdan yararlanmalarına ve yel değirmenleri kurmalarına şiddetle karşı çıkıyorlardı... Kullanılan enerjinin egemen olan sınıfların çıkarı açısından en avantajlı olma durumu da, ekseri tekli enerji politikasının geçerli olması yönünde bir eğilim ortaya çıkarıyor. Kömürün enerji kaynağı olarak kullanılmaya başlamasıyla, su ve rüzgardan yararlanma ortadan kalktı, petrol de nerdeyse kömürü unutturmak üzere... Velhasıl fosil yakıtlar [ kömür, petrol, doğal gaz] hakim enerji durumuna geldi. Nükleer enerjiye gelince, bu enerji türürün bırakın toplum çoğunluğunun ihtiyacına cevap veren bir enerji türü olmasını, acilen insanlığın gündeminden çıkarılması gerekiyor. Bizimki gibi, emperyalist dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerde geçerli enerji politikaları, ülkenin imkân ve ihtiyaçlarından bağımsız olarak, kapitalist sömürü ve şartlardırmanın, bağımlılığının sonucu olan, dışarıdan ‘uyarılan’, dışarıyı taklit etmeye dayalı enerjilerdir. Türkiye’de zaman zaman daha çok gündeme gelmekle birlikte, yaklaşık yarım yüzyıldır nükleer [atom] santraller kurma niyeti gündemden düşmüyor... Oysa asgari mantık ve muhakeme yeteneğine sahip birini bu enerji türünün gerekliliğine ve yararlılığına inardırmak, iknâ etmek mümkün değildir...

Bir kere nükleer enerji santralleri kurmak demek, dışa bağımlılığın zirvesi demektir, her şey [en azından başlarda personel de dahil olmak üzere] dışardan gelecektir. Fakat nükleer enerjiye karşı olmak için dışa bağımlılık, pahalılık, turizme, sebze ve meyve üretimine, vb. vereceği muhtemel zararları, deprem riskini, vb. ileri sürmek sorunun en önemli yanı değildir. Eğer Akkuyu ve Sinop’a nükleer santral kurulursa, nasıl bir kabusun ortaya çıkacağını düşünmek bile ürperticidir... Bunun anlamı Karadeniz ve Doğu Akdeniz de canlı yaşamın yok edilmesi olabilir. Bunun için Three Miles Island [ABD], Çernobil [Rusya] ve Fukuşima [Japonya] türü büyük kazaların ortaya çıkması da gerekmiyor. Bizzat santralin kurulması ve çalışmaya başlamasıyla insan ve canlı sağlığı, çevre tahribatı bakımındanda geri dönüşü olmayan bir yola girilmiş oluyor. Elbette kazalar da her an mümkün... Kazalar mümkün ama atom santrallerindeki kazalar, trafik kazalarına ‘Aygaz tüpü kazalarına’ pek benzemiyor... Zira sorun kaza ile bitmiyor. Asıl sorun kazadan sonra başlıyor zira, rodyoaktivitenin binlerce, onbinlerce yıl süren olumsuz etkileri söz konusu... Nitekim plütonyum- 239 çekirdeğinin yarı ömrünün 20 bin yıl olduğu, karbon- 14 çekirdeğinin yarı-ömrünün de 5 bin yıl olduğu ileri sürülüyor... Yıllar önce Greenpeace, Çernobil çevresindeki 900 kilometrelik alanda 10 bin kanser vakası tahmin ediyordu... Türkiye’de özellikle Karadeniz sahil şeridi olmak üzere Çernobilden kaynaklanan kanser vakaları hakkında ne biliyoruz? Neden bilmiyoruz? Gerçek neden toplumdan saklanıyor? Bu arada nükleer enerjinin sınırlı miktardaki doğal kaynağa dayalı bir enerji türü olduğunu da unutmamak gerekir... Nitekim, nükleer enerjinin hammaddesini oluşturan Uranyum ve Toryum dünyada bir kaç ülkede ve denizlerde sınırlı miktarda bulunuyor... Ne tarafından bakılırsa bakılsın, nükleer enerjinin savunulur bir yanı yoktur. Zaten nükleer enerji başlangıçta insânî kaygılarla da ortaya çıkmış değildi... Askerî amaçlar için, öldürmek ve yok etmek için gündeme gelmişti...

O halde sadede gelebiliriz... Nükleer muhipleri, nükleer santrallere ihtiyaç olduğunu çünkü Türkiye’nin enerji ihtiyacını fosil yakıt [petrol, doğal gaz, kömür] ve hidrolik santrallerle sağlanamayacağını ileri sürüyorlar. Birinci soru şu olabilir: Neden enerji ihtiyacı hızla artıyor? Enerji ihtiyacı hızla artıyor zira kapitalist üretim enerji yutucu tuhaf bir makine gibi işliyor. Sistem enerji ihtiyacını sürekli olarak artırıyor, artırmak zorunda. Kapitalizm [sermaye] sürekli büyümek zorunda, sermayenin her seferinde genişletilmiş ölçekte yeniden üretilme zorunluluğu var. Fakat kapitalizm koşullarında üretimle tüketim, üretimle ihtiyaçların karşılanması gereği arasındaki bağ kopmuş durumdadır. Üretimin ihtiyaçları karşılama gereğine yabancılaşması, tam bir israf tablosu ortaya çakırıyor. Bir sürü gereksiz, yanlış ve kimi zaman da zararlı şey üretiliyor.(1 ) Dolayısıyla kapitalizmden çıkılmadığı sürece, enerji de dahil her şeyin üretimi üssel bir şekilde artmak zorundadır. Oysa, doğanın kaynakları sınırlıdır. Eğer her üretim ve her tüketim doğadan bir şeyler alıp [eksiltip], doğaya bir şeyler atmaksa [kirletme], belirli bir eşik aşıldığında sürdürülemez bir durumunun ortaya çıkması kaçınılmazdır. Maalesef şimdilerde çoktan sürdürülemezlik sınırı aşılmış durumda ki, bu da artık insanlığın aklını başına alması, şu sınırsız üretim ve saçma tüketim sarmalından ve saplantısından çıkma zamanının geldiğini haber veriyor. Herkesin bir arabaya ihtiyacı olduğu için mi bunca araba üretiliyor? Bir arabanın üretilmesinin ve yürütülmesinin ne tür ekolojik, sosyal, insâni maliyeti olduğu biliniyor ve sorun ediliyor mu? 60 katlı gökdelenler inşa etmek, devasa alış-veriş merkezleri kurmak gerekli mi? 20 milyon nüfuslu bir kent demek, akıl almaz bir enerji israfı değil midir? Öyleyse sorun, nasıl bir enerji politikası gerekiyor sorusundan önce, nasıl bir toplumda yaşamak istiyoruz sorusunu sorup, gerektiği gibi tartışabilmekle ilgilidir... Hem içine sürüklendiğimiz anlamsız üretim/tüketim sarmalını sorun etmemek, hem de enerji sorununa çözüm arıyormuş gibi yapmak, sorunu yanlış bir zeminde ele almak, değilse savsaklamaktır. Bir büyük alış-veriş merkezi [mega-market kompleksi] bir günde kaç köyün ve kasabının bir yılda harcadığı kadar enerji harcıyor? Dişinizi elektrikli diş fırçasıyla fırçalamak, saçınızı elektrikli saç kurutma makinasıyla kurutmak, meyve sıkmak için elektirikli bir alet kullanmak neden gerekli olsun? Elektirik enerjisi kullanmadan kolaylıkla yapılabilen şeylerin bile elektrikli aletlerle yapılması ne menem bir aymazlıktır? Bu dünyada her şeyin bir bedeli, bir karşılığı vardır ve başka türlü olması da asla mümkün değildir... O halde yapılması gereken şey belli: Kapitalizmden çıkılacak ve egemen sınıfların, küresel oligarşinin ihtiyacı olan değil, toplumun gerçekten ihtiyacı olan şeylerin üretimini esas alan bir toplumsal düzen tercihi yapılacak. O zaman, nasıl daha çok enerji üretebiliriz sorusu değil de, en az enerji kullanarak, doğaya ve insana zarar vermeden nasıl üretebiliriz sorusu öncelikle sorulabilecektir...

Bu bağlamda bilinmesi gereken bir şey daha var: kalkınma diye bir şey yok... Kapitalizm geçerliyken ‘kalkınma’ olarak sunulan son tahlilde sermayenin büyümesidir ki, sermayenin büyümesinin orta ve uzun vadede kalkınma üretmesi asla mümkün değildir ama yıkım üretmesi kaçınılmazdır... Ne demek istediğimizi görmek için Marmara Denizine bakmak yeter... Bir doğa harikası olan bu güzelim deniz ‘kalkınma’, ‘büyüme’, ‘ilerleme’, ‘çadaşlaşma’... adına tam bir lağım çukuruna dönüştürülmedi mi? Bu gün Marmara Denizinde kaç balık türü yaşıyor? Marmara denizinde biyolojik çeşitlilikten geriya ne kaldı? Onca öğünülen Milli Gelir Artışı [GSYH], hangi petro kimya farkasının ürettikleri bir bardak temiz suyun karşılığı olabilir? Türkiye ‘kalkındıkça’, ‘muasır medeniyeti yakalama yolunda ilerledikçe’, kapitalistleşip, ‘muasır medeniyet’ denilenin bir parçası haline geldikçe, neye benzediği ortada değil mi? Ve ortaya çıkan bu sefil durum rahatsız edici değil mi?

Velhasıl, enerji sorununu çözmenin yolu, geçerli paradigmanın dışına çıkmayı gerektiriyor. Geçerli sefil paradigmadan çıkıldığında, bu günkünden çok daha az enerji kullanarak, insana ve doğaya olabildiğince az zarar vererek, üretmek, tüketmek ve insânî bir sosyal-doğal ortamda insanca yaşamak mümkün hale gelecektir. O zaman su, rüzgar, termal, vb. yumuşak ve yenilelenebilir enerji kaynaklarına öncelik veren, çevre kirlenmesine, çevre tahribatına, atmosferin ısınmasına, iklim krizine, vb. neden olan fosil yakıtları olabildiğince az kullanmak da mümkün hale gelecektir. Ve tabii nükleer enerji türü aymazlıklar da asla gündeme gelmeyecektir... Sorun, sorunlar çözümsüz değil. Eğer, bu gün olup-bitenler birilerinin verdiği kararların, uyguladıkları politikaların sonuçları ise, başka insanlar da neden başka türlü yapma iradesini ortaya koymasınlar?

O halde neoliberalizm fanatiği AKP hükümetinin Akkuyu ve Sinop’a nükleer santral kurma girişiminin boşa çıkarılması aciliyet arzediyor. Başkaban ve bakanları ağızlarını her açtıklarında ‘demokrasiden’ bahsediyorlar... Demokrasi sevdalısı bu şahsiyetler acaba hiç zahmet edip Akkuyululara, Sinoplulara nükleer santral hakkında ne düşündüklerini sormuşlar mıdır? Öyle bir şey akıllarından geçmiş midir? Elbette sorun sadece Mersinlileri, Sinopluları ilgilendirmiyor, hepimizi ilgilendiriyor. O halde Greenpeace’in, Yeşiller Partisi’nin, Mersin ve Sinop Nükleer Karşıtı Platformların yıllardır sürdürdüğü anti-nükleer mücadeleye katılmak vazgeçilmez bir yurttaşlık gereğidir. Son bir şey daha: Bir yere nükleer santral mi kurulması yoksa tiyatro binası mı yapılmasına bölge halkı değil de, ‘konunun uzmanları’, burunlarından kıl aldırmayan anlı-şanlı profesörler ve profesyonel politikacılar karar vermeye devam ettikçe, işler sarpa sarmaya devam edecektir...

------------------

1- Bu konuda: Yeni Paradigmayı Oluşturmak – Kapitalizmden Çıkmanın Gerekliliği ve Aciliyeti Üzerine Bir Deneme adlı kitabıma bakılabilir...

KÜRT AYDINLARININ DİKKATİNE!



Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

27 MAYIS ihtilalinini müteakıben Yassıada mahkemeleri başlamıştı. Ağrı mebusu Halis bey Adıyaman mebusu abim SIRRI TURANLI’ya diyor ki; ‘’ Eskiden bizim oralarda aşiret kavgaları olunca, yaşlı, hatırı sayılır biri araya girer barışı sağlardı . Şimdi böyle birisi çıkıpta İsmet paşa ile Celal Bayar’ın arasına girsede, bizde bu Yassı ada melanetinden kurtulsak’’. Öcalan’ın 40 Kürt aydınına yaptığı hakir beyanını ve aydınlarında birlikte yayınladıkları tebliği okuyunca , 80 yaşınını aşmış, bir bilim adamı olarak nacizane fikirlerimi duyurmak ihtiyacını hissettim.

Osmanlı devrinde doğudan çıkan bazı aşiret kavgalarına aile büyüğümüz, zamanın en büyük aşiretlerinden olan RİŞVAN aşireti reisi HACİ BEDİR AĞA müdahil olmuş ve kavgaları sonlandırmıştır. Bu vesile ile OSAMANLI MECLİSİ MEBUSAN’I Haci BEDİR AĞA’ya bir takdirname göndermişti. Bu doküman ağanın torunu Adana Ak parti mebusu DENGİR MİR MEHMET’FIRATin Ankara’daki ikametgahının duvarında yerini muhafaza etmektedir.

HACİ BEDİR AĞA’nın 1919 da tarihi bir müdahalesi ise Malatya’da gerçekleşmiş. Elazığ valisi Ali GALİP yanında İngiliz binbaşısı Mister Novil, Diyarbakır’lı Cemil paşa, ve Bedirhan aşiretinin temsilcileri ile Malatya’ya Haci BEDİR AĞA’nın yanına gelirler. Ellerinde padişah Vahdettin’in ATATÜRK’ü yakalama emri vardır. İngilizler Kürt temsilcilerine KÜRDİSTAN devleti kurulmasına yardımcı olacakları vaadinde bulunmuşlardır. Cemil paşa ve Bedirhanlar kavgaya tutuşurlar, kurulacak devlete kimin padişah olması hakkında. H.Bedir ağa Vahdettin’e kızgındır. Çünkü doğuda bazı Kürt aşiret reislerini hapsettirmiştir. Ayrıca bir mümin olarak İngilizlerinde sözüne inanmamaktadır. Kürt temsilcilerinin kavgasınada sinirlenir ve ‘’Daha fol yok yumurta yokken sizler aranızda kavga ediyorsunuz’’ der ve ‘’ İngilizlerinde maksadınında müslümanları birbirine kırdırmak olduğunu ‘’ söyler. Heyeti kendi askerlerinin nezaretinde Suriye istikametinde yola çıkarır. O sırada Ağa’nın askerleri RAFA dağında toplu beklemektedir. ( Mister Novil’in Rafa dağında çektiği fotoğraf İngiliz hariciyesi arşivinde mevcuttur. Benim son yayınlanan kitabımda (Serindi benim mavilerim .2009 .sayfa 206) bu fotoyu görebilirsiniz.). Böylece ATATÜRK’ÜN Erzurumdan Sivas’a salimen gelmesi mümkün olmuştur. Bu hadise Atatürk’ün NUTKU’nda Ali Galip hadisesi olarak geçer. Geçen sene Öcalan’da Atatürk’ün Sivas’a geçişini Dengir Fırat’ın dedesi mümkün kılmıştır diye bir beyanatta bulunmuştur. Haci Bedir ağa Urfa ve Antep’in Fransızlardan kurtuluşu harplerine 600 suvarisi ile katılmış ve Atatürk diğer Kürt aşiret reisleri gibi Ankaraya ilk BMM’ine çağırılmıştır.

Geçensene ‘’ Kürtlerin birlik olma (Solidaite) yoksunluğu ‘’ diye Ortakça-Danimarka internet gazetesinde 22.04.09 da bir makale yayınlamıştım. Değil Şeyh Sait, Koçgiri, Dersim isyanlarında , Osmanlı dönemindeki isyanlarda da Kürt aşiretleri birliktelik göstermemişlerdir. BARZANİ, TALABANİ ARASINDAKİ KAVGAYADA TSK müdahil olmuştu. Ne zaman ki akılları başlarına gelipte birlikte hareket edince TALABANİ cumhurbaşkanı, BARZANİ de federal Kürdistan kuruluşu başkanlığına getirilmiştir.

Kürt önderleri bir ara ŞAM’da biraraya gelmişlersede bir likltelik kuramamışlardır.

Geçensene 3 defa Tıbbi konferanslar için Diyarbakıra gittim. 250 ye yakın Kürt hekimi biraraya gelmişti ve tebliğler Kürtçe yapılmıştı. Böylece Kürtçenin ilmi bir lisan olduğu isbatlanmıştı.

Akşam yemekte Ahmet Türk, Aysel Tuğluk ve Belediye başkanı Osman Baydemirle meşveretimde onlara şu suali tevcih ettim. Bu günlerde Öcalan’ın sizleri hakir gören beyanatları oldu. Aranızda bir çatlak olduğundan mı yoksa, bazı mihrakların Kürt tarihinde sık görülen, aranıza fitne sokmasından mı? Üç muhatabımda fitne tahrikleri olduğunu teyit ettiler. Baydemir’in ‘’ herkes beni eleştiredbilir ‘’ diye nazik cevabı bana çok uygun geldi. Bu günlerde Öcalan’ın Kürt aydınlarına kırıcı, tehditkar beyanatları Kürt önderleri nin birlikteliğine halel getirmiştir. Kürt aydınları ve birçok sivil toplum örgütü silahlı mücadelenin Kürt sorunun çözümüne zarar vereceğini söylediler. Ben şahsen mücadelenin başındanberi silahlı değilde siyasetle yapılması taraftarı olmama rağmen Öcalan’ın bugünkü pozisyonunu anlamağa çalıştım. Bugün Türk aydınlarının silahlı kuvvetlerin silahlı mücadeleyi terk etmesine dair bir beyanatları olsa, vicdanı ret müracaatlarına karşı ‘’ askerleri vatani hizmetten soğutmağa yarayacağı kaygısı’’ ile mevcut kanunlar gereği mahkum edecekleri aşikar. Öcalan da PKK lı gençleri dağda tutmak için, motivasyonlarını kaybetmemeleri için, aydınların itirazlarına sert bir çıkış yapması doğaldır diyorum. 30 senedenberi 30 bin şehit vermiş bir isyanı yürütmenin zorluğunu takdir etmek gerekir. O şehitlere ilaveten Diyarbakır zindanlarında işkence görenleri, sürgünleri düşünecek olursak bu özgürlük isyanında ne misli veballer ödendiğini takdir edersiniz. Kürt aydınlarının çoğunun TV kanallarını ( güya 1000 TL. Karşılığı)dolaşarak lafezanlık yaptıklarını görünce Orhan Veli’nin mısraları aklıma geldi.

”NELER YAPMADIK BU VATAN ( BU DAVA) İÇİN /KİMİMİZ ÖLDÜK / KİMİMİZ N U T U K SÖYLEDİK!”

Ailemin 3 defa sürgüne gönderilmiş olmasına rağmen , şahsen ilmi kariyeri min MİT’in müdahelesi ile imha edilmesine rağmen Kürt aydınlarının sorunun çözümüne katkıda bulunmaları gerektiğini söylemek istiyorum. Karşılıklı HAİNLİK suçlamaları sorunun çözümüne zarar verir.

Kürtleri temsil edenlerin mutabık oldukları bir istek ‘’ Koşulsuz, mutlak AF. PKK lılar, dağdakiler, hapistekiler, yurtdışındakiler için.’’. Türklerin ve Kürtlerinde isteği ise silahların susmasıdır. Kan akmasının durmasıdır. Tek taraflı dayatmaların sorunu çözmeyeceği aşikar. Fakat eşzamanlı bu karşılıklı istek gerçekleşirse sorun ortadan kalkar. Kürtlerin diğer arzuları seçimlerden sonra bu süreç içinde hal olabilir. Gerek yurttaşlık anayasal garanti, gerekse yerel idarelerin kuvvetlendirilmesi, anadilde eğitim hakkıda halledilir. Bana kalırsa kardinal problem silahların susması ve genel AF’ın kabulüdür( Öcalan hariç). Çok şey istemek dayatma intibaı uyandırır.

Benim Kürt aydınları ve Öcalan arasına , Kürt önderleri ve Türkler arasına girme gayem taraflara kurabildiğim EMPATİ sayesindedir ve realist bir tavsiyedir. Kürt olmanın ailece ve şahsen mağduriyetimize rağmen. Kürt tarihini bilen bir ilim adamı olmam hasebiyle , Kürt önderlerini yakinen tanıdığım için Kürt aydınların dikkatini çekmeğe kendimi selahiyetli hissettim.

1944 de Lalelideki Fırat , sonraları Sultanahmetteki Dicle yurdunda rahmetli Musa ANTER’le tanışmıştım. Urfalı Badıllı Fırat yurdunda hukuk tahsili yaparken, Kürt-Türkçe lügat hazırlıyordu. 1950 de Ankara’da en ateşli Kürt haklarının savunucu Siverekli Diyarbakır mebusu Mustafa Remzi BUCAK’la tanışmıştım ( İsmet paşaya mektupları hakkında Kürdistan-postta bir makale yazmıştım). Yanında Yusuf A zizoğlu, (Necmettin Cevherinin babası), Ömer Cevheri, (Kamuran İnan’ın pederi) Selahattin İnan, Celal Yardımcı, Paristen döndüğünde misafirim olan Dr. Tarık Ekinci, Stockholm de kıymetli ilim adamı Dr. Rastgeldi, Bonn da ve Pariste buluştuğum Kamuran BEDİRHAN, dünya çapında , Kürtlerin medarı iftiharı YAŞAR KEMAL, siyasetçi, yazar Yaşar KAYA, evimde , Köln de ziyaretime gelen yazar, şair Kemal BURKAY, siyasetçi, Şeyh Sait’in torunu Melik FIRAT , amcazadem Hamdi TURANLI ( HEMREŞ) ve daha bir çok Kürt dostlarımla Kürt sorununu tartışmıştım.

1920 de Haci Bedir ağa ile başlayıp, sonra oğlu mersin mebusu dayım Hüseyin FIRAT, Adıyaman mebusu amcam Ali TURANLI, Adıyaman senatörü abim SırrınTuranlı, halen politikada aktif yeğenim sayılan adana mebusu Dengir FIRAT , politikada aktif rol almamış olmama rağmen Kürt tarihi, ve politikası ile herc-ü merç olmam kaçınılmazdı.

1. NUTUK : Atatürk
2. İsmet İnönü hatıralar.
3. Çağlayangilin anıları
4. Musul meselei. Mim Kemal Öke
5. Serindi benim mavilerim . Dr.ismet Turanlı
6. Kürtler. Naci Kutlay
7. Kürt sorunu. Altan Tan

Antalya. 17.03.11

PARİS KOMÜNÜ : 140. YIL KUTLAMALARI

M. Şehmus Güzel

1871’den bugüne tam yüz kırk yıl geçti. Evet tam yüz kırk yıl oldu Paris Komünü’nün toplumsal mücadeleler ve siyasi tarihteki yerini alalı. Paris Komünü birçok açıdan deneyimler ve dünya kadar dersle doludur. Emekçilerin iktidardaki ilk adımlarından biri olarak o günlerden bugünlere birçok siyasi lideri, toplumsal mücadeleyi, siyasi partileri, işçi hareketini ve kadın hareketini etkiledi. Bu açılardan ve bilhassa bir yandan Paris’i kuşatan Prusya ordusuna karşı duruşuyla öte yandan Versailles’a kaçmak zorunda kalmış Fransa hükümetinin askerleriyle silahlı çatışmalarıyla 20. yüzyılın ihtilallerine öncülük etmiştir. İhtilaller tarihinde en önemli yerlerden birini almıştır. Dolayısıyla her yıl anılmayı hak ediyor. Her yıl anılıyor da. Her 28 Mayısta Père Lachaise Mezarlığı’nda « Le Mur des Fédérés »ye yürüyüş düzenlenir örneğin. 1971’de 100. yıldönümü vesilesiyle görkemli gösteriler, bilimsel toplantılar ve dünya kadar eylem yapıldığını da anımsatmak isterim. Bu yıl ise 140. yıldönümü vesilesiyle anılmayı daha çok hak ediyor. Burada niyetim Paris Komünü üzerine ayrıntılı bir makale yazmak değil. Bu konuda dünya kadar makale, kitap ve bilimsel araştırma bulunuyor. Benim de yıllardan beri zaman zaman bu konuda yazdığım oldu. Belki önümüzdeki günlerde yeniden yeni şeyler de yazabilirim. Şimdilik 140. yıldönümü vesilesiyle Paris’te düzenlenecek tiyatro, konferans ve sergi gibi eylemlerin birkaçından söz etmek istiyorum. Hani yolunuz düşerse siz de ugrayın, birazdan adını anacaklarımın internet sitelerinden daha ayrıntılı bilgileri edinebilin umuduyla.

Önce « Les Amis de la Commune de Paris » derneği tiyatro topluluğunun 18 Mart 2011’deki oyunundan söz etmeliyim : Paris Anakent Belediye binası önünde açık havada sunulacak gösteride Paris Komünü’nün en ilginç olayları sergilenecek. Oyun saat 17 ile 20 arasında birkaç kez oynanacak. Parisliler, Paris’ten geçenler ve mutlaka turistler de Fransa ve giderek dünya tarihinde önemli bir yere sahip 72 günlük olağanüstü serüveni, eylemler dizisini, emekçi iktidarını, iktidardaki emekçilerin aldıkları devrimci ve son derece yenilikçi kararları/yasaları anımsayacaklar veya, belki bir kısmı için, ilk kez öğrenecekler. Yerinden yönetimin, yurttaşların bizzat yönettiği iktidarın, demokratik ve toplumsal cumhuriyetin, emekçi iktidarının önemi bir kez daha anlaşılacak. 1871’de Paris Komünü yanında aynı günlerde Lyon ve Marsilya başta birçok başka kentte de komünlerin kent boyutunda iktidarı aldıklarını burada hatırlamalıyız.

18 Mart 2011’deki anma eyleminde tiyatro oyunu yanında rock konserleri, dönemin halkçı ezgileri ve türküleri dinlenebilecek. Komün’e ilişkin yapıtların sergilendiği standlardan kitap, broşür ve belgeler satın alınabilecek. Bu vesileyle arşivlerdeki araştırmalar arasında bir şans eseri olarak bulunan « L’Hymne des Travailleurs » (« Emekçilerin Marşı ») da 140 yıl sonra ilk kez seslendirilecek.

Aynı gün Anakent Belediye’sinde « La Commune de Paris, la capitale insurgée » (« Paris Komünü, başkaldıran başkent ») sergisi açılacak. Sergi 28 Mayıs 2011’e kadar sürecek. Giriş ücretsiz. Tarihsel dizim izlenerek düzenlenen sergide Paris halkının ayaklanması, Komünü’nün ilanı, en önde gelen kadın ve erkek komünarlar, barikatlar, barikatların inşaası, barikatlarda çarpışan kadın, erkek ve çocuklar, Versailles’a sığınmış Thiers hükümetinin emrindeki ordunun Komün’ü içten ve saldırılarla Paris’te vurması, bir hafta süren kanlı katliam dizisi (Seine Nehri günlerce kan kırmızı aktı kardeşlerim, inanılması zor belki ama 20. yüzyıl soykırımlarının ilki Paris’te Versailles’lı katillerce yapıldı), canını kurtaranların ihbar edilmeleri, yakalananların tutuklanmaları, duruşmalar sonrasında ağır cezalar verilmesi, birçoğunun Yeni Kaledonya’ya sürgün edilmesi. İhtilalci düşüncenin Pasifik Okyanusu’ndaki fransız sömürgesine taşınması... Orada Louise Michel ve yoldaşlarının yerli halkla dostluğu, bu arada kimi komünarın firarı... Hepsi evet hepsi sergide adım adım, tablo tablo izlenebiliyor... Orijinal ve son derece önemli birçok belge de sergilenecek.

« La Commune - Une Histoire Moderne » (« Komün - Modern Bir Tarih ») isimli başka bir sergi ise 30 Mayısta Salle des Cordeliers’de açılacak ( 15, rue de L’Ecole-de-Médecine, metro : Odéon). Bu sergi de ücretsiz ve 19 Hazirana kadar sürecek.

Komün denince hemen Paris akla geliyor. Biraz önce vurguladığım gibi Fransa’nın birçok kentinde de komünler kurulmasına rağmen. Paris’te ise komün hep canlıdır : Bugün hemen hemen her sokakta, her meydanda, her cadde ve bulvarda komünarların seslerini duymak, onlarla iki satır sohbet etmek, bir-iki haber alıp vermek mümkün. Paris Komünü 19. yüzyılın sonunda düzenlendi ama günümüzde hala izlerini bulabiliyoruz. Komünü ve anısını komünarları ve düşüncelerini sürekli kılan da aynı zamanda budur : Mekan birliği. Paris’teyseniz hele her gün bir komünarla dolaşabilir, her gün bir komünarla karşılaşıp bir kahve içebilirsiniz. Her gün bak şurada Louise Michel öğretmenlik yaptı, şurada ilk kurşunu sıktı. Şurada vuruldu ama ölmedi. Aaa şurada adını taşıyan bir sokak, burada bir meydan, biraz ileride bir metro durağı var diyebilirsiniz çünkü. Paris ve halkı da hani vefakârdır, unutmaz tarihi yüzlerini ve bağrına basar onları.

Paris’in kimi ilçesinde ise komünarların anıları daha derindir. Bugün kimi ilçe belediyesinin sergilerle, konferanslarla anmaya katılması bundan : 13. Arrondissement (ilçe) belediyesinde örneğin « La Commune de Paris dahs le 13e arrondissement » başlıklı bir sergi düzenleniyor : 21 Marttan 1 Nisan 2011’e kadar.

14. Arrondissement belediyesi « Les femmes et la Commune » (« Kadınlar ve Komün ») başlıklı bir sergi açıyor : 21 Marttan 26 Marta kadar. Kadınların seyirci değil oyuncu olarak siyaset sahnesinde yerlerini aldıkları tarihi dönemeçlerden biri olarak Komün son derece dikkat çekicidir. Komün kadınların siyaset sahnesinde en önemli rolleri oynadıkları tarihi dilimlerden biridir ve 20. yüzyılın kadın mücadelelerinin öncülüdür.

Paris dışındaki birçok kent ve kasabada da Komün’ü anma eylemleri düzenleniyor. Bunlardan Narbonne kentinde 24, 25 ve 26 Mart 2011’de Belediye Binası’nda (Hôtel de Ville) düzenlenecek olan uluslararası kollokyumu bilhassa duyurmak istiyorum : Kollokyumda komünün eğitim alanında yaptıkları, komün hareketinin ulusal boyutu, arşivlerdeki komün, Bordeaux, Lyon ve benzeri kentlerdeki komünler ve özellikleri, komüne katkısı olan yabancılar ve yaptıkları, komün sonrasındaki zorunlu göç, sürgün, baskılar, devlet terorizmi, hapishaneler, zindanlar, komünün diğer ülkelerdeki ilericiler ve ihtilalciler tarafından değerlendirilmesi, komünün sonraki ihtilallere etkisi ve benzeri birçok ve son derece önemli konulara değinilecek. Her biri kendi alanında uzman, yetenekli bilim kadın ve adamlarının sunacakları tebligler mutlaka yeni şeyler getirecekler/söyleyecekler.

Her yerde bir anma toplantısı, bir sergi, bir konferans düzenlenecek. Mart ayı ve sonrasından yıl sonuna kadar Paris Komünü bayrağı Fransa’da dalgalanacak yeniden. Böylece komün, komünarların yaptıkları ve siyasi, toplumsal, demokratik mirası bir kez daha anlatılacak : Dinle devlet işlerinin ayrılması (hani burada ve başka yerde tam da zamanıdır denilecek konu), laik ve ücretsiz öğrenim, ölüm cezasının kaldırılması, özyönetim, çalışma hakkının tanınması (Fransa’da ilk Çalışma Bakanlığı Komün yönetiminde kuruldu, bakanlığa Macar ihtilalci Léo Frankel seçildi), her alanda kadın ve erkek eşitliği, halkın bizzat kendini yönetmesi, emekçilerin toplumsal haklarının tümüyle tanınması...

28 Mayıs Paris Komünü’nün son günüydü, her yıl olduğu gibi, bu yıl da 28 Mayıs’ta Père Lachaise Mezarlığı’ndaki Paris’in en yüksek tepelerden birinde bulunan Le Mur des Fédérés’ye hep birlikte yapacağımız yürüyüşle coşkulu ve duygusal bir ivme kazanacak, Komün deneyim ve dersleriyle yarınlarımızdan umutlu. Komünarlar son kurşunu bu tepeden atmışlardı. 140 yıl geçti aradan sesi hala kulaklarımızda kardeşlerim...

ARAP AYAKLANMASI...


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com


ARAP GENÇLİĞİ Mİ UYANIYOR, SİLAH ÜRETİCELERİ Mİ FİTİLLİYOR?
On sene önce yazdığım bir makale de; Arap gençliğinin de günün birinde özgürlük ayaklanması yapacağını söylemiştim. Birinci dünya savaşından sonra İngilizler Arap milletini ona bölmüş, cetvelle suni hudutlar çizip, başlarınada birer kral getirmişlerdi. Mısır da ilk askeri darbe yapılıpta kral Faruk tahtından edilince şöyle bir laf etmişti: ‘’ Dünya da tek bir hakiki krallık vardır oda İngiltere krallığıdır. Diğer krallar birer İSKAMBİL KRALI (Roi)’dır. Bir çok arap devletinde askeri darbelerle krallar devrilmiş, askeri dikytatörlükler devri başlamıştır. Gerçi Türkiye de de Padişahlık ortadan kalktıktan sonra 6 kez generaller cumhurbaşkanlığı yapmış, ancak son senelerde askeri vesayete son verilmiştir. Halbuki 1839 da Tanzimat fermanı ile Osmanlıda bazı özgürlükler, bilhassa batının baskısı ile gayrimüslimlere bazı haklar tanınmıştır. Meşrutiyetler, daha sonra Cumhuriyetin kuruluşu, 1950 de de çok partlili demokrasiye geçiş devri başlamıştır.

İngiltere de ise ‘’ MAGNA CHARTA ‘’ ile 1215 de kral JOHN halkın kişisel dokunulmazlığını, haklarını kabul etmiş ve İngiltere de demokrasinin temeli atılmıştı. Bu fermanın içeriğinde neler vardı?

1. Yürürlükte olan yasalar uygulanmaksızın hiçbir yurttaş tevkif edilemez, hapse atılamaz, malları ellerinden alınamaz.
2. Adalet satılamaz, geciktirilemez, hür olan hiçbir yurttaş ondan yoksun kılınamaz.
3. Kabul edilmiş olanların dışında hiçbir vergi, yüksek rütbeli kilise adamdalarından, baronlardan meydana gelen bir kurulun rızasını almadan, haciz koydurarak , ya da zor kullanarak toplanamaz.

Ben Londra da iken British Council Magna Charta’nın imza mahalini gezdirmişti. Türkiye dahi İnsan hakları beyannemesindeki şartları tam tatbik edip, hakiki demokrasiyi uygulamadığını düşünürsek Arap milletinin demokrasiye kolay kolay geçebileceğini hayal edemeyiz. İngilizlerin siyasi ve ekonomik çıkarları için dünya savaşından sonra dörde böldüğü milletler arasında KÜRTLER ve AZERİLER vardır. Bu iki millette maalesef yüz seneye yakın dörde bölük yaşamaktadır. Türkiye de Kürt sorununu konuşmak isteyenler bölücü damgası yerken, asıl kimlerin bölücü konumunda olduğunu aklı başında herkes takdir eder.

Sanal hudutların gününbirinde ortadan kalkacağını ve bölünmüş milletlerin uniter yapıya kavuşacağını iddia etmek için füturolog olmağa gerek yok zannederim.

Silah üreticiler mi fitilliyor?

Komplo teorilerine pek inanmam. Fakat geçen sene 400 milyar dolarlık silah satışı yapılmış, bu senede ortadoğu ülkeleri 180 milyar dolarlık silah sipariş vermiş. Türkiye 14 milyarlık savaş uçağı ısmarlamış. Obama askerlerini Irak’tan ve Afganistan’dan çekmek arzusunu ifade ettikten sonra silah üreticileri Arap geçlerindeki özgürlüknpotensiyelini değerlendirip, onları isyana kıikırtmış olabilir.

Şu anda kaldığım otele yüzlerce golf meraklısı gelmiş. Bir kaç futbol takımıda Avrupadan, Rusyadan antreman için gelmiş. Yüzlerce Turistte Rusya’dan, Iskandinav ülkelerinden gelmiş. Sporcular, turistler sanki hudutları kaldırmışlar, keza İnternet hudut tanımıyor. Dünya değişiyor. Bizde ise Milli Görüş ideolojisinin babası Erbakan’ın cenazesinde milyonlarca insan biraraya gelmiş. MHP li Bahçeli hala kendi gibi düşünmeyenleri vatan haini ilan ediyor. Ona tavsiyem barajın altında kalmaması için öteki partilerden taraftar kazanmasına çaba harcamasıdır. Mesela Diyarbakır’a gidip belediyeyi ziyaret etse , AK parti hükumetinin ihmal ettiği hizmetleri vaad etmesi ve ora halkının gönüllerini kazanması, bekarlığa son verip bir aile kurması , son on senede yediği osmanlı tokatının muarızlarının yiyeceğinden bahsetmese , güler yüzle hitabeti tercih etmesi kendisine oy kazandırır. Zamanında aile kursa idim daha iyi olurdu demesi bir pişmanlığın mı, yoksa iktidarsızlığının bir itirafımı.

Erbakanın cenaze töreni.
Universite talebesi iken eski genel kurmay başkanı Mareşal Fevzi Çakmak vefat ettiğinde Ankara radyosunun matem yerine caz şarkıları yayınlaması gençliği galeyana getirmişti. Binlerce universiteli onun cenazesini Teşvikiyeden almış Eyüp mezarlığına kadar refakat etmiştik. Hakim duygular milli idi. Özal vefat ettiğindede bir günlüğüne İstabula gelip cenaze merasimine katılmıştım. O zamanda hakim duygular milli temelli idi. Erbakan’ın cenazesinde Türk bayrağı yoktu. Şehit askerlerin tabutları bayrağa sarılı defnedilir. Erbakanın tabutunda bayrak olmayışı askerin 28 şubatta yaptığı zulme itirazdanmıydı. Askerin beyanatı ve cenazeye katılımı bir nevi özür dilememi idi?

Erdoğan’ın Kürt yazar ve sanatkarlara vatana dön çağrısı.

İsveç’ten Kemal Burkay, Almanya’dan Yaşar Kaya ve Şıvan’ın dönebiliriz beyanlarını duyunca onlara bir tavsiyem var. Üçünüde şahsen tanırım ve uzun yıllar gurbette yaşama mecburiyetinden doğan hasret duygularına saygım var. Bende 27 mayıstan sonra senelerce dönememiştim ve sanki hiç dönemeyebileceğim korkusuna kapılmıştım. Bu şahsi tecrübemle onları çok iyi anlıyorum. Fakat son on senedenberi Türkiye’de ki yaşamımda şunu tesbit ettim; Türkiye de kimseye itimat etmeyin. Hilafi hakikat konuşmak adeta meşru sayılmakta. Nerdeyse % 90 herkes dürüst davranmıyor. Bu durum kimseyi kocundurmuyor. Onun için resmi müracaatlarına serbest dönebileceklerine dair resmi bir belge gelmeden sakın dönmesinler. Daha hava alanına vardıkları anda tutuklanabilirler.


Antalya. 02.03.11

DERSİ VERİLSİN


Cirik Haci / Fezali

Üretenin örgütlü gücü varken
Kapital sistemin kökü yıkılsın
Hakkane yaşamı görüp tadarken
Kapital sistemin boynu bükülsün

Yakılsın özünde faşist tokumu
Unutma hayatı yanan mazlumu
Özgür bağımsız ilan et yurdumu
Kapital sistemin beli kırılsın

Fezalim der haci görür yerini
Senden üstün sanma başka birini
İnsanca yaşam için koy serini
Kapital sistemin dersi verilsin