29 Mayıs 2011 Pazar

Yüzleşmek!


Dr. İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Siyasilerimiz yüzleşmeğe yetenekli değil!

1918 de USA başkanı Wilson 14 prensibini yayınlamıştı. Özgürlüğüne kavuşmamış milletlere SELF DETERMİNATİON prensibini ön görüyordu. İstanbul da Wilson derneği kurulmuş ve Amerikan mandatlığı düşünülmüştü. Atatürk özgürlüğüne kavuşmamış milletlere örnek addetilmişti. Atatürkçü düşünce dernekleri, Kemalistler Atatürk’ün bütün söylemlerine sahip çıkarken, sıra Kürtlere gelince U dönüşü yapıp Kürtleri bölücükle suçlamışlardır. Hatta KÜRDİSTAN sözcüğünede tahammülleri yoktur. Mezepotamyada asırlardır ikamet eden bu insan topluluğunun yaşam yerleşkesine Kürdistan dendiğini bilmiyorlar mı?. Değil Türkiye de Iraktaki yarı Kürdistan devletinide düne kadar kabullenememişler insan haklarına aykırı bir davranışla Kürdistan kelimesini bizim siyasilerimiz, yazar, çizerlerimiz ağızlarına almaktan dahi çekinmişlerdir, çekinmektedirler. Anatolia kelimesinin ,doğuya doğru anlamında rumca bir kelime olduğunu biliyormusunuz?. Halen Avrupa yakasına RUMELİ denmektedir. Gürcülerin yoğun yaşadığı bölgeye Gürcüstan derken, AFGANLARIN YOĞUN YAŞADIĞI BÖLGEYE Afganistan derken, keza Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan kelimeleri kabul görürken Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgeye Kürdistan dememenin siyasi ahlak yönünden bir gerekçesi varmı? Daha geçen hafta OBAMA son siyasi gelişmeler hakkında beyanatta bulunurken WİLSON’un dediklerini tekrarlamış ve bütün milletler kendi kendilerini idare etmek hakkına sahiptirler demiştir. Söyleminin bu kısmını bizim basın bilinçli bir tarzda ıska geçmiş, yayınlamamışdır.

MHP nin iddiaları doğrudur. Kürtler eninde sonunda büyük Kürdistanı kurmak istiyorlar. Kürtlerin böyle bir hakkı olmaması için Kürdistanın tapusumu ellerinde var? Bu istikamette gelişme bir realitedir. Irak’ta Kürtler az çok örekliklerine kavuştular. Türkiye de, Suriye dede, İrandada bu çabalar Kürtler tarafından gösterilmektedir. Fırat’ın ötesine geçtiğinizde yaşam itibariyle Kürtlerin de FACTO özerkliğe yaklaştıklarını görebilirsiniz. Zaten MHP ve CHP bu bölünmüşlüğü zımnen kabullendiği için Fırat’ın ötesinde oy alamamaktadırlar. Kendi kendilerini kandırmak içinde BDP nin Kürtleri temsil etmediği yalanını söylemektedirler. Doğu ve Güneydoğudaki bütün partlerin adaylarının , hepsinin Kürt kökenli olduğu bir mana ifade etmiyor mu? O adaylar Kürtleri temsil etmiyorlar mı?

TV lerde yapılan münakaşalarda bazı şovenistler , Kürt temsilcilerine saldırırcasına şu soruyu soruyorlar. Siz Kürdistan kelimesi kullanarak, yerel özerklikten bahsederek bölücülük yapıp, büyük Kürdistanı kurmak istemiyormusunuz? Biz kardeş, kardeş birarada yaşarken bu kimlik üstünden yaptığınız argümanlarla ayrışmayı körüklemiyormusunuz? Türkiyede istediğiniz gibi konuşmuyormusunuz, daha ne istiyorsunuz? Bakın ana muhalefet partisi başkanı Kılıçdaroğlu Kürdüm demeğe korkuyor. Kürt siyasetçileri ‘’Evet bizde özgür bir Kürt devlete sahip çıkmayı istiyoruz diyebiliyorlarmı? Türk hükumetlerinin assimilasyon politikası gütmediğini söylemekten utanmıyorlar. Kürtlerin % 50 sinin Kürtçe bilmemesi neyin neticesidir. Siz tarihte hiç devlet kurdunuz mu ki? Diyorlar. Türkler müsaade ettiler mi ki? Hem suçlu, hem güçlü. 40 bin gencini daha dün özerklik uğruna gerilla savaşı ile kaybetmişlere silahını bırakta tıpış tıpış vatana dön, hapishaneye gir diyorlar. O gençler sanki dağlarda pikniğe gitmişler gibi. On, onbeş kişi döndü hemen kulaklarından tutup hapse atmadınız mı?

La Fontain’in karga ile Tilki masalı vardır.’’ Gargaya o güzel sesinle bir türkü söyle der. Kargada ben La Fontain’in masalını okudum artık senin kurnazca iltifatına kanmam diyor. Kürtlerde artık Türklere inanmıyor. Eskiden Kürtçü siyasiler vardı. Fakat geçen sene Diyarbakıra yaptığım seyahatlarda gördüm ki Kürtler kimliklerine bilinçlenmişler. Temsilcilerine hacet yok. BütÜn Kürt halkı dilinde tedrisat istiyor, bölünmek istemiyor. Yerel özerklik istiyorlar. Bir çok aydın Türk yazarıda köşe yazılarında ayni intibadan dem vuruyorlar. Lozan’ın onlar için eserat şehadetnamesi olduğuna inanıyorlar. Türk kelimesi milletin adı, Kürt kelimesi etnisitenin adı yutturmacısına ne Kürdü, ne Ermenisi, ne lazı inanmıyor. Birlikte kardeş kardeş yaşadığımızı iddia ettiğimiz milyonlarca Ermeni, Rum, Yahudi nerede. Hepsi hepsi 80bin kişi. Ya öldürüldüler, yahutta sürüldüler, yahutta korkularından kaçıp gittiler. Yukarda saydığım hakikatlerden yüzleşmekten korkmayın. Korkunun ecele faydası yok. 150 bin Kıbrıslı Türk için devlet kurarken,UNO da akredite 100 bin nufusun altında devlet var. 40 milyonluk Kürtlere kendi kendilerini idare etmeği neden çok görüyorsunuz* Kardeş olduğunuz için mi? Dünyanın 200 eyakın UNO’da akredite devletlerinden tek bir tanesi dahi Kıbrıs ürk devletini tanıdı mı?

Diyorlar ki AK parti çoğunluğuna dayanarak istediklerini dayatıyor. Halbuki adil olan, çoğunsallıktır. Peki siz Türkiyede çoğunlukta olduğunuz için Ne mutlu Türküm demeyi, Türkiye Türklerindir demeyi, Türkiye vatandaşı olan herkes Türktür demiyormusunuz? Bu tenakuzu nasıl izah ediyorsunuz?

Erdoğan birlikte yaşama direncini göstermekte fakat , ister mikro milliyetcilik diyin, ne derseniz deyin USA da, AB de 40 milyon Kürtte Kürdistanda özerkliğine kavuşmasını istemektedir. Şimdilik konjonktür buna müsait değil. Onun içinde Barzani’de, Kürt siyasileride bu gibi laflar etmekten çekiniyorlar. MHP nin dediği doğrudur. Kürtler ilelebet dörde bölük yaşamağı insan haklarına aykırı buluyorlar.

Bakın Almanyanın Baverya bölgesi ‘’Serbest Baverya devletidir’. Irkıda, dinide, lisanıda, ayni olmasına rağmen kendi parlamentoları, hükumetleri, bayrakları var. İskoçya yeniden parlamentosunu kurdu. Avusturyalılar ırk olarak, lisan olarak Almanlardan değişik bir yanları yok ama devletleri , bayrakları var ve sulh içinde yaşıyorlar.

Türklerde eninden sonunda Kürtlerin dilinide, kimliğinide, özerkliğinide tanıyacak. Türkler birlikte yaşamakta samimi iseler . Bu Türklerin kütfunada bağlı değil. Yaraları iyileştiren en uygun vasıta ZAMAN’dır. Zamanla kardeşçe yaşama ğa, evlenmeğe, sevişmeğe kavuşmak elbet bir gerçek olacaktır.

Ne diyordu Namık Kemal : Zulmun topu ,tüfeği ( Skorskyleri) varsa, hakkında bükülmez kolu vardır. Magosaya zindana gönderdinizde ne oldu. Nazım’ı hapishanelerde yok etmek istedinizde ne oldu. Ahmet Arif’in prangaları paslanmadı. Ahmet Kaya, Şıvan vatan hasretinde yanıp tutuimuşlar. Onlara EMPATİ kuramazsınız. Çünkü Türkiyede siyasilerin yüzleşme yeteneği yoktur. İngiltere kraliçesi geçen hafta İrlandayı ziyaretinde ‘ACILARIMIZ MÜŞTEREKTİR’’ dedi. Çankayadanda böyle bir söz bekliyoruz.

Antalya, 21.05.11

17 Mayıs 2011 Salı

Seçimler‏…



Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Seçimler vesilesiyle yapılan yanlışlar.

65 seçimlerinden sonra Adalet partisi iktidara gelmişti. Ben de tesadüfen Ankara'da bulunuyordum ve TBMM nin kulisinde parlamentoya yeni giren, her partiden arkadaşlarımla birlikteydim. Turhan Feyzioğlu kürsüde 3,5 saat konuşmuş ve iktidarı sorunlara çare bulamadığı için tenkit etmişti. Kürsüye çıkan Demirel bir cümle ile cevap vermişti. ‘’ Bütün bu sorunları biliyordunuz da iktidar olduğunuz bugüne kadar,  neden çözüm sağlamadınız? Biz daha iki gündür iktidardayız. Bize yaptığınız ithamlarla haksızlık yapmıyor musunuz?’’


CHP lideri Kılıçdaroğlu'nun da söylemesi gereken şu cümle olmalı.’’Sayın başbakan senin elindeki hazine ve hükumet imkanları bende olsaydı senin yaptıklarının çok daha alasını yapardım. O halde yaptığın icraatlardan bahsetmen abesle iştigaldir. Gel inde ilerde yapacağımız siyasetten bahsedelim.’’ Yoksa adaletsiz davranıyorsunuz. Maalesef Kılıçdaroğlu ilerde yapacağı siyasetten bahsetmiyor. Yaptığı önerileride nasıl gerçekleştireceğinden bahsetmiyor.

Şu anda yapılan mitinglerle millete zulüm yapılıyor. Milleti işinden gücünden edip ayni plakları çalıyorlar. Batı'da bu tür seçim mitingleri yapılmıyor. Televizyon kanalları karşılıklı münazaralara imkan veriyor. Kılıçdaroğlu'nun Kırkpınar pehlivanları gibi başbakanı bakanlar kurulu ile karşısına çıkmasını istiyor. Zaten mitinglerde soracağını, söyleyeceğinin hepsini, hakarete varacak şekilde söylüyorsun. Televizyonda söylemek istediğin ithamlar neler olabilir ki? Hani bazı kabadayılar ‘’ Tutmayın beni, parçalarım seni ‘’ diye yalancı pehlivanları andırıyor.

Gelelim Başbakanın övündüğü sağlık reformuna. Sigarayı yasaklatması büyük bir Sağlık hizmeti idi. Çifte yollarla trafik kazalarını, ölümleri azaltması büyük bir hizmetti Yanlız reform sırasında yapılan hatalar vardır. Bu hatalardan bir doktorlara yapılan haksızlıktı. Bunun için doktorlar yollara çıktılar, seslerini , şikayetlerini duyurmak istediler. Fakat sağlık bakanı ‘’ astığım astık ‘’ tarzında , bizde bakanlığa gelince herşeyi en iyi ben bilirim hastalığına kapıldı.

Askerler bizi korumak için hudutlarda vazife görüyorsa , doktorlar da sağlığımızı korumak için , sırasında 24 saat çalışıyor, çok ciddi sorumluluk taşıyorlar. Onları diğer bürokrat, memurlar, askerlerle mukayese edemezsiniz. 11 senelik lise tahsilinden sonra 6 sene tıp tahsili , 5 sene ihtisas , daha sonrada senelerce sürgün bölgelerinde zorunlu hizmet yapıyorlar. O halde yaptıkları hizmete karşılık adam gibi yaşam imkanları, daha mühimmi de yetişmeleri için gereken ilmi imkanları temin etmeniz gerekir. Ortaokul açar gibi Tıp fakülteleri açmanızla doktor sayısını artırabilirsiniz, fakat kalitelerinin garantisini sağlayamazsınız. Yahutta başbakanın çirkin ithamı, sanki bütün doktorlar etikten ırak bıçak parası sahtekarlığı ile töhmet altında bırakamazsınız. Ayda 30 dolara çalıştırlan ideolojik Kuba modeli saçmalığı bir tarafa, sosyal demokratların iktidar olduğu melmeketlerde, olduğu gibi,  yüksek kaliteli universitelerde yetişme imkanı, adam gibi yaşam sağlayan mali imkanları doktorlarınıza temin etmeniz gerekir. Sadece tek taraflı , millete daha iyi, daha kolay, daha ucuz sağlık hizmeti parolası ile doktorların isteklerinide göz ardı edemezsiniz.

Gerçi ben 50 sene evvel Ankara Üniversitesi'nde ihtisas yaparken maaş falan almazdım / almazdık. Kilinikteki 15 asistan da 5 sene volontor çalışırdı. Şimdi evinin önünde iki arabası olmayan doktor yok.

Kılıçdaroğlu'nun 600 TL lik önerisi kendi icadı değil. Almanya da hiçbir geliri olmayan vatandaşlara ayda 400 euroluk yardımda bulunurken, buna ilaveten ev kirasını karşılamaktadır. Tramvay biletinden ,tiyatro biletine kadar, diş macunundan , senede bir pijama yardımı , ve daha bir çok sosyal yardımlarda bulunmaktadır. Amerika'da 600 dolar verilmekte, sağlık hizmetleri için ödeme yapma ihtiyacı olmaz geliri olmayanların. Fransa'da az gelirliler sokaktaki telefıonu kullanmakta olduğu için, evdeki telefondan daha ucuz tarife uygulanmaktadır.

Türkiye' de 3 sınıf var. Birincisi köylüler ( %38), ameleler. Giyimlerindende tefrik edebilirsiniz. Köylüler gelirlerini deklare etmedikleri için yoksul sınıfından sayılmaktadır. Halbu ki onların kerpiçten de olsa bir evi vardır, ineği, keçisi olduğu için sütü, yoğurdu , tavukları olduğu için yumurtası da vardır.Giyiminin çoğunuda kendisi dikmekte,

Yahut ta en ucuzundan temin etmektedir. Bu sınıfın Batı'daki seviyeye getirmek seneler ister. Bu iktidar hiç olmazsa sağlık hizmetlerini garantilemiştir. Hatta özürlüler de yurt çapında yardım görmektedir. En üst tabaka ise arabsı olan, apartıman yahut ta villası olan, marka giyecekleri kullananlar tahsillidir. Koruyucu hekimlikten de faydalanmaktadırlar. Kitap okuyanı da vardır. Asıl yoksul olanlar emekliler, küçük esnaf ve köyleri boşaltılıp ta göçe maruz kalanlar. Onlar varoşlarda yaşarlar, gece kondularda, ancak ilkokulu bitirmişlerdir. Giyimleri de marka taklitleri ve tramvaya, minibuse binerler. Pek okumak imkanları olmadığı gibi, belki, türkü söyler, pop, yahut arabesk müziği dinlerler. 600 lira ile aile geçindiren emeklilerin durumu içler acısıdır. Bu üç sınıf eski yunanda da varmış, Marx 'da bu üç sınıftan bahseder. Dünyanın her tarafında bu sınıflama geçerli. Üst sınıfın kısa zamanda zenginleşmesi baş döndürücü.

Bu kapitalist sistemden kaynaklanıyor. O şahısların daha zeki ve çalışkan olmasından değil. İktidarlar bürokraside gerekli denetimi yapamamaktadır. Demokrasilerin zayıf karnı rüşvet mekanizması devreye girer.

Batı'da da işsizlere, geliri olmayanlara yapılan sosyal yardımlar çalışanlar da nefret duygusu uyandırmaktaır. Sosyal yardım alanlar kayıt dışı iş yerlerinde çalışıp ikinci kazanç sağlamaktadırlar.

Ben arada-bir yeşil kartlı vatandaşlara hizmet olsun diye sağlık hizmeti verirken yapılan suistimallerden haberdarım.

Basınımız da maalesef ciddi çalışmıyor. Kadın vucudunu istismar eden reklamlara yer vermekten , münferit hadisleri öne çıkarmkatan vatandaşın hakiki sorunlarına eğilmiyorlar.

Türkiye 'de genel çapta bazı sosyal hastalıklar mevcut. % 90 herkes yalan söylüyor, ‘’ milletin dini imanı para olmuş’’ deniyor. Futboldaki fanatizm kronik bir hastalık. % 38 i bütün yaşamında tek kitap okumamış. İnsanlar objektif, yani nesnel kelimesinden bihaber. Hadiseler şahsileştirilmekte, hissiyata dökülmekte. Akli vecibeler yerine getirilmiyor. İşte seçimlerde polemikten başka dişe dokunur bir laf yok. Gel de üzülme bu milletin haline.

Antalya. 17.05.11

7 Mayıs 2011 Cumartesi

MISIR DEVRİMİ VE SONRASI...



Samir Amin

 1. Mısır Devrimi'nin Özellikleri ve Değişimin Gereksinimleri

Devrimin kitleselleşmesinde ortak öğeler

Ocak ayının sonlarında Mısır toplumunda baş gösteren hareketlerin devrim gerçeğine dayandığını düşünüyorum, fazlası değil. Olanlar toplumu tekrar eskiye kavuşturmak için başlatılan bir ayaklanma ya da bir patlamaydı. Sadece bir protesto gösterisi olmamakla birlikte tam olarak bir devrim de değildi. Öyle ki, hareketin Mübarek'i devirmek gibi açık bir hedefi yoktu. Hareketin içinde bulunanların bazı açık ve kapalı talepleri ve hedefleri vardı.  Bu hareketin üç temel öğesi bulunuyor, dördüncüye de daha sonra değineceğim.

Birincisi, hareketin temelini politize olmuş ve birbirleri ile sürekli irtibat halinde olan ve sayıları milyonları bulan gençler oluşturdu. Bu gençleri yeni nesil olarak görebiliriz. Gençlerin, kökleri halk komitelerine uzanan ve yakın dönemde orta sınıf diye nitelendirdiğimiz kitleye ait. Ancak bu hareketin gerçek anlamında halk kanadı yok. Yani yoksul işçilerin ya da çiftçilerin çocukları değiller.

Bu gençler kendilerini di
ğer grupların [partilerin] dışında ve senelerdir yok edilmiş  olan siyasi hayat düzeninin içinde yetiştirdiler. Bu, tek başına övgüyü hak edecek bir durum. Gençler homojen bir toplumun parçası değillerdi ancak çoğunluğunun basit demokratik talepleri aşan istekleri vardı. Talepleri sadece şeffaf seçim ve çeşitli partilerin yasaklanmadan var olması ile sınırlı değildi; ayrıca ifade özgürlüğü ve toplumsal faaliyetlerde özgürlük istiyorlardı. O zaman bu isteklerin hepsi tam olarak gerçekten demokratiktir.

 Gençler modernler ve çağın getirdiği yeniliklere vâkıflar. Dünyada neler olup bittiğini ve diğer ülke halklarının yaşam standartlarını biliyorlar. Bundan dolayı dini havanın da etkilediği geçmişi taklit çerçevesinin dışına çıktılar. Demokratik taleplerinin gereği olarak da sömürgeciliğe karşılar.  Öyle ki, bu gençler Mısır'ın şerefini yeniden kazanmak için yola çıkan ulusalcı gençler.  Gençler kesinlikle Mısır'ın bağımsız bir devlet olması gerektiğine inanıyor. Onlara göre Mısır özellikle İsrail'in genişleme politikasını destekleyen Amerika'nın siyasetine tabi olmamalı. Onlar bu şekilde vatan topraklarının istismarına karşılar. Bunu Arap milliyetçiliğinin bir gereği olarak ortaya koymuyorlar. Aralarında milliyetçilik anlayışına sahip çeşitli görüşlerde gençler var.  Bazen Mısır'ın çıkarı için milliyetçi anlayıştan vazgeçilebiliyor. Şüphesiz bu gençler Arap devletleri ile yardımlaşmadan yanalar. Ancak, Afrika, Asya ve Güney ülkeleri için de aynı şeyleri düşünüyorlar. Sanırım internet yolu ile uluslararası bilgilere ulaşabilme ve son 10 yılda Latin Amerika'da yaşanan olayları, çok derinlemesine olmamakla birlikte takip edebilme fırsatına sahip oldular. Oradaki değişimi görmezden gelmeleri ve etkilenmemeleri, Morales, Chavez gibi liderlerden habersiz oldukları düşünülemez; zira o bölgeler de sömürüye karşı demokratik taleplerin çatıştığı bir arenadır.

Öte yandan bu gençler piyasacı  politikalara ve kapitalizme bilinçli bir şekilde karşı çıkmıyor olabilirler ve değişim için gerekli şartların bilincinde olmayabilirler, ancak, toplumsal olarak sola meyilliler. Nitekim bir tarafta milyoner ve milyarderlerin varlığı artarken fakirleşenlerin de çoğalmasını ve aradaki eşitsizlik uçurumunu  toplumsal olarak gözlemleyebiliyorlar.  Bilinçli bir toplumsal adalete hasredemesek de açık bir şekilde bu tarafa yönelmiş oldukları anlaşılıyor.  İşte bu gençler 25 ocak 2011’de insanları sokağa çıkmaya davet ederek hareketi başlatanlardır.  Tunus'ta haftalar önce başlayan olaylar, gençleri cesaretlendirerek baskı organlarına ve eziyetlere karşı teslim olmamayı öğretti.

Radikal Mısır solu gençlerin bu çağrısına hemen cevap verdi.  Zaten buna hazırdılar.  Abdulnasır döneminden beri, Mübarek gibi liderlerin iktidarı altında da uzun süre siyasi hayattan dışlanmışlardı. Bunların arasında belli ölçüde aydınlar, orta tabakalar ve işçiler var. Durumu tersine çeviren ise bunların ufak çaplı da olsa örgütlenmeleri oldu. Belki kendi hassasiyetim dolayısıyla böyle düşünüyorum ancak sonuçta gençlerle bu sosyalist gruplar arasında bir gönül bağı vardı. Sosyalist olmasalar da bu gençler sömürü ve kapitalizm karşısında yer aldılar. Dolayısıyla, Mısır devriminin geleceğinin altyapısının çoğunluğu oluşturan gençler ve radikal sol tarafından belirleneceğini düşünüyorum.

Mısır devriminin üçüncü önemli ayağını ise, edebi dildeki haliyle söyleyecek olursak, liberal burjuvazi denilen tabaka oluşturuyor. Ben bu kesimin “liberal demokrat gruba dahil öğeler” olarak isimlendirilmesini daha doğru buluyorum. Çünkü Mısır’da burjuvazi gerici bir tutum sergilemekte ve dış güçlere tâbi, parazit bir topluluğu simgelemektedir.

Burjuvaziyi para, ticaret, hizmet ve fabrika sahibi kesim olarak doğru manası ile kullandığımızda Mısır gerçeğinde parazit olan ile olmayanı ayırmak olanaksız. Evet halktan da fabrika sahibi olan küçük bir kitle var, her ne kadar bunlara burjuva desek de bunlar asıl burjuvaziye dahil edilemez. Örnek; inşaat sektöründeki küçük şirketler, büyük şirketlerin baskısı altındadır kendilerinden gizlice büyük şirketlere destek olunması istenir. Mısırdaki burjuva ABD gibi küreselleşmeden ciddi faydalar sağlamıştır. Ancak devlette profesyonel meslek sahibi doktor, avukat, mühendis ve muhasebecilerin durumu farklıdır.  Bunların zengin, orta halli ve fakir olanları da vardır. Bunlara burjuva diyemeyiz. Bu grup siyasi olmasından çok ideolojik ve kültürel olarak iki ana kola ayrılır. Selefi olarak tabir edebileceğimiz Müslümanlar [burada sorun inanalarla inanmayanları ayırmak değil. Mısır halkının geneli ister Müslüman ister Kıpti olsun inançlıdırlar. Dolayısıyla sorun imanla, inançlı olmakla ilgili değil.] ki, bunlar zaten siyasetten uzak dururlar. Bunlar orta kesimin çoğunluğunu oluşturur.  Devletten ve Körfez ülkelerinden de destek alırlar.

Diğer orta kesim ise aydınlanmış diyebileceğimiz grubu oluşturur. Bunlar açık fikirlidirler ve imkanları dahilinde demokratik diyebileceğimiz çabaların içerisinde bulunurlar. Hicap gibi konulara takılmazlar dini taassupları yoktur. Aydınlanmış olmalarından kasıt onlar Batıyı ve Avrupayı dışlamazlar tam tersine Avrupa ülkelerine giderler ve söz konusu ülkelerin sömürgeci  tabiatını sorun etmeden ve bilinçsiz olarak Batı toplumunu severler. Son yıllarda 'kifaye' hareketi gibi demokrasi ve toplumsal demokrasi yanlısı eğilimler ortaya çıkmakta.

Her ne kadar fakirlik gibi toplumsal sorunlarla ilgilenmeseler de, solun en büyük destekçisi olarak bu grubu görüyorum. Bunlar arasında kapitalizm ve serbest piyasa ekonomisini benimsemelerine rağmen, siyasi ve iktisadi hayatın değişmesi gerekliliğini vurgulayanlar vardır. İsrail ve ABD politikasınının etkisine maruz  kalmanın yanı sıra, şunu da söyleyebiliriz: İnsanların İsrailden nefret ettiğini biliyoruz ve bunda şüphe yok ancak bir hakikat olarak İsrail'i kabul edenler tabi Mısırlıların Filistinli olmadığı gerçeğini da göz önüne alıyorlar.

İşte bu saydığımız ilk üç öğe olayların ilk gününde Kahire, İskenderiyye, Süveyş gibi ülkenin heryerinde 1-2 milyon insanı sokağa döktü. Yirmidört saatın ardından 15 milyon insan protesto gösterileri için sokaklara çıktı. Ayaklananlar sadece büyük şehirlerdeki halk değildi. İlçe ve muhafazalra, kasabalar hatta köylerde de halk gösterilere katıldı. Zaten bu belirtilen rakam Mısır halkının hepsinin gösterilere katıldığını gösterir. Aralarında politize olmuş belki de en fazla 2-3 milyon kişi vardı. Geri kalanlar kesinlikle politika ile hiçbir ilgisi olmayan halktır. Zaten Cemal Abdulnasır döneminde başlayan, Mübarek ve ekibinin daha da ileri götürdüğü siyasi hayatın yok edilmesi ve siyaset adına ne varsa yukardan devlet tarafından yönlendirilmesi bu durumu daha net açıklar. Ayrıca Mısırda islami akımın neden kazandığı sorusuna verilecek cevap da orada mevcuttur. Zira, halka cami mimberlerinden seslenebiliyorlardı. Hutbe veriyorlardı ancak siyasi ve toplumsal konulardan bahsetmelerine izin verilmiyordu.

Böylece 25 ocak 2011 Mısır toplumunda gerçekleşen devrime katkısı olan 4 gruptan da bahsetmiş olduk. Tabi bunları tüm Mısır halkını kapsayan bir temsile ek olarak, gençler, radikal sol, ve orta sınıf liberal demokrat kesim olarak üç kısma ayırdık.

Hiç şüphesiz, bu büyük ayaklanmanın gerisinde halkın son dönemde yüzyüze geldiği giderek kötüleşen yaşam koşulları var. İşçilerin 2007'deki grevleri, mücadelenin başlangıcı sayılabilir. Nitekim 2007 grev dalgasıyla bağımısz sendikalar kurma fikri ortaya çıkıp hayata geçirilmişti. Bunun yanında küçük çiftçiler hareketlerin hükümetin tarım ekonomisini gözden çıkarmasına rağmen büyük bir kararlılıkla haklarını savunmaları önemlidir. Orta kesimde ise ''kifaye'' hareketinin yükselmesi gösterilebilir. Gençler arasında bir benzeri ise 6 nisan olarak ortaya çıkmıştır. Yani tüm bunlar bir şekilde yakın bir zamanda  patlamanın yaşanacağını gösteriyordu ki, olan da bu zaten.

Şimdi Değişimin gerektiridiklerine geçebiliriz. Ocak-şubat 2011’de başlayan hareketin halkın arasında büyüyerek gelişmesi, kök salması ve ilerleyebilmesi için zamana ihtiyaç var ve bu çok açık. Uzunca bir geçiş sürecine ihtiyaç var.. Devrimin hükümeti devirererk düzeni ve anayasayı değiştirme talebi bir gerçek olsa da, bunlar henüz fiili olarak gerçekleşmiş değil. Düzeni değiştirmeye yönelik bir talep ve eğilim bir vakia olmakla birlikte bundan fazlası yok. Anayasanın feshedilmsiyle de yürürlükteki yasal mevzuat ve yürürlükteki kanunlar fiili olarak ortadan kaldıldırılmış değil. Bu da demokrasiye ancak uzun bir geçiş dönemi sonunda geçilebileceği demeye geliyor.

 Bir süreçten söz ederken ve demokrasi değişimin gereksinimlerinin başında gelir derken, gerçek anlamdaki demokrasiden söz ediyorum elbette. Zira, gerçek bir demokrasi her türlü partileşmenin ve örgütlenmenin yolunu açar ve o alanı özgürleştirir. Böyle bir demokrasiye geçiş süreci de 2 yıl ya da daha fazlasını gerektirir. Böyle bir zaman dilimi, medeni, laik, demokratik bir siyaset kültürünün oluşabilmesi için gerkelidir. Burada demokrasi kültürü diyorum, sosyalizm kültürü demiyorum. Çünkü bu laik siyasi kültür, aynı zamanda demokratik burjuva örgütlenmelerini, sosylizm taleplerini ve toplumsal istekleri de içine alır ki, ancak böylesi bir ortamda yapılacak seçimlerin halk için bir anlamı olabilir... Çünkü böylece toplum çoğunluğu politik alana dahil olabilir. (2). Bu süreçte yeni yönetimin alacağı şekle dair tartışmalar, politika alanında liderlerlikler arası  siyasi çekişmeler politik mücadelenin muhtevasını değiştireçcektir. Aynı şekilde yeni dönemde ordunun da  değişim sürecine tâbi olması, eski yönetimde görev almış üst düzey unsurların sürece dahil olmaması, sürecin dışında bırakılması gerekir. Bu şahısların yönetime dahil olmaları durumunda  şimdi olduğu gibi özgürlük karşıtı karar ve uygulamalar dayatılmaya devam edecektir. Nitekim, partilerle ilgili çıkardıkları yeni yasalar, eski yönetiminkilerin bir kopyası ki,  işçilerin greve gitmelerinin nedeni de odur. Bu yüzden bu tür kararlara imza atan bir hükümetin “geçici hükümet” olarak görülmemesi gerektiğini kavramalıyız. Ve bizden önce bu işe soyunmuş Tunus’lulardan tedrici de olsa değişimin fiili olarak gerçekleştirilmesi gerektiğini öğrenmeliyiz. Öyle ki, “geçici hükümetin” sokağa dökülen halk hareketlerini temsil edenler tarafından kurulması gerekir... Bu durum Tunus ve Mısır'ın şartlarının birbirinden farklı olması olarak açıklanabilir. Zira siyasetten uzak olan Tunus ordusu hem küçük ve zayıf, hem de kendi ülkesinde bir ağırlığı da yok. Özetle, Mısır ordusu gibi önemli bir role sahip değil. Bir de Tunus'ta birbiriyle mücadele eden iki güç söz konusu. Bunlardan biri eski yönetim ve hükümet  partisi ile bağlantılı olan parazit diyebileceğimiz  burjuva sınıfı, diğeri de devrimci güç olan  orta sınıf ve halk tabakasından müteşekkildir. Velhasıl, Mısır da olduğu gibi ordunun üçüncü bir güç odağı olmadığı durum söz konusu....

 Ayrıca, Tunus hükümeti [yönetimi] Mısır hükümetinden çok daha iyidir. Şimdiki Tunus hükümeti hiçbir partinin ya da sendikanın kurulmasına karışmıyor, insanlara seçme özgürlüğü tanıyor. Yani orada Mısırda olmayan bir demokrasi söz konusu. Sonuç olarak asıl solun gerçek talebi halk hareketi ve demokrasi yanlısı orta kesimle koalisyon kurmaktır. Tabi aynı şekilde işçi sendikaları ile de. (3)

2. Gerici Bloğun ittifakı

Karşı devriminin stratejisi ya da  gerici ittifak bloğu iki ya da üçe ayrılır. Birincisi, burjuvazide somutlaşmış hakim tabakadır. Düzen ne kendilerinin ne de Mübareğin düzeniydi. Buların bir çoğu yolsuzluklardan beslenerek zenginleştiler. Mısır burjuvazsine dahil zengin çiftçiler de  bunlara dahildi..

Ve bu noktaya iyi dikkat edilmesi gerek zira, genel olarak çiftçilerden söz ediyorum. Köylerde yaşayan çiftçiler farklı tabakalara ait. Mısır köylerindeki çiftçilerin yüzde 40’ı hiç birşeye sahip değillerdir. Yüzde otuzu ise küçük çiftçilerdir ve diğer yüzde 30’luk kısımı ise zengin çiftçiler oluşturur.

Tabi bu paralı çiftçilerin zengin burjuvalar gibi milyonlara sahip olması gerekmez. Mısır toplumuna göre görece zengin, dolayısıyla da gericidirler. Ayrıca devlet yetkilileri ve köyün ileri gelenleri ile araları  iyidir. Mühendis, doktor ve bazı din adamları ile de iyi anlaşırlar. Zengin çiftçiler siyasal islamın köydeki en güçlü öğesini oluştururlar. Nasır'ın tarım alanında yaptığı düzenlemeler Mısır köy toplumundaki dengeleri ciddi ölçüde değiştirmişti. Ve bu düzenlemelerden en çok faydalananlar zengin  çiftçiler oldu.  Zengin ve küçük çiftçilere çeşitli destekler verildi. Tabi bu durum doğal olarak güçlü çiftçilerin zayıflar üzerindeki gücünü artırdı. Nasır döneminde küçük çiftçileri koruyucu bazı önlemler alındı. Ancak mübarek dönemine gelindiğinde tarım ile ilgili yapılan planlamalar iptal edildi. Bu durum zengin çiftçilere zayıf olanların sırtından daha da zenginleşebilecekleri fırsatlar yarattı.

Etki tepki sonucu olarak küçük çiftçiler gerici hakim cepheye mensup zengin çiftçilere yani devrim karşıtı bu gerici unsurlara karşı tavır aldılar. Çoğunluğu oluşturan fakir köylülere gelince, bunlar tarım reformundan ve yapılan düzenlemelerden faydanlanmak bir yana, tamemen dışlandılar. Ancak “dışa açılım” döneminde durumları değişti.  Körfeze, Libya ve Irak'a göç eden Mısırlıların büyük bölümünü bu yoksul çiftçiler oluşturuyor. Bunlardan bazıları geri döndüler ancak üreten çiftçi sınıfından farklı olarak, iğreti işlerle yaparak geçimlerini sağlamaya çalışan köylülere dönüştüler. Kanımca en önemli, en can alıcı sorun,  zengin çiftçiler ile siyasi islam arasındaki ilişkidir. Zira, eskiden olduğu gibi zengin çiftçiler muhafazakar ve donuk selefi islamın en güçlü dayanakları oldu.

*Müslüman Kardeşler ve İslami Akımlar

Müslüman Kardeşler cemaatinin [topluluğunun] demokratik bir yapıya sahip olabileceği şüphelidir. Sistemleri mürşide itaate dayalıdır, demokrasi ve tartışma fırsatından yoksundurlar. Sadece mürşide değil de cemaatin diğer liderlerine bakacak olursak, hepsinin çok zegin kişiler olduğunu görürüz. Ezher de tanınmış kişilerin de aralarında bulunduğu bu insanlar, Körfez ülkelerinden ciddi bir maddi destek alır. Liderler demokrasiye karşı, siyasi ve toplumsal olarak gerici olduklarının farkındadırlar [bilincindedirler]. 1973 harbinden sonra Körfez paraları ile güçlenen Vahabileri Mısıra'a sokanlar da onlardır. Müslüman Kardeşler, bir Vahabi olan Muhammet Reşid Rıza’nın düşüncelerinden etkilenerek vahhabilikten ilham aldılar. Körfez ülkeleri Mısrdaki vahhabi oluşumu desteklemeden çok önce bu adam vahhabiliği ülkeye tanıttı. [soktu]. Bu çerçevede İngiltere elçiliğinin arşivinde bulunan belgelere göre, 1927 yılında bizzat elçilik, Müslüman Kardeşlere halk komitelerinin siyasetten uzak tutulması karşılığında destek kararı almıştır. Birinci dünya savaşının ardından, 40’lı yıllara kadar ilerleme ve gelişmeyi burjuvalarla ile aydınlanmış orta kesim yürütmüştür.

Öyle ki, burjuva dediğimiz bu kesim mezhepsel ve dinsel tartışmaların üzerine çıkarak birşeyler yapmaya çalıştı. Sonradan olduğu gibi bunlar Hristiyan gibi bir taassuba girerek karar vermedi. Siyaset alanında vatanı için çalışan Hristiyanların ön plana çıktığını gördük.

 Mısır siyaset kültürünün ikinci unsuru da özellikle 2.  Dünya savaşı sonrasında gelişen komünizm olmuştur.

 Mısır siyaset kültürünün üçüncü ögesiyseise büyük toprak sahibi gericiler.

 Müslüman Kardeşler Mısır'da 20'lerden beri daima devrim karşıtı bir rol üstlendiler. Diktatör Sıdkı paşa'ytı desteklediler. İkinci Dünya Savaşının ardından İngilizlere karşı Alman faşizmine meylettiler. 21 Şubat 1946'da işçi hareketinin talebelerini dillendirdiği gösterilerde [eylemlerde]  Sıdkı'nin yanında yer aldılar. Bu sonuncu  devrimde de aynı şeyi yaptılar, devrim hareketine geç katıldılar ve katılmalarının ardından da bir düzen partisi olan demokrat parti ile koalisyon oluşturdular. [Müslüman Kardeşlerin] tarihi rolleri Mısır'da halk sınıflarına ihanetin tarihidir ve halen de öyledir. Velhasıl değişen bir şey yok...

Şahsi görüşüm, Cemal Abdulnasır'ın halk komitelerini siyasi hayattan men ederek, onları siyasal sürecin dışana atarak, Siyassal İslamın ülkede kök salmasını sağladığı ve sorumlunun Nasır olduğudur. Mısır toplumunda iki önemli odak olan komünizmi ve liberal burjuvaziyi yıktı. Delegasyon ve parti kurmalarına izin vermedi. Kominizmle mücadele adı altında komünistlere çok sert davrandı. İşte siyasi alanda yaratılan bu boşluğu zaten toplumda var olan İslam değerlendirdi. Müslüman Kardeşlerin yayılması için hazırlanan zemine bakmadan söylüyorum bunları. Abdulnasır’ın yönetim düşüncesi liberal burjuvazi ve kominizmi yok ederek yönetebileceği islami bir sosyalizmin mümkün olduğu düşüncesiydi. Tabi tarih, Siyasal İslamın kısa süre içerisinde sadece komünizme değil sosyalizme ve demokrasiye de karşı olduğunu gösterdi.

 Şimdi Müslüman Kardeşler tarım düzenlemelerini islamın mülkiyet hakkına sahip çıktığını vurgulayarak reddettiği düşüncesini yaymaktalar. Bu durumun sadece ulusal olarak değil uluslararası düzende de ne kadar gerici bir düşünce olduğu açıktır. Örnek olarak, Avrupa'da hiç kimse böyle bir karar çıkaramaz... Onlara göre Dünya Bankası bile solun elindedir!

 Şartlar Müslüman Kardeşleri sanki yönetim karşıtıymış gibi gösterdi, öyle bir algıya neden oldu. Bu kesinlikle doğru değildir. Mübarek ve yandaşları, Müslüman Kardeşleri ön plana çıkardı.  Müslümanların [özellikle İhvan’ın] hukuk, eğitim ve medya alanına tahakküm etmelerinin ve devlet yönetimde önemli poziyonlar edinmelerinin önünü açtı. Velhasıl Müslüman Kardeşler kesinlikle yönetimin bir parçasıdır.

 İhvanı Müslimin’in içinde Selefiler olarak bilinen aşırı dinciler var. Acaba bunlar gerçekten Müslüman Kardeşlere karşı düşmanlık sergileyebilir mi? Yoksa burada bir görev paylaşımı mı söz konusu? Öyle ki, Müslüman Kardeşler Washington'a mutediliz [ılımlıyız] izlenimi vererek,  çizmiş oldukları yol haritasına demokrasi belgesi almaktalar... İşte bu Obama'nın gerçekleştirdiği çirkin oyunun ta kendisidir...

Düşman -yani sömürgeciler [siyonist yandaşları da dahil]- siyasetin islamîleştirilmesinin toplumun ciddi sorunlarına ve asrın taleplerine karşılık veremeyeceğini çok iyi biliyor. ABD'nin ve Körfez ülkelerinin  ve tabi ki, İsrail'inde nihai olarak hedefi böylece devrimi yoketmektir.

Başka bir husus da şu: Mısırda Sufiler de diğer bir islami akımı oluşturur. [Sufi tarikatlara mensup yaklaşık 15 milyon Mısırlının olduğu söyleniyor]. Bunlar Vahhabileri kendilerine bir tehdit olarak görüyorlar ve din ve siyasetin ayrı olduğunu düşüncesinden hareketle de  Laikliğe yakın bir tablo çiziyorlar.

 *Askeri Kurum ve Soru İşareti?

 Washington hükümeti, Mısır'da kısa süreli bir “geçiş“ planlayarak, devrimin başarısını köstekledi ve bu süreçte iktidar hakim tabakanın [egemen blokun] elinde kaldı. Gereksiz veya önemsiz bir kaç değişikliğin dışında anayasa da olduğu gibi kaldı  ve Müslüman Kardeşlerin parlamentoda yer alacağı ve eski düzenin sürdürülebileceği bir sistem kuruldu. Son dönem yayınlanan ABD belgelerinde söylediğimizi doğrulayan kanıtlar var.  

 Planın birinci aşaması referandumla gerçekleştirildi. Şimdi de planın ikinci aşamasına yani eylül-ekim seçimlerine hazırlık yapılıyor. ABD'nin Mısır için uygun gördüğü, orada uygulanmak istenen sistem, Pakistan'dan esinlenerek hazırlanmış. Kesinlikle Türkiye'den değil. Zira ikisi arasında  çok büyük fark var. Türkiye'de ordu laikliği korumak için perdenin arkasında duruyor. Bu hiç bir şekilde Mısır'daki durumla aynı değil. ABD'nin Mısır için tasarladığı “demokrasi” Pakistan'dakinin bir benzeri. Avrupa'da ve diğer Arap memleketlerinde bahsedilen Türkiye örneği kesinlikle kafa karıştımak ve Pakistan örneğini devreye sokmak için bir şaşırtmacadan başka bir şey değil. Pakistan'da yönetim kendini islami olarak tanımlar ve Ülkede asıl komprador burjuvazinin hükmü sürer. Perde Arkasında ise askeri kurum vardır. Gerek duyulduğunda dengeleri gözetmek için bu güç devreye girer ve tasfiyeler başlar.

 Mısır'a sunulan [lâyık görülen] model Pakistan modelidir. Perdenin arkasında İslami bir ordu, parlamentoda seçilmiş islami parti. İşte ABD'nin biz Mısırlılara uygun gördükleri demokrasi modeli.

O zaman bu planın gericileri destekler mahiyette olduğunu anlyabiliriz. Velhasıl, değişime ve demokrasiye açık olmayan grupların yönetime hakim olması.

 Mısır'dan beklenen, emperyalizme tabiiyetinin, bağımlılığının sürdürülmesi ve İsrail'le aralarındaki barış şartlarına riayet etmesi. Yani, işgalci İsrail'in yayılma politikasına direnen Filistin halkına  destek verilmemesine özen gösterilmesi. Diğer yandan da ekonomik olarak büyük tekellere bağımlılığın sürmesi.

Müslüman Kardeşler ve Ordu yönetimi bu şartları tamamen kabul etmiş durumdalar. Ve ABD ordu yönetimine tam destek veriyor.

Mısır ordusunun üst kademelirinin çoğu ABD'de eğitim almış ve aynı zamanda daha önce de bölgedeki Amerikan askerleriyle birlikte tatbikatlar düzenlemişlerdi. Ayrıca ABD’nin Mısır ordusuna her yıl 1. 5 milyar dolarlık bir desteği söz konusu.

Bu, ABD'nin başarısıdır ki, ordunun adını kötü bir şekilde duyurmadan devrimin önderliğini onlara sundu.

*Fesatla [yolsuzlukla] İlgili bazı mülâhazalar

 Yolsuzluk [corruption] toplumun yapısına bakılmadan yapılan tehlikeli bir adlandırma. Yolsuzluğun rezil bir durum olması itibariyle ahlak diline girdiği söylenir. Bana göre yolsuzluk kapitalizmin bir parçasıdır, yani onda mündemiçtir. Modern çağda da kapitalizm ancak yolsuzlukla belli hedeflerine ulaşabilmektedir. Velhasıl, burjuvazi yolsuzluk üzerine bina edilmiştir. Öyle ki, 1970’de burjuvazinin varolabilmesinin başka yolu yoktu. Yolsuzluğun tarih boyunca tüm devirlerde olduğunun söylenmesi ise yanlıştır. Yolsuzluk 40 senedir kapitalizm ile birlikte anılmaya başlanmıştır. Çağımızda da böyledir.

 Batı toplumlarına bakın artık yolsuzluk düzenlerinin bir parçası olmuş durumdalar... Dolayısıyla, yolsuzluğu kapitalizmin dışında değerlendiremeyiz. Bunun için kapitalizm bunama devresine girdi diyorum.

40- 50 yıl önce gelişmiş kapitalist ülkelerde stoklama yapılırdı. Ancak bunun yanında bundan bağımsız olarak tarım ve sanayi üretimi mevcuttu. Bu da rekabet edebilme gücü veriyordu. Lâkin şimdi durum farklı. O zaramlar demokrat burjuva değerler ve iktisadi ilişkiler henüz bu ölçüde  bozulmamıştı. Ancak geçen 30 yılda üretimi ve ellerinde bulundurdukları malları da kapsayan dairesel bir stoklama ortaya çıktı. Bu da stoklama yaparak gücü elinde bulundurma yöntemini zaafa uğrattı.
Marks bunların olacağını düşündü ancak bununla ilgili birkaç kelimenin dışında bir şey söylemedi. Daha çok sosyalizm hakkında bazı öngörülerde bulundu.

*Geçmiş tecrübeler

Şunu çok iyi görmeliyiz ki, son yıllarda Mısır halkı dünyanın çeşitli bölgelerinde farklı şartlara sahip ülkelerde bir çok halk ayaklanmasına şahit oldu. Bunların sonuçlarına yakından  bakmamız gerekiyor. Bu ayaklanmaları üçe ayırıyorum; ilk olarak Güney ülkeleri Asya ve Afrika'da olanlar. Ki, ben bunlardan Filipinler, Endenozya ve Mali'de yaşananları örneklendirerek bahsedeceğim. İkinci olarak Avrupa'nın doğusunda gerçekleşenler ve üçüncü olarak da Latin Amerika'da yaşananlar. Zira, bu ülkelerde düzene karşı geniş bir ayaklanma ve devrim sözkonusu.

 Filipinler ve Endonezya'da Mısır'daki Mübarek gibi diktatörler vardı. Otokratlarla etrafı çevrili bozguncu diktatör bir liderleri vardı. Baskı ve işkence ise had safadaydı. Ülkelerin içinde bulundukları şartlar her ne kadar birbirinden farklı olsa da, oradaki halkın yaptığı devrim Mısır'da 2011 şubatın'da yapılana benziyordu. Yani devrimi gençler, ilerici orta kesim ve onlara katılan halk komiteleri üstlendi. Mali'deki diktarör Musa Traore'ye karşı ayaklanan halk için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Birinci çatışma diktatörün gitmesi ile sonuçlandı düzenin değişmesi ile değil. Mali halkı buradaki gibi 2, 3 haftada devrim yapmadı. Bir seneye yakın bir süre onbinlerce kurban vererek başlarındaki diktatör gidene kadar mücadele etti. Ancak sonra ne oldu? Bizde olmayan şey oldu... tam manasıyla hürriyetlerine kavuştular, isteyen istediği partisini kurdu. Ancak bu sefer de halkın kazanımlarının  önünü kesmek üzere eski yönetim dış baskıyı artırdı. Bölgede El-kaide varlığı iddia edilerek gelişmelerin önüne geçildi. Düzen ayrıca Körfezin mali desteği ile muhafazakar [tutucu] islamı da aleyhlerine kullandı.

 Filipin ve Endonezya'da durum aynıydı. Liderden kurtuldular ancak düzenden kurtulamadılar.

 Şuna dikkat etmeliyiz, bu ülkelerde bizden daha güçlü bir şekilde devrim gerçekleştirildi ancak siyasal gerici islamla yönetim varlığını sürdürüdü ve ilerlemenin, özgürlüklerin gerçekleşmesi engellendi. Bu çirkin oyuna terör ve El-kaide gibi unsurlar da dahil edildi. Tüm yeniliklerin önü bunlar gerekçe gösterilerek tıkandı. Belki de elli yıl sonra Üsame Bin Laden'in ABD'de ikamet ettiğini öğreneceğiz ve ihtiyaç duyulduğunda açıklama yapan bu adam bir yerlere girilmek istendiğinde sahneye çıktığı anlaşılacak.

Gelelim Doğu Avrupa'daki ayaklanmalara: Komünizm [reel sosyalizm] aleyhine bir devrim gerçekleştirildi. Bu hikayenin ayrıntılarına girmek istemiyorum. Bu ayaklanmalar insanları ırklara ve dinlere böldü. Yugoslavya örneğinde görüldüğü gibi. Başta Almanya, İngiltere ve Fransa olmak üzere her konuda Batı Avrupa'ya tabi devletler söz konusu. Latin Amerikayla  ABD ilişkisi gibi. Burada yaşanan tecrübelerde gidenin geleni arattığını gördük.

 Bizim için devrimin kazanması ve ilerleyişi noktasında Latin Amerika en iyi örnek olarak görülüyor. Bu devrimci uzantıların ilki geniş halk komiteleri, yoksul çiftçiler ve çoğu işçi olan halkın Brazilya'daki [sanayileşmiş bir ülke] ayaklanması olarak gösterilebilir.

Bolivya'da ise çok daha güçlü bir devrim gerçekleştirildi. 5 sene sürdü 20 binin üzerine şehit verdiler. Ancak sonunda durumları değişti yeni bir anayasa kabul edildi, sömürgeciliğe karşı tamamen toplumsal düzenlemelere imza attılar. O zaman bizim için Latin Amerika devrimleri iyi bir örnek. Bu şartlarda en güzel modeli oluşturuyor. Aynı şekilde Venezüella. Konuyu Mısır çerçevesinden çıkarmak istemediğim için ona girmiyorum.

 *Modern Mısır Tarihine dair kısa bir hatırlatma...

Mısır'ın modern tarihine bakın, hep devrimleri göreceksiniz. İlk devrimin ardından uzun bir gerileme dönemi. Belkide son devrim yeni bir ikinci uzun devrim döneminin başlangıcıdır. Birinci devrim dalgası, 1920'den 1967'ye kadar 40 yıllık uzun bir döneme tekabül eder.  1920, 1924 arası  Birinci aşamayı Vefd  hazırladı. Mısır bu dönemde Tarihinin en demokratik, en ilerici yapısına sahipti. Ancak Vefd'in içerisinden haince Sa'd Zağlul'un ve bir takım Vefd'in önderliğini yapan kimselerin solcu akımı ve komünist partiyi vurması ile bu süreç yıkıma uğradı.

 21 şubat 1946'da ise Sa'dın yolundan gidenler ve diktatör Sıdki'nin kurduğu Müslüman Kardeşler bu durumu besledi. Devrimin uzantıları sömürgeciliğe karşı ve demokrasi yanlısı öğrenci koalisyonları, komünistler ve işçi kitlesi hareketi ile sürdü. Bu da Sıdki Paşa önderliğindeki Müslüman Kardeşlerin ihanetine uğradı. Vefdin yönetime gelmesine kadar sürdü sonra tekrar bir ihanet ki, Mısır'ın yıkımına sebep oldu ve bu ihanete Müslüman Kardeşler de destek verdi. Ve sonrasından Askeri darbe...

1952'de ilk, 1954'te ise ikinci bir askeri darbe oldu. Sonra Nasır dönemi geldi. Bu dönemde sömürgecililere karşı tavır alındı ancak Cemal Abdulnasır yavaş yavaş devrimin iç unsurlarını bitirdi...

Mısır halkının yapabileceği ve halkın yararına bazı düzenlemelerde bulundu ancak bunu demokratik bir şekilde değil  yukardan, bir dayatmayla gerçekleştirdi. Düzen demokrasi karşıtıydı.

1967'ye gelindiğinde ise Siyonistler aracılığıyla Amerika'nın sömürüsünden kurtulamadı. Bundan Sonra Nasır tutunamadı ve kapıları ardına kadar açtı. Mübarek de onu takip etti.

 Birinci devrim dalgasının ardından 1970'ten 2011'e kadar 40 yıl uyuyan ve uluslararı hiçbir ağırlığı kalmayan Mısır Halkı, 2011'de yeni bir devrim dalgasıya uyandı...

Bugün biz ikinci devrim dalgasına girdik ki, bunun kapsayıcılığı ve derinliği uzun süren ilk devrim dalgasından daha da güçlü olabilir. İnaniyorum ki, uluslararası  koşulları ve yerel durumu gerektiği gibi kavrayabilen bir hareket, bizi ilerleme yolunda sonuca götürecektir.

 Nisan 2011

Çeviri: Muhammed Emin Üzümcü




2 Mayıs 2011 Pazartesi

Komplolara Karşı Yaratıcı Olmak Gerekir



Ahmet Dere
farasinblognews@yahoo.com

Osmanlı Imparatorluğunun mirasını devralan TC tarihinde de komploculuk sürekli başvurulan temel bir yöntem olmuştur. Her ne kadar TC’nin kuruluşuyla yeni bir sayfa açılmış olduğu söylense de, aslında devlet yöneticiliği ve zihniyeti konusunda pek değişen birşey söz konusu değildir. Sadece, değişen dünyaya sözde ayak uydurma babında sunni bazı « değişimler » olmuştur. Bu nedenle günümüzde yaşanan gerçeklik, ne TC’nin ruhuna ve nede onun mirasını devraldığı Osmanlı Imparatorluğunun geleneğine aykırıdır.

Dün öğleden sonra TC Yüksek Seçim Kurulunun (YSK) 12 bağımsız adayını veto etme kararı açıklandı. Bu karar tamamen Kürtlerin iradesine karşı alınmış olduğunu söylemeye gerek yoktur herhalde. YSK’nin gerekçesi ne biçimde açıklanırsa açıklansın, işin esas nedeni, önümüzdeki dönemde Kürtlerin iradesinin mecliste temsil edilmesini engelemekten başka bir şekilde izah edilemez. Türk Devlet sisteminin tüm antidemokratik engellerini aşan Kürt Halkı, az bir sayıda da olsa, mecliste temsil edilmeyi başarması, devletin derin güçlerini yeni komplolar geliştirmeye zorlamıştır. Bu kararla, aynı zamanda, Türk Devletinin Kürt Sorunuyla ilgili herhangi bir çözüm projesine sahip olmadığı da ortaya çıkmaktadır. YSK doğrudan devletin temel kurumlarından biridir ve aldığı kararlar devleti bağlamaktadır.

YSK’nın aldığı bu karar beni pek şaşırmadığını da burada belirtmek istiyorum. Böyle bir kararın çıkacağını tahmin etmemekle beraber, seçim sürecinde devletin ciddi manada engelleyici faktörleri ileri süreceğini seziyordum. Ve bu karar son engel olmayıp, daha farklı sorunların da ortaya çıkması muhtemeldir. Dolayısıyla, gerek BDP olsun, gerekse de özgürlükçü ve demokrat diğer bağımsız adaylar olsun, herkesin çok duyarlı olması ve hesaplı adım atması gerekir.

YSK’nin bu kararına karşı BDP’nin nasıl bir yol izleyeceğini henüz bilemeyiz, sanırım çok kısa sürede belli bir yaklaşım netleştirilecektir. Ancak, bu konuda şu hususun çok iyi bilinmesi gerektiğinin altını çizmek istiyorum ; Kürt Özgürlük Mücadelesi ve Türkiyeyi Demokratikleştirme Mücadelesi sistemin çizdiği yollardan geliştirilmemiştir, geliştirilemeyecektir. En yararlı ve sonuç alıcı mücadelecilik, yaratıcı olup devletin engellerini aşmayı bilmektir. Bir taraftan, YSK’nin bağımsızlarla ilgili aldığı kararı çok şiddetli bir biçimde protesto etmek gerekirken, diğer taraftan da varolan bağımsız adaylarla seçim sürecine yüklenmek önem arzetmektedir. Elbette Türk Devletinin bu yaklaşımını teşhir etmek amacıyla seçimlerden çekilmek de bir seçenek olabilir ancak, bu durumda söz konusu kararı alan zihniyetin isteği doğrultusunda hareket edilmiş olup, önümüzdeki dönemde meclis arenası tamamen boş bırakılmış olunacaktır. Bu nedenle, tüm engellemelere rağmen, varolan bağımsız adayların başarısı için bu sürece yüklenmekte daha fayda görüyorum.

Türk Devletinin bu yaklaşımı, aynı zamanda Kürt Sorunuyla alakalı olarak ne gibi bir strateji hazırlığı içerisinde olduğunu da ortaya koymaktadır. Ortaya çıkan durum şunu açık bir şekilde gösteriyorki, önümüzdeki 5 yıllık süreç içerisinde Kürt Sorununa devletin projesi (buna AKP’nin projesi de diyebiliriz) doğrultusunda çözüm bulunmaya çalışılacaktır. Önümüzdeki dönemde TBMM’de sadece AKP ve CHP guruplarının bulunması için derin bir hazırlık yapılmıştır diye düşünüyorum. Devletin Kürt Sorunuyla ilgili projesini hayata geçirmek için AKP ile CHP’nin ortak ve rahat çalışmaları öngörüldüğü için, hem MHP’nin barajı aşmaması gerekir ve hem de BDP adına seçimlerde aday olan bağımsızların zayıflatılması lazım. MHP aşırı faşizan uslübüyle, BDP ise daha özgürlükçü ve demokratik talepleriyle devletin söz konusu projesini ciddi bir şekilde engellemektedirler. Dolayısıyla, bu iki partiyi de devre dışı bırakıp, AKP ile kürt asıllı Kılıçdaroğlu başkanlığındaki CHP’nin ortak emeleri sonucu Kürt Sorununa « çözümün » bulunması hedeflenmektedir. Hem AKP’nin ve hemde CHP’nin adayları arasına Kürtler arasında dikkat çeken bazı isimlerin yerleştirilmesi de bu amaçladır.

12 Haziran seçimleri hem Türkiye geneli açısından ve hemde Kürt Sorunu açısından yeni bir sürecin başlangıcı olacaktır. Bu dönemde, özellikle BDP açısından, gerek siyasi gerekse de kitlesel gücün çok isabetli değerlendirilmesi kaçınılmazdır. Seçim itifağı amacıyla HAK-PAR ve KADEP ile yapılan diyalog önemli bir başlangıç olmuştur ancak, bu süreçte Kuzeydeki tüm Kürt Örgüt ve Kurumlarıyla ortak bir platformda buluşmak ve çözüm süreciyle ilgili olarak AKP-CHP projesine alternatif, tüm Kürtlerin arz ve taleplerini içeren bir proje üzerinde çalışılması gerekiyor. Şimdiye kadar verilen mücadelenin boşa gitmemesi ve hakettiği yere oturtulması için, bu dönemde çok duyarlı, yaratıcı ve aynı zamanda da mantıklı hareket edilmelidir.

Son otuz yıllık tarihimize baktığımızda, sömürgeci güçlerin politikaları bize ne kadar zarar vermişse, biz Kürtler arasındaki sosyal, siyasal, partizancılık ve ideolojik sorunlar da o kadar, ve hatta daha fazla, zarar vermiştir. Gelinen aşamada, kendine « demokratım », « yurtseverim » diyen tüm Kürtlerin ortak bir halk projesi etrafında birleşmeleri gerekmektedir. Herkesin kendi imkanlarıyla, yetenekleriyle bu sürece dahil olması için, başta KCK ve BDP olmak üzere, Kuzeyli tüm Kürt Parti ve Örgütlerin üzerine önemli sorumluluklar düşmektedir. Ben böylesi bir sürece « Lihevhatina Gelêri» yani «Réconciliation Populaire» yani «Halkın Barışması » diyorum.
-------------------
Link: http://farasintr.blogspot.com/2011/04/komplolara-kars-yaratc-olmak-gerekir.html

http://farasintr.blogspot.com/