16 Haziran 2011 Perşembe

Balıklar ve İnsanlar



Fikret Başkaya

Eskiden, “Ol mâhiler ki derya içredirler, deryayı’ bilmezler” denirdi... “Balıklar denizde yaşar da denizi bilmezler”...  Maalesef ‘insanlar da ‘kapitalist bir dünyada yaşıyorlar ama kapitalizmi bilmiyorlar...” Oysa şu kapitalizm denilen musîbet,  şu Allahın belası sistem, insan yaşamının her veçhesini, her anını, belirliyor, biçimlendiriyor, biçimsizleştiriyor, çarpıtıyor, dejenere ediyor, her gözeneğine nüfûz ediyor, akıl almaz bir tisünami gibi her şeyi kapsıyor, sayısız insânî, toplumsal, ekolojik kötülüklere kaynaklık ediyor. Velhasıl tam bir sürdürülemezlik, sürdürülebilemezlik durumu  ortaya çıkarmış bulunuyor...
Ve fakat, egemen söylem, tam da kapitalizmin  sürdürülebilemezlik durumu ortaya çıkardığı  bir zamanda  ve tuhaf bir şekilde, sürdürülebilir kalkınma söylemini peydahlamış bulunuyor. Bilindiği veya bilinmesi gerektiği gibi, bu tam bir ideolojik manipülasyondur. Zihinsel bir  dalaveredir. Bu bir oxymoredur ki, oxymore, yanyana getirilmesi caiz olmayan, uygun olmayan, antinomik, karşıt anlamlı iki kelimeyi veya kavramı yan yana getirmeye deniyor: Faizsiz bankacılık gibi, parlak karanlık gibi... Hem banka olacak hem de faizsiz olacak! Böyle bir şey mümkün müdür? Oysa, bu dünyada ve kapitalizm geçerliyken kalkınma diye bir şey mümkün değildir. Ve esasen kapitalizm koşullarında kalkınma denilen sermayenin büyümesidir, sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesidir. Sermayenin büyümesi eşittir kalkınma şeklinde bir özdeşlik varsaymak abestir. Kalkınma diye bir şey mi var da, sürdürülebilirliğinden söz edilsin?
Eğer balıklar ‘denizde yaşadıklarını bilselerdi’ durum değişir miydi? Zira, balıklar ölüyor, hızla yok oluyor... Bu soruyu tartışmayı sonraya bırakarak, geçerken şu kadarını söyleyebiliriz: Eğer insanlar ‘kapitalist bir toplumda yaşadıklarını bilselerdi, velhasıl kapitalizmi bilselerdi, anlasalardı, onu anlayacak yüksekliğe çıkabilselerdi, balıkların ölümünü engelleyebilirlerdi...  Başka türlü ifade edersek, insan soyu böyle bir saçmalığa izin vermezdi... Balıkların ölümü, kapitalist mantığa göre işleyen bir yıkıcı bir sistemden,  bir üretim, tüketim ve yaşam tarzından kaynaklandığına göre...
Şimdilerde kapitalist sistemin [ki, kapitalizm emperyalizmdir] tartışmasız bir sürdürülebilemezlik tablosu ortaya çıkardığı bir vakıa ise eğer, bu, neden böyle bir durumun ortaya çıktığına açıklık getirmeyi, anlaşılır kılmayı, bilince çıkarmayı gerektirir... Bunun da yolu kapitalizmi anlamaktan geçebilir...  Fakat daha önce kısaca da olsa, kapitalizmin anlaşılmama sorunu üzerinde durmamız gerekiyor. Ya da anlaşılmama ne ile ilgilidir? Hangi nedenler kapitalizmin anlaşılmasını engelliyor, değilse zorlaştırıyor? Bu soruya açıklık getirmek için de, başka bir soruyla devam edebiliriz: Kaptalizmi kendinden önceki üretim tarzlarından, sosyal formasyonlarlardan, medeniyetlerden ayırd eden hangi özellikler/ farklılıklar söz konusudur?
İlk hatırda tutulması gereken şudur: Kapitalizmin eni-sonu 500 yüzyıllık geçmişi var. Oysa insan soyunun geçmişinin bir kaç milyon yıl kadar, akıl sahibi insan anlamına gelen homo sapiens’in de 50 bin yıl kadar geriye giden tarihi olduğu söyleniyor.
Dikkat edilirse, 500 yüzyıllık kapitalizm çağı, insanlık tarihinde sadece küçük bir parantez. Buna rağmen bu kadarcık zamanda insanlığın ve uygarlığın geleceğini tehlikeye atmış bulunuyor. O halde vakitlice kapitalizmden çıkmak, parantezi kapatmak gerekiyor.
Kapitalizmin anlaşılmama sorunu söz konusu olduğunda iki tür nedenden söz edebiliriz: 1. Anlamamanın/anlaşılmanın engellenmesinin bilinçle veya ideolojiyle ilgili nedenleri; 2. Kapitalizmin yapısından, işleyişinden, temel dinamik ve eğilimlerinden, velhasıl kapitalizmin bizzat kendisinden kaynaklanan nedenler.
Bilinçle ilgili unsurların başında da, kapitalizmi neredeyse bir dünya cenneti olarak sunan şu iktisat bilimi denilen ideolojik safsatalar geliyor. Üniversitelerde sadece bilim değil, sosyal bilim dallarının en serti [doğa bilimlerine en yakın olan anlamında] olarak okutulan iktisat, [economics diyorlar], aslında bilimler dünyasıyla değil, ideolojiler dünyasıyla ilgilidir. Kapitalist sınıfın ihtiyacına cevap verdiği için, kapitalizmi meşrulaştırdığı için, bilim sayılıyor ve yere göğe de konmuyor. Oysa, iktisat bilimi denilen ideolojik safsataların iki şeyle ilgisi yoktur: Birincisi, bilimle bir ilgisi yoktur; ve ikincisi de bu dünyanın gerçekliğiyle bir ilgisi yoktur.
Marx’ın devasa eseri Kapitil’in alt-başlığı: bir ideoloji olarak Ekonomi Politiğin Eleştirisidir. Sadece  Ekonomi Politiğin Eleştirisi değil. Eğer Samir Amin’in de isabetli bir şekilde söylediği gibi, “ekonomi politik ideolojisinin eleştirisi”  olarak değil de, sadece “ekonomi politiğin eleştirisi” olarak alınırsa, o zaman onu bazı kötülüklerden, bazı olumsuzluklardan arındırarak işe yarar hale getirmek mümküdür anlamı çıkar. Ama ideoloji söz konusuysa eğer, tartışmanın zemini de bambaşka olacak demektir. Şimdilerde zaten ekonomi politik de denmiyor. Sadece economics [iktisat] deniyor... Öyleyse sadece ideolojiden arınmış değil, politikadan da arınmış saf bilim hoş geldi safa geldi...
Netice itibariyle, bilimselllik retoriği altında kapitalist sınıfın [burjuvazinin] sınıfsal/tarihsel çıkarına uygun olarak üretilmiş ideolojik tezler sayesinde, tam bir ücretli kölelik sistemi olan kapitalizmi meşrulaştırmak mümkün hale gelebiliyor. Onun için bu alanda yürütülecek radikal ideolojik mücadele, karşı hegemonya oluşturmak için vazgeçilmezdir. Nitekim, geçerli ikitisat ideolojisi, kapitalizmi rasyonel yegane sistem olarak sunmayı şimdilik başarabiliyor.
Kapitalizmin kendisinden kaynaklanan neden, kapitalizmde sömürünün gizlenmişliği, saklanmışlığı, görünmezliğidir. Bilindiği gibi, kapitalizmi önceleyen üretim tarzlarında sömürü saydamdır. Kölecilik durumu söz konusu olduğunda, efendinin zenginliğinin köle emeğine dayandığı açıktır. Kapitalizm öncesi dönemin haraca dayalı sosyal formasyonlarında ve onun feodal denilen versiyonunda yönetici/bürokratik elitin ve soylular sınıfının zenginliğinin de üretici köylüden [reaya, serf] alınan haraca ve/veya zorunlu çalışmaya dayandığı açıktır. Oysa, kapitalizmde saydamlığı ortadan kaldıran, sömürüyü gizleyen bir şey var: Orada işçi  kapitalist patrona emeğini değil, iş gücünü, çalışma kapasitesini, çalışma/üretme yeteneğini satıyor ama emeğini sattığını sanıyor... Şöyle: diyelim ki,  bir işçi bir kapitalist için günde 8 saat çalışıyor, ve diyelim ki, çalışma gününün ilk 4 saatinde aldığı ücerete eşit bir değer üretiyor. Geri kalan 4 saatte ürettiği değere kapitalist artı-değer olarak el koyuyor. İşçi 8 saatlik iş gününün sonunda eve dönerken, 8 saatin karşılığını aldığını sanıyor. Eğer, işci de feodal dönemdeki serf gibi, haftanın üç günü kendine, üç günü de kapitaliste çalışsaydı durum açıkça görünürdü ama kapitalist üretimde işçi hep aynı yerde, aynı makinaları kullanmak zorunda olduğu için, sömürünün görünürlülüğü ortadan kalkıyor. Oysa, aslında verdiğimiz örnekte işçi her bir dakikanın 30 saniyesini kapitalist için çalışmış oluyor... İşte bu durum kapitalizmin anlaşılması bakımından bir zorluk ortaya çıkarıyor. Marx, artı-değer teorisini ortaya atarak, kapitalist sömürüyü teşhir ederek, kapitalizmin büyüsünü çözerek, devasa bir teorik buluş yapıyor ve kapitalizmin sömürülen ve ezilen sınıflarına kapitalizmi aşmayı, komünist perspektifi işaret ediyordu...
Kapitalzimin yapısından ve işleyişinde kaynaklanan ikinci bir neden de, kapitalizm koşullarında sınıf atlamanın, sınıf değiştirmenin mümkün olmasıdır. Kapitalizm öncesinin üretim tarzlarında veya prekapitalist sosyal formasyonlarda, sınıf değiştirme yolu kapalıydı. Mesela Osmanlı sisteminde: reaya oğlu reaya olur denirdi. Oysa kaptalizm geçerliyken madenci oğlu madenci olur denmiyor, köylü oğlu köylü kalır denmiyor... Kapitalizm koşullarında bir madencinin oğlunun egemen sınıf katına veya oligarşiye terfi etmesinin yolu kapalı değildir. Bir madencinin çocuğunun milyonerler, milyarderler katına çıkması potansiyel olarak mümkündür. Fakat orada gözden kaçan bir şey var: Gerçi bir madenci çocuğu ülkenin en büyük kapitalistleri arasına dahil olabilir ama böyle bir şeyin gerçekleşme olasılığı, eni-sonu lotodan büyük ikramiye kazanma olasılığı kadardır... Durum böyledir ama sıfırdan başlayıp mültimilyarder olanların başarı öyküleri dillerden düşmez... Ve bu boşuna yapılmaz... Bir kişinin milyarder olması için kaç yüzbin, veya kaç milyon kişinin mülksüzleşmesi, proleterleşmesi, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan mahrum olması ‘gerektiği’ sorun edilmez...
Bu tür meşrulaştırmalar, sonuç itibariyle ‘kapitalizmin insanlığın normal hâli’ olduğu bilincini canlı tutuyor ve söz konusu bilinci yeniden üretiyor.  Burjuva ideolojisinin derin çekirdeğini iktisat bilimi denilen oluştursa da, kapitalizmin insanlığın normal hali sayılmasında, öyle sunulmasında ve meşrulaştırılmasında diğer sosyal bilim disiplinlerinin rolünü de hafife almamak gerekir.
Kapitalizm koşullarında işlerin sarpa sarması, kapitalizmin bir dizi özelliğinden, özgünlüğünden, orijinalliğinden kaynaklanıyor:

1.       Kapitalizmde ekonomi toplumun diğer kertelerinden, veçhelerinden, bileşenlerinden, yapıcı unsurlarından bağımsızlaşmış durumdadır. Oysa, bir toplumsal yapının sağlıklı işleyebilmesi için toplumsal yapıyı veya bütünlüğü oluşturan ekonomik, sosyal, politik, etik, estetik... kerteler veya belirleyicilikler arasında uygun bir denge ve tatamlayıcılılık olması gerekir. Kapitalizmde ekonomik kertenin sadece diğerleri aleyhine belirleyiciliği artmakla kalmıyor, aynı zamanda diğerlerini kolonize ediyor ve tabii kendine bağımlı hale getiriyor... Karl Polanyi bu duruma dikkat çekiyor, itiraz ediyordu. Polanyi’ye göre ekonominin topluma değil de toplumun ekonomiye tâbi olduğu durum, bir sapmaydı ve toplumun normal hâli değildir... Şimdilerde sürdürülemezliğin belirginleşmesinin gerisindeki nedenlerlerden biri işte bu sapmadır... Dolayısıyla bu  tersliğin aşılması gerekiyor.
2.       Kapitalizmin bir başka özgünlüğü veya orijinalliği, üretici sınıf olan işçi sınıfının toplumdaki durumuyla ilgilidir. Kapitalist toplumun üretici sınıfı olan işçi sınıfı, yaşam için gerekli araçlardan [üretmek ve geçinmek için gerekli şeyler] yoksunlaştırılmış, mülksüzleştirilmiş durumdadır. Zaten kapitalizm demek, mülksüzleştirirek sermaye biriktirmek demektir. Kapitalizm varolabilmek için mülksüzleştirilmiş bir sınıfa ihtiyaç duyuyor/ dayanıyor ve her ileri aşamada da mülksüzleştirilmiş kitleyi [proletarya] büyütüyor. Bu niteliğinden ötürü kapitalizm yıkıcı/tahrip edici [destructive] bir sistemdir.  Her ileri aşamada işsizliği, yoksulluğu, sefaleti, insânî yabancılaşmayı ve doğal çevre tahribatını derinleştirmek durumunda ve başka türlü yapması mümkün değil... Durum böyleyken,  insanlara sabrederlerse ilerde işlerin düzeleceği, yoluna gireceği söyleniyor...
3.       Kapitalizmin bir başka özgünlüğü de üretimin yapılış amacıyla ilgilidir.. Bir meta uygarlığı olan kapitalizmde, üretimle ihtiyaçların tatmini [karşılanması] arasındaki bağ kopmuş durumdadır. Kapitalist, pazarda satmak, kâr etmek için üretim yapar. Asıl amaç kullanım değeri değil, değişim değeri üretmektir. Her üretim çevrimi sonucunda elde edilen kârın [ artı–değerin] en büyük bölümünün de sermayeye dönüştürülmek üzere, yeniden yatırıma yönlendirilme zorunluluğu [yıkıcı rekabetten ötürü] vardır. Ve sonuç itibareyle şöyle bir durum ortaya çıkarıyor: Her seferinde daha çok üretim, daha çok kâr, daha büyük sermaye... Bu da araçlarla amaçların ters/ yüz olması, öküzün arabanın arkasına koşulmasadır. Marx, Kapitalde, kapitalistin amacını şöyle özetliyordu: Amacı, yalnız kullanım-değeri değil, onunla birlikte meta üretmektir; yalnız kullanım değeri değil, değer üretmektir; yalnız değer değil, aynı zamanda artı değer üretmektir”  Böyle bir sistemin toplumun asgari ihtiyaçlarına bile cevap vermesi mümkün müdür?
4.       Dördüncü bir özellik de, kapitalizmle birlikte iktibas yolunun artık kapanmış olduğudur. Bilindiği gibi, kapitalizm öncesi dönemin üretim tarzlarında veya sosyal formasyonlarında, bir uygarlığın ilerlemesi, diğerlerinin de ilerlemesinin, ileri doğru hamle yapmasının koşuluydu. Bir uygarlık, üretimi ve yaşamı kolaylaştıran bir şey keşfettiğinde, başka toplumlar iktibas yoluyla aynı teknik buluşu kulllanarak bir üst düzeye çıkabiliyorlardı. Kapitalizm kendi dışındaki sosyal formasyonları biçimlendirme, biçimsizleştirme, çarpıtma, kendi ihtiyaçlarıyla uyumlandırma eğilimine ve dinamiğine sahip olduğu için, söz konusu yol kapanmış bulunuyor...
5.       Beşinci önemli özellik de, kapitalizmin kutuplaştırıcı bir temel eğilime sahip olmasıdır. Bir sömürü metabolizması olarak işlemesi, sermaye birikiminin her aşamada mülksüzleştirirek yol almasının bir sonucu olarak, bir kutupta zenginlik yaratması karşı kutupta yoksulluk yaratmasına bağlıdır. Bu da muasır medeniyet seviyesini yakalama perspektifinin, kapitalizm koşullarında bir kıymet-i harbiyesinin olmaması, yakalamanın imkânsızlığı demektir...  
6.       Kapitalizm her aşamada ileri teknoloji üretmeye mecburdur ve kapitalist mantığın gereği olarak üretilen teknoloji, insanlar kolay üretsinler, kolay yaşasınlar diye üretilmiyor. Sömürüyü derinleştirmek, kâr oranını ve kâr kütlesini, yani sermayeyi büyütmek amacıyla üretiliyor. Aksi halde bunca teknik ilerlemeye rağmen, işlerin sarpa sarmasını anlamak zorlaşırdı...
7.       Kapitalizmin mantığı, temel eğilimleri ve dinamikleri veri iken, sistemin insânî, toplumsal ve ekolojik kötülükleri büyütüp/ derinleştirmeden yol alması mümkün değildir.
8.       Kapitalizm kendini sınırlamayı bilmez, durmayı bilmez /duramaz. Freni patlamış bir kamyon gibi, nereye çarpacağı belirsizdir.
9.       Kapitalizmin bir tuhaflığı da etik kaygılara külliyen yabancılaşmış bir sistem oluşudur. Amoral [ ahlâk dışı] deniyor ama aslında ahlâksız denmesi gerekiyor... Kapitalist bir yere gelip üretim yaptığında, bir şey ürettiğinde, doğal çevreyi tahrip eder, canlıları yok eder, havayı ve suyu kirletir, biyolojik çeşitlliği yok eder, doğal dengeyi tahrip eder ve başka türlü yapması mümkün değildir. Durum böyledir ama insanlara ekseri yıkılan değil, yapılan gösterilir ve yapılan da ilerleme, modernleşme, bizde çağdaşlaşma, büyüme, kalkınma, vb. olarak sunulur...
10.     Nihayet kapitalizm emperyalizm üretmeden, emperyalizm savaşsız ve hegemonya da düşmansız yapamaz...
İşte, kısaca sözünü ettiğimiz temel eğilimlerin ve dinamiklerin bir sonucu olarak, artık genel bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıkmış bulunuyor.

Bu durumdan çıkmak, kapitalizmi aşmak, yeni bir şey yapmak, mümkün ve gereklidir. Gereklidir zira, bütün bu olup-bitenler, insan iradesini aşan insan üstü güçlerin marifeti değildir... Eğer yüzyüze geldiğimiz insâni ve sosyal kötülüklür, ekolojik riskler, birilerinin verdiği kararların, tercihlerin, politikaların sonucuysa ki, öyledir... o zaman başka insanların, başka tercihleri, başka politik pratikleriyle de pekâlâ başka şey yapmanın, başka türlü yapmanın da yolu açık demektir...

15 Haziran 2011 Çarşamba

Referandum!


Dr. İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com


Son seçim Kürtler için bir referandum’dur


Filozof CİORAN der ki; Bütün eylemlerimizde gizli bir yan vardır, psikolojik açıdan ilginç olan da budur. Sadece yüzeyi, yapay yönü tanırız, dile getirilmiş olanı kabul ederiz, ama önemli olan dile getirlmeyen dir, üstü kapalı olandır, bir davranış ya da sözün gizli noktasıdır. Büyük yazarlar, bu ‘’gizli yön ‘’ duygusuna sahip olanlardır. DOSTOYEVSKİ derinde ve gerçekte olanı açığa vurur. Bir duygunun kökeninin kavranması çok güçtür, ama önemli olan da budur: DİNSEL İNANÇ vb. İçin . Bu nasıl başladı? Niçin devam ediyor? İleriyi görebilecek tek insan bunun nereden geldiğini gören insandır.

Son seçim de olsun, bundan evvelki seçimlerde olsun, görülmek istenmeyen, dile getirilmek istemeyen bir gerçek var ki onu aydınlatmak istiyorum.

Seçim neticelerini Türkiye haritası üzerinde renkli olarak gösterirler gazeteler. Kürt adayların , hangi partiden olursa olsun, isterse müstakil olsunlar tek renkle ifade edilirler. Fırat’ın ötesi, doğu ve güneydoğu ,yani Kürtlerin yoğun oldukları bölgeler, daha doğrusu KUZEY KÜRDİSTAN tek renkdir. Geçen sene Diyarbakır’ı üç defa ziyaret etmiş ve Kürtleri yaşam itibariyle de FACTO Türklerden kopmuş olduklarını müşahede ettim. Hatta Fıratın batısındada bazı illerde Kürtlerin yaşadığı, hatta Haymana bölgesinde, göç ettikleri illerde ( İstanbul, Mersin v.s ) Kürtlerin büyük bir çoğunlukta yaşadıkları malum.

Son zamanlarda Kürtlerin temsilcileri REFERANDUM isteğinde bulunuyorlar. Kürt sorunun çözümü içinde en geçerli vasıtanın REFERANDUM olduğunu yazmıştım. Erdoğan artık son seçim neticelerine rağmen BDP nin Kürtlerin temsilci değilde çetelerin temsilcisi olduğunu iddia edemez. Ben Kürt adaylara verilen oyları cem ettiğimde 10 milyonu aştığını görüyorum. Bu en azından 15 milyon Kürdün temsilciliği demektir. Aslına bakılırsa CHP kadar milletvekili çıkarmaları mümkündür.

Erdoğan % 50 oy ile 275 milletvekili çıkarması lazımdı. Barajı % 10 nun üstünde tutması, BDP ye devlet yardımı yaptırtmaması, ona beleşten 50 milletvekili daha kazandırmıştır. Bu hesabı taraf olmayan köşe yazarlarıda yapmaktadır.

Yeniden REFERANDUM yapmağa lüzum yok. Netice ortadadır, fakat görmek istemeyen gözler elbette görmek , algılamak istemezler. Kürtler daha ne istiyorlar ki diyen Türklere hayret ediyorum. Özerklik istemeleri insan haklarına aykırı bir istek mi? 1918 de USA başkanı WİLSON’un SELF DETERMİNATİON prensibini geçenlerde OBAMA’da tekrarladı. Hatta Erdoğan Tunus’daki, Mısır’daki, Libya’daki ayaklanmalardan sonrada MİLLETİN SESİNİ duyun diyerek oraları yönetenlere çağrıda bulundu. 40 bin şehit veren ve halada vermeğe amade olan bir halkın sesini duymamazlıktan gelmek tarihe ters düşmektir. Ümit ediyorum ki Türkiye deki siyasi liderlerde daha fazla haksız direnişten vaz geçer, boşuna kan akmasına son verirler ve KÜRTLERİN özerklik arzularını anayasaya koyarlar. Irak’taki Kürtler özerk değil mi? Bunu istemeye, istemeye kabul ettiğine göre Türkiyenin milliyetçi tabularından vazgeçmesi gerekir. AB ye intibakta Kürt sorununu halletmeden mümkün olamaz.

Son anket çalışmaları göstermiştir ki Kürtler ayrılmak istemiyorlar. İstedikleri özerkliktir, eşit haklardır, anayasal gövencedir. ALMANYA’nın güneyinde ‘’Serbest devlet Baveria ‘’ vardır. Onların dilleri, kökenleri ayni olmasına rağmen ayrı parlamentoları vardır. Bayrakları vardır. Partileri vardır. Bütün bunlara rağmen Alman devletinden ayrılmıyorlar. İsviçrede ayni model mevcut. Her iki devlet’de , millet de bizden çok demokrat, bizden çok zengin ve medenidir.

Son seçim neticelerinden CHP ve MHP taraftarları memnun değiller. Kabahat o partlerin liderlerinde değil. AK partinin zaferini mümkün kılan gerçekleştirdiği hizmetleridir. Bir futbol maçında karşı tarafın iyi oynamsından ötürü yenik düşen takım antrenörde kabahatı aramamalıdır. Yenilgiye sebep galip gelen takımın iyi oynamsıdır. Türkiye de % 38 köyde yaşıyor. Ömürlerinde ilk defa köyde temiz su görmüşlerse, köye asfalt yol yapılmışsa, doktora , hastaneye gitmek, ilaç almak mümkün olmuşsa, çocukların kitaplarına para ödenmesine ihtiyaç yoksa .v.s. hizmetlerdir Muhalefetin yenilme sebebi. Hükumetin elinde Hazine olduğu müddetçe ve o paralarıda halka hizmette kullanıyorsa Muhalefetin iktidar olma şansı yoktur. Boşuna kimse kimseyi suçlamasın.

Erdoğan son zamanlarda MHP yi meclisten uzak tutmak maksadıyla, BDP yi suçlamak için çok çirkin manevralar yaptı. Hatta TÜRK MİLLETİ ASİLDİR demeğe başladı. Diğer milletleri ötekileştirdi. Türk milleti asaletini nereden alıyor ki? Birzamanlar Atatürk’te yeni bir ulus yaratmak için saçmalamış ‘’Türk gençliğine hitabesinde’’ ‘’ Damarlarında asil kan ‘’ olduğunu iddia etmiştir. Tıpkı HİTLERE’in üstün Irk hezeyanı gibi.

Başka görmemiz gereken hallerde var. Yunanistan ekonomik krizi atlatmak için milli varlıklarını satılığa çıkarmış. Türk hükumetleri çoktan KİT’leri sattı. Suriye’de Kürtler ve diğer sunniler ayaklanmış. Türkiye’de Kürtler 1808 denberi 30 defa ayaklanmışlar. Şu son 30 sene içindede 40 bin şehit vermişler bu uğurda. Erdoğan %50 oy toplayınca da TEKADAM konumunu dahada pekiştireceğe benziyor. İşte o zaman Türkiye felakete sürüklenebilir. Çünkü Kürt sorununu sadece Kürtçü siyasetçiler değil Kürt halkı benimsemiş. Dresdende 80 bin kişi yürüyünce Doğu Almanya çökmüştü. Tunus’ta, Libya’da, Mısır’da , şimdi Suriye’de halk rejime karşı yürüyüşe geçince TEKADAM’lar birer birer tarihten silinmek zorunda kalmışlardır.

Makalemin başında söylediğim gibi Türkiye’de konuşulmayan bazı gerçekler vardır ki aydınların bunu dile getirmeleri gerekmektedir. Belçika’da BRÜGGE diye bir şehir vardır. Orada bir heykel gördüm. O heykel bir papazın heykeli imiş. O şahıs zammanında Krala karşı eleştiri yaptığı için DİLİNİ KESMİŞLER.

Erdoğan sanat eserlerinden hoşlanmaz. Çünkü dini inançları buna müsaade etmez. Putperestlik olarak algılar. Diğer taraftan her köyde bile Atatürk heykeli vardır. Hemde hiç sanat değeri olmadan. Bazı aydın geçinenler ‘’Atatürkçüyüz’’ diyorlar. Fenerbahçeliyiz diyebilirler, ama Atatürkçülük diye bir ideoloji yoktur. Onu dünya çapında bir insan olarak görenlerde vardır. Ben onun Türkiye dışında bir etkinliği olduğunu 60 senelik yurtdışı yaşamımda tesbit edemedim. Geri zekalı olduğum içinde İslamiyetteki erkek-kadın eşitsizliğini anlayamadım. Kadınların akli melekeleri kıt olduğu için Şahitlikte ve miras konusunda yarım erkek sayılıyorlar. Kuranda da İncildede ŞEYTAN ‘ın, CİNLER’in varlığı kabul ediliyor. Hele hel Adem ile Havva’nın ELMA yedikleri için cennetten kovulmalarını bir türlü kavrayamıyorum. İsa’nın Allahın oğlu olduğuna inanan milyarlarca Hırıstıyanı anlayamıyorum.

Benimde dilimi kesebilirler, duymak istenilmeyenleri söylediğim için. İlerde, yapılan hatalar idrak edilince, teşekkür edende olabilir.

Antalya, 14.06.11

4 Haziran 2011 Cumartesi

TEK ADAM!






Dr. İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Demokrasi olmadan oy kullanmak mubah mı?

Türkiye’de demokrasinin olmazsa olmazları gerçekleşmeden oy kullanmak mubah mıdır? Olmazsa olmazlar nelerdir?
1. Seçim kanunu değişmeden, temsilde adalet sağlanmadan yani demokratik olmayan BARAJ seviyesi aşşağıya çekilmediği müddetçe seçimler demokratik bir karakter kazanmaz. Partilere hazine yardımıda demokratik değildir. Partileri israfa teşvik etmektedir. Vatandaş partilerin seçim öncesi mitinglerinden, reklam vaveylalarından rahatsızdır. Partiler istikbale dönük önerilerini muhtevi broşürler dağıtabilir, sözlü ve yazılı yayın organlarından faydalanabilirler batıda olduğu gibi.
2. Partiler yasası değiştirilmeden, yani antidemokratik LİDER SULTASI ortadan kalkmadan seçimler yapılmamalıdır.. 14 mayıs.1950 den sonra Demokrat parti üyeleri ,ocak, bucak teşkilatlarında adaylarını tesbit ediyorlardı. Bu yöntem batıdada tatbikattadır. Parti başkanları partinin her türlü karar mekanizmasında TEK ADAM , belirleyici olmamalıdır. Bu yapı anti demokratiktir.
Yukarda belirttiğim seçim şartları değişmedikçe oy kullanmanın demokratik sonuçlarını beklemek mümkün olamaz. O halde SEÇİMLERİ BOYKOT demokratik eylem olabilir mi? Hakimiyetin millette olmasını gerçekleştirmek için doğru bir yöntem olabilir mi? Böyle gelmiş fakat böyle gitmemesi sağlanabilir mi?

Bugünkü partilerin yapılanması başkanlarını TEK ADAM konumuna sokmakta ve demokratikleşmelerini önlemektedir. Ancak etik olmayan kasetler parti başkanlarını bertaraf edebilmektedir. CHP nin BAYKAL’dan kurtuluşu kaset sayesinde mümkün olmuştur. Şimdi MHP nin BAHÇELİ’den kurtulması için kasetler internette yayınlanmaktadır.
2002 seçimlerinde halk oyları dört partiyi ve başkanını meclis dışına atmış ve hakimiyet ini sağlamak yeteneğini , demokratik olgunluğunu göstermiştir. Son aylarda Arap devletlerindede halk meydanlara, sokaklara çıkıp TEK ADAM konumundaki başkanlarını koltuklarından etmiştir. Tekadamlardan kurtulmak demokrasi ile mümkündür. USA’ da başkan ancak iki devre seçilebilmekte, İngiltere’de keza Churchill 2. ci dünya harbinden zaferle çıkmasına rağmen TEK ADAM konumuna girmemesi için iktidardan uzaklaştırılmıştır. Fransa da de GAULLE de ayni akıbete uğramıştır.
Türkiye’nin yakın tarihinde Serbest Fırka tecrübesinde ATATÜRK tek adam pozisyonunu kaybetme korkusuna kapılmış ve hemen partiyi kapatmıştır. Ondan evvel onun tek adam olma meylini farkeden en yakın silah arkadaşları Terakki Perver fırkasını kurmuşlarsada , ATATÜRK partiyi kapattığı gibi Kazım Karabekir paşayı, Ali Fuat paşayı idam ettirmek için İstiklal mahkemesine göndermiş. Rauf Orbay yurtdışına kaçarak kellesini kurtarmıştır. İsmet paşada sonunda havluyu atıp köşesine çekilmek zorunda kalmıştır. Atatürk böylece tekadam pozisyonunu muhafaza etmiştir. Türkiye için çok büyük hizmetleri yapmış olmasına rağmen Cumhuriyetin demokrasi eksikliğini halk hazmetmemiştir. Çünkü tarihten öğrendiğimiz o ki TEK ADAM lar zaman geçtikçe milletin hayrına kararlar almakta zorlanmaktadırlar. İster istesinler, istemezlerse bile idare faşizme kaymak istidadı göstermektedir. Orta doğuda tekadamlar sıra ile tarihten silinmekteler.

Tayyip Erdoğan’da maalesef TEK ADAM konumunu sağlamağa çalışmaktadır. İkisenedenberi bu mevzuda bir kaç kez yazdım. Partisi iktidara geldiğinde bir triumvurat idaresi başlamıştı. Roma imparatorluğunda da Sezar triumvuratla idareye başlamış sonra tekadam konumuna geçmişti. Tehlike arzetmeğe başlayınca suikastla iktidardan uzaklaştırılmıştı. Hançeri saplayanlar arasında bir fahişeden olan oğlu BURUTUS de vardı. Onu görünce ‘’Sende mi OĞLUM Burutus’’ demişti. Türkçe tekstlerinde oğlu kelimesi ıskalanmıştır. Ayni durumu Stalin ölünce bir triumvurat idareyi ele almışsada sonunda Churuşov tek adam rolünü benimsemiş fakat meclis vazifesine son vermiştir. Ortadoğu liderleri senelerce pozisyonlarını muhafaza etmeği başarmışlarsada, sonunda onlarda yavaş yavaş tarihten silinme kaderinden kurtulamamışlardır.

Tayyip Erdoğan hükumetin başı olunca Bülent Arıncı önce meclis başkanlığına , Abdullah Gül’ü de Çankayaya göndermiş , başbakan yardımcısı Şener’in, Partideki ikinci adam Dengir Fırat’ın Erdoğan ile uzlaşma imkanını kaybedipte ayrılmalarını müteakıp TER KADAM pozisyonunu perçinlemiştir. Son zamanlarda ÇILGINLAŞMA alametleri göstermeğe başlamıştır. Türkiyenin kaderini tayin edecek bütün kararları kendisinin verebileceği bir konuma girmiştir. AB ve Kürt sorununda U dönüşü yapıp dün söylediğinin bugün aksini söylemek, yapmak gibi acaip bir duruma girmiştir. Bakanları ‘’ Başbakanın talimatına göre’’ yapmak istediklerini beyan etmişlerdir. O bakanların durumu üzüntü vericidir. Dış politikadada yabancı devlet başkanlarına, batıdaki liderlere ONE Minute demeğe başlamıştır. Sarkozye, Merkel’e çıkışları, hatta Obamaya da akıl vermeğe başlamıştır. Dahilde askeriyeyi, yargıyı, basını hatta iş dünyasını kontrol altına almağa başlamıştır. Bakın Hürriyetin başına gelenleri. Çölaşanla başlayıp, Bekir Coşkun, Oktay Ekşi, Cüneyt Ülsever, Türenç susturulumuş. Vatan ve Milliyet satılmış. Bu seçimlerde muhalif addettiği mebusları artık aday listesine almamıştır. Atatürk te 1924 seçimlerinde muhalifleri meclis dışında bırakmıştı. Maşallah Kılıçdaroğluda kendine muhalif olacakları aday göstermemiştir.

Teşbihte hata olmaz derler. Hitler iktidara seçimle geldiğinde enflasyon azgın, işsizlik % 50 yi aşmıştı. Yeni bir para birimi (Reich Mark) I çıkarmış ,bizdeki sıfırları attığımız gibi, işsisliğe çare olarakta (Autobahn) ları inşaa başlamıştı bizde ki (Double yollar ) gibi. Sonraki akıbeti nin fatal oluşu TEK ADAM konumunda oluşundandır. Erdoğan’da başkanlık sistemine geçmek için adım adım hayalindekini gerçekleştirmeğe başlamıştır.
Türkiyenin istikbali tehlikededir. Muhalif partiler reaktif davranmakta, stratejik çareler düşünememektedirler. Bana kalırsa tek demokratik çare bütün partilerin BOYKOT çağrısı yapıp , demokratik sisteme geçmeden seçimlere iştirak etmemeleridir. Halen siyasi aktörlerimiz yeteneksiz oldukları için çaresizlik içinde kıvranmaktadırlar. Erdoğan demokrasiye inancında samimi ise seçimlerden sonra uzlaşı ile modern bir anayasa yapmağa çalışır, ondan sonra icraatlarına devam eder.

Antalya, 03.06.11

1 Haziran 2011 Çarşamba

Yeni anayasa...

Yeni anayasa veya “ hiç bir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştirmek”



Fikret Başkaya

AKP, 12 Haziran seçimleri sonrası için yeni bir anayasa vâdediyor, bu amaç için insanlardan oy istiyor ve tek başına anayasayı değiştirecek bir meclis çoğunluğu arzuluyor. Yeni anayasanın ‘sivil’ bir anayasa olacağı söyleniyor. Eğer öyleyse, bu mevcut anayasanın ‘sivil’ olmadığı demeye gelir... Tabii AKP yeni bir anayasa vâdederse diğerleri de boş duracak değil, onlar da kendilerince yeni anayasadan söz ediyorlar. Lâkin yeni anayasa isteyen sadece burjuva partileri değil, kapitalist patronlar ve bir bütün olarak egemenler cephesi de artık yeni bir anayasanın gerekliliği konusunda ısrarlı görünüyorlar. Bu arada akademideki anayasa uzmanları ve her şeyi bilen köşe yazarları ve medyatik ‘aydınlar’ da yeni anayasacılar kervanına katılmış görünüyorlar... Bir de Kürtlerin yeni anayasa talebi var ki, onlarınki haklı ve yerinde bir talep, zira, artık bir şeylerin gerçekten değişmesini istiyorlar...

Kimse ‘sivil anayasa’ ne menem bir şeydir, sivil anayasa diye bir şey olur mu, ya da neden anayasa kelimesinin önüne bir niteleme sıfatı ekleme gereği duyuluyor, neden böyle bir ideolojik manipülasyona baş vuruluyor sorusunu sormayı akıl etmiyor. Söylenmek istenen her halde şu: mevcut anayasa askerler tarafından yapıldı, militer bir anayasadır, dolayısıyla sivil ve tabii demokratik değildir. Bu sefer anayasa siviller tarafından yapılacak ve ‘sivil’ ve ‘demokratik’ olacak... Sivil olmak veya olmamak, kıyafet farklılığına indirgenecek bir şey midir? Tipik bir ‘disiplin yönetmeliğine’ benzeyen 1982 anayasasının arkasında, bir NATO ordusu olan TSK olsa da, anayasayı hazırlayanlar üniformalı değildi... Akademinin anlı-şanlı anayasa profesörleri ve cunta tarafından tayın edilmiş sivil giyimli Danışma Meclisi’nin ‘seçkin’ üyeleriydi... Üstelik referanduma sunulup, halkın ‘onayı’ da alınmıştı... Sanırsınız ki, anayasayı askerler kendileri için yaptı! Diyelim ki, 1982 anayasasını üniformalı unsurlar yaptı ama ondan sonra defalarca TBMM’ye seçilen üniformasızlar 30 yıl boyunca bu anayasayı neden sorun etmedi? Neden anayasanın askerî üniformasını çıkarmak için kılını kıpırdatmadı? Neden anayasayı ‘sivilleştirme’, ‘demokretikleştirme’ gereği duymadılar? Bir şey daha, cunta anayasasının yürürlüğe girdiği 1982’den bu yana 17 defa anayasa değişikliği yapıldı ve geçiçi hükümler dahil 177 maddelik anayasanın tam 119 maddesi değiştirildi... Demek ki, geçen zamanda anayasanın yaklaşık %70’i ‘yenilenmiş’... Eğer değişiklik ve ‘yenilik’ olumlu bir anlam taşıyorsa, bu, %70 oranında bir ‘sivilleşme’, ‘demokratikleşme’, velhasıl ‘iyileşme’ anlamına gelmez miydi? Eğer yapılan değişiklikler [yenilikler!] demokratikleşme demeye geliyorduysa, o zaman yeni anayasa yapmak yerine geri kalan 58 madde de gözden geçirilerek Türkiye ‘sivil’ ve ‘demokratik’ bir anayasaya kavuşmaz mıydı...

O halde üç şey: Birincisi, bir rejimin anayasal olması, anayasasının olması, onun demokratikliğinin güvencesi değildir. Esasen anayasalar demokrasiyle değil, nasıl yönetebiliriz, nasıl aldatıp-oyalayabiliriz, sorusuyla, velhasıl ‘Teşkilat-ı Esâsiye ile ilgilidir. Bu soruların kimler tarafından sorulduğu da bellidir... Bu tür sorular daima mülk sahibi sınıflar tarafından sorulur... Söz konusu olan basbayağı sınıfsal bir meseledir. Dolayısıyla belirleyici olan bir yasayı veya anayasayı kimin yaptığı değil, kimin/kimlerin çıkarına yapıldığı, arkasında kimin/kimlerin olduğu ve durduğudur... 1982 anayasasını cuntacı generaller yaptı ama mülk sahibi sınıflar adına ve onlar için yaptı... Tabii bal tutanın parmağını yalaması da işin doğası gereğidir; ikincisi, bir anayasa için önemli olan hangi maddeleri içerdiği değil, bunların pratik politikada, uygulamada ne şekil aldığı, nasıl yorumlandığı ve uygulandığıdır; üçüncüsü de, bir anayasanın demokratikliğinin asgari koşulu yapılış sürecinde hangi toplum sınıflarının ne ölçüde dahlinin olup-olmadığıdır. Eğer mülksüzleştirilmiş sınıflar, işçiler, işssizler, topraksız köylüler ve küçük çiftçiler, mütevazı toplum kesimleri, velhsalı demokrasiye asıl ihtiyacı olanlar, sürece aktif ve etkin bir şekilde müdahale etmiyorsa, edemiyorsa, politikleşmiş halk çoğunluğunun etkin dahli söz konusu değilse, oradan çıkacak bir anayasanın anti-demokratikliği tartışmasız bir kesinliktir. Kaldı ki, Kadir Cangızbay’ın isabetli tespindeki gibi: “Demokratikleşme, bir süreçtir; doğrudan yasa ve anayasayla gerçekleşmez; başka bir ifadeyle, yolu önceden çizilmez; karşılaştığı engeller kaldırılarak yolu açılır”.[1]

Bir maddenin anayasada yer alması yeterli değildir. Anyasanın varlık nedeni egemen sınıfların nasıl yönetebiliriz, haklar alanını nasıl daraltabiliriz, nasıl aldatıp-oyalayabiliriz... sorusuyla ilgili olduğu sürece, istediğiniz kadar anayasada ‘demokrasiyle uyumlu’ maddeler bulunsun, pratikte bunların hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Bilindiği gibi, anayasalar birer üst metindirler. Uygulama alanına kanunlar yoluyla inerler ve anayasada tanınan veya formüle edilen hakların kanunlarla geri alınması yaygın bir gelenektir. Bu, burjuva yasallığının vazgeçilmez kuralıdır. Fakat verilen bir hakkı geri alma operasyonu ekseri bizzat anayasada kotarılır. Anayasanın bir maddesinde ifade edilen bir hak, ikinci veya üçüncü paragrafta ancakla başlayan bir cümleyle geri alınır/ içi boşaltılır, işlevsiz hale getirilir... Ya da ilerdeki bir maddede ortadan kaldırılır... Mesela yürürlükteki anayasının üniversitelerle ilgili 130’uncu maddesi şöyle: “Üniversiteler ile öğretim üyeleri ve yardımcıları serbestçe her türlü bilimsel araştırma ve yayında bulunabilirler. ancak, bu yetki, Devletin varlığı ve bağımsızlığı ve ülkenin ve milletin bütünlüğü ve bölünmezliği aleyhine faaliyette bulunma serbestliği vermez”. Dikkat edilirse tanınan hak aynı cümlede geri alınıyor. Hakları kullanılmaz hale getiren ve yasaklayan ikinci yaygın uygulama, maddenin sonuna eklenen kanunla düzenlenir ibaresidir. Ekseri anayasada tanınan bir hak yasayla ortadan kaldırılır. Eğer yasayla halledilemezse, yönetmelikler imdada yetişir... Başka bir yöntem de asla yapılmayacak bir şeyin ifade edilmesidir. Mesela anayasanın 49’uncu maddesinde: “ Çalışma herkesin hakkı ve ödevidir. Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları korumak, çalışmayı desteklemek ve işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak için gerekli tedbirleri alır” deniyor... Böyle bir maddenin varlığının bir kıymet-i harbiyesi olabilir mi? En doğal hakları için mücadele eden işçilerin başına nelerin geldiği, ne tür koşullarda çalıştıkları, işssizliğin ne düzeyde olduğu bilinmiyor mu? Devletin kimi nasıl koruduğu mâlum değil mi? Son otuz yılda sendika kurmak için harekete geçen on binlerce işçinin nasıl işten atıldığı herkesin mâlumu değil mi? Cunta anayasasının 26’ıncı maddesi düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetiyle ilgili: “ Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. deniyor, ve devamı şöyle: “ Bu hürriyetlerin kullanılması, milli güvenlik, kamu düzeni güvenliği, cumhuriyetin temel ilkeleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü.... amaçlarıyla sınırlanabilir”. Ve sınırlanıyor... O kadar çok sınırlanıyor ve öyle sınırlayıcı bir yasa stoğu var ki, istenirse her söylediğinizden kendinizi önce mahkeme kapısında, sonra da mahpusane koğuşunda bulmanız son derecede mümkündür... Eğer öyleyse böyle bir ikiyüzlülüğe neden başvuruluyor? Niyet ve amaç mâlûm değil mi?

Aslında kapitalizm dahilinde anayasaların demokrasinin önkoşulu olduğu tartışmalıdır ama demokrasinin önünü kesmek için gerekçe oluşturdukları kesindir. Böylece, demokratik talepler, hak talepleri ‘anayasa’ gerekçe gösterilerek geri çevrilebiliyor veya savsaklanabiliyor. Tabii anayasada değişiklik yapmak da zorlaştırılır ki, egemen sınıfların işine gelmeyen muhtemel bir değişikliğin önü kesilsin... Oysa, istenirse, anayasaya dokunmadan da, kanunlarda yapılacak değişikliklerle kısmî bir demokratikleşme pekâlâ mümkündür.

O halde sadede gelebiliriz. Egemen sınıfların çıkarı, demokratik haklar alanının, genel olarak da haklar alanının olabildiğince daraltılmasını gerektirir. Egemen sınıflar hiçbir şeyden eşitlik, özgürlük ve demokrasiden korktukları kadar korkmazlar ama söylem farklıdır... Sözcülerinin ve akıl hocalarının dilinden demokrasi kavramı hiç düşmez... Siz sermaye sınıfının, oligarşinin bir mensubu olsaydınız, demokratik haklar alanının genişlemesini ister miydiniz? Böyle bir şey eşyanın tabiatine aykırı değil midir? Zira demokratik haklar alanının gerçekten genişlemesi demek, sömürünün sınırlandırılması demektir ve sömürünün ve baskının sınırlandırılması mülk sahibi sömürücü sınıfların, ülkenin beşeri ve doğal zenginliğini yağmalayan azınlığın ve şürekasının asla arzu etmeyeceği, katlanamayacağı bir şeydir. Eğer öyleyse egemenler cephesinin ve onun sözcülerinin teklif ettiği, edeceği ‘yeni anayasa’ ne kadar ‘yeni’olabilir? Bir anayasanın yeniliğini marifet saymanın ne gibi bir kıymet-i harbiyesi olabilir?

Anti-demokratik bir şekilde oluşmuş bir parlamento demokratik bir anayasa yapabilir mi? Herşey tepeden tırnağa anti-demokratik iken, hangi mucizenin sonucu demokratik bir anayasa ortaya çıkacak. Söz konusu siyasi partilerin kendilerinin demokratik bir yapısı ve işleyişi söz konusu mu? Bu partiler essasen parti başkanlarının birer şirketine benzemiyor mu? Bunlar tek kişi tarafından yönetilen siyasi yapılar değiller mi? Kimlerin nereden milletvekili olcağına parti başkanları karar vermiyor mu? Meclis %10 barajı ayıbının gölgesinde oluşmuyor mu? Siyasi partiler yasası 12 Eylül rejiminin eseri değil mi? Eğer öyleyse ve bu siyasi partilerin mensuplarından oluşan parlamentonun bizzat kendisi anti-demokratik iken, oradan demokratik bir anayasa çıkacağına sanmak abesle iştigal etmek değil midir? Denilebilir ki, milletvekillerini halk seçiyor... Önlerine gelene oy vermek seçmek midir? Aslında seçimin gerçek anlamda seçmekle bir ilgisi yok. Orada söz konusu olan, birileri [Parti patronları] tarafından tayın edileni onaylamaktan ibarettir... Zira, asıl seçenler başkaları, dolayısıyla söz konusu olan sefil bir sirk oyunundan başka bir şey değil... Seçim sandığına giden önceden birileri tarafından tayin edileni onaylıyor sadece... Kaldı ki, geçerli sistemde zaten gerçek bir temsil asla mümkün değildir. Politika yapmanın profesyonelleşmiş ayrıcalıklı bir elitin işi olmaya devam ettiği koşullarda yapılan seçimler, ancak seyirciyi oyalamaya yarayabilir ki, zaten yapılan da odur... Netice itibariyle siyasi partilerin varlığı ve belirli aralıklarla [ 4-5 yıl] seçimlerin yapılması bir rejimin demokratikliğinin garantisi değildir. O halde soruyu şöyle sorabiliriz: Siyasi partiler niye var ve seçimler neden yapılıyor? Besbelli ki, kitleleri aldatıp/ oyalamak için...

Gerçekten demokratik bir anayasa, ancak anayasa yapma sürecine demokrasiye ihtiyacı olan toplum sınıflarınnın etkili ve kalıcı katılımı ve müdahalesiyle mümkün olabilir. Bunun için de her kesimin ağırlıyla orantılı bir kurucu meclisin oluşturulması gerekir. Bu da kitle hareketinin yükselmesini ve politikleşmiş bir tartışma ortamını varsayar. Bu önkoşulların oluşmadığı koşullarda yapılan ve yapılacak hiçbir anayasanın demokratikliğinden söz edilemez. Aksi halde mevcut parlamentodan demokratik bir anayasa beklentisi içine girmek olsa olsa liberal medyatik aydınların bir kuruntusu olabilir...

Son bir soru da şu olabilir: Yeni anayasa neden şimdilerde gündeme getiriliyor? Rejimin yeni bir yapılanmaya ve yeni bir meşruluk zeminine, tabi zaman kazanmaya ihtiyacı olduğu için... Böylece eski şarabı yeni şişede sunma imkânını kavuşmayı umuyorlar... Eğer öyleyse, yapılacak ‘yenilik’, hiçbir şeyi değiştirmemek için her şeyi değiştirmenin ötesinde bir anlam ifade etmeyecektir...

[1] Bkz: “ ‘Sivil anayasa’ işportacıları”, Birgun.net, 9 Nisan 2011.