20 Kasım 2011 Pazar

Zenginlik, yoksulluk ve özel mülkiyete dair [I]




O halde neden zenginlik var sorusuyla başlamak gerekecektir. Yoksulluk zenginlikten kaynaklanıyorsa, zenginlik nereden kaynaklanıyor? Zenginlik de özel mülkiyetten kaynaklanıyor. Eğer özel mülkiyet diye bir şey olmasaydı, sözlüklerde zenginlik ve yoksulluk kelimeleri de olmazdı... Eğer insanlar üretmek ve yaşamak için gerekli araçlara Faiz Cebiroğlu’nun dediği gibi “ortakça“ sahip olsalardı, özel mülkiyet diye bir musîbet toplum yaşamına musallat olmasaydı, zenginlik de yoksulluk da olmazdı.


Fikret Başkaya


Neden yoksulluk var? Neden yoksulların sayısı sürekli artıyor ve artmak zorunda? Göreli ve mutlak yoksulluğun sürekli büyümesinin sebebi nedir? Neden hep “yoksullukla mücadeleden” söz edildiği halde yoksulluk çığ gibi büyüyor. Yoksullukla mücadele söylemi neyi gizliyor? Bunun doğrusu zenginlikle mücadele olması gerekmiyor mu? Eğer öyleyse neden hiç “zenginlikle mücadele” diye bir şey akıl edilmiyor? Zenginlikle mücadele akla gelmiyor zira zengin ve zenginlik bir tabu mertebesine yükseltilmiş durumdadır... Tabu söz konusu olduğunda, ondan söz etmek yasaklanır. Kimse ağzına almak istemez, almaya cesaret etmez... “Ayıbı açığa vurmanın âlemi yok” denecektir... Bir şarkıcının iki saatte kazandığını, asgari ücretle çalışan biri nasıl olup da tam 11 yılda kazanabiliyor? Bir şirket patronunun veya yöneticisinin [ CEO’su densin] bir saatte kazandığı 2783 dolar neden sorun edilmiyor? Bu “yetenekli”, “akıllı”, “becerikli”, “işbitirici” kişi, saatte 2783 dolar kazanırken, çalıştırdığı işçiler de saate 28 cent kazanıyor... Hesap ortada... Aradaki yetenek, akıl, beceri farkını bir düşünün... Ve bir tek kişinin 74 milyar dolar servete sahip olduğu bir dünyada 1 milyar insanın açlıkla cebelleşmesine şaşmak niye? Soruları çoğaltmak mümkün ama aslında durum sanıldığı kadar karmaşık değil!

Mâlûm, kelime ve/veya kavram çifti diye bir şey vardır. Bu, bir kelimenin veya kavramın, başka bir kelime veya kavrama gönderme yaparak varlık kazanmasıdır. İşte zenginlik ve yoksulluk kelimeleri bu gruba dahildir. Zenginlik olmadan yoksulluk olmaz veya yoksulluk olmadan zenginlik olmaz. Efendi ve köle, zâlim ve mazlûm, güzel ve çirkin, iyi ve kötü, sıcak ve soğuk, vb. kelime/kavram çiftine dahildir. Bu tür kelime ve/veya kavram çifti durumunda, çifti oluşturan kelime veya kavramdan her biri diğerini varsayar, ona gönderme yapar veya imâ eder. Elbette burada bizi ilgilendiren zenginlik ve yoksullukla ilgili olarak belirleyicilik ilişkisine açıklık getirmek önemlidir. İlişkinin yönü, zenginden yoksula doğrudur. Zenginlik olduğu için yoksulluk vardır. Öyleyse yoksulluğu gerçekten sorun eden birinin çözümü nerede bulacağı bellidir. Eğer zengin olmasaydı yoksul da olmazdı...

O halde neden zenginlik var sorusuyla başlamak gerekecektir. Yoksulluk zenginlikten kaynaklanıyorsa, zenginlik nereden kaynaklanıyor? Zenginlik de özel mülkiyetten kaynaklanıyor. Eğer özel mülkiyet diye bir şey olmasaydı, sözlüklerde zenginlik ve yoksulluk kelimeleri de olmazdı... Eğer insanlar üretmek ve yaşamak için gerekli araçlara Faiz Cebiroğlu’nun dediği gibi “ortakça“ sahip olsalardı, özel mülkiyet diye bir musîbet toplum yaşamına musallat olmasaydı, zenginlik de yoksulluk da olmazdı. Tabii akla, mantığa, izâna, sağduyuya aykırı kapitalist sistem de geçerli olmazdı. Doğal yaşam tehdit altında olmazdı... Demek ki, insanlığın ve uygarlığın şimdilerde içine sürüklendiği sefil durumun gerisinde, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlara, yaşamı var eden ve sürekliliğini sağlayan kaynaklara küçük bir azınlık tarafından el konulması keyfiyeti yatıyor. Başka türlü ifade edersek, bu günkü kepazelik bir sapmanın sonucu... Herkese ait olması gerekenin, herkesin ortak kullanımına sunulması gerekenin, küçük bir azınlık tarafından gasbedilmesi de hukuk sistemiyle korunup, sürekliliği sağlanıyor... Birilerinin herkese ait olması gereken yaşam araçlarına el koyup, sahiplenmesi, başkalarının kullanımının yasaklanması, hukuk sistemiyle meşrulaştırılsa da, ne meşrudur, ne haklıdır ve ne mantıklıdır, ne de kabûl edilebilir bir şeydir... O zaman geçerli hukuk sisteminin aslında neyi ifade ettiğini de tartışma gündemine getirmek gerekecektir. Hukukla ilgili tartışmayı şimdilik başka zamana bırakarak, asıl konumuza dönelim ama geçerken şu “hukuk” denilenin hukukçulara, “konunun uzmanlarına” bırakılmaması gereken bir şey olduğunu da hatırlatarak...

İnsanlık tarihinin büyük bölümünde özel mülkiyet diye bir şey bilinmiyordu. İnsanlar ortak üretip, ortak tüketip, ortak yaşamayı başarıyorlardı. Uygarlık belirli bir eşiği aştığında, gücü ele geçiren sınıflar, zor ve savaşla insanları köleleştirdi, kendilerine tâbî duruma getirdiler, herşeyin sahibi oldular, herşeye hükmeder duruma geldiler. Sadece birikmiş zenginlik, toprağın altı ve üstü değil, insan toplulukları da bir kralın, hükümdarın, prensin, sultanın, hanın... kulları, köleleri, tebaları durumuna geldi. Yaratılan zenginlik küçük bir azınlığın elinde toplandı. Bu güçlü olanın şiddete başvurarak topluluğa ait olması gereken yaşam araçlarına el koyması demekti. Sistem şiddete ve zora dayalı olarak kendini var ediyordu ama bir meşrulaştırmaya da ihtiyaç duyuyordu elbette... Bu amaçla ideolojik kölelik veya gönüllü kulluk devreye sokuluyordu... Geçerli durumun “Tanrı’nın arzusu olduğu, efendinin de Tanrı’nın iradesinin temsilcisi olduğu düşüncesi yerleştiriliyordu.

Kapitalizmin tarih sahnesine çıkmasıyla, önceki dönemdeki zorun, şiddetin ve kaba kuvvetin yerini para alacaktı. Elbette bu şiddetin sahneden çekildiği anlamına gelmiyordu. Zira egemenlik, tahakküm ve zulüm düzeni mutlaka iki şeye ihtiyaç duyar: Şiddet, zor, kaba kuvvet, baskı ve zulüm ve gönüllü kulluk veya ideolojik egemenlik. Zaten kapitalizmle birlikte ortaya çıkan burjuva düzeni, Eski'nin mirasçısıydı, önceki dönemde atılmış temeller üzerinde yükselmişti... Fakat, yeni sistemin paraya dayanması, zora, kaba kuvvete dayalı sistemden farklı bir nitelik taşıyordu, zira, para parayı çekiyor... Parası olan her seferinde daha çoğuna sahip oluyor, sürecin her ileri aşamasında sosyal eşitsizlik büyüyor, zengin-yoksul uçurumu derinleşiyor. Paraya dayalı düzen reel bir karşılığı olmayan, özgürlük, demokrasi, insan hakları gibi söylemlerle meşrulaştırma yoluna gidiliyor. Özü itibariyle anti-eşitlikçi bir sistem olan kapitalizm geçerliyken, adaletten, barıştan, özgürlükten, insan haklarından, vb. söz etmek ikiyüzlülük değil midir? Herkesi herkese düşman etmeye göre kurgulanmış, emek sömürüsüne dayalı kapitalist sistemde barış mümkün müdür? Eğer gerçekten barış amaçlanıyorsa, adaletin amaçlanması, adalet amaçlanıyorsa da eşitliğin amaçlanması gerekir. Her kim ki, sosyal eşitlik için mücadele etmiyorsa, barış ve adaletten söz etmesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur... Kapitalizm geçerliyken özgürlük, sadece mülk sahibi sınıfların, sermaye sahiplerinin, paraya hükmedenler sınıfının özgürlüğüdür...

Özel mülkiyetin yüceltilmesinin, kutsanmasının ve dayatılmasının gerisinde Batı burjuva düşüncesinde içkin [ mündemiç] bir anlayış bulunuyor ve bu anlayışın kökleri Greko-Romen ve Yahudi- Hrıstiyan [ Judeo-Chretien] ve burjuva gelenekte bulunuyor. Nitekim Eski Ahit de: “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı... "Verimli olun, çoğalın" dedi, "Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun” dedi. [Eski Ahit [Tevrat]. 27-28. ayetler]. Dikkat edilirse, “tüm canlılarla birlikte yaşayın, varolun” denmiyor, kendi dışınızdaki şeylere “egemen olun” deniyor... O halde herkese ait olanın özel mülkiyet konusu olması nasıl meşrulaştırılıp/ dayatıldı? Bu işin de bujuva ideolojisinin ve liberalizmin en önemli teorisyenlerinden biri ve kendisi de bir burjuva olan İngiliz John Locke tarafından kotarıldığı anlaşıyıyor. J. Locke, “ An Essay Concerning the True Orijinal Extend and End of Civil Government”, The Second Treatise of Civil Government, [1690, chapter 5 ] adlı eserinde, Tanrı’nın insanlığa sunduğu kaynağın bir kısmının özel kullanıma, özel mülkiyete evrilmesininin, başkalarının kullanımdan dışlanmasının gerekçesinin ‘o kişinin harcadığı emekle’ açıklıyor. Eğer, diyor John Locke, “ Toprak ve tüm aşağı yaratıklar Tanrı tarafından tüm insanlara bahşedilmişse, her insanın da kendine ait olması gerekir”.... Eğer doğanın ürünlerine bir emek harcanarak sahip olunuyorsa, emek ona bir ilave yapıyorsa, kendi emeğiyle elde edilenden başkalarının hak iddia etmeye hakkı yoktur...” diyor. Bu durumda bireysel sahiplenme [mülkiyet
dışında kalan da başkalarına ait olacaktır... Oysa birilerinin ortak olanı sahiplenip/kullanması, başkalarının her türlü mülkiyetten dışlanması demeye gelir. Eğer özel sahiplenme [mülkiyet] doğanın kaynağını ve geçmişin mirasını yok ederse, başkalarına ne kalacaktır? Aslında İngiltere'de ve İskoçya'da ortak kullamın konusu olan toprakların özel mülke dönüştürülmesi, toprak lordu kapitalistler tarafından gasbedilmesi, Locke’dan önce başlamıştı, vahşi özelleştirme dalgası ondan sonra da devam etti... Döneme köylü isyanları ve komünist hareketler [ komünist “Diggers” hareketi gibi] damgasını vurmuştu. Artık geçerli burjuva anlayış, ortak kullanım konusu olan şeyleri değersiz sayıyordu. Bir şeyin değerli olmasının koşulu, o şeyin özel mülkiyet konusu yapılmasıydı... Özetlersek, Locke, ‘ birey çalışmasıyla, harcadığı emekle kamuya, topluluğa ait olan ama bir değeri olmayanı, değerli bir hale getiriyor ve tabii ona sahip olmayı da hak ediyor...’diyor İngilizcede işlenmeyen toprak, telef edilmiş toprak [waste land] sayılıyor ve Locke oradan hareketle de özel mülkiyeti meşrulaştırıyor. Ve baklayı ağzından çıkarıyor: “Eğer kullandığımız şeyin gerçek değerini lâyıkıyla tahmin etmek istersek, farklı maliyetleri hesap edersek, emeğe ve doğaya ait olanı ayrıştırırsak, emeğin payının %99 olduğunu görürüz...” Daha sonra faizin devreye girmesi ve kapitalist sürecin olgunlaşmasıyla “paranın parayı çekmesi” süreci de hızlanıp derinleşecek, her şey çığırından çıkacaktı...

Elbette bu tür bir mantık ve düşünce sistemi geçerli olunca, özel mülkiyetin meşrulaştırılması, kutsanması, yüceltilmesinde şaşılacak bir şey olmazdı. O zaman nasıl olup da bir şarkıcının 2 saatte 80 bin TL “kazandığı” da sorun edilmezdi... Çünkü bu parayı emeğinin karşılığı olarak kazanmıştır... öyle ya... Aslında şarkıcının ‘kazandığını’ sandığı ve lüks harcamalarda kullandığı para, gerçekten bir emek harcanarak yaratılmıştır ama bunda şarkıcının dahli son derecede önemsizdir. Asıl emeği harcayan işçilerdir ve şarkıcıya ‘yeteneği’ karşılığında transfer edilen emek sömürüsünün sonucu olandır. Mafyanın el koyduğu için de aynı şey söz konusudur ve emek sömürüsü sonucu yaratılan ve kapitalist sınıf tarafından el konulan değerin mafya tarafından hileye ve şiddete başvurularak el konulan kısmıdır, yani bir transfer söz konusudur. Artık sadede gelebiliriz. Gerçekten John Locke’un iddia ettiği gibi mülkiyet nerdeyse tamamiyle emeğe, bireyin tekil emeğine mi dayanır? Ya da böyle bir şey mümkün müdür? Eğer bu mümkün olsaydı, âdil sayılabilir miydi? Farzedelim ki, son derece yetenekli, akıllı, becerikli, “işbitirici” biri, bir uçak kazası sonucu okyanusa düştü ve şans eseri ıssız bir adaya çıkmayı başardı. Bu kazazede dışarıyla bağ kurması imkânsızken neleri ne kadar yapabilir? Yaşamını nasıl sürdürebilir, neye ne kadar sahip olabilir? Bir kere günün çoğunu balık, salyangoz, yengeç, v.b. avlayarak ya da yenebilir bitki ve varsa meyveleri toplayarak geçirecektir. Taşları veya ağaçları birbirine sürterek ateş yakabilirse, avladıklarını pişirerek yiyebilir, kendine ağaçlardan ve otlardan bir baraka, belki ağaçlardan bir küçük kayık yapabilir... Zamanla bazı bitkileri sınırlı bir şekilde yetiştirebilir... Avlayabilirse hayvan derisinden veya bitkilerden örtünecek bir şeyler yapabilir... Bir gün adadan kurtulma umuduyla sevgilisine, eşine ve çocuklarına hediye edeceği deniz kabukları biriktirir... Daha fazlasını yapması pek mümkün değildir... Aynı kişi bir sanayi işletmesinin veya finans grubunun CEO’su olsaydı nelere sahip olabilirdi... Belki istediği her şeye... Demek ki, insanın neye sahip olacağı bireysel emek ve çabasından başka faktörlere bağlı, sadece kendi çabasından, yeteneğinden, ustalığından, becerisinden neşet eden bir şey değil... Başka türlü ifade edersek, emeğin hangi koşullarda harcandığı büyük önem taşıyor.

Değerin veya zenginliğin üç kaynağı vardır: 1. Doğanın katkısı; 2. Geçmiş nesillerin mirası olan bilgi, beceri teknik yetenek, alet-edevat, kültür, v.b. ; 3. Yaşayan neslin gerçekleştirdiği işbirliği [sosyal emek]... İşte bu gün emek verimliliğinin ve yaratılan zenginliğin gerisinde esas itibariyle bu üçü bulunuyor ve orada bireyin tekil katkısı ihmal edilebilir değilse de son derecede sınırlıdır. Bu da demektir ki, toplam ortak ürün doğanın, geçmiş ve mevcut nesillerin ortak çabasının ürünü olarak tezahür ediyor. Eğer öyleyse, herkese ait olması gerekenin özel sahışlar tarafından ele geçirilmesi, sahiplenilmesi, özel mülkiyet konusu yapılması, mantıklı, haklı ve âdil, meşru, dolayısıyla kabul edilebilir değildir... Lâkin hukuka uygundur... Yasaldır... En zengin Amerikalı Bill Gates’in 59 milyar dolar serveti olduğu biliniyor. Yukarıda saydığımız üç unsur dikkate alınsaydı, Bill Gates’in sahip olması gereken en çok ne kadar olabilirdi dersiniz? Bu gün sahip olduğunun kaç milyonda birini hak ederdi? Elbette ortak zenginliğin özel kişiler [kapitalistler ve çevresi] tarafından bu şekilde ele geçirilmesi, özel mülk durumuna getirilmesi, lüks tüketimle yok edilmesi, sadece insânî, sosyal, politik olumsuzluklar ve kötülükler ortaya çıkırmakla kalmıyor, doğa tahribatına, ekolojik bozulmaya, velhasıl yaşamın temelinin aşınmasına da neden oluyor. Bu temel dengesizlik ve eşitsizlik, bir dizi tehlikeli dengesizliğe de kaynaklık ediyor. Özel mülkiyetin geçerli olduğu üstelik kutsandığı bir dünyada, ahlâktan söz etmek bir şeyi olmadığı yerde aramaktır zira özel mülkiyetle ahlâk bağdaşır değildir. Hem insanlığın ortak çabasının ürünü olan servet [zenginlik] küçük bir mülk sahibi kapitalist sınıf ve çevresi tarafından yağmalanacak, bir de oradaki devlete “hukuk devleti” denilecek ve etikten, insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından söz edilecek... Bu durumun sürdürebilirliğine kim daha ne zamana kadar inanabilir?

Kaldı ki, belirli bir eşik aşıldığında maddi zenginlik bir refah unsuru olmaktan çıkar. Sahip olma, her seferinde daha çoğuna sahip olma tutkusu tarafından rehin alınmış bir insan, aslında sahip olduğu şeyler tarafından sahip olunan durumuna düşer. Bu, sahip olanın sahip olunması durumudur... Zira, artık o yola giren bireyin iradesi devre dışı kalmıştır. Bu bakımdan gerekli olanla, gereksiz ve vazgeçilebilir olan ayrımının yapılması önemlidir. Sahip olma dürtüsü de , farklı olma isteğinden bağımsız değildir. İnsanlar başkasının sahip olduğundan fazlasına sahip olmayı bir mârifet sayıyorlar. Okullarda verilen eğitim de “farklı olma”, “herkes gibi olmama” bilincini yerleştirmeyi amaçlıyor...

Kapitalist sınıf üç alt-unsurdan oluşuyor: 1. Sermaye sahipleri, [paraya sahip olanlar, hisse senedi sahipleri, faiz karşılığı borç verenler]; 2. girişimci [müteşebbis] denilen işletme yönetici ve sahipleri ve; 3. üretilen malları tüketiciye ulaştıran tüccarlar. İşte bu üçü çevresindekilerle birlikte toplumun üretici gücünü/kapasitesini, toplumsal servetin de en büyük bölümünü ellerinde tutuyorlar ve burjuva sınıfını oluşturuyorlar. Bilindiği gibi burjuva sınıfı sadece mülk sahibi sınıflardan ibaret değildir. Politikacılar, sivil ve militer bürokrasinin yükseklerindekiler, üniversite üyeleri, medyada etkin kesim, sanatçılar, eğelence sektörünün kaymak tabakası, vb. burjuva sınıfnı oluşturuyor. Üretim araçlarının ve yaşam araçlarının özel mülkiyetine sahip olmaları, mülksüzleştirilmiş, emeklerini satarak geçinen işçi sınıfının ve bir bütün olarak emekçi sınıfların emeğinin ürünü olana el koymalarına imkân veriyor.

Bu vesileyle mülkiyete dair kafa karışlığının da aşılması gerekir: Birincisi, mülkiyetten söz edildiğinde bir kere özel mülkiyet kastediliyor; ikincisi, insanın yaşamı için gerekli olan üretim ve tüketim araçları mülk tanımı dışındadır. Arabaya sahip olmakla o arabayı üreten fabrikaya sahip olmak aynı şey değildir. Mülkiyet başkasının emeğini sömürmeye, başkasınının emeğinin ürününe el koymaya imkân veren, üretim ve yaşam araçlarına sahip olmaktır. Bir insanın ihtiyacanı mütevazı düzeyde sağlayan üretim ve yaşam araçlarına sahip olmak mülkiyet değildir...

İnsanlığın ortak serveti [zenginliği] ve yaşam kaynağı olanın özel şahışlar tarafından sahiplenmesini haklı gösterecek hiç bir haklı ve mantıklı gerekçe yoktur. Öyleyse özel mülkiyetin tasfiyesini amaçlayan, ‘genel toplum yararını’ veya “insanlığın ortak iyilğini” esas alan bir rotaya girmek için de hiç bir engel yoktur...

Zaten özel mülkiyetin gerekliliği ve vazgeçilmezliğine dair ileri sürülen bildik argümanların hiçbir inandırıcılığı yoktur. Gelecek yazıda özel mülkiyetin neden ortadan kaldırılması gerektiğine dair tartışmayı sürdürebiliriz...

19 Kasım 2011 Cumartesi

Emre Ulus’un Kürtlere sunduğu HAVUÇLAR



Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Almanya da bir zamanlar eczacıları (teasing) kızdırmak için, alaya almak için bir söylenti vardı. Havuç var mı (Hat tu Möhren ). Çok bilmiş ( Arapça Akilden üretilen bir kelime var. Onu söylersem belkide hakaret sayılabilir.) USLU Kürtlerde öfke, Humor (Fransızcadan ürettiğimiz bir kelime) sahiplerince güldürücü bulunan 10 çözüm önerisi var ki; TARAF gazetesinin onu yazar olarak kabullenmesi insanı incitiyor. Aklıselim sahibi Ahmet Altan’a mektup yazıp onun yazarlığının Taraf gazetesine yakışmadığını, köşe yazarlığına son vermesini istirham edeceğim.
Uslu diyor ki YABANCI DİLLER babında Kürtçe kurslar açılsın. Yabancı diller terimi Kürtleri öfkelendiriyor. Öfkeli gençler dağa çıkmağa devam ediyor. Çünkü onların babaları zindanda işkence görüyor. Kardeşleri dağda katlediliyor. O taş atan çocuklar o küçük yaşta dağa çıkmağa motive ediliyor. Bir Filistinli şair şöyle diyor. ‘’Daha çocukken kardeşimin, babamın İsrailli askerlerce katledilmelerini pencereden seyreder ve İsraillilerden nefret ederdim.’’

Uslu’ya göre dağa çıkanlar belki de saf GUEVERA’dır, yahut ZAPATA. Yüzde 30 u Suriyeli, yahut İranlı Kürtler ise soruna enternasyonal zaviyeden bakmak lazım. PKK bitirilse bile yenileri türer ta ki Kürdistan ASLINA RUCİ ( Restutio ad Rem) gerçekleşinceye kadar. Almanların Kürt Gerillalarına duygudaşlık yapmalarının sebebi, kendilerinin de 45 sene boyunca ikiye bölük yaşamış olmalarından ötürüdür. Bir sakat PKK’lılar kampını ziyaret ettiğimde gördüm ki elini sıkmak istediğim gencin kolu yok, selam vermek istediğim genç kızın yüzü yanık, kör olmuş, bir başkasının ayağında tahtadan protez var. Üç gün kusmaktan, ağlamaktan kendimi alamadım Gecelerce rüyama girdiler. Bunlara Almanya kızıl haçı kucak açmışsa, başbakanın dediği gibi yataklık yapmıyorlar. İnsani temelde duygudaşlık yapıyorlar.

Kaç bin Suriyeli rejim karşıtını Hatay da barındırıyorsan, İranlı kaç bin Fedai’yi barındırıyorsan, kaçbin Çeçeni barındırıyorsan, sana sormazlar mı yataklık yapıyorsun diye. Hamas’a gösterdiğin alakayı, seçimle gelmiş BDP’lilere gösteriyor musun?

Atatürk Dersim de Sabiha Gökçen vasıtasıyla 50 bin suçsuz Kürtleri ve Alevileri katletmesine rağmen İzmit’te Ahmet Emin Yalman’a doğru bir söz söylüyor. ‘’Kürtler bizden ayrı yaşayamazlar , fakat onlara bölgesi ÖZERKLİK tanınmalı. Diğer doğru yapmağa çalıştığı hadisede Misaki Milli hudutlarından vazgeçmek istememesi idi. Fakat İngiliz hava kuvvetlerinin bombardımanına karşı çıkmak imkanını bulamadı. Atatürk’ün bu iki görüşü de geçerli. Fakat Askeri vesayetin, Ergenekonların, baskısından kurtulamayan Erdoğan Atatürk’ün ve sonraları da ÖZAL’ın ileri görüşlerini kale almamaktadır. Maalesef şunun farkında değiller. De Facto Kürtler Türklerden yaşam itibari ile ayrışmış durumda. Bunu Diyarbakır’ı ziyarette müşahede edebilirsiniz. Van depreminde çocuklarla, gençlerle yapılan röportajlarda onların Kürt aksanı ile Türkçe ifade ettiklerini görmekten acizler mi?

Büyük Kürt aydını İsmet Şerif VANLI vefat etmiş, sanki Van depreminde duyduğu acıya kalbi yenik düşmüş. Allah rahmet eylesin. Rahmetli ile 30 sene önce Lozan da Beau Rivage de buluşmuş, maalesef Kürtçe söyleşi yapamamıştım. Çünkü ben baba dilini öğrenmekten mahrum kalmıştım. Onunla ancak Fransızca hasbıhal yapmıştım. Orhan Miroğlu’nun son makalesinde onun şu söylediklerine makalesinde yer veriyor. ‘’Eğer Pan-İslimizim, Pan-Türkizim varsa, neden Pan-Kürdizim olmasın’’.

MHP ve CHP Kürdistan da oy alamıyorsa bu onların bu iki partiyi istemedikleri, o partlilerinde Kürtleri sevmedikleri ortaya çıkar. Buna rağmen ne hakla bu iki partide masa üstünde Kürt hakları hakkında söz sahibi oluyorlar. MHP li bir IĞDIR milletvekili var. Kürtlerin gözünün içine baka baka diyor ki ‘’ Siz sonunda bir Kürdistan devleti kurmak istiyorsunuz’’. Kürtlerin Üniter bir devlet kurmaları ahlaksızlık mı? İnsan haklarına aykırı mı? Ayıp mı? Günah mı? Kürtler ömrü billah dörde bölük yaşamak zorunluğunda mı? İşte Vicdanların susmuş olduğu, utanç duygularını sustuğu bir hezeyan. MHP ye kalsa Kürtleri Türkiye’den kovmak yahu ifna etmek.
‘’Ne Mutlu Türküm diyene’’ sözünü savunanlar diyorlar ki Atatürk ‘’ Ne Mutlu Türk olana ‘’dememiş. Aslında demiş ki yalnız Türk olanlar değil Kürt olduğu halde kendine Türküm diyen assimile olanları kastetmiş. Daha da Irkçı bir söz. Kaç milyon vereyim ki, ne kadar zulüm edeyim ki bir Türk’e ne mutlu Kürdüm desin(!)?.
Perşembenin gelişi Çarşambadan bellidir. Eninde sonunda bu dörde bölüklük ıstırap günün birinde bitecek. Atatürk’ün de ön gördüğü gibi Kürtlere üniter yapı içinde yerel bir Özerklik tanınacak. Tıpkı Irak’ta olduğu gibi. Suriye Kürt kartını oynamıyor. Kürtlerin hakkını teslim ediyor ve özerkliklerini tanımak üzere. İran da PAJK ile anlaştı. Silah kes yaptı. O halde bu dört özerk bölge birleşecek. Bunu AB de, USA da böyle istiyor. Üç memlekette özerklik tanınınca Türkiye de ki Kürtlerin özerklik istekleri daha da kuvvet kazanacak.Tıpkı Arap baharı gibi. Bu gelişmeye karşı çıkılırsa iç savaş çıkabilir. Bunu ne Kürt’ler, ne de Türkler istemektedir. Yeni Anayasanın sosyolojik gerçeklere dayanan tarzda yapılırsa Türkiye Sulha kavuşur. Kan akması sona erer. Çankaya’nın bu milletin kaderini değiştirebilecek konumunda olmasını ümit ediyorum. Şayet Gül ile Erdoğan’ın eninde sonunda demokratlık anlayışında konflikte düşmesi olasılığı açığa çıkmazsa.

Hikmet Bayur Atatürk’ün hususi kalem müdürü idi. DP listelerinde müstakil aday oldu. Sonra Muvazaa iddiası ile 20 ye yakın DP’nin ağır topları partiyi terk edip Millet partisini kurdular ve Bayur parti başkanı oldu. Şöyle demişti. ‘’ Ne zaman ki Ulus meydanında bir cumhurbaşkanı korkmadan, yalnız başına dolaşırsa Türkiye de Demokrasi geldiğine inanacağım.’’ Şimdi değil Cumhurbaşkanı, polisi, jandarması dahi çelik yelekle dolaşamıyor. Her gün bir kadın vatandaş boğazlanıyor, kurşunlanıyor. İşte Türkiye de ki İLERİ DEMOKRASİ. 60 gazeteci hapishanede. Bunlar yargının işi diyerek AK partililer dürüst mü davranıyorlar. Haksız, sebepsiz hapisse gönderilenleri kim tesbit ediyor. İç işleri bakanına bağlı polis teşkilatı değil mi? Millet bu türlü demagojiğe inanır mı?.

Erdoğan’ın her fırsatta ‘’ şu kadar yol inşa ettik, şu kadar dershane açık, şu kadar ihracat yaptık demesi bana bir müminin ‘’ Bismillah, bismillah, Allah Ekber, Allah Ekber, suphanallah, suphanallah diyerek tesbih çekmesini hatırlatıyor. Cılız muhalefet kalıpta, ‘’ Cari açık, cari açık, insani gelişme skalasın da doksanıncı sıradayız, ithalatta 60 milyar açık var, 301 den şu kadar mahpus var. Diyemiyor. Dese Erdoğan onları vatan haini ilan eder, Elinden gelse hepsini hapishaneye tıkar. Dokunulmazlık zırhına dokunamadığı için.

Marmara da şehir hatları vapurunu kaçıran gencin öfkesi nelere kadir kılıyor? Zira kimliklerine yapılan saldırı gençlerde IRZINA GEÇİLMİŞ psikolojisini tetikliyor. Benda Avrupada kimliğimi alçatanlara karşı ayni öfkeye kapılırdım.
Belçika da BRÜGGE diye eski yapısını muhafaza eden bir şehir vardır. Burada iki müşahedem oldu. Birincisi bir papazın kollosal bir heykeli idi. O papaz zamanında kralı tenkit ettiği için DİLİ KESİLMİŞ: Hani Yaşar Kemal’in Kürtlerin dilini kestiler demesi gibi.

İkincisi de zamanında zenginlerin fakirlere ev yapmış olması. Bizde bugünlerde zenginler için GÖKDELENLER yaptırılıyor. Ya o zenginlerde fakirlere birer ev yapsalar ya. Depremden dolayı insanlar hayatlarını kaybetmediler. Müteahhitler ve onları kontrol eden bürokratlar para uğruna o insanları feda ettiler.

Kalkmış Taraf köşe yazarı Kürtler’e 10 tane havuç vermeğe kalkıyor. Sen o havuçlardan vazgeç de problemin enternasyonal oluşunu düşünmeğe bak. Aklını peynir ekmekle yemediysen.


Antalya, 12.11.01

6 Kasım 2011 Pazar

Bu bir uygarlık krizidir...

Fikret Başkaya


1. Bu günün burjuva toplumlarının gerisinde, her ikisi de az-çok eşzamanlı olarak XVIII. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkmış iki devrim veya ‘kopuş’ bulunuyor: İngiliz sanayi Devrimi ve Büyük Fransız Devrimi. Bunlardan birincisi kapitalist ekonominin üzerinde yükseldiği teknolojik temeli oluştururken, ikincisi de politikanın nasıl yapılacağının kurallarını vaz ediyordu. Elbette kapitalizmin tarih sahnesine çıkışı daha önceye rastlıyor. Genel bir çerçevede, yeni ve orijinal bir üretim tarzı veya uygarlık modeli olan kapitalizmin, Kristof Kolomb’un macerasıyla [1492] başladığını söylemek mümkündür. Başka türlü ifade edersek, kapitalizmin tarihi yaklaşık beş yüz yol kadar gerilere gidiyor.

İngiliz sanayi devrimi geleneksel üretim ve yaşam koşullarını tasfiye edip kapitalizmi dünyanın geri kalanına dayatırken, Fransız devrimi de geleneksel egemenlik biçimlerini ve politika yapma yöntem ve kurumlarını tasfiye etti. Artık egemenlik miras yoluyla devam etmeyecek, geleneğe ve dine dayalı sistem geçerli olmayacaktı. İnsan haklarına ve ‘genel iradeye’ dayalı bir yönetim tarzı geçerli olacaktı. Geride kalan iki yüzyılı aşkın dönemde, insan haklarını güvence altına almak üzere yürütülen özgürlük ve eşitlik mücadelesiyle, mülk sahibi [sermaye sahibi] sınıfların burjuva egemenliğini dayatma ve sürdürme mücadelesi devam etti. Esasen kapitalizmle demokrasinin, özgürlüklerin ve insan haklarının uyuşması zaten mümkün değildir. Zira, sermayenin büyümesi, ancak geniş toplum kesimlerini mülksüzleştirerek, yoksullaştırarak, üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan yoksunlaştırarak, proleterleştirerek mümkündür. Dolayısıyla yaşam araçları küçük bir mülk sahibi [sermaye] sınıfının elinde toplandıkça ve aradaki uçurum da zorunlu olarak derinleşmeye devam ettikçe, Fransız Devriminin temel sloganları olan “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik [fraternité] içi boşluktan kurtulamazdı ve kurtulamadı. Zaten eşitliğin olmadığı yerde özgürlük, mülk sahibi ve/veya güç ve iktidar sahibi sınıfların özgürlüğüdür. Zira özgürlük, adâlet ve demokrasi, zorunlu olarak eşitliği varsayar. Eğer bir sistem eşitsizlik temeli üzerinde yükseliyor ve kendini ancak eşitsizlikleri daha çok derinleştirerek var edebiliyorsa, orada demokrasiden, özgürlükten, adâletten, insan haklarından söz etmek abestir...

Gerçi kapitalizmin “yaratıcı yıkıcılık” olduğu söylendi [J. Schumpeter ve başkaları] ama sistemin yıkıcılığı her dönemde yaratıcılığına baskındı. Her aşamada yaptığından daha çoğunu yıkarak yola devam edildi ama insanlara yıkılan, yok edilen değil, yapılan gösterildi. İnsanlar daha çok yapılanı görmeyi ‘yeğlediler...’ Velhasıl, burjuva egemenliğinin demokrasi, özgürlük ve insan hakları... söylemiyle meşrulaştırılması geride kalan yaklaşık iki yüzyılın rahatsız edici çelişkisiydi...

2. Kapitalizm, temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin bir sonucu olarak, kriz üretmeye mahkûmdur. Başka türlü söylersek, kapitalizm krizsiz yol alamaz. Zira, kapitalizm koşullarında üretimle tüketim arasındaki doğrudan bağ kopmuş durumdadır. Üretim kararları anarşik bir ortamda binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce, milyonlarca insan [müteşebbis] tarafından veriliyor. Her bir kapitalis toplam artı-değerden daha çok pay almak zorunda. Rekabet onu her seferinde daha çok üretmeye, sermayesini büyütmeye zorluyor. Belirli bir eşik aşıldığında üretilen mal stoğu satılamıyor ve sistem krize giriyor. Aşırı sermaye birikimi oluşuyor. İşte kriz, bu sermaye fazlasını yok etme işlevi görüyor. Eğer kriz yeterli tasfiyeyi yapamaz ise, savaş devreye giriyor. Dolayısıyla krizler de, savaşlar da kapitalizmde içerilmiş [mündemiç] durumdadır. Bu yüzden kapitalizmin tarihi krizlerin ve savaşların, başka türlü ifade edersek, yıkımın tarihidir... Krizler de iki şekilde tezahür ediyor: Yaklaşık 3-5-7 yıllık aralıklarla ortaya çıkan devrevi krizler ve 20-25-30 yıla yayılan yapısal krizler. XIX. yüzyılda devrevi krizler daha sık ortaya çıkıyordu. Zira o dönemde işçi sınıfı tüketimi köylü üretimine ve aile içi üretime dayanıyordu. Bu durum sürekli bir talep yetersizliği durumu ortaya çıkarıyordu. XX. yüzyılda bir dizi yeni unsurun devreye girmesiyle- işçi sınıfının kapitalist işletmelerin mallarını daha çok tüketmesi, kamu personeli sayısının artmasıyla talebin görece istikrara kavuşması, pazarlama ve reklam endüstrisinin devreye sokulması, tüketici kredileri, vb. devrevi krizlerin hem sayısını azalttı hem de yoğunluğunu küçülttü. Elbette kriz üreten temel dinamik ve eğilimler var oldukca, bütün bunlar kapitalist krizleri ortadan kaldırmak için yeterli olmazdı...

3. II. Emperyalistler arası savaş sonrasında kapitalizm üç odak tarafından “uyumlanmaya” zorlandı. Emperyalist ülkelerde işçi sınıfının pazarlık gücü faşizmin yenilgiye uğratılmasıyla arttı. Reel ücretler yükseldi, sermayeden alınan vergiler dolayısıyla kamu hizmetleri ve sosyal amaçlı harcamalar büyüdü. Bunun anlamı sermayenin kâr oranlarının düşmesiydi. Mâlûm, ücret seviyesi yüksekse kâr oranı düşüktür... İkincisi, sömürge halkları kolonyalizme baş kaldırmışlardı ve bir aktör olarak tarih sahnesinde ilk defa boy gösteriyorlardı. Üçüncüsü de ‘planlı ekonomilerin’ veya Sovyet sisteminin varlığıydı. Bu üçünün yarattığı baskı, sermayeyi ödünler vermeye zorlamıştı. Savaşın ortaya çıkardığı yıkımın sonucu olan genişleme 1960’lı yılların sonuna gelindiğinde sınırına ulaştı ve kapitalizm 1974-1975 de yeniden krize girdi ama söz konusu olan sadece bir ‘devrevî kriz‘ değildi. Artık kapitalist dünya sistemi yapısal krize girmişti. Neoliberal saldırı sonucu söz konusu üç odak etkisizleştirildi ve sermaye önceki dönemde kaybettiği mevzileri birer birer geri almayı başardı. Reel ücretler düştü, sosyal harcamalar kısıldı, hantal, çevre kirlenmesi yaratan, kapitalist işletmelerin çoğu ‘ucuz işçi cenneti‘ denilen Çevre ülkelere taşındı, borç faiz ödemeleri, kâr transferleri ve eşit olmayan ticaret sayesinde değer transferi, yani Güneyin yağması derinleştirildi, bizde bir zamanlar KİT denilen Kamuya ait ekonomik işletmeler özelleştirildi, daha sonra özelleştirme tam bir tsünami gibi tüm kamu ve sosyal hizmet alanlarını da [eğitim, sağlık, iletişim, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri, vb.] kapsar hale geldi... Artık sermayenin bir kâr alanı ve aracına dönüştürmediği hiçbir şey kalmamıştı... Dünyanın her yerinde işçi örgütleri etkisizleştirildi, tabii kâr oranları yükseldi... Gelir dağılımı mülk sahibi [sermaye] sınıflar lehine daha da bozuldu. Yukarda sözünü ettiğimiz tüm bu nedenlerin sonucunda kârlar yükseldi ama bir bütün olarak talep de daraldı. Kapitalist rasyonelliğe uygun olarak yatırılması [değerlenmesi] mümkün olmayan devasa bir “sermaye fazlası” ortaya çıktı. Bunun anlamı sermayenin değersizleşme riskiyle karşı karşıya gelmesidir... İşte finanslaşma ve spekülasyon bu duruma bir çözüm olarak peydahlandı. Bu, parayla para kazanma çılgınlığıydı ama ‘bilimsel’ söylem başka dili konuşuyordu...

Krizin genelleştiği ve tüm ekonomileri etkisi altına aldığı 1974-75 sonrasında sermaye lehine yapılanlar, kâr oranlarını restore etmeyi başarsa da, bunu ekonominin temelini aşındırma pahasına gerçekleştirebildi. Peşi sıra gelen bir dizi finansal krizin ardından, 2007’de sistemin sürdürülebilir olmadığı ABD’deki subprime kriziyle gözler önüne serildi. Kapitalist devletler sermayenin imdadına yetişti, kamu kaynakları oligopollere [büyük sermaye gruplarına] transfer edildi ve edilmeye devam ediyor...

Söz konusu olan sadece finansal-ekonomik kriz değil

4. Artık kapitalizmin derinleşen krizi, bildik ekonomik krizden ibaret değil, sadece sermayenin dar anlamda kendini yeniden üretmekte zorlanmasıyla ilgili bir durum da söz konusu değil. Kriz sadece ekonomik veçheyle sınırlı olsaydı, kapitalizmin öncekiler gibi bu son krizin de üstesinden gelebileceği söylenebilirdi. Lâkin kriz toplumsal yaşamın tüm veçhelerini kapsar hâle gelmiş durumda... Sadece finansal-ekonomik kriz değil, aynı zamanda ekolojik kriz, iklim krizi, enerji krizi, gıda maddeleri [beslenme] krizi, insan ilişkileri krizi, politik kriz, kent krizi, eğitim krizi, aile krizi, vb... Velhasıl “krizler”, insan ve toplum yaşamının tüm veçhelerini kapsar duruma gelmiş bulunuyor... Netice itibariyle bir uygarlık krizi ki, uygarlık krizi söz konusu olduğunda, geçerli durumu tanımlamak, adlandırmak için uygun kavram veya kelime de artık kriz değil, dekadans olabilir. Bilindiği gibi latince cadere’den türetilmiş bir kavram olan décadence, çöküş başlangıcı anlamındadır. Ekseri Roma İmparatorluğunun uzun zamana yayılmış çöküşüne gönderme yapılıyor. Eğer hastalık bünyenin tamamını sarmışsa, o durumu anlatmak için kriz kelimesi artık yeterli değildir. Zira kriz, genellikle normal durumdan bir sapma, arizî, ekseri geçici ve beklenmedik bir durumu ifade eder. Geçerli denge durumundan bir sapmayı ifade eder ve krizin sonunda eski duruma dönüş imkân dahilindedir. Ortaya çıkan yeni durum décadence kelimesiyle ifade edildiğindeyse, artık onu eski haline [ normal hale] döndürmenin mümkün olmadığı bir durumdan söz ediliyor demektir... Biyolojiden bir metafor yapmak istersek, bunama haline gönderme yapabiliriz. Bunama bir çöküş başlangıcıdır ve geri dönüşü yoktur. Süreç hafifletilebilir, belki belirli sınırlar içinde yavaşlatılabilir ama asla geri döndürülemez... Zira söz konusu olan zamana yayılmış bir çöküştür... Şimdilerde burjuva uygarlığının içine sürüklendiği durumdan çıkış artık mümkün değil. Zira burjuva uygarlığının kendi çelişkilerini aşma yeteneği yok, üstelik insanlığa teklif edeceği bir şey de yok... Zaten uygarlıkların kendi iç çelişkileri sonucu tarih sahnesinden silindikleri bilinen bir gerçektir [Arnold J. Toynbee].

Elbette bunu söylemek ölümün an meselesi olduğunu söylemek değildir. Toplum yaşamı insan yaşamından daha uzundur. Söylemek isteğimiz şu: artık geri dönüşü olmayan bir yola girilmiştir ve bir belirsizlik durumu söz konusudur. Kesin olan çöküş olmakla birlikte, sürecin nasıl seyredeceği, egemenler cephesiyle, egemenlik altındakilerin, yeryüzünün efendileriyle yeryüzünün lânetlilerinin bu durum karşısında alacakları tavra bağlı olacaktır. Bu süreçten zarar görenler, yaşamı savunmakta ve kurtarmakta çıkarı olanlar, durumun bilincinde olsalar, bilinçli ve örgütlü olsalar, alternatif bir toplum perspektifine sahip olsalardı, dekadans durumu aşılabilir, araç ve rotası vakitlice değiştirilebilirdi. Zaten dekadans tam da bu durumun yokluğunu ifade ediyor. Yeryüzünün efendilerinin, burjuva aristokrasilerinin dayattığı çürümekte olan düzeni aşma iradesinin yokluğu veya yetersizliği, dekadansın varlık nedenini oluşturuyor. Ne yazık ki, gönüllü kölelik durumu şimdilik aşılmış değil. İnsanlar hâlâ çürüyen ve çürüten burjuva uyarlığı dahilinde durumlarının iyileşeceğini sanıyor. Hiç değilse öyle düşünenler çoğunlukta... Oysa, acele etmeyi gerektiren bir durum söz konusu... Eğer geç kalınırsa, ekolojik dengenin daha da bozulması kaçınılmaz ki, bunun anlamı canlı yaşamın temelinin hızla aşınmasıdır. Zaten kritik eşiğin aşılıp-aşılmadığı tartışmalı ama henüz aşılmamış bile olsa, bu yolun sonunda aşılması mukadder... Bu kadarını yapan neden sonunu getirmesin?

İki seçenekten biri...

5. İnsanlığın ve uygarlığın ulaştığı ‘kritik eşik’ ortadayken, ufukta sadece iki seçenek görünüyor: Birincisi, bu günkü eğilimlerin ve süreçlerin devam etmesidir ki, maalesef şimdilik hakim eğilim bu yönde. Bunun sonucu, başta ekolojik yıkım ve sosyal kötülükler olmak üzere, her türden krizin derinleşmesi, müzminleşmesi olabilir. Zira sistemin kendi yarattığı sorunları çözme, krizleri aşma yeteneği yok. Üretimin yönü, tüketim alışkanlığı, yaşama tarzı, doğaya ve insana bakışın radikal olarak değişmediği koşullarda, aracın beklenmedik, tehlikeli bir rotaya girmesi kaçınılmazdır. Bu da bu gün tahayyül etmekte bile zorlanacağımız XXI. yüzyıl faşizmleri, her türden otoriter rejimler, sıkı yönetimin sıradanlaşması, emekçi sınıflara yönelik katliamların, kıyımların ve şiddetin derinleşmesiyle sonuçlanabilir. Elbette daha kötüsü de ihtimal dışı değildir. Zira, kitle imha silahları çoktan insanlığı ve uygarlığı yok edecek büyüklüğe ulaşmış bulunuyor. Velhasıl, insanlık ve uygarlık kitle imha silahlarının [nükleer kazalar, nükleer savaş riski başta olmak üzere], son dönemde sayıları ve yoğunluğu artan ekolojik felâketlerin, sorun çözme yeteneğinden yoksun rejimlerin girdabında koyu bir barbarlığa sürüklenebilir...

İkinci seçenek, sistemin krizini bir şansa ve olanağa dönüştürmekte çıkarı olan geniş emekçi kitlelerin, yeryüzünün lânetlilerinin sürecin yönünü değiştirmek üzere sahneye çıkmasıdır. Başka türlü söylersek, sosyal-politik-ideolojik mücadelelerin iflas etmiş geçerli paradigmanın dışında alternatif bir uygarlık projesi ortaya koymasıdır... Eğer bu başarılırsa - ki, imkân dahilindedir- kapitalist olmayan, eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği, dayanışmayı, doğaya saygıyı, bölüşme ve paylaşma bilincini esas alan, kavramın jenerik anlamında komünist bir toplum düzenine giden yol aralanabilir. Elbette bu, bugünden yarına gerçekleşecek bir şey değildir. Ancak uzun bir geçiş döneminden söz edilebilir. Uygarlık krizi derinleştikçe, bu süreçten zarar görenlerin duruma müdahale şansı ve yeteneği de artabilir ama müdahalenin vakitlice yapılması da büyük öneme sahip olmak kaydıyla... Solun şimdilik bir alternatif toplum ve uygarlık projesi olmasa da, dünyanın her yerindeki sisteme yönelik tepkiler, itirazlar, isyanlar, ayaklanmalar, devrimler... alternatifin oluşması yönündeki arayışlara bir temel oluşturuyor diyebiliriz. Geçiş döneminin başlangıcında özgürlükler alanını genişletmek ve özgürlüğü bir retorik olmaktan çıkarmak, bu amaçla yeni yöntemler ve araçlar keşfetmek, sosyal eşitlik ilkesini bir olmazsa olmaz durumuna getirmek, dayanışmayı ete-kemiğe büründürmek, insan-merkezli [ antropocentrist] olmayan bir bilinç oluşturmak, hiyerarşik olmayan, demokratik işleyişi esas alan yatay örgütlenme modelleri geliştirmek, demokrasiyi içselleştirmek, burjuva uygarlığının unutturduğu doğada yaşadığımızı hatırlamak ve gereğini yapmak, uzun geçiş için iyi bir başlangıç olabilir... Tabii inandırıcı, uygulanabilir, güven veren projelerle insanların karşısına çıkmak gerekiyor. Aksi halde solun ekseri yaptığı gibi “biz gelirsek işler yoluna girer” aymazlığının bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Dönüştürücü kapasitenin sürekli yenilenmesi gerekir. Bu da ancak pratik mücadele sayesinde kazanılabilir. Tabii politika yapmanın yeni araç ve yöntemlerinin de keşfedilmesi şartıyla... İtibar edilmemesi gereken bir şey de, geleneksel solun tüm sorunların çözümünü iktidarın ele geçirilmesi anına erteleme aymazlığıdır. Değiştirme ve dönüştürme, yeniyi yaratma, belirli sınırlar içinde kapitalist düzen dahilinde de pekâlâ mümkündür. Eskinin içinde yeniyi yaratmaya gerçekten bir engel var mı? Bu da, kapitalizmen çıkışın bu günden başlatılmasının mümkün ve gerekli olması demektir...

İşte size bir örnek...

6. Şimdilerde insanlık, sürekli olarak derinleşen, çeşitlenen ve birbirlerini azdıran bir krizler sarmalına hapsolmuş durumda. Gıda krizi bunların özel bir öneme sahip olanı, zira insan yaşamını doğrudan angaje ediyor. Neoliberal küreselleşme çağında insan haklarından çok söz ediliyor. Beslenme, karnını doyurma hakkı insan haklarına dahil değil mi? Görünen o ki, bu bir temel hak sayılmıyor... Aksi halde her beş saniyede on yaşın altında bir çocuk açlıktan ölmezdi... Bir milyar insan da açıkça açlık sınırında yaşamazdı... Öyleyse neden insanlar açlıktan ölüyor? Yeteri kadar yiyecek maddesi üretilemediği için mi? Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü [ FAO], dünya tarımının 12 milyar insanı besleyebileceğini ileri sürüyor. Ve dünyada her 7 kişiden biri açlıkla cebelleşiyor! Neden? Nedeni çok açık, emperyalist ülkeler tarımsal dumping uygulayarak, dünyanın geri kalanındaki [Güneydeki] tarımsal temeli çökertiyorlar. Bu ülkeler geçtiğimiz yıl kendi tarımlarına [ üretim ve ihracat aşamasında] tam 345 milyar dolar sübvansiyon yaptılar. Bu sübvansiyonlu tarım ürünleri [besin maddeleri] Afrika’da ya da başka bir Güney ülkesinde nasıl bir manzara ortaya çıkarıyor? Bu Avrupa-Amerika kökenli besin maddelerinin yerli üretim maliyetlerinin üçtü biri fiyattan satılması demektir. Yerli tarım bu saldırı karşısında varlığını sürdürebilir mi? Afrika’daki açlığın birinci nedeni bu. İkincisi, sanki doğrudan kolonyalizm dönemine geri dönülmüş gibi, Afrika toprakları çokuluslu tekeller, oligopoller ve Güney Kore gibi devletler tarafından ya satın alınıyor ya da 99 yıllığına kiralanıyor ve insanlar topraklarından kovuluyor... Geçen yıl 41 milyon hektar verimli toprağın satıldığı veya kiralandığı söyleniyor... Aç ve çaresiz insanlar can havliyle Kuzey’e geçmeye tevessül ettiklerinde karşılarında silahlı güçleri, askerleri, polisleri buluyorlar... Topraklarından kovulan bu insanların “barınabileceği” yegane yer kentlerin gecekondu bölgeleri. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin borçları 2009 yılı sonunda 2100 milyar dolardı ve ihracattan sağladıkları gelirin nerdeyse tamamı faiz ödemelerine gitti... Tunus’ta devrim öncesinde ekmek fiyatı üç kat artmıştı... Gıda maddeleri fiyatlarının yükselmesinin gerisinde sadece büyük hububat üreticisi ülkelerde [ Rusya, Avusturalya] meydana gelen kuraklık yoktu. Bu nedenlerden biriydi sadece ve asıl neden de değildi. Asıl iki neden, gıda maddeleri üzerinde sürdürülen spekülasyon ve biyo-yakıt [ agrocarburants] üretimiydi. Spekülatörler finansal kriz günlerinde gıda fiyatlarını %37 oranında yükselttiler. Geçen yıl sadece Amerikalılar 144 milyon ton mısırdan ve bir kaç yüz milyon ton buğdaydan biyo-dizel ve biyo- etanol ürettiler. 2010 yılında ABD’de hububat üretiminin %35’i biyo-yakıt üretmek için kullanıldı ki, dünya hububat üretiminin %14’üne eşit... Bu, gıda maddesini yakmaktan başka nedir? Eğer bunlar her 5 saniyede bir çocukun açlıktan öldüğü, her 7 kişiden biri açlığa mahkûm edildiği bir dünyada yapılıyorsa, hangi insan haklarından söz ediliyordur?

Gıda maddeleri mülk sahibi sınıfların elinde bir meta, bir kâr ve spekülasyon aracı olmaya devam ettikçe, sermayenin çıkarı insanların temel ihtiyaçlarının tatmin edilmesinden ve yaşamdan daha önemli sayıldıkça, açların sayısının artmasıyla, egemen sınıfların sürdürülebilir kalkınma ve demokrasi söylemi birlikte varolmaya devam edecektir...

7. Kapitalizm, iki eğilime göre işliyor: Birincisi, mülk sahibi sınıflarla mülksüzleştirilmiş sınıflar arasındaki farkı her seferinde daha çok büyütüyor, derinleştiriyor; İkincisi, sermaye sınıfı içinde de rantiye sermayesinin, finans sermayesinin el koyduğu kaynağı büyütüyor. Bunun anlamı, sistemin ‘denge durumundan’ uzaklaşması, başka türlü ifade edersek, krizin kaçınılmaz olmasıdır. Mülkiyet sorun edilmeden, öyle bir sorun yokmuş gibi yapılarak, üzerinden atlayarak olup-bitenleri kavramak mümkün değildir. Geçerli düşünce sisteminde mülkiyet bir tabudur, dolayısıyla ‘yasaklanmış, korunmuş’ alandaki bir şeydir. Bu da mülkiyet kavramının bulanıklaştırılmasıyla sağlanıyor. Sırtımdaki ceket, üzerinde oturduğum sandalye, cebinizdeki çakı, bir çiftçinin küçük toprağı, bir çift öküzü veya traktörü, kap-kacakla... bir çok devletin sahip olduğundan daha çok servete sahip olan bir kapitalistin sahip olduğu üretim araçları sanki aynı şeymiş gibi bir algı yaratılmış durumda... Oysa, yaşam için gerekli olan şeyler mülkiyet tanımına dahil edilemez. Mülkiyet başkasının emeğinin ürününe el koymaya, sömürüye imkân veren araçlara sahip olmaktır... Mülkiyetin kutsandığı, üstelik bir tabu mertebesine yükseltildiği bir dünyada, insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten söz etmek insanlarla alay etmek değil midir? Sosyal eşitliğin olmadığı yerde adaletten söz etmek tam bir ikiyüzlülük değil midir? Deniyor ki, senin özgürlüğün, benim özgürlüğümün bittiği yerde başlar! Üçyüz bin dönüm verimli toprağa sahip olanın özgürlüğü nerede başlar nerede biter, üçyüz metre kare toprağı olanın özgürlüğü nerede başlar nerede biter? Dünyanın en zengin ‘işbitirici’ kapitalisti Meksikalı Carlos Slim Helu’nun 74 milyar dolarlık serveti var. İyi de sadece 74 doları olanın özgürlüğü nerede başlayıp nerede bitiyor dersiniz? Zenginlik demek aynı zamanda güç ve iktidar demektir ve mülkiyetin sorun edilmediği yerde, bir dizi insânî ilkeyi dillendirmek ikiyüzlülükten başka bir şey değildir, dolayısıyla bir kıymet-i harbiyesi de yoktur... Demek ki, işe, şeyleri adlarıyla çağırarak ve şeylere dair gerçeği söyleyerek başlamamız gerekiyor...

Metamorfoz

Murat Çakır


»Vatanım yeryüzü, milletim insanlık!«*)

Me-ta-mor- foz, [Lat. Metamorphosis], Başkalaşma – Herhalde Alman ordusundaki değişimi ifade eden en uygun tanım bu olsa gerek. Çünkü Almanya anayasası temelinde Federal Ordu tanımlanmaya çalışılırsa, bugünkü yapısının »yurt savunması« ile yakından uzaktan bir ilgisinin kalmadığı görülebilir.

Federal Ordu’nun metamorfozu rafine bir biçimde ve yavaş yavaş gerçekleştiriliyor. Bu hafta Almanya kamuoyunun gündemi »Avro’yu kurtarma operasyonları« ile meşgulken, Federal Hükümetin en çalışkan (!) üyesi, Savunma Bakanı Thomas de Maizière, Almanya çapında çeşitli ordu yerleşkelerinin kapatılacağını ve bu şekilde bütçe konsolidasyonu için gerekli olan tasarruflara başlanacağını ilân etti.

Aslında selefi Karl-Theodor zu Guttenberg’in zorunlu askerliği kaldırma kararı ile bu adım birlikte ele alındığında, savaş karşıtlarının savunma giderlerinin azaltılması isteğinin yerine getirildiği düşünülebilir. Ama kazın ayağı hiç öyle değil, çünkü atılan adımlar Federal Ordu’nun saldırı savaşları ordusuna dönüşümünün bir gereği.

Zorunlu askerlik, Federal Ordu’nun vurucu gücünü azaltan bir uygulamaydı. Zorunlu askerlerin »yurt dışı görevlerinde« yetersiz oldukları görülmüş ve gereksiz yere kapasiteleri bağladığı açığa çıkmıştı. »Reform« adı altında atılan adımların asıl hedefi, saldırı savaşları ve işgaller gibi »yurt dışı görevlerine« gönderilecek olan asker sayısının artırılmasıdır. Hükümet planlarının, şu an için 7 bin ile sınırlı olan asker sayısının 10 bine çıkarılması olduğu uzun zamandan beri bilinmekte. Britanya (23 bin asker) ve Fransa (30 bin asker) ordularının müdahale savaşları için silah altında tuttuğu asker sayıları Almanya için örnek teşkil ediyor.

Gerçekleştirilen »reformun« Almanya’nın savaş sonrasındaki en büyük stratejik-askerî dönüşüm projesi olduğu söylenebilir. Dönüşümün temel hedefi, iddia edildiği gibi ülke savunması veya ittifak yükümlülükleri değil, yönergelerde altı çizildiği gibi, Alman tekellerinin küresel çıkarının korunmasıdır.

Yürürlükte olan Savunma Politikaları Yönergesi, Federal Ordu’nun en temel görevinin, »serbest ve engelsiz dünya ticaretinin ve açık denizler ile doğal kaynaklara serbest ulaşımının güvence altına alınması« olduğunu belirtiyor. Bu açık emperyalist amaç da, CDU/CSU, SPD, FDP ve Yeşiller’den oluşan fiîli büyük koalisyonca savunuluyor.

1949’da, Federal Almanya’nın kuruluş ilânının hemen akabinde düzenlenen bir iktisat kongresi katılımcıları »Özgür Almanya ancak özgür bir Avrupa çatısı altında ekonomik gücünü gelistirebilir« tespiti üzerinde hem fikir olmuşlardı. Yani, güçlü Almanya artık Avrupa ile var olabilecekti. Ve bugünün Çekirdek Avrupa konseptini, Almanya’nın ihracat şampiyonu olmasını ve AB üyesi ülkelerin derin kriz içine düşmelerindeki belirleyici rolünü göz önünde tutarsak, Almanya sermayesinin bu amacına önemli ölçüde ulaşmış olduğunu görebiliriz.

Kısacası kendi sınırları içerisinde enerji ve hammadde kaynaklarına hemen hemen hiç sahip olmayan Almanya’nın küresel egemenlikteki aslan payını kapma yolunda hızla ilerlerlediği söylenebilir. Almanya’nın neoliberal elitleri bu ulvî (!) amaçları için ülke içinde demokrasinin içini boşaltırlarken, dış politikayı da militaristleştirmeye devam ediyorlar. Neoliberal politikaların itici gücü ve küresel krizlerin açık farkla galibi olan Almanya, bu politikalarıyla dünya halklarına seçenek olarak sömürüyü, açlığı, sefaleti, savaşları ve ölümü sunuyor.

Ancak Almanya bu konuda yalnız değil. Emperyalist güçler ordularını her daim saldırı savaşlarına hazır ve dünya çapında konuşlanabilecek yeteneklerle donatıyorlar. Bu açıdan Almanya’daki askerî dönüşümün bir NATO politikası olduğunu ve Türkiye’de de profesyonel orduya geçme çalışmalarının da, bu politikalar çerçevesinde uygulandığını vurgulamak gerekiyor.

Profesyonel orduyla, »askerlikten« kurtulacaklarını zannedenler müthiş yanılıyor. Çünkü, »profesyonel« savaşların asıl faturasını kendilerinin ödeyeceklerini bilmiyorlar.

-------

*)Van depremi ile bağlantılı olarak ortaya çıkan müthiş ırkçı heyezanlar korkutucu boyutları ile ürkütücü bir hâl aldı. Irkçılığa ve milliyetçiliğe karşı verilebilecek en güzel yanıt, »vatanım yeryüzü, milletim insanlık« şiarıdır. Bu şiarı bir nevî »kelime-î şahadet« gibi, yani »şahadet ederim ki, yeryüzünden başka vatan, insanlıktan başka millet yoktur« inanışı ve bilincini insan olmanın şahadeti olarak sürekli tekrarlamak gerektiği düşüncesindeyim. O nedenle, bundan sonraki yazılarıma her defasında bu şahadetle başlayacağım.