4 Aralık 2013 Çarşamba

Dersaneleri nasıl bilirsiniz?..


Fikret Başkaya


“ Aklın uyumasından canavarlar türer” Goya*


 Dersaneler ülke gündeminin birinci sırasını işgal etmeye devam ediyor. Gazeteler ve televizyonlar kafayı dersanelerle bozmuş durumda. Bu, “konunun uzmanlarına” iş çıktığı anlamına da geliyor. Politikacılar ve “medyatik aydınlar” kapatmadan yana olanlar ve olmayanlar olarak iki kampa ayrılmış. Tabii her zaman olduğu gibi akademinin sesi-soluğu çıkmıyor. Çıkması için, sesi-soluğu olması gerekirdi. Bizdeki üniversiteler, ses çıkarmak için YÖK’ten emir ve talimat bekler. Ve emir-komuta dahilinde ses verirler. Nasıl ses verdikleri de mâlum...

Aslında asıl söz konusu olan, dersanelerin kapatılmasından çok,  eğitimin özelleştirilmesinde yeni bir eşiğin aşılmasıdır. Amaç büyük sermayeye yeni değerlenme, sömürü ve yağma fırsatları sunmaktan ibaret. Bir kamu hizmeti ve bir hak olması gereken eğitim, tipik bir kapitalist etkinlik alanı haline getirilmek isteniyor... Böylece, zaten özelleştirmede hayli yol alınmış olan eğitim alanı bütünüyle sermayenin etkinlik alanı haline getirilecek. Gerçek durum bu ama tabii “eğitim reformundan” “ fırsat eşitliği” yaratmaktan, eğitimin kalitesini yükseltmekten de çok söz edilecektir. Kavganın görünen yüzünde, iki dinci odağın iktidar ve rant kavgası da var. Bu da kafa bulandırmaya, asıl amacı gizlemeye imkân veriyor. Böyle bir ortamda asıl sorulması gereken soruyu soran da pek yok gibi.  Asıl sorulması gereken soru şu: Dersaneler neden var? Devlet okulları yanında tipik birer ticarethane olan dersanelerin işi ne? Kaldı ki, bunlara dersane demek de uygun değil, testhane demek gerçeğe daha uygun düşüyor. Zira sadece test çözmeye odaklanmış durumdalar. Dersanelerin varlık nedeni ve biricik amacı kâr etmektir, sermaye biriktirmektir, daha çok bikirtirmektir. Ve çocukları bu ticarethanelerin patronlarının insafına terk etmek, bu toplumun ayıbıdır. Zira, eğitim ve öğretim, kamusal bir etkinlik olarak gerçekleştirildiğinde adına lâyık bir etkinlik olabilir. Çocukların ve gençlerin öğrenme, bilgilenme, bilgi ve becerilerini yetkinleştirme, entellektüel yetkinliğini geliştirme gereği ve isteğiyle, gözü daha çok kârdan başka bir şey görmeyenlerin amacı ve beklentisi uyuşur muydu? Velhasıl eğitimin bir metaya dönüştürülmesi söz konusu.

Soruyu başka türlü soralım: Dersaneler [testhaneler] neye yarıyor? Gayet açık ki, insanları aldatmaya yarıyor. Ve bu aldatma/aldatılma operasyonundan birileri büyük paralar kazanıyor. Üniversiteye sınavla giriliyor ve üniversitelerin kapasitesi sınırlı, talebi karşılamaktan uzak. Orta öğretim diploması olan herkesi kapsaması mümkün değil. İkincisi, üniversiteler arasında da önemli kalite farkı var, dolayısıyla kaliteli bir üniversitenin ilgili bölümüne girmek için de bir rekâbet var. Mârifet sadece kazanmak değil, iyi bir yeri de kazanmak. Ve bu durum çelişik olarak kalitesiz üniversitelerin çoğalmasını teşvik ediyor. Zira üniversite kurmak, AVM açmak, toplu konut inşa etmekten farklıdır. Uzun bir hazırlık evresini, yetkin bir öğretim kadrosunu ve eğitim için gerekli donamını varsayar... Bir binanın ön cephesine “burası üniversitedir” yazıldı diye orası üniversite olmaz. Üniversite kurmak çocuk oyuncağı değildir. Şimdilerde artık üniversite kurmak, bakkal dükkanı açmaktan daha kolay, zira bu günün AVM’li dünyasında bakkallara yer yok. Bir zamanlar kent merkezlerinin her sokağında dersane açılıyordu. Şimdilerde de her mahallede bir özel üniversite açılıyor. Bunlara bilgi ticarethanesi, diploma ticarethanesi demekte bir sakınca yoktur. Görünen o ki, bilgi ticareti iyi kazandırıyor... Dersaneler bir tür Milli Piyango İdaresi gibi [yakında o kurum milli olmayan idareye dönüşecek, zira özelleştiriliyor], her öğrenciye sınav kazanma ve üniversiteye giriş vadediyor. Fakat bir sorun var, üniversitelerin ve bir bütün olarak yüksek öğretim kurumlarının kapasitesi sınırlı. Üniversitenin diyelim 100 binlik kapasitesi varsa ve sınava giren öğrenci sayısı da 300 bin ise, testhaneler nasıl bir mucize yaratıp da 300 bin genci üniversiteye sokacak? Eğer dersaneler sayesinde herkes üniversiteye girebilseydi, o zaman bunların bir varlık nedeninden ve işlevinden söz edilebilirdi. Ve öyle bir şey mümkü değil. Eğer durum böyleyse, dersaneler en fazla ne yapabilir? Belki sıralamayı değiştirebilirler ama onu da abartmamak kaydıyla. Aslında dersanelerin olmadığı durumda kimler kazanıyorsa, en iyi üniversitelerin ilgili bölümlerine kimler girebiliyorsa, dersanelerin olduğu durumda da yine onlar girer. Elbette sıralamada ufak-tefek kaymalar olabilir ama netice itibariyle kayda değer bir değişiklik yaratmaz. Dersaneler olsun/olmasın en iyi üniversiteleri ve bölümleri en iyi kolejlerde, liselerde okuyanlar, varlıklı sınıfın çocukları olmaya devam eder. En iyi liselere, kolejlere okuyanlar, en pahalı dersanelere de gitme imkânına sahiptirler. Netice itibariyle dersanelerin yoksul ailelerinin çocuklarının mâkus talihini yendiğine dair yaygın tevatürün reel bir karşılığı olması mümkün değildir.

Sınıfsal ayrışmanın böylesine keskinleştiği bir toplumda, kimlerin nereye kadar gidebileceği, kapıların kimlere açık, kimlere kapalı olduğu önceden belirlenmiş durumdadır. Peki istisnalar olmaz mı? Elbette olur ama mâlûm “istisnalar” kuralı doğrulamak içindir denmiştir... Tüsiad başkan ve üyelerinin, Müsiad başkan ve üyelerinin, yüksek yargı mensuplarının, barolar birliği başkanının, zengin avukatların, finans baronlarının, milletvekili ve bakanların, toprak ağalarının, üniversite rektörlerinin, zengin profesörlerin çocuğunun, gündelikçi bir kadının, bir tarım işcisinin, asgari ücretle yaşama savaşı veren, “çalışan yoksulların”, velhasıl sıradan mütevazı ailelerin çoçukları yarışa aynı çizgi üzerinden mi başlıyorlar? Anadili Kürtçe olan yoksul bir emekçi çocuğunun yarışa nereden başladığı açık değil mi? Böyle bir durumda da dersaneler ancak bir yanılsama/aldatma/aldanma/oyalama aracı olabilirler. Ve öyleler... Elbette alt-sınıflardan çocukların da istisnai olarak yüksek bir performans göstermesi mümkündür ama diğerlerinden bir kaç kat fazla çaba göstermek kaydıyla. Zira yarışa diğerleriyle aynı çizgi üzerinden başlamıyorlar. Yanılsama yaratan bir şey de, burjuva toplumunda sınıf atlama yolunun açık olmasıdır. İşte “sıfırdan milyoner” olanların öyküleri anlatıla anlatıla bitmez. Oysa bunlar, yoksulluk okyanusunda küçük bir ada bile değildirler...

Devlet okullarıyla dersaneler arasında tuhaf bir işbölümü oluşmuş durumda. Devlet okulları diploma veriyor, dersaneler de öğrencilere test yapmayı öğretiyor, sınava hazırlıyor. Dersanelerin varlığı, devlet okullarını daha da kalitesizleştiriyor. Zira öğretmen yapması gerekenin bir kısmını zaten dersanenin yapacağını düşünecektir. Özel dersaneler öğretmeni işlevsizleştiriyor, itibarsızlaştırıyor. Tabii aralarında dersanelere müşteri temin etmek için seferber olanlar da az değil... Etik değerlere bunca yabancılaşmış bir egitici kitlenin o toplumda hâlâ bir itibarı olur mu? Toplum ve öğrenciler katında bir saygınlıkları kalır mı? Öyle bir öğretmen ki, devlet okulunda öğretmediğini 200 metre mesafedeki özel dersanede öğretiyor... Bu rahatsız edici bir durum değil mi? Çocuklar taa baştan sınava kilitleniyor, sınıvlarda başarılı olmak, bir var olma- yok olma ikilemine dönüşüyor. Sadece sınavı düşünen çocuklardan, gençlerden ne olur? Bu ülkenin çocuklarını, haftanın beş günü devlet okuluna, hafta sonu iki gün de dersaneye, duruma göre bazı günler gündüz okula, akşam da dersaneye göndermek hangi pedagojik ilkenin bir gereğidir? Bu tam bir saçmalık, akılsızlık değil mi? Bu çocuklar ne zaman ders kitapları dışında bir şeyler okuyacak, mesela klasikleri okuyacak, düşünmek, tartışmak, şiir, hikaye yazmak için,  dertleşmek, gözlem yapmak, sağı solu görmek için nasıl vakit bulacak? Yegane amacın sınavlardaki başarı olduğu koşullarda bizzat çocukların, gençlerin ruh sağlığı da riske girmez mi?  

Eğer durum böyleyse, aileler her türlü zorluğa katlanarak çocuklarını neden hâlâ dersaneye göndermek için akıl almaz bir çaba içine giriyorlar, onca fedakârlık yapıyorlar?  Kendilerini buna mecbur hissediyorlar ve bunu çaresizlikten yapıyorlar. Ne yayıp-edip, bir yolunu bulup çocuklarını dersaneye gönderiyorlar. Aksi halde onlara karşı görevlerini yapmadıkları düşüncesine, suçluluk duygusuna kapılırlardı. Velhasıl onların çaresizliğinden birileri kâr ediyor. Bunu, herkes için kaliteli eğitimin bir hak olması gerektiğini bilmedikleri için, öyle bir dayatma yetenekleri olmadığı için, yurttaş bilinci taşımadıkları için  yapmaya mecbur oluyorlar. Devlet veya bir bütün olarak kamu idareleri artık kendilerini kamu hizmetlerini, sosyal hizmetleri sağlama yükümlülüğünün dışında görüyorlar. Kamu hizmetleri sürekli budanıyor, paralı hale getiriliyor, özelleştiriliyor. Devlet adım adım sosyal hizmetlerden elini çekiyor ama bu arada havadan başka her şeyden de vergi alıyor. Şimdilerde bir tek havadan vergi alınmıyor. Bakalım ona sıra ne zaman gelecek? Öyleyse bunca vergi ne için toplanıyor? Kapitalistleri, iş dünyası denilen mülk sahipleri kesimini daha çok beslemek için. Devlet neye mi yarıyor? Kapitalistler için “uygun” alt-yapı yatırımları, düşük ücret, düşük vergiler, düşük maliyetler, yüksek teşvikler sağlamak, sömürüyü derinleştirmek, bütçeyi ve hazineyi sonuna kadar yağmalatmak için...  Oysa normal koşullarda kamu idarelerinin misyonu ve varlık nedeni, topulmsal refahı sağlamak, toplumun ortak iyiliğini gerçekleştirmek  değil midir? XVIII. Yüzyılın sonlarında Batı Avrupa’da: “ Temsil yoksa vergi de yok” sloganı dillendirilirdi. Şimdilerde de artık “Kamu hizmeti, sosyal hizmet yoksa vergi de yok” şeklinde bir slogana ihtiyaç var...

Elbette, genel okul müfredatlarında yer almayan, özel yetenek sınavıyla girilen güzel sanatlar bölümleri [müzik, resim, heykel, tiyatro, drama, vb.] için özel ders veren kurumlar gereklidir ama zaten bunların eğitim sisteminde bir sorun ve ikilik yaratmaları mümkün değildir.

Eğitimin özelleştirilmesine karşı çıkmak gerekir zira bilginin metalaşması, paralılaşması, kâra ve kazanca endekslenmesi, bilginin varlığı ve misyonuyla çelişir. İkincisi, kapitalist toplumda, “her sınıftan çocukların eğitim kurumlarından eşit yararlanmaları” anlamında “demokratik eğitim” mümkün değildir. Üçüncüsü, kapitalizm dahilinde  fırsat eşitliğinden söz etmek insanlarla alay etmektir...  Nihayet eğitim sorunu ve nasıl bir eğitim istiyoruz sorusu da, nasıl bir toplumda yaşamak istiyoruz sorusundan bağımsız değildir. Ve eğitim alanında iyi şeyler yapmanın yolu, bir bütün olarak toplumun rotasını değiştirmekten geçiyor. Velhasıl nasıl bir eğitim isitiyoruz sorusu, iç tutarlılığı olan bir toplumsal-politik projeyi varsayar...

* “ El suene de la risòn prduce monstruos”. Goyo’nın bir gravürü üzerine yazılmıştır.

 “ 

Hiç yorum yok: