21 Aralık 2013 Cumartesi

Muz cumhuriyeti değil, büyük hırsızların cumhuriyeti...




Fikret Başkaya

“ Kapitalizm yasal mafya, mafya da yasa dışı kapitalizmdir” Dorio Bötancourt- Maria Garcia

Profesyonel politikacıların ve devlet erkanının ağzında sakız olmuş  iki tekerleme var: “ Türkiye bir muz cumhuriyeti değildir” ve “Türkiye bir hukuk devletidir”. Birinciyle imâ edilen Türkiye’de köklü bir devlet geleği olduğu, ikinciyle de burada her şeyin hukuk ilkeleri ve kurallarına göre işlediğidir. O halde “burada öyle arzu edilmiyen şeylere izin verilmez, eğer yanlış yapılmışsa hukuk dahilinde çözülür” denmek isteniyor. Elbette “Türkiye’nin bir hukuk devleti” olduğu doğru ama “nasıl bir hukuk devleti” sorusu durumu netleştirmeye imkân verir. Zira hukuksuz bir devlet mümkün değildir. Her devletin şu veya bu şekilde işleyen bir hukuk sistemi olmak zorundadır. Aksi halde devlet diye bir şey de olmazdı. Mesela devlet kelimesinin önüne kapitalist kelimesini eklerseniz, fotoğraf farklı görünecektir. Eğer “kapitalist devlet” söz konusuyla, orada devlet kapitalistlerin [bir bütün olarak mülk sahibi sınıfların veya aynı anlama gelmek üzere büyük hırsızların] hizmetindedir ve onların işini kolaylaştırmak için vardır. Devlet kapitalist sınıf için uygun alt-yapıyı oluşturmak, ucuz iş gücü, ucuz enerji, ucuz girdi sağlamak, yoksullardan alınan vergilerin önemli bir bölümünü onlara “teşvik” olarak sunmak, zenginlerden alınan vergileri asgari düzeyde tutmak, işgücü piyasasını “iş dünyasının” istediği kıvama getirmek, velhasıl kapitalist sınıf için  sömürü, yağma ve talan koşullarını güvence altına almaktır... Tabii bir de “küçük hırsızları” etkisizleştirmektir. Zira büyük hırsızların daha çok çalması için küçük hırsızların etkisizleştirilmesi gerekir. Ceza evlerine düşenler bilir: Ceza evleri küçük hırsızlarla doludur... İstisnalar ve ârizi durumlar dışında ceza evlerinde büyük hırsızlara raslanmaz. İşte hukuk devleti denilenin misyonu ve varlık nedeni, küçük hırsızları hizaya getirmektir. Kanunlar, cezalar, mahkemeler, cezaevleri onlar içindir... Velhasıl insanlar “kanunlar karşısında asla eşit değillerdir”. Elbette “kanunlar  karşısında eşitlik ilkesi” önemlidir ama kapitalizm dahilinde hiç bir değeri ve kıymet-i harbiyesi yoktur, sadece yoksulları aldatmaya yarar... Kapitalizmin geçerli olduğu durumda, şu yere göğe konmayan “hukuk devleti” mülk sahibi sınıfları “zararlı sınıflardan”, -yoksullardan densin- korumaya memur edilmiştir.

AKP iktidara geldiğinde, yolsuzlukla, yoksullukla, yasaklarla [3 Y] mücadele edeceği sözünü vermişti. Aradan geçen zamanda yolsuzluklar insan havsalasını zorlayacak, skandal boyutlara ulaştı, yoksulluk çığ gibi büyüdü ve artık yasakların haddi hesabı yok. Polis devleti kimseye göz açtırmıyor... Parlamentonun varlığı tek adam rejimine engel değil. Peki neden böyle oldu? Başka türlü olamazdı da ondan. Yegane amacı mülk sahibi sınıfın servetini ve zenginliğini artırmak, sömürüyü, yağmayı, talanı ve vurgunu büyütmek olan bir iktidarın asıl işinin ne olduğu açık değil mi? Türkiye’de politikacının işi bir kamu hizmeti icra etmek değil, kendisini ve yakın çevresini zenginleştirmektir. “Bal tutan parmağını yalar” misali.... Böyle bir iktidarın, böyle bir rejimin yoksullukla, yolsuzlukla, rüşvetle, dolandırıcılıkla mücadele etmesi mümkün müdür? Hiç bir iktidar yoksuzlukla mücadele etmez, edemez. Mücadele ediyormuş gibi yapar. Kimi zaman da aşırılıkların üstüne gittiği izlenimi yaratır ama asla gitmez, gidemez. Peki neden? İki nedenden dolayı: Birincisi, asıl iktidar görünen iktidar değildir. Görünen iktidar asıl iktidar sahibi olan mülk sahibi, kapitalist sınıfın hizmetindedir ve kapitalist sınıf  varlığını, sömürüye, yağma ve talana, yolsuzluğa, rüşvete, hırsızlığa ve ahlâksızlığa borçludur.  Yolsuzlukla gerçekten mücadele demek, bindikleri dalı kesmek demektir.  İşin ucu her birine de dokunma istidadı taşır da ondan. Bir sömürücü sınıf kendi varlık nedeni olanla hesaplaşabilir mi? İkincisi, profesyonel politikacılar bu işi nâm olsun da kâr olmasın diye, vatan ve millet aşkına yapmıyorlar. Onlar için siyaset, kendilerini ve yakınlarını zenginleştirmektir. Son on yılda iktidar çevrelerinin nasıl zenginleştiği ortada değil mi? Peki bu iş nasıl oluyor? Yolsuzluk, rüşvet, adam kayırmayla, bütçeyi ve hazineyi yağmalayarak. Topluma, kamuya, hekese  ait olanı özel mülke çevirirek. Aksi halde bir kısım bakan ve iktidar partisi milletvekilinin ve  çoçuklarının az zamanda “büyük işler başarması” nasıl açıklanabilir? Türkiye’de genel-geçer ahlâk “işbitiricilik ahlâkıdır”, yani ahlâksızlıktır. İşbitiricilik de mâlûm iki tarafı varsayar: işi bitiren ve işi bitirilen. Böyle bir genel ahlâksızlık ortamında yolsuzlukla, rüşvetle, vb. mücadele de ne demek oluyor? Tam tersi geçerli: yolsuzluk yüceltiliyor ve bir başarı olarak görülüyor.  Yöneticiler için “ çalıyor ama iş de yapıyor” dendiğini sıkça duymuşsunuzdur. Bu, bu toplumun nasıl da her türlü etik değere elvada dediği anlamına gelir.  Hem işbitiricilik ahlâksızlığı geçerli olacak ve hemde ahlâksızlıkla mücadele edilecek, bu mümkün değildir. Dolayısıyla, egemen sınıfların, sözcülerinin ve politikacıların yolsuzlukla mücadele söyleminin hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktur... Bütünüyle mafyalaşmış, çeteleşmiş bir devlet söz konusu. Bu da artık hukukun asgari düzeyde bile esamesinin okunmaması demektir. O zaman da yolsuzluk hukuk sistemi tarafından ortaya çıkarılmaz, mafya-içi, çete-içi kapışmanın, çatışmanın ve hesaplaşmanın sonucu olarak ortaya serilir... Şimdilerde olduğu gibi...

İnsanlar ne yazık ki, sorulması gereken soruyu soracak yüksekliğe pek çıkamıyor. Bir adam nasıl olmuş da, ne yapmış da 72 milyar dolar servete sahip olmuş sorusunu sorana rastladınız mı? Akıllı-becerikli-işbitirici bir “iş adamının” bir öğleden sonra servetini 6 milyar dolar artırmasını dert edene rastladınız mı? Bu soruyu sormayan bir insan, bir yurttaş olur mu?  Bu bir skandal değil midir? 2.5 milyar insanın yoksullukla cebelleştiği, 1.25 milyar insanın aşırı yoksulluk içinde yaşadığı, her 3 kişiden birinin asgari sağlık hizmetine ulaşamadığı, her 4 kişiden birinin  elektrikten mahrum olduğu, her 7 kişiden birinin gece konduda  [bidondan şehirde] yaşadığı, her 8 kişiden birinin açlık çektiği ve her 9 kişiden birinin musluk suyundan mahrum olduğu bir dünyada bir kişinin onca servete sahip olması neden sorun edilmez?

17 Aralıkta başlatılan yolsuzluk operasyonu aslında yolsuzlukla mücadele amacıyla yapılmıyor. Öylesi insâni, ahlâki kaygılar söz konusu değil, tam bir iktidar savaşı. Başka türlü söylersek, daha çok ranta el koyma mücadelesi.  Sandıktan çıkan ve çıkmayan iktidar koalisyonunun iki unsuru arasındaki mücadele. Başbakan her ağzını açtığında sandık diyor, milli iradeden söz ediyor ve sandıktan çıkmayanlarla da koalisyon yapıyor. Vesayet rejimini tasfiye etmekle öğünüyor ama Cemaat vesayetiyle yönetiyordu. 17 Aralık sonrasında “devlet içindeki devletten, devlet içindeki çetelerden” söz ediyor. İyi de o çeteyi oraya kimler ne zaman ve nasıl soktu? Kim onlarla koalisyon ortağı oldu? İşlerine geldiğinde Cemaat’in bir “sivil toplum örgütü” oduğunu söylüyorlar. Kavramlar bunca dejenere edilirse, Cemaat neden bir sivil toplum örgütü sayılmasın? Öyle bir sivil toplum örgütü ki, baştan itibaren devlet tarafından dizayn edilmiş, desteklenmiş, beslenmiş, büyütülmüş, gerektiği zaman, gerektiği gibi kullanılmış, bu arada cemaat da “fırsatları” değerlendirmiş, polise, devlet bürokrasisine, yargıya, bir bütün olarak devlet aygıtının kritik yerlerine nüfûz etmiş. Siz hiç politikayla ve ticaretle doğrudan ilgili bir “sivil toplum örgütü” gördünüz mü? Bu dünyada, devlet sayesinde devletin kalelerini ele geçirmiş bir “sivil toplum örgütü” örneği var mıdır? Kimse şeylerin gerçeğini tartışmaya niyetli değil. Devlet söz konusu Cemaati neden besleyip-büyüttü? Bu soru neden sorulmaz?

Eğer gerçekten hırsızlıktan, yağma ve talandan, yolsuzluktan, rüşvetten âzâde, eşitlikçi demokratik, adaletli, insan haysiyetine yaraşır bir toplumda yaşamak istiyorsanız, yapılacak iş çok basit: kapitalizmi dert etmek ve vakitlice kapitalizmiden çıkmak için kolları sıvamak. Zira, kapitalizmin olduğu yerde eşitlikten, adaletten söz etmek abesle iştigal etmektir. Çünkü kapitalizm demek, sömürü, yağma ve talan demektir. Sömürü ve yağmanın olduğu yerde de demokrasi, adalet, eşitlik, kardeşlik, dayanışma gibi kavramlara yer yoktur. Kapitalizm demek her ileri aşamada eşitsizliğin ve adaletsizliğin, toplumsal kutuplaşmanın derinleşmesi demektir. Bir tarafta milyarlarca dolar servete sahip olanlarla, diğer tarafta yoksulluk ve sefalet içinde yaşayan, çaresizlik ve sefalet ortamına itilmiş, milyonlarca, milyarlarca insan demektir. Unutmamak gerekir ki, adelet eşitliği var sayar, demokrasi de eşitliği, özgürlüğü ve adaleti var sayar. Oysa geçerli süreç, sürekli olarak eşitlikten ve adaletten uzaklaşma temeli üzerinde yol alıyor. Bir ülkenin varı yoğu bir avuç soyguncu çetesi tarafından yağmalandığı, talan edildiği durumda siz hangi haktan-hukuktan, hangi adaletten, hukuk devletinden, demokrasiden ve özgürlükten söz edebilir siniz ki? Bir şey daha var: bu gayri insâni ve utandırıcı tablo sadece insani ve toplumsal kötülükler de yaratmıyor. Bir de ekolojik yıkıma deden oluyor. Velhasıl bizzat yaşamın temeli aşındırılıyor. İnsanlığın ve uygarlığın geleceği riske sokuluyor.

O halde soru şu: Bütün bu olup-bitenler neden ve nasıl oluyor? Giderek, ilerleme ve kalkınma adına dünyanın yaşanamaz bir yer haline gelmesinin sebebi ne? Bu ilâhi bir iradenin eseri midir yoksa aklı-fikri olan insanların akıllarını başlarına almamalarının, insana yaraşır bir tavır ortaya koymamalarının, koyamamalarının bir sonucu mudur? Eğer ikincisiyse ki, öyledir, o zaman insanlar bilinçli eylemleriyle bu netâmeli süreci pekâlâ tersine çevirebilirler. Bunun için de aklını başina alıp, bilinçli, haysiyetli insanlar olarak sahaya çıkmak, yurttaş bilinciyle hareket etmek  yeterlidir. Daha ne zaman kadar insanlar “sayın seyirci” olmaya razı olacak? Artık şu seyirciliğe son verme zamanının gelmesi gerekmiyor mu?

Türkiye 1980 yılında 24 Kararları ve 12 Eylül askeri darbesiyle, kompradırlaşma tercihi yaptı. Tabii böyle bir tercih hem içerdeki mülk sahipleri sınıfının [büyük hırsızların densin] ve hem de emperyalist odakların çıkarlarının bir gereğiydi. İşte şu sıralarda yaşadıklarımız doğrudan o talihsiz tercihin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. AKP söz konusu kompradorlaşma statejisinin en hevesli, en gözü kara sürdürücüsü oldu. Kompradorlaşma kaçınılmaz olarak çürüme ve yozlaşma, kokuşma yatatabilirdi.  Toplum önce dinci-laik şeklinde kutuplaştırıldı. Şimdi de dinciler iki hasım kutba bölünmüş durumda. Bu çoklu bölünmelerin devlet aygıtını da kapsaması kaçınılmazdır. Ve bu da artık işlerin sürdürülebilir olmaktan çıktığı anlamına geliyor.  O halde iki seçenek var: bizzat  sömürü, yağma ve talandan başka bir şey olmayan komprador kapitalizmi tartışma gündemine taşımak, ya da bu güne kadar olduğu gibi büyük hırsızların oyununa gelmeye, aldatılmaya, aşağılanmaya, horlanmaya, itilip-kakılmaya razı olmak... Bu ikisi arasında bir orta yol, bir üçüncü seçenek yok!  Artık radikal olma zamanı. Dolayısıyla kimse söz konusu kapışmadan olumlu bir şey çıkacağı beklentisine kapılmasın. Zira amaç, yönetenleri değil, yönetimi değiştirmek olmalıdır...

Hiç yorum yok: