30 Mayıs 2013 Perşembe

Erdoğan hakkında…‏





 Dr.İsmet Turanlı
dr_ismettu​ranli@mynet​.com
 Erdoğan kurşunu kendi bacağına mı sıkmak istiyor? Mücahit olma uğruna.
Erdoğan çizmeden yukarı çıktığının farkında değil mi?
Çizmeden yukarı çıkmanın hikayesini bilirmisiniz?
Bir Vernisaj ( Ressamın resim sergisi) ziyaretinde çizmeci ressamın yaptığı bir Şövalyenin resminin önünde ressama çizme resminde yaptığı hataları dile getirir. Ressam çizmecinin haklı ihtarlarına teşekkür eder. Çizmeci eleştirilerine devam etmek isteyince , ressam dönüp çizmeciye diyor ki :’’Lütfen çizmeden yukarı çıkmayın.’’
Bir memleketin başbakanı olmak başka , o memlekette her kararda belirleyicisi olmak başka şeydir. O zaman Vatikandaki Papa’lar gibi OMNİ POTENZ olursunuz. Bu demektir ki siz hiç hata yapmazsınız, memleketin MUTLAK hakimisinizdir. O zaman ileri Demokrasiden değil, Fukara Demokrasiden bahsedebilirsiniz. Çizmeden yukarı çıkmaktanda hiç beis duymazsınız.
Türkiye de 20-25 milyon Alevi mensubiyeti olan insanların olduğunu unutup Alkol kullanımı hakkında fetva verirseniz, partinizin büyük oy kaybını hesaba katmıyorsunuz demektir. Alevilerin milli içkisi RAKI’dır. Boğma rakıyı kendileri yaparlar. Gayri müslümler dini inançları gereği içki içerler. Onlar için  İsa’nın kanı sayılır. Ben İsveçte iken Alkol satışı kısıtlı idi. Arkadaşım labratuardan getirdiğimiz mutlak alkole, eczaneden aldığı Anason extraktı karıştırır ve rakı yapardı.
Şimdi bir de üçüncü köprüye,  zamanında yüzbinlerce Alevi vatandaşı katletmiş olan Yavuz Sultan Selimin ismini verirseniz , geri kalan Alevi vatandaşın oyunu hiçe saymış olursunuz.
Tahminim o ki Erdoğan bu iki kararı ile % 20 oy kaybına uğrayacaktır.
Köprüyü kutsamak için İstanbul müftüsünü çağırıp Osmanlı devrindeymişiz gibi duasını yaptırmakla Laikliği askıya aldığını demonstre etmiş oldu.
Kurtuluş savaşında muharebe kazanılınca BMM mebusları Hacı Bektaş camiyine gidip dua edelim demişler. Atatürkte onlara ‘’ Savaşı takdiri ilahi değil, sizler , askerlerimiz kazandı demiş ve camiye gitmeğe müsaade etmemiştir.
Alkol mevzuunda da ‘’ İki ayyaşın değil inancımızın gereğini yerine getirmeliyiz ‘’ demeklede Laikliğin ne demek olduğunu anlamadığını deklare etmiş oldu.
Köprünün temel atılışında yaptığı konuşma ile bir taşla iki kuş vurmuştur. Kendi bacağına kurşun sıkmıştır.
Mutlakiyet gösterilerinden biride bakanlar hakkında ‘’ Benim .......Bakanım’’ demesi, bakanlarında şahsiyetlerini tavana asıp ‘’ Başbakanımızın talimatı ile’’ diyerek yapılması gereken işlerin Başbakanlarının emrine tabi olduklarını söylemekten hiç utanç duymamaları. Başbakanın bilhassa aydın kesimi rahatsız eden BENİM (Pronom-ZAMİR) ini kullanmasını analiz ettim. Erdoğan çocukluğunda babasının baskısı altında büyümüş ve ,ona karşı duyduğu (Agression-Saldırgan direncini) açığa vuramadığı için Psikolojide tesbit edebileceğimiz ( Build up- stauen-birikim) sonraki yıllarda açığa çıkmağa başlamış, eleştiriye tahammülsüzlük, öfke tarzında kendini göstermiştir. Babası kaptan olduğuna göre gemideki sorumlu rotayı elden bırakmaması gibi, evdede hiyerarşisini devam ettirmiştir. Babasının ona bazı isteklerinde müzahir olmadığından şikayetçi olmuştur. Çocuklar BEN kelimesini kullanmağa başladıklarında ( Possesifite- malikiyet) kelimesi BENİM kelimesini kullanmağa başlarlar. Benim babam, benim oyuncağım gibi. Erdoğandada o yaşta hissettiği benlik duygusu birikime uğramış, açıklayamamış olması mümkündür. Bu tarzda izah edecek olursak , hoşa gitmeyen BENİM kelimesini kullanmasını anlamış oluruz.
Ben de çocukken üvey babama karşı isyankar hislerimi açığa vuramadığım için, bugün bile küçük bir haksızlıkla karşılaşınca çok çirkin reaksiyon göstermekte, hakarete varan kelimeler kullanmaktayım. Erdoğan’ın Salı günleri gurup toplantılarında sarfettiği aşırı saldırgan kelimelerin gerisinde onun çocukluğunda yaşadığı fenomen olduğu aşikar. Hatta deniyor ki PROMPTER dan konuştuğunda bu tür uslup bozukluğu görülmüyor.
Kılıçdaroğlu Gandhi gibi halim, selim görünmesine rağmen gurup konuşmalarında sesini yükseltip, masayı yumruklaması ise bir nefsi müdafaadan kaynaklanmaktadır. Etrafıda sakinleşmesini tavsiye edeceklerine onu dahada kışkırtmaktadırlar. CHP milletvekili İnce’nin, Tarhan’ın konuşmaları dahada saldırgan ve çirkindir. İsmet Paşa da zaman zaman kürsüde sarf ettiği cinaslı kelimelerle Menderesi zıvanadan çıkarmıştı. Milletvekillerine ‘’Siz istarseniz Halifeliğide getitirebilirsiniz’’ sözünün manası Parlamentonun demokratik egemenliğine bir vurgudur. Tıpkı Magna Chartada Kralın Parlamentoya iktidarını kısmen devrettiği ve İngilterede demokrasinin başladığı tarzda. Muhalefetin, Menderesi karalamak isteyenlerin , onun Halifeliği getirmek istediği manasını çıkarmaları abartılmış bir iftiradır. ‘’Odunu bile aday göstersem mebus seçtiririm’ söylemini onun diktatörlüğe gittiğine bir alamet sayanlar, hatta 27 mayısdaki darbeye sebep gösterenler bile olmuştur. Acaba hangi odunu mebus yapmıştır diye sormak lazım. Bu gibi sözlerin bir darbeye gerekçe gösterilmeside dangalaklığın daniskasıdır. 27 mayıs devrimmişte, ötekileri darbe imiş diyenlerin aklı seliminden şüphe etmek lazım. Darbe, darbe dir. Hiçbiri iyi sonuç vermez. Güya darbe sonrası süper anayasa yapmışlar. Darbe sonrası katliam yapıp, Menderesi ve iki güzide bakanını idam ettirmişlerdir. Darbe frensiz araba kullanmağa benzer. Başlangıçta hızlı gidebilirsiniz ama sonunda toslarsınız, ölümcül kazalara sebep olursunuz.
Son haber de ‘’ Doğum sonrası izninin müdetini Başbakanın tesbit edeceğidir’’. Başbakanımızın ilim adamı olduğunu, sanat eserleri hakkında karar verirken jurinin tek seçicisi olduğu, Hava alanı yapılacak bölgenin neresi olması lazım geldiğini bir helikopter le İstanbul üstünde kolaçan yaparak karar verdiğini basın duyurmuştu. Bunlar tek adam olmanın hatalı neticeleridir. Bunlar ulemanın değil ehli vukufun işidir.
Daha bir kaç sene önce yazmıştım. Erdoğan çok güzel işler yaptı, fakat tek adam olması tehlikelidir. Çünkü tek adam hata yapmakla maluldur.
Mükerrem Taşçıoğlu Turizm bakanı olunca gazetecilere şöyle bir beyanat veriyor. ‘’ Ben bakanlığa gelmeden Turizmin T sini bilmiyordum Şimdi bakanlıkta bir karar verileceği zaman bütün büroklatları dinliyorum. Sonunda ben ne dersem o oluyor, kimse itiraz etmiyor.’’ Erdoğan da ayni haleti ruhiye içinde. Bu durumu Türkiye için tehlikelidir.
Acaba Erdoğan’a hangi (Benim-şahsi) bakanı itiraz edebilir ki.
Padişahların yanlarında gezdirdikleri bir liliputanları varmış . Her sabah ‘’ Padişahım senden büyük ALLAH var’’ derler, Padişahlara hükumranlıklarının sınırı olduğunu hatırlatırlarmış.
Erdoğan’ın etrafında ona itiraz edecek bir merci yok. bu vazifeyi  ifa edecek kimse yok. Muhalefet parti başkanları ise kifayetsizliklerini kamufle etmek için Hakaret etmeği yeğliyorlar, hakaretamiz laflarla muhalefet ettiklerini zannediyorlar. Daha müsbet önerileri getirecek beyinlere sahip değiller. ‘’Vermesse Mabud, neylesin Mahmut’’ .
Ben belki insanları Erdoğan’dan daha çok seviyorum, hemde Yaradandan ötürü değil. Hekim olduğum için. Hekimliğin şiarıdır. Hangi dinden olursanız olun.
Ben de tıpta, hekimlikte, sosyal yaşamda yaptıklarımı sıralayınca dediler ki siz bir NARZİSTSİNİZ.
Erdoğan da bir narzist olsa gerek. Temcid pilavı gibi icraatlarını, tekrar tekrar dile getiriyor. Hemde hiç ama hiç eleştiriye tahammülü olmadan. Eleştiri yapanları da yaradandan ötürü sevmemek kaydı ile.
Eleştiriye cesaret eden gazeteci kalmadı. Hepsinin rızkını kestirdi. Taraftarı olanlarda OTOSANSÜRE başladılar. Tahammülsüzlüğü, öfkeleri, tek karar verici olması TEKADAM hastalığından kaynaklanıyor.
Komşumuz dost devlet kalmadı. Davutoğlunun sıfır sorun politikası sayesinde çok şükür.
Rumlarla( Yunanistan, Güney Kıbrıs) düşman, İsrail düşman,Suriye düşman, Irak (Maliki) düşman, İranla ve Azerbeycanla ilişkiler limoni, Ermeniler ezeli düşman. Almanlarla, Fransızlarla AB konusunda kanlı bıçaklı. Obama ve Putin sırt sıvacıları. Suudi ve Katar diktatör krallarıda pek koklatmıyor lar.
Bütün ümidim Abdullah Gül’ün ilk seçildiğinde olduğu gibi Erdoğan’a mızıkçılık yapması.
Barış sürecinin Abdullah Öcalan ile Barzaninin başarısı olduğunu milletin anlaması, önümüz de ki seçimlerde AK partinin oylarındaki gerileme Erdoğanı belki frenleyebilir. Kılıçdaroğlu ve Bahçelinin muhalefet tarzı , kabiliyetsizlikleri Erdoğan’ı menfi  tarzda bir etki sağlayamayacktır..
Özgürlükler babında, Kadın haklarında, Kürtlerin özerklik , kimlik mevzularında, basının, yargının dıştan görünüşlerinde 120 sırada olmamız Erdoğan’ı hiç rahatsız etmiyor.
Nurcuların başı Fethullah Gülen cemaatı ile de kapışması oy kaybını tetikleyecektir.
Bankalara ve Tüsiadcılara diş geçirememesi onların nalıncı keserini kullanmaları, alt gelirli sınıfın ak partiye oy verenlerinin % 80 civarında olması düşündürücüdür.
İmam hatip mezunu olması, hiçbir yabancı dil bilmemesi, yurtdışında demokratik ülkelerde hiç yaşamamış olması, futbolculuğu onun kültür seviyesini belirlemiştir.
Eşinin, kızlarının tören ve gezi mürettebatı olması da halk arasında antipati yaratmaktadır.
Hitler başa geçtiğinde Antisemistti, Otobanları yaptı, enflasyonu düşürdü, parayı değiştirdi, analara çok doğurun dedi ve çok çocuklu analara madalya verdi, Wolkswagen( Halk otosunu)ı yaptı.
Erdoğan da tesadüfen Antisemist beyanlarda bulundu, Duble yollar yaptırdı, Enflasyonu düşürdü, Paradan sıfırları attı, yeni TL yaptı, analara en azından 3 çocuk doğurun dedi, kendi otomobilimizi yapalım dedi.
Hitler, o münevver halkın son demine kadar sempatisini kazandı fakat TEKADAM olunca milleti için , dünya için tehlikeli oldu ve milyonlarca insanın ölümüne sebep olan hataları yapmağa başladı.
Erdoğan’ın en takdire şayan icraatı Askeri kışlasına sokmuş olmasıdır. Fakat onların sessizliği beni korkutuyor. Darbeler devri geçti deniyorsada ben korkuyorum. Çünkü asker 27 mayıstan buyana DARBE yapmağı öğrendi. Adam öldürmeği talim etti. Ekonomimizde büyüme fetişizmi hakim. Beni korkutan SİLAH ve Para’nın yarattığı ahlaki çöküntüdür. Sevgi, saygı ve Şefkat erozyonu, avamda Konsum düşkünlüğü, boşanma epidemisi  benim gibi optimist insanları dahi kaygılanmaktadır..

Antalya, 29.05.13

28 Mayıs 2013 Salı

Temel çelişki, baş çelişki ve alfabe…



Demir Bilgin

Türkiye insanı,  12 Eylül 1980 askeri faşist darbesiyle, giderek büyük bir yozlaşmaya uğradı. Şu an, şeriatçı AKP iktidarında, Türkiye insanındaki yozlaşma, gerçekten, had safhadadır. Yozlaşma, ne yazık ki, bazı solcu ve sosyalist kesimi de etkiledi.Acıdır. Böylesi bir Türkiye ortamında, yeniden Leninizmin ilkelerini hatırlatmak; yeniden, Leninizmin ABC’si olmuş konuları notlar halinde yazmak, artık bir zorunluluktur.

Yozlaşmak nedir?

Yozlaşmak, insanın gelişim tarihinde elde ettiği tüm değerleri yitirmek demektir. Yozlaşmak, şu an ki, AKP sürüler iktidarı Türkiye’sinde, insancık olmak demektir.

Leninizmin ABC’si olmuş konula rnedir?

Leninizm, sosyal yapılara ilişkin konularda, çözümde, hep,  ”anahtar”olacak noktalardan kalkar. Toplumda yer alan ”temel çelişkiler”. Temel çelikiler düzeninde ortaya çıkan ”baş çelişkiler” ve çözüm.

Leninizm, toplumsal yapıya ilişkin, tarihsel köklerde, toplumun, ”ezen – ezilen” şeklinde bölünmesi, ve bubölünmenin maddi temellerini ortaya çıkaran yapıları ve çözümünü inceler. Bunları, insan evrim tarihi sürecinde; toplumda hakim olan  üretim tarzı bazında, temel çelişki ve baş çeliki şeklinde ele alır. Temel ve de baş çelişkilerden kurtuluş yolu böylesi bir perpektiften geçtiğine işaret eder.

Açıktır, politik yaşamda başarılı olmak için, insan toplumunun evrim tarihine denk düşen, bilimsel yasaları veüretim tarzları bilmek gerekiyor. Ayrı bir makale yazısıdır. Ama buradan kalkarak, ”teorimizi, fikirlerimizi neye göre belirlememiz gerekir? Sorusuna,Marksizmin cevabı açıktır: ”Nesnel üretim koşullarına göredir!”

Alfabedir, ama yine, yazmam gerekiyor. İnsan toplumunun siyasal evrim tarihi beş üretim  tarzı ile şekilleniyor:

Bir: İlkel komünal toplum.
İki: Köleci toplum.
Üç: Feodal toplum
Dört: Kapitalist Toplum.
Beş: Sosyalist ( Komünist) toplumdur.

Böylesi bir üretim tarzı üzerinde şekillenen toplumsal ve baş çelişkiler vardır.

Parentez açıyorum: Devlet: Daha sınıfların doğmadığı ya da olmadığı sistemlerde yok olur. Söner. İlkel komünal toplumda yoktu. Komünist toplumda da olmayacak. Köleci ve kömünizmin alt aşaması sosyalizme kadar, devlet ve ulus vardır. Zira, bu sistemlerde, sınıflar vardır. Bunları bilmeden ve görmeden,devlete ve ulusa karşıyım demek ”ütopist devrimci” olmak demektir. Devrimcilik,hayaller ile,   gündüz rüyaları ileyürümez) .

Parentezi kapatıyor ve devam ediyorum.

Bu temel noktalara ekleyeceklerim var. Şu an, Türkiye’de temel çelişki: Emek ve Sermaye arasındadır. Baş çelişki: Şeriatçı AKP ile Laiklik arasındadır.

Temel çelişki, kapitalist sistemTürkiye’sinde ve bu alt-yapı üzerinde oluşan emek ve sermaye arasındaki  çelişkidir.

Baş ya da ikincil çelişki,Türkiye’de, değişik dönemlerde ortaya çıkan, laiklik ile şeriat arasındadır.

Türkiye’de laik sistem,  hiç bir zaman kurulmamıştır. Bunun sonucu, iki de bir kendini gösteren, islam ve şeriat korkusu vardır. 12 Eylül 1980’de yapılan askeri faşist darbe, solu ve sosyalistleri temizlemeye yetmiyordu. Sol ve sosyalizme duvar örmek için, tek yol islam kalıyordu. 12 Eylül 1980, ANAP ve AKP ile devam eden islam ve şeriat korkusu devam ediyor.  Şeriatçı AKP Hükümeti, toplumu tekrar geriye ve ”şeria kanunlarına” göre  yeniden ”dizayn”etme çabaları devam ediyor;  açıktır.

Şeriatçı AKP;  Katar ve Suudi Arabistan’dan aldığı destek ile, Orta-doğu’da ”islamik emperyal ülke” hayali ile hem Türkiye insanını, hem de Suriye halkını perişan etmekten çekinmemektedir.

Böylesi bir Türkiye düzeni ve ortamında , haklı olarak,  temel çeliki (emek – sermaye) gizleniyor ve yerini baş çelişkiye bırakıyor: Şeriatçı AKP ve Laiklik oluyor.

Evet; şu an, Türkiye’nin baş çelişkisi, şeriatçı AKP ile Laiklik arasındadır.

Evrim tarihimizi tekrar  geriye, şeriata doğru sürüklemek isteyen AKP’ye dur diyelim!

Sosyalistler, sınıf kavgasını ,unutmadan,  bir yana atmadan, şeriatçı AKP ve Hükümetine karşı dur diyeceklerdir!

Şeriatçı AKP’yi ve destekçilerini  teşhir etmek,  tarihsel olarak, en büyük ilericiliktir.

Tekrar uyarıyoruz: İslami –şeriatçı AKP ile ”umutlu” izdivaçlar yapmak, boştur. Mümkün değildir.

Ne derler, Midyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak!

Olmamasını istiyoruz.

Meselelere, sorunlara evrimsel vetarihsel bakalım. Biliniz ki, bizi ezenler ve tarihten kaldrmak isteyenler,  yenilecektir.

Bu yazımla,  bizi bekleyen tehlikeleri hatırlatmış oldum.


Bu kadar.

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Demokrasi değil, oligarşi [I]


Fikret Başkaya

TC Anayasında Türkiye’nin ‘demokratik bir cumhuriyet’ olduğu yazılı. Siyasetciler, akademisyenler, medya erbabı, sanatçılar, kendi kendilerini “aydın” ilan eden diplomalılar Türkiye’deki rejimin demokratik olduğuna inanıyor. Üç nedenden dolayı böyle bir inanç geçerli denebilir: Birincisi, insanlar her söylenen inanma eğiliminde oldukları için, ikincisi, genel oy hakkı, çok parti sistemi, seçimler, parlamento, “hür basın”, vb. varlığından ötürü. Üçüncüsü de diktatörlük değilse o halde demokrasidir, monarşi değilse demek ki, demokrasidir... şeklinde bir anlayışın geçerli olmasından. Oysa monarşiyle demokrasi arasında, diktatörlükle demokrasi arasında oligarşi diye de bir rejim türünün varlığı nerdeyse hiç akla gelmiyor... Neden akla gelmediği de mâlum... Genel algı kabaca şöyle: Türkiye demokratik bir ülke ama bazı eksikleri var. İşte yeni bir anayasa yapılır ve bazı kanunlarda da değişiklik yapılırsa, Türkiye Batı demokrasileri ligine dahil olacak, artık 200 yıllık rüya gerçek olacak, “muasır medeniyet” seviyesinin üstüne çıkılacak. Velhasıl Batı’da demokrasi var ve bizim de bazı eksikliklerimiz var. Yakınlarda bir profesör “Türkiye’nin 137 yıllık demokrasi mirası var” diyordu. Kimbilir herhalde öyle söylesin diye profesör yapmışlardır. Oysa, ikiyüzlülüğü ve yalanı sevmeyen biri olsaydı, “Türkiye’nin 137 yıllık demokrasiyi engelleme deneyimi var” demesi gerekirdi...
Avrupalılar dünyanın geri kalanına hükmettikleri son bir kaç yüzyılda, kendilerine ve başkalarına dair Avrupa-merkezli bir “dünya görüşü” oluşturdular, şeylere ve yerlere isim koydular, kelimeler ve kavramlar üretip içini doldurdular, neyin ne anlama gelmesi gerektiğine karar verdiler, iyinin, güzelin timsali olduklarına önce  kendilerini, sonra da başkalarını inandırdılar... Kendi rejimlerine demokrasi adını koydular... Her söylediklerinde, her yaptıklarında bir kerâmet olduğuna göre, dünyanın geri kalanı da Batı Avrupa’dakinin, ABD’dekinin demokrasi olduğuna inandı. Bu kısa yazıda demokrasi sayılıp yere göğe konmayan ve ulaşılması gereken  hedef olarak sunulan Batı demokrasinin [temsili demokrasi] ne mene bir şey olduğuna dair bazı açıklamalar ve hatırlatmalar yapmakla yetineceğim.
Batı demokrasisi bir efsaneydi...
Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki rejimlerin demokrasi olduğu, oralardaki aristokratik rejimlerin yıkıldığı, halkın [yoksul çoğunluğun] verdiği mücadeleler sonucu demokrasinin kurulduğu şeklinde genel bir kabül geçerli. Elbette Eski Rejimlerin [ Ancién Régime] yıkıldığı doğru, demokratik haklar için başta işci sınıfı ve onun organik aydınları olmak üzere, ezilen ve sömürülen sınıfların büyük mücadeleler verdiği, müthiş kahramanlık örnekleri sergilediği ve çok büyük bedeller ödediği de doğru. Lâkin eski rejimlerin yerine kurulan yeni rejimlerin demokratik rejimler olduğu doğru değil. Elbette yönetenler cephesinde bir değişiklik oldu ama söz konusu değişiklik aristokratik oligarşinin burjuva oligarşisine dönüşmesinden ibaretti. Eski Rejimlerin tasfiye edildiği dönem sonrasında yapılan düzenlemeler, oluşturulan kurumlar, mekanizmalar ve söylemler yeni hakim sınıf olan burjuvazinin iktidarını sağlamlaştırıp, güvence altına almanın araçları, mekanizmaları, söylemleriydi. Dolayısıyla oligarşi demokrasi cephesi karşısında asla geri adım atmadı. İşine geldiği zaman, işine geldiği kadar bazı tavizler veriyormuş gibi yaptı ama verilen tavizlerin kapitalist sınıfın iktidarında bir gedik açması mümkün değildi. Başka türlü söylersek, demokrasiye ihtiyacı asıl olan emekçi sınıfların kazanımları şeylerin seyrini değiştirecek cinsten değildi.
Elbette bunları söylemek özgürlük, eşitlik ve demokraki için verilen mücadeleleri hafife almak, kahramanlıkları küçümsemek değildir. Burada söylemek istediğim şu: Onca mücadele, onca acı, onca zulüm, onca kıyım, velhasıl akıl almaz bedeller ödenmesine rağmen, oligarşinin iktidarında bir gedik açmak mümkün olmadı. Temsili demokrasi denilenin reel bir karşılığı yoktu. Oligarşi yerli yerinde kaldı ve kalmaya devam ediyor. Üstelik her geçen gün gücünü ve etkinliğini daha da artırarak... Gerçi II. Emperyalistler arası savaş [ 1939-1945] sonrası dönemde demokrasinin derinleşmesi yönünde bazı kazanımlar sağlandı, ilerlemeler kaydedildi ama korunup sürdürülemedi. Netice itibariyle “Batı demokrasisi” denilen oligarşinin ihtiyaçlarına cevap veren bir yönetim biçimi olarak tasarlandı ve demokratik taleplerin içi her aşamada boşaltılıp, iğdişleştirildi, işlevsizleştirildi, velhasıl bir biçim sorunu olmanın ötesine geçemedi.
Sanılıyor ki, çok parti sistemi, seçimler, parlamento ve biçimsel bireysel haklar... demokrasinin garantisidir. Eğer Batı’daki rejimler tevâtür edildiği gibi gerçekten demokratik rejimler olsalardı, kolonyalist, emperyalist maceralara girişebilirler miydi? Dünyanın şurasında, burasında katliamlar, jenositler yapabilirler miydi? ABD gerçekten demokratik bir devlet olsaydı onca insanlık suçunu işleyebilir miydi? Bu gün bile ABD başkanı Obama her salı günü CIA ajanlarıyla ölüm listelerini [ kill list] görüşüyor, “terörle mücadele” gerekçesiyle kimlerin hangi ülkede insansız hava araçları [İHA] tarafından öldürüleceğine karar veriyor. Bilinen haliyle Batı demokrasileri oligarşinin iktidar aracından başka bir şey değil. Dolayısıyla demokrasinin araçlarıymış gibi görünen kurumlar ve mekanizmalar [ siyasi pertiler, parlamentolar, seçimler, “hür basın”, kuvvetler ayrılığı, vb.] oligarşilerin hizmetinde. Seyirciyi oyalamaya yarıyor... Demokrasiyi gerçekleştirmek üzere oluşturulmuş gibi görünen kurumsal yapılar, mekanizmalar ve söylemler, demokrasinin değil, demokrasiyi engellemenin hizmetinde. Dolayısıyla tam bir ilişki tersliği söz konusu.
Fransa’da devrimle Eski Rejim tasfiye edildiğinde neden doğrudan demokrasi kurulmadı? Neden doğrudan demokrasi terörle, kaosla, kanla özdeş sayılıp lânetlendi? Yeni egemen sınıf olan burjuvazi iktidarını dayatmak için Kralın kellesini kopardı ama daha fazlasını yapmaya ihtiyacı vardı... Aynı zamanda devrimcilerin, işçilerin, emekçilerin ve ezilen sınıfların safında yer alan kimi burjuvaların da kafasını koparmadan iktidarını kalıcılaştıramazdı. 1848’devrimlerinde ve 1871 Paris Komünü döneminde yapılan katliamlar “demokrasi” adına, “halk iradesi” adına, bizde “millet iradesi” denilen adına yapıldı... ABD’deki durum da Batı Avrupa’dakinden farklı değildi. Amerikan devrimi denilen bağımsızlığın kazanılmasıyla egemenlik İngiliz burjuvazisinden Amerikan burjuvazisine geçti. İngiliz Kralı III. George’un yerini Başkan George Washinton aldı. Amerikan anayasasını hazırlayan 55 kişiden oluşan konvansiyonda tek bir işçi, çiftci, köylü, yoksul yoktu. Avukatların önemli bir yer tuttuğu heyette 14 toprak spekülatörü, 24 banker [tefeci densin], 11 Tacir vardı, 15’i köle sahibiydi ve kurucu babalar olan George Washington ve Thomas Jefferson’un çok sayıda kölesi vardı... Senatör Richard Pettigrew bu durumla ilgili olarak: “ İnsan haklarını değil, mülkiyet haklarını koruyacak bir anayasa yaptılar”[1] diyecekti... Başka türlü olabilir miydi?
“Amerikan devrimini” izleyen dönemde ne, ne kadar değişti? Amerikan yerlilerinin topraklarına el kondu, kolonizasyon derinleşti. Yerlilerin durumu “devrimden” sonra daha da kötüleşti. Mülk sahibi sınıfın ödediği vergiler düşürüldü. Köleci sistem yerli yerinde kaldı... Amerikan yerlileri, köleler, kadınlar ve yoksullar seçme ve seçilme haklarında mahrum edildi. Eğer öyleyse bu kimin demokrasisiydi ve kimi temsil ediyordu? İlerleyen dönemde bu hakların artık oligarşi için bir sorun yaratmayacağına inanıldığında, içi boşaltıldığında, kademe kademe halk çoğunluğuna da tanındı. Öyle ki, seçimlerde kullanılan oy artık “gönüllü kulluğun”, “gönüllü köleliğin” bir aracına dönüşmüştü. Hiç bir kıymet-i harbiyesi yoktu. Dolayısıyla, “halk egemenliği” denilen dar bir oligarşinin halk üzerinde egemenliğiydi. Gerçi bir demokrasi vardı ama oligarşi içi bir demokrasi veya oligarşinin demokrasisiydi... Dillerden düşmeyen demokrasi tanımı olan: Halkın, halk tarafından, halk için iktidarı sloganı seyirciyi oyalamak içindi...
Faşizme karşı “demokrasinin zafer kazandığı” söylendiği II. Dünya Savaşı sonrası dönemde de ABD ırkçı bir devletti. Kanunlar Siyahlarla Beyazlar arasında evliliği ve cinsel ilişkiyi şiddetle cezalandırıyordu. O kadar ki, devlet insanların mahrem yaşamlarına varıncaya kadar müdahale ediyordu. 1952 yılında bile okullarda, toplu taşıma araçlarında, trenlerde, otobüslerde, sinemalarda, lokantalarda, vb. keskin bir ırkçı ayrımcılık geçerliydi. ABD’de ırkçılık bahsinde son durumu görmek için Guantanamo’ya, Abu Grahib’e, Afganistan’daki hapisaneye bakmak yeter... Siyonist İsrail ırkçı bir devlet ama Orta Doğu’nun yegane demokrasisi sayılıyor. Filistini sömürgeleştiren, işgal altında tutan, aralıksız katliam ve işkince yapan bir “demokrasi”... Marx ve Engels boşuna: “ Bir başka ulusu ezen ulus özgür olamaz” dememişlerdi... Eğer insanlar her söylenene, her duyduklarına inanma aymazlığından kurtulabilselerdi, İsrail gibi açıkça ırkçı rejimler demokrasi sayılır mıydı? Eşitlik olmadan demokrasi olur muydu? Demokrasinin beşiği sayılan ABD’de XIX. Yüzyıl sonu, XX. yüzyıl başında Siyahlara karşı uygulanan linç bir kitle gösterisi, bir şov şeklinde organize ediliyordu. İşkence saatlerce sürüyordu ve çocuklar da linç şovunu izlesinler diye okullar tatil ediliyordu. Güney Karalonya eyaletinde  kaçak Siyahları avlamak için oluşturulan ekiplere katılmak kanuni zorunluluktu... Ölüm cezası sadece kaçaklara değil, onlara “yardım ve yataklık” eden aile fertlerine de uygulanıyordu... XX. yüzyılın başında bile Siyahlar alt-insan [under-man] sayılıyordu. Alman faşistlerinin kullandığı untermenschen kelimesi ABD’den kopya edilmişti... Amerikan demokrasisinin efsane başkanı Abraham Lincoln, 18 Eylül 1858 de İllinois’ de halka yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: “Söylemeliyim ki, hiç bir zaman ve hiç bir şekilde siyah ve beyez ırkların sosyal ve politik eşitliğinden yana olmadım. Ve hiç bir şekilde Zencilerin oy hakkına sahip olmasını ve jüri üyesi olmasını tasvip etmedim. Aynı şekilde idari görevlere getirilmelerini, beyazlarla evlenmelerini de hiç düşünmedim. İlaveten  ifade etmeliyim ki, zaten beyaz ırkla siyah ırk arasında fizikî fark var, bu yüzden bu iki ırkın sosyal ve politik eşitlik temelinde  birlikte yaşaması ilelebet yasaklanmalıdır. Ve madem ki, birlikte yaşayamazlar, o halde alt-üst ilişkisi devam etmelidir. Netice itibariyle beyaz ırkın sahip olduğu üstün pozisyonunun devamından yanayım” [2].  
O halde şöyle bir soru akla gelebilir: Oligarşi neden temsili demokrasi tercihi yaptı? İki nedenle. Birincisi temsili demokrasinin kitleleri aldatıp-oyalamaya daha elverişli bir sistem olduğunu düşündükleri için, zira insanlar seçimlerde oy kullandıklarında bir şeylerin değişeceğine  inanıyorlar. Sürece gerçekten dahil olduklarını sanıyorlar... Oyuna geldiklerinin farkında değiller. Böylece bir seçim ve katılım yanılsaması yaratılmış oluyor. Oysa oligarşinin iktidarı yerli yerinde kaldıkça kullanılan oyun hiç bir kıymeti harbiyesi yok. Zira kimi seçerse seçsin, aslında “aynı kumaştan” olanları seçiyor ve seçilenin ne yapacağı belli. Seçim sonucunda iktidar partisi kaybedip, munalefetteki parti kazandığında oligarşinin iktidarında zırnık değişiklik olmuyor... Olması da asla mümkün değildir. Seçimlerle hükümetler değişiyor, iktidar değil. Zira iktidar her zaman oligarşinin iktidarı olarak kalmaya devam ediyor. Amerikalı bir işçi, bir işssiz, bir yoksul...  sandığa gidip oy kullandığında ne değişiyor? Eğer kullanılan oyun bir karşılığı olsaydı, kişi başına 46 bin dolar düştüğü söylenen ABD’de 50 milyon yoksul ‘yaşar mıydı?’ Amerikan yönetimi Afganistan’a, Irak’a, Somali’ye, Libya’ya, Suriye’ye ve daha nice ülkeye savaş açıp, işgal edebilir, oralarda insanlık suçu işleyebilir miydi? Eğer ortada açıkça bir insanlık şuçu varsa, o suçu işleyenleri seçip, yetkilendirenlerin sorumluluğu neden hiç gündeme gelmiyor? Suç ortaklığı sorun edilmiyor?
İkincisi, burjuvazinin soylular aristokrasisini tasfiye etmek için ezilen –sömürülen geniş halk sınıflarının desteğine ihtiyacı vardı. İktidarı ele geçirinceye kadar özgürlük, eşitlik, insan hakları gibi kavramları sıkça kullanmıştı. Eğer tekrar monarşik rejim yönünde tercih yaparsa, kitleleri adlatma, oyalama yeteneğini kaybedecekti... Oysa aslında hiç bir reel temsilin söz konusu olmadığı “temsili demokrasi”, oligarşiye sayısız imkânlar sunuyor. Jean Jacques Rousseau temsili demokrasisiyle ilgili olarak şöyle demişti: “ Egemenlik temsil edilemez, zira devredilemez, esas itibariyle genel iradede tezahür eder ve irade temsil edilebilir değildir. Ya öyledir ya da değildir, bir orta-yol mümkün değildir. Halkın vekilleri onun temsilcisi olamaz, onlar sadece geçici görevlidirler, bu yüzden hiç bir şeyi kesin sonuca ulaştıramazlar. Halkın bizzat onaylamağı kanun geçersizdir ve yasa hükmünde değildir. İngiliz halkı kendini özgür sanıyor ama yanılıyor. O sadece parlamento üyelerini seçerken özgür ve şeçim sonlandığında bir köle, daha fazlası değil. Özgürlüğünü kullandığı o kısacık anda onu kaybediyor...” [3]
O halde iki şey: Birincisi, temsile dayalı sistem demokrasinin gerçekleşmesi bakımından uygun değil ve ikincisi, oligarşi genel oy hakkını içinin boşaldığından emin olduğunda tanıdı. Aynı şey ifade özgürlüğü için de geçerli. Köprü altında yatan Amerikalı bir adam/bir kadın 24 saat hükümeti eleştirse ne değişir? Demokrat Partiye değil de Cumhuriyetçi Partiye oy verse ne değişir? İkisi de oligarşinin partisi olduğuna göre... Aslında iki parti bir metal paranın iki yüzü gibi, dolayısıyla “ikili-tekparti” sisteminden söz etmekte bir sakınca yok. Birine veya ötekine oy vermenin bir kıymet-i harbiyesi yok. Aynı Şey İngiltere ve diğer “Batı demokrasileri”  için de geçerli... Durum böyleyken bu sefil oyuna bir son vermek gerekmiyor mu?
1.       Victor Dedaj et Maxime Vivas, 200 citations pour comprandre le monde, passé, présent et à venir, Editions La Brochure, p. 27.
       2 . The Collected Works of Abraham Lincoln, ed. Roy P.Basler vol. 3, p. 14546.

       3 .  Du Contrat Social, III, 15.

Barış günlerinde Marşlar yasaklanmalı...


Dr.İsmet Turanlı
Barış günlerinde MARŞ’lar ( Mehter müzüğü de ) yasaklansın.
Bugünler de Donizetti ödülleri verilirken onun Osmanlı padişahları için bestelediği MARŞ’lar BARIŞ günlerimizde yasaklansın diyorum. Yenişerileri savaşa motıfleyen MEHTER takımının müziğide yasaklansın. Son senelerde nostaljik Mehter takımı göstermelik oluyordu.
1957 de Savarona gemisi Londra’ya gelmişti. Ayrıca Mehter takımıda. Edinburg’ta orduların müzik gösterileri yapılıyordu. Tesadüfen bende kardeşimle Biritanya adasını gezmekte idik ve Edinburg’ta bizim bahreyelilere rastladık. Gazeteci Nilüfer Yalçın bize gösterilerin yapıldığı kaleden loca davetiyesi verdi. Bizim Mehter takımı ordu orkestralarının ilki olduğu için , davet edilmişti. Onları seyrederken bayağı keyflenmiştik. Gururlanmıştık. Bugün Barış günlerini yaşarken Marşlarımız bana ters düşmeğe başladı.
Valsli şahaserler besteleyen Johann Strauss’un da Viyana’da Radetzky marşı dinlemiştim. O asırlarda harp etmek gurur vericiydi belki, bügünse Barış günü.
Türkiye de ilk okuldan itibaren öğrendiğimiz bir çok marş vardır ki onların İsveçten, İsrailden, J.J.Roussaue’nun operasından alıntılar olduğunu duyunca milli olmaları kıymetini kaybettiler.
Müziğin savaşçıların hissiyatlarına alet edilmesini hiç bir müzükseverin rıza göstereceğini tahmin etmiyorum.
Geçen hafta  ‘’ Psikosomatik Jinekoloji Dünya kongresine’’ katılmak için Berlin’e davetli  idim. Türkiye de bu hususta eğitim yapılmadığı için meslektaşlarım Türkiye de kadınların ruhu yok zannediyorlar. İki sene evvel ‘’Türk psikosomatik jinekoloji derneğini ‘’ kurdum. Kongre başkanı beni ilmi komiteye seçmişti.  Mozart’ın ‘’ Saraydan kız kaçırması’’ operasını seyre gittim. Sahnede opera artistlerinin 2,5 saat ara vermeden, çırılçıplak PORNO  seks gösterileri yapmaları beni derin hayal kırıklığına uğrattı. Osmanlı saraylarında böylesine seks yaşamının olduğuna inanmam mümkün değildi. Berlindeki Türklerin bu gösteriyi protesto etmemelerine hayıflandım.
İster Mozart’ın güzel operasında, isterse Mehter müzüğünde böylesi istismarlara müsaade edilmemesi kanaatındayım.  
Antalya. 26.05.13




24 Mayıs 2013 Cuma

Suriye ve Demir Bilgin’e katkılar..



Faiz Cebiroğlu

Demir Bilgin’in, ”Suriye’de insan büyüyor!” yazısında dile getirilen gerçeklere ben de bir kaç nokta ile katkıda bulunmak istiyorum. Benim ve Demir Bilgin’in emperyalizm üzerine yazmış olduğumuz makaleler gerçekte birbirini tamamlıyor. Benim emperyalizm üzerindeki tahlillerim bir çıkıntı sayılabilir. Demir Bilgin’in yazıları bir girinti oluyor. Birbirini tamamlıyorlar.

Evet, laik olan tek Arap devleti Suriye, iki yıldır emperyalizmin saldırısı altındadır. 1946’dan bu yana sürdürmüş olduğu anti-emperyalist, anti-siyonist çizginin düşürülmesi için, emperyalizm en vahşi bir şekilde Suriye’ye saldırıyor; ”demokrasi”, ”insan hakları” adına insanların kafaları testere ile kesiliyor, öldürdükleri insanların kalpleri, açıkça ve kamare önlerinde yiyiliyor. Vahşettir. Emperyalizm özunde bir vahşet sistemidir. Emperyalizmden yana olmak ya da emperyalizmi desteklemek vahşi sistemi ve vahşi uygulamalarını desteklemek ve kabül etmek demektir.

Emperyalist sistemin Suriye’ye dayatmış olduğu bu vahşi savaş, ne yazık ki, gerici Arap ülkeleri tarafından da destek buluyor. Bölgedeki gerici Arap ülkeleri, her zaman anti-emperyalist ve anti-siyonist bir Suriye’den rahatsız olmuşlar; komprador – şeriatçı düzenlerini korumak için, emperyalizmden ve siyonizmden yana tavır almışlardır. Demir Bilgin’in deyişiyle, utançtır.

AKP Hükümeti ve Recep Tayyip Erdoğan, Suriye’ye dayatılan bu vahşi savaşa açıktan destek veriyor, Türkiye, El-Nüsra ve ÖSO adını alan ilkel şeriatçı, hain ve kiralık katillerin bir merkezi haline gelmiştir. Şeriatçı AKP ve Recep Tayyip Erdoğan, gece-gündüz, ”Esad git!” diye bağırıyor.

Peki, bu  durume nasıl gelindi? Türkiye neden  böylesi vahşi bir politika izliyor?

Türkiye, 12 Eylül 1980’de yapılan askeri faşist darbeyle, giderek şeriata ve islama doğru kaydırıldı. Solu ve sosyalistleri önlemek için, Kemalizm tek başına yetmiyordu. Tek yol islamdı. Kenan Evren, bir yandan Necmettin Erbakan’ı habse attırıyor, diğer yandan Necmettin Erbakan’dan daha dinci bir politika izliyordu. Din dersleri, imam hatip okulları Kenen Evren döneminde yasallaştı. Kenan Evren, yaptığı tüm konuşmaları Kur’an süreleri ile süslüyordu. Solu ve sosyalistleri temizlemek için, Kenan Evren tarafından tohumları atılan islam ve şeriat,  ANAP ve devamı AKP tarafından bir politika olarak kabül edildi. Devam ediyor.

Türkiye; AKP Hükümeti ve Recep Tayyip Erdoğan tarafından adım adım şeriata doğru kaydırılıyor. Bu da gerici arap ülkeleri ile emperyalizmin istediği ”kendi islamı” yaratma politikasına uygundur. AKP ve Hükümetinin tüm kaynakları Katar, Suudi-Arabistan tarafından finanse ediliyor. Bu bağlamda, ilerde, Orta-doğu’da ”islami emperyal bir ülke” olma hülyası ile, anti-emperyalist, anti-siyonist Suriye’yi düşürmek için, açıktan,  Suriye’yi işgal edelim diyor.

Suriye, görüldüğü gibi, iki yıldır, emperyalizmin, bölgedeki gerici Arap ülkeleri ve AKP Hükümeti tarafından vahşi bir saldırıyla karşı karşıyadır.

Suriye, muazzam bir vatan savunmasında, tüm bu saldırı ve oyunları bozdu, bozuyor. Suriye, Orta-doğu’da, yeni Vietnam’ların olabileceğini göstermiş bulunmaktadır.

Suriye’ye karşı oluşturulan bu vahşi ittifak, Suriye’nin hemen çökeceğini düşünüyorlardı. Olmadı. Zira, Suriye’yi ve halkını tanımıyorlar. Suriye bu vahşi ittifakı ”mahcup” çıkardı!

Suriye kimdir?

Suriye, Baas Partisi öncülüğünde ve İlerici Vatan Cephesi ile yönetilen bir ülkedir. Baas Partisi (Baas, diriliş demek) 1943 yılında Mişel Eflak tarafından kurulmuştur. Mişel Eflak, Baas Partisinin teorisyeni ve kendisi Suriyeli bir Hiristiyandır.

1953 yılında Baas (Arap Diriliş Partisi) ile Ekrem Havrani’nin, Arap Sosyalist Partisi ile birleşerek büyümüştür. Partinin temel amacı; Orta-doğu’da, Birleşik Arap Devleti kurmaktır. Partinin temel şiarı: Birlik, Özgürlük ve Sosyalizmdir!

İlerici Vatan Cephesi nedir?

İlerici Vatan Cephesi şu ittifaktan oluşuyor:

1- Suriye Komünist Partisi
2- Arap Sosyalist Birliği
3- Sosyalist Hareket
4- Arap Sosyalist Partisi
5- Demokratik- Sosyalist Birlik Partisi
6- Suriye Sosyal Demokrat Sendikalar Birliği
7- Ulusal Yemin Hareketi

Evet; adını Suriye Arap Cumhuriyeti alan Suriye Devlet Başkanlığı yanında 250 üyeden oluşan bir Halk Konseyi vardır.

Parentez açıyorum: 1924 yılında kurulan Suriye Komünist Partisi ve 1932 yılında partinin lideri Halid Bektaş, Suriye yönetimi ve Suriye halkı üzerinde çok büyük bir etkisi olmuştur. Özellikle köylülük ve işçi sınıfının sendikalarda örgütlenmesine yorulmak bilmez bir mücadele vermiştir. Geçen sene yapılan seçimlerde, Suriye Komünist Partisi iki milletvekili çıkarmıştır. Suriye Komünist Partisi iki milletvekili tarafından,  İlerici Vatan Cephesi İttifakı’nda yer almaktadır.

Parentezi kapatıyor ve devam ediyorum.

Suriye’nin tarihi günleri ve bayramları çoktur. Önemli üç tanesini yazmak istiyorum:

Bir: 17 Nisan 1947: Bağımsızlık günü
İki: 16 Kasım 1978: Devrim Günü
Üç: 25 Mayıs 2000: Direniş ve Özgürlük Bayramı

Suriye ekonomisi nedir?

Suriye ekonomisinin temelini, Suriye işçi sınıfı ve köylülük oluşturmaktadır. Bunun yanında orta tabakalar, esnaf, tarım, seyyar satıcılar gibi kendi kendine yeten bir ulusal ekonomisi vardır. Böylesi bir yapı üzerinden, tek aile yöentimi, yani Esad aile yönetimi zaten çıkmaz. Bu yöndeki eleştiriler ciddiyetten yoksun ve boştur.

Yurtseverliğin merkesi Suriye:

Suriye, yurtseverliğin merkezidir. Suriye’ye 1983 – 1984 yılında Arapça Dili ve yazımı öğrenmek için gitmiştim. İki yılda dikkatimi çeken en büyük olgu, yurtseverliktir. Yurtsever ülküsü, Suriyelileri ortak hareket etme ve dayanışma bilincini çok yükseltmiştir. Şunu açıkça yazabilirim, Orta-doğu’da toplumsal dayanışmanın en yüksek olduğu tek ülke Suriye’dir.

Suriye’de demokrasi:

Suriye’de, devrimci demokrasi vardır. Devrimci demokrasi şu bileşenlerden oluşuyor: Aydınlar, gençlik, öğrenci kesimi, esnaf, sanatkârlar, köylüler, memurlar, subaylar gibi orta tabakalara dayanan köy ve kent ilericileridir. Demir Bilgin’in bahsetmiş olduğu Halk Devleti budur.

Devrimci demokrasinin bileşenleri, yüksek bir toplumsal dayanışma ile hem haklarını, hem de vatanlarını birlikte savunur ve birlikte hareket ederler. Böylesi bir bileşen üzerinde, zaten, Esad ailesel yönetim olamaz. Tekrarlamış oldum.

Suriye ve halkı, kısaca, budur.

Suriye halkı, bugün müthiş bir toplumsal dayanışma ile emperyalizme ve her türden uşaklarına karşı mücadele veriyor.

Kahraman Suriye ordusu, sembol Esad için değil, vatan ve  ulusal bağımsızlıkları için cephelerde tarih yazıyor.

Kahraman Suriye ordusu, Orta-doğu’da yeni Vietnam’ların olabileceği müjdesini veriyor.







20 Mayıs 2013 Pazartesi

Suriye’de insan büyüyor!




Demir Bilgin

Emperyalizm, 2011’den beri, Suriye Arab Cumhuriyet’ni düşürmek için çok vahşice bir savaş başlattı. Her zaman yaptığı, ”demokrasi, ”diktatörlüğe son verme” ”insan hakları” gibi  sahte gerekçelerle, Suriye’yi çökertmek, Suriye’nin bağımsızlığını, ulusal egemenliğini ortadan kaldırmak için binlerce kiralık katili Suriye’ye gönderdi. Suriye, halkıyla birlikte, muazzam bir direnişle tüm oyunları bozdu. Suriye, düşmedi. Suriye düşmeyecek.  Kendi halkıyla bütünleşen hiç bir yönetim düşmez, düşemez.  

Kendi halkıyla bütünleşen Suriye, ”emperyalizmin yeni sömürgesi asla olmayacağız”, dedi. Suriye, tüm cephelerde,  büyük kahramanlıklar göstererek, kiralık katillere ve hainlere ağır darbeler vurdu, vuruyor. Suriye, emperyalizmin ve bölgedeki gerici Arab yöneticilerine asla teslim olmayacağız, diyerek,  cephelerde tarih yazıyor. Suriye insanı,  ”örgütlü bir halkı hiç bir kuvvet yenemez” şiarıyla büyüyor. Suriye’de insan büyüyor. Suriye insanı, eylemde büyüyor.

Bu direnişin, bu bilinçlenmenin tarihsel dayanakları vardır.

Suriye insanı, tarihsel olarak, büyük bir dönüşüme uğradı. Hafız Esad öncülüğünde gerçekleşen milli demokratik devrim,  Suriye insanını dönüştürdü, geliştirdi. Şu an, Suriye’de kendini gösteren anti-emperyalist vatan savunması buna dayanmaktadır. Bunu birinci nokta olarak yazıyorum.

İkinci nokta şudur: Suriye’de yapılan milli demokratik devrim, aslında bir Sovyet politikasıdır. Bu devrimin özü ve yönü: ”kapitalist olmayan yoldan kalkınma” ile sosyalizme geçmek ve sosyalizmi kurmaktır. Sovyetler Birliği çözüldü, Suriye ise, emperyalizmin tüm tehditlerine ve ekonomik ambargosuna karşı, aynı hatta ve direniştedir. Ayaktadır!

Üç: Her ülke, tarihsel gelişim sürecinde somut kimliğe bürünüyor. Örnek olsun,  Küba’da,  Castro. Kuzey Kore’de,  Kim İl-Sung. Mısır’da Cemal Abdul-Nasır ve Suriye’de Hafız Esad’tır. Hepsi öncülük ettikleri devrimin semboludürler.  Örnek olsun,  Kuzey Kore, sembolik olarak, Sung ile devam ediyor. Küba, Raul Castro ile devam ediyor. Suriye, Beşşar Esad ile devam ediyor. Bu semboliktir. Keşke böylesi bir sembolik  gelenek, olmasaydı ama var. Tüm bunlar varken, yalnızca Suriye yönetimini ” ailesel yönetim” diye suçlamak, büyük bir ahmaklıktır.

Dört: Sembol Esad bir yana, Suriye Arap Cumhuriyeti bölgedeki tüm Arap ülkelerinden ve Türkiye’den binkez daha demokratiktir ve kıyaslanamaz.

Beş: Emperyalist haydutlar, kendi ailesel yönetimlerini, kendi ülkelerindeki diktatörlüklerini unutup, Suriye’yi diktaörlükle itham etmeleri, yine çok büyük  bir ahlaksız ve ikiyüzlülüktür.

Devam ediyorum.

”Diktatörlük”, ”demokrasi” gibi kavramlar, sınıflar üstü ya da  sınıflardan ayrı kavramlar değildir. Şimdilik, ”ipuçu”  olarak yazıp geçiyorum.

Diktatörlük, genel anlamda, yönetimi tek başına bulundurmak ve ülkeyi açık olarak asker ve polis zoruyla yönetmek oluyor.  Peki, Suriye’de böylesi bir siyasal durum var mıdır? Yok. Sembol Esad dışında, Suriye Arap Cumhuriyeti çok partili rejimle yönetilen bir ülkedir. Suriye Arap Cumhuriyeti, tüm eksikliklerine rağmen, tüm Avrupa ülkelerinden çok daha demokratik olduğunu açıklıkla söyleyebilirim.

Devam ediyorum.

Demokrasi, sınıf damgasını taşıyan bir devlet biçimidir. Her devlet, bir sınıfın diktatörlüğüdür. Yine,”ipuçu” olarak yazıp geçiyorum: Kapitalizmle, emperyalizmle yönetilen tüm ülkeler burjuva diktatörlüğü ile yönetilmektedirler. Diktatörlük sözcüğü, devletin düzeni demektir.

Suriye’de, ulusal demokratik devrimle birlikte kurulan devlet tipi, bir halk devletidir. Suriye halkının , ulusal bağımsızlıklarına sahip çıkmaları ve emperyalizme karşı vatanlarını savunmaları, böylesi bir düzenin  sonucudur...

Evet; Suriye’de halk, ulusal demokratik devrimlerine sahip çıkıyor; emperyalizme karşı, ulusal egemenliklerini korumak için muazzam bir vatan savunması yapıyor. Suriye halkı, bu bilinçle, Orta-doğu’da tarih yazıyor.

Suriye insanı, Orta-doğu’da ve dünyada küçülürken, eylemde, vatan savunmalarında büyüyor.

Suriye’de insan büyüyor!