23 Haziran 2013 Pazar

Avrupai Türkler ve MİT-Öcalan Mutabakatı-1



Cemil Gündoğan



MİT-Öcalan mutabakatının Kürt hareketine karşı yeni bir tavır almaya zorladığı iki toplumsal kesim bulunduğunu belirtmiş ve bunlardan Alevileri geçen yazımızda ele almıştık. Söz konusu mutabakatın Kürt hareketine karşı pozisyonunda değişiklik yarattığı ikinci toplumsal kesim Avrupai Türklerdir.
Avrupai Türkler kavramını üç yıl önceki referandum dönemi yazılarımda önermiştim. Görece geleneksel kültürel kalıplarla hareket eden Asyatik Türkler karşısında konumlanan toplumsal kesimleri ifade ediyor.
Avrupai Türkler, medyada daha çok “Sahil” kavramıyla dile getiriliyor ve bir tür AKP karşıtlığıyla belirlenen konjonktürel bir politik tavır alış çerçevesinde tasvir ediliyor. Fakat ben Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındaki ayrımın geçici politik bir fenomen olduğunu düşünmüyorum. Çünkü tarihsel, sosyal, kültürel ve hatta etnik boyutları olan bir farklılık söz konusu. Bu tür farklılıklar, yeni kimlik inşası ve bunların politize edilmesi bakımından önemli fırsatlar sunarlar. Fenomenin bu niteliğine bakarak üç yıl önceki yazılarda söz konusu ayrılığın zamanla iki ayrı Türk ulusu yaratmayla neticelenebilecek bir potansiyel taşıdığını belirtmiştim.(*)
Bu fikir o zamanlar fazla dikkat çekmedi. Taksim direnişinin dumanlarının tüttüğü günümüzde ise durum biraz farklı görünüyor. Artık MHP lideri D. Bahçeli bile Türk ulusunun duygusal bir kopuşa sürüklendiğine dikkat çekiyor ve Erdoğan’ı bu tehlikeli gidişi durdurmaya çağırıyor. Buradaki “duygusal kopuş” lafı okurlara yabancı olmasa gerek. 1990’ların ikinci yarısından beri, bu sözü Türklerle Kürtler arasındaki kopuşmaya ilişkin olarak kullanıyoruz. Bu sözün ilk kullanılışının üzerinden herhalde sadece yirmi yıl geçti ama bugün Türkler ile Kürtleri aynı ulusal bütünlük içinde düşünebilen insan kalmadı gibi.
Buradan kalkarak Türklerin kendi aralarındaki duygusal kopuşmanın da kısa sürede iki ayrı ulusla neticeleneceğini söyleyemeyiz elbette. Fakat gelişmenin bu yönde bir dinamik doğurmuş olduğunu da görmezden gelemeyiz. Bugün Türkiye’de deyim yerindeyse iki çeşit Türk yaşamaktadır. Neredeyse mekânlarıyla bile birbirlerinden ayrılmış iki Türk:
Birinciler, Sinop’tan Adana’ya kadar sahil bölgelerde yoğunlaşmıştır. Etnik köken itibarıyla çeşitlilik arz ederler, muhacirlik bu kesim arasında görmezden gelinemeyecek büyüklükte bir yer tutar; bir diğer besleyici kaynakları Aleviliktir; kültürel taşıyıcıları bürokrasi, Cumhuriyetin elitleri ve işbirlikçi büyük burjuvazi olagelmiştir, şimdilerde orta tabaka giderek ağırlık kazanmaktadır; Kemalist Türkiye’nin yoğurup entegre ederek ulus kıvamına getirdiği bir kitledir; kültürel çerçevelerini şehir belirler; çok kuvvetli bir milliyetçi damara ilaveten devletçi, liberal ve kozmopolit damarları da vardır; Batıcıdırlar, dış dünyaya açıktırlar, laisizm ve modernizm en önemli değerleridir, fakat modernizmin klasik Kemalist yorumu giderek etkisini yitirmektedir; sosyal kaidesini eğitimli, orta tabaka oluşturur ve bu yanıyla Batıda gördüğümüz türden bir “sivil toplum” yaratmaya en uygun toplumsal zemini meydana getirirler, İzmir’i kendilerine simgesel mekân olarak kurma çabası içindedirler (olayın mekânsal sembollerle ilgili boyutunu fırsat bulabilirsem bir başka yazıda ele alacağım)... Bunlara kısaca  Avrupai Türkler diyorum.
Bunların karşısındaki Asyatik Türkler ise Erzurum-Afyonkarahisar parantezindeki bölgede yoğunlaşmışlardır. Grubun kültürel taşıyıcıları tarikatlar, cemaatler, ulema, esnaf, orta burjuvazi ve kısmen bürokrasidir. Son yıllarda bunlara büyük burjuvazinin bir bölümü de katılmıştır.  Kültürel olarak Türk-İslam çizgisinde dururlar. Türk-İslam ikilisinin bazı yerlerde Türk tarafı (örneğin Yozgat), diğer yerlerde İslam tarafı (örneğin Konya) ağır basar. Yaygın bir tarikat ve cemaat örgütlenmesinin konusudurlar ve cami giderek toplumsal yaşamın odağına dönüşmektedir. Zayıflayıp biçim değiştirse de geleneksel değerlere, kırsal kökenli örf ve adetlere bağlıdırlar. Şehirlerdeki kırsal kültürün taşıyıcılarıdırlar. Muhafazakar, milliyetçi ve anti-komünisttirler. Eskiden görece içe kapanık yaşarlardı, son onyıllarda gözle görülür bir hızla dışa açılıyorlar. Ortadoğu’yu kendi mülkleri gören emperyal bir kültürel damar barındırırlar. Hızlı bir modernleşme sürecinin sorunlarıyla boğuşurlar. Grubu taşıyan kolonlar, alternatif bir modernleşme modeli yaratmaya çalışmaktadır, ancak bunu başarıp başaramayacakları hala tartışmalıdır. Henüz güçsüz olmakla birlikte liberal bir damar da içerirler.
Bu genel tasvirden de anlaşılacağı gibi, Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındaki ayrışma, iktidar-muhalefet ayrışmasına denk gelmez. İktidar partisi AKP, esas olarak Asyatik Türklerin temsilcisidir. Parlamentoda yer almayan büyükçe partilerden BBP ve Saadet Partisi de Asyatik Türklerin temsilcilerindendir. Fakat muhalefet partilerinin tümü Avrupai Türklerin temsilcisi değildir. Muhalefetin bir parçasını oluşturan BDP’nin bu ayrışmayla bir ilgisi yoktur, örneğin. BDP, üçüncü bir kimliği, Kürt kimliğini temsil eder. Geriye kalan partilerden CHP, Avrupai Türklerin temsilcilerinden bir tanesidir. CHP dışında İşçi Partisi’nden, liberal sol partilere kadar bir dizi küçük parti daha Avrupai Türklerin değişik sektörleriyle uyumlu partilerdir. Keza toplumsal dayanakları artık iyice daralmış olan Kemalist devletin klasik devletçi refleksi olarak tarif edebileceğimiz “Ergenekon”cular da Avrupai Türklerin bir parçasıdır.
Ayrıma uymayan partilerden biri de MHP’dir. Çünkü muhalefette olması itibarıyla Asyatik Türklerin iktidarına karşı mücadele vermektedir, ancak gövde itibarıyla Asyatik Türklere yaslanan bir partidir. MHP’nin küçük bir bölümü Avrupai Türklere dahil edilebilecek nitelikte sosyo-kültürel bir hamura sahiptir. Partinin mevcut siyasi tablodaki politik pozisyonu ile dayandığı sosyal zemin arasındaki bu terslik, partiyi Taksim direnişi sırasında deyim yerindeyse felce uğrattı. Partinin merkez kanadı, sosyal tabanlarıyla uyumlu bir şekilde Taksim eylemini desteklemediğini beyan etti. Fakat bu durum, bir kısım MHP’linin direnişe katılmasını engelleyemedi. Hükümetin uygulamalarına karşı duydukları tepki başka her şeyden daha baskın hale gelmiş MHP’liler ile sosyo-kültürel özellikleri itibarıyla Avrupai Türklere yakın duran MHP’liler direnişe katıldılar. Tıpkı bunun karşıtı MHP’lilerin Sincan ve Kazlıçeşme’de yapılan AKP mitinglerine katılmaları gibi.   Dolayısıyla Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındaki ilişkiler gerildikçe MHP’deki içi tansiyonun yükselmesi sürpriz olmaz.

Genel hatlarıyla yukarıda tasvir etmeye çalıştığım Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındaki gerilim son yıllarda giderek artıyor. Daha kolay anlaşılsın diye buna, Türkiye’nin Bizans’tan gelen mirası ile Selçuklulardan gelen mirası arasındaki gerilim de diyebiliriz. Taksim direnişi bu gerilimin ürünüdür ve çok boyutlu bir fenomen olmakla birlikte esasta Avrupai Türklerin Asyatik Türklerin iktidarına karşı patlamasını ifade eder.
Bu gerilim, anılan iki topluluğun birbirlerinden tümüyle ayrılmasına yol açabileceği gibi, tarafların, daha yüksek düzeyde gerçekleşecek bir entegrasyonun içindeki kültürel kalıntılara dönüşmeleriyle de neticelenebilir.
Birinci ihtimal, Türkiye’nin, tarihsel oluşum sürecindeki cüzlerine ayrılması demektir. Üç yıl evvelki yazılarımda bunu iki Türk ulusunun oluşması ihtimali olarak tanımlamıştım.
İkinci ihtimal, iktidarı elinde bulunduran tarafın gelecekteki senteze kendi rengini vermek için çalıştığı, fakat iktidardan uzaklaşır uzaklaşmaz kendi renginin böyle bir sentez içinde erimemesi için elinden geleni ardına koymadığı iki uç arasında salınıp duruyor.
Şu sıralar gerginlik ve çatışmanın artıyor olması, daha çok birinci ihtimal etrafında düşünülmesine yol açıyor. Fakat bu durum, ikinci ihtimalde öngörülen türden bir sentezin ortaya çıkmasını hedefleyen iradi çabaları görmemizin önünde engel olmamalıdır. Avrupai Türklere mensup bazı liberallerin (ki çoğunluğu eski Marksistlerdir) AKP’yi desteklemelerinin arkasında yatan düşüncelerden biri böyle bir sentez yaratmaktı, örneğin. Ahmet Altan’ın bir zamanlar şiirsel bir dille kaleme aldığı “Müslümanlar demokrasiyi keşfetti” temalı gazete yazıları, okurlarını Müslümanlara ilişkin yeni bir olgunun varlığından haberdar etme amacından ziyade, tarafları böyle bir senteze yönlendirme çabasının ifadesi olarak anlamlıydılar. Ya da daha somut bir örnek vermek gerekirse Avrupai Türklerin bir zamanlar etkili unsurlarından biri olan Koç Grubu ile Asyatik Türklerin önemli unsurlarından biri olan Ülker Grubunun son dönemlerde bazı ortak projeler hazırlamaya başlamalarından söz edebiliriz. Bu işbirliği, sadece mücadeleyi kaybetmiş Koç grubunun, önümüzdeki dönemde başına bir bela gelmesin diye iktidar kanadına yakın bir sermaye grubuyla işbirliğine mecbur kalışının ifadesi olarak görülemez. Olayın böyle bir boyutu elbette vardır. Ama bu işbirliğinin, Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındaki kötüye doğru giden ilişkileri bir sentezle aşma çabası bağlamında da manası var.

Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındaki ilişkilerin ileride bu iki ihtimalden hangisine doğru, hangi hızla ve hangi biçimlerde ilerleyeceği, söz konusu grupları çevreleyen iç ve dış koşullara bağlıdır. Genel olarak Kürtlerin Türklerle, özel olarak da Kürt hareketinin Türk siyasi yapısıyla (polity) ilişkileri de bu koşullara dahildir. Konumuzu oluşturan MİT-Öcalan mutabakatının Avrupai Türklerle ilişkisi işte bu denklem içinde ele alınabilecek bir meseledir. Yazı uzadığı için bu denklemi açma işi gelecek yazıya kalıyor.
2013-06-22

------------------------

(*) Konuyla ilgili görüşlerimi “İki Ayrı Türk Ulusu mu?” ve “Avrupai Türklerle Kürtlerin İttifakı mı?”, başlıklı iki yazıda özetlemeye çalışmıştım. İki yazı da, Dönemeç Yazıları –Kürt Sorunu Üzerine Makaleler (1999-2011), İstanbul, Vate Yayınları, 2011 adlı kitapta yer alıyor (sırasıyla s. 149-162 ve 189-208).

22 Haziran 2013 Cumartesi

Oligarşinin, oligarşi tarafından...


Oligarşinin, oligarşi tarafından, oligarşi için iktidarı=Temsili demokrasi [II].

Fikret Başkaya

Demokrasi bahsinde gerçek durun tevatür edilenden farklı. Sanıldığı/inanıldığı gibi, asla “halkın, halk tarafından, halk için hükümeti“ söz konusu değil. Doğrusu “oligarşinin, oligarşi tarafından, oligarşi için iktidarı”. Genel iradenin [ milli iradenin] gerçekleşmesi diye bir şey söz konusu değil. Velhasıl insanların kaderi, seçilmiş temsilciler tarafından parlamentolarda, senatolarda, belediye meclislerinde tecelli etmiyor. Başka yerlerde başkaları tarafından belirleniyor. Seçimler, vekiller ve onlardan oluşan parlamentolar, seyirciyi aldatıp-oyalamaya yarıyor. Kaldı ki, geçerli durumda ekonomik alanın yönetimiyle, politik alanın yönetimi birbirlerinden ayrılmış durumda. Şimdilerde neoliberal küreselleşme çağında ekonomik alanın yönetimi münhasıran oligarşinin adamlarının etkinlik alanı. [orada kadınlar yok gibidir]  Şöyle bir işbölümü söz konusu: Ekonomik alanın yönetimi oligarşinin işi, politik alanda da insanlar oy vererek sürece dahil olduklarını sanıyorlar ama verdikleri oyun reel bir karşılığı yok... Profesyonel politikacılar aracılığıyla oligarşinin oyununa gelmenin ötesinde bir kıymet-i harbiyesi yok... Ekonomik yaşama ve esas itibariyle insanların kaderine yön verenler seçilmişlerin oluşturduğu parlamentolar değil.  Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, OECD, G8, G20,  gibi seçimle oluşmayan formel örgütler ve, Triletarel Commission, Bilderber Group, Dünya Ekonomik Forumu [Davos] gibi küresel oligarşinin formel olmayan dar örgütleri. Ve şöyle bir yönetim hiyerarşisi oluşmuş durumda: Oligarşinin doğrudan örgütlerinde [ Trileteral, Bilderberg, Davos...] , kapalı kapılar ardında alınan kararlar, yine seçilmemişlerden oluşan kurumlar tarafından [IMF, Dünya Bankası, DT, Avrupa Konseyi, vb.] formüle edilip, seçilmiş parlamentolardan çıkan hükümetlere tavsiye diliyor. Aslında dayatılıyor demek daha doğru. Bütün bu alanda yapılanı, olup- biteni meşrulaştırma işi de ekonomi biliminin timsâli iktisatcı taifesine ve bilimi kendinden menkul zevata ihale edilmiş durumda. Her kepazelik, her saçmalık, ne mene bir şeyse, ekonominin gereği safsatasına dayandırılıyor. Sanırsınız ki, orda geçerli olan doğa yasalarıdır...

O halde iki şey: Birincisi, geçerli siyaset yapma pratiğinde parlamentolar by-pass edilmiş durumda ve ikincisi, parlamentolar da zaten oligarşinin adamları tarafından dolduruluyor. Bu yüzden reel bir değeri ve karşılığı yok. Mâlum, kadınlar parti örgütlerinde ve parlamentolarda her yerdeki kadar var... Parlamentolara seçilebilmek, büyük harcamalar gerektiren seçim kampanyasını yürütebilmekle mümkün. Seçilebilmek için ya milyoner olmak ya da milyonerler/milyarderler tarafından desteklenmek, “cömert” bir sponsor bulmak gerekiyor. Aksi halde parlamentoya ancak “misafir’ olarak yaka kartıyla girilebilir. Milyonerler ve/veya onlar tarafından finanse edilen adamlar seçilince ne yapar? Kime hizmet eder? Fakat hepsi bu kadar değil. Devlet bürokrasisinin yükseklerindekiler, büyük sermaye gruplarının yöneticileri [CEO diyorlar] ve profesyonel politikacılar arasında yatay geçişler söz konusu. Bakıyorsunuz bir yüksek bürokrat bir sermaye grubunun CEO’su oluyor, oradan siyaset alanına geçip, bakan oluyor... Bir şirketin CEO’su bürokrasiye transfer oluyor, daha sonra onu parlamento üyesi veya bakan olarak görebilir siniz.. Bir başbakan, başbakanlığının sonunda bir büyük sermaye grubunun yönetimine dahil oluyor... Bizde sözünü ettiğim yatay geçişlere en iyi örnek Turgut Özal’dır. MESS  başkanlığından, “iş dünyasından”, önce  başbakanlık müşteşarlığına terfi etti, oradan Amerikancı Cunta’nın başbakan yardımcısı, sonra ANAP’ın başkanı ve başbakan ve nihayet, ne demekse “ sivil cumhurbaşkanı” oldu... Asıl ironi de herhalde Cuntanın başbakan yardımcısının demokrasinin timsali sayılmasıydı... Bu örnek size Türk demokrasisin çapı hakkında bir şeyler söylüylor mu?

Bir de lobiler var. ABD 2009’da lobilerin bütçesi 3.5 milyar dolar gibi astronomik bir düzeye ulaşmıştı... Avrupa parlamentosu söz konusu olduğunda da rakamlar her şeyi açıklıyor. Bürüksel’de 2600 büyük şirket hesabına çalışan 15 bin kadar lobici var. Parlamenter başına yaklaşık 20 lobici düşüyor... Durum böyleyken o parlamentodan çıkan yasaların, yapılan düzenlemelerin, alınan kararların neye benzediği, kime hizmet ettiği açık değil mi? Velhasıl seçimleri kazanan para... Ancak reklama [televizyon, gazete, afiş ilan, , vb.] daha çok harcayan rakiplerini altedip parlamentoya girebilir. “Batı demokrasinin” timsâli ABD’de, 2006 yılında Senota’ya seçilebilmek için 6.5 milyon dolar, Temsilciler Meclisi’ne seçilebilmek için de ortalama 1,1 milyon dolar harcama yapmak gerekiyordu... Özetlersek,  politika alanı milyarderlerin ve milyonerlerin etkinlik alanı haline gelmiş durumda. İngilterede 2010 yılında başbakan David Cameron hükümetindeki 23 bakandan 18’i milyonerdi... Sanılmasın ki, bu İngiltereye mahsus bir durumdur... Batı Avrupa’da, ABD’de, Japonya’da, Rusya’da, Hindistan’da, Brezilya’da... her yerde aynı şey geçerli. Politik kurumlar ve yapılar oligarşi tarafından kuşatılmış durumda. Ünlü Hintli yazar Arundhati Roy, kendi ülkesindeki durumla ilgili olarak şöyle diyordu: “ Milletvekillerinin çoğunluğu milyoner. Büyük şirketlerin desteği olmadan seçim kazanmanız mümkün değil. Hindistan’da seçim kampanyasının ABD’den daha pahalı olduğunu biliyor muydunuz?” [1]
Seçimler dört-beş yıllığına oligarşinin hesabına [tabii bal tutan parmağını yalar denmiştir] çalışacak bir ekibi yetkilendirmek demek. İstedikleri kanunları çıkarsınlar, istedikleri düzenlemeleri yapsınlar, bütçeyi, hazineyi, kamuya ait ne varsa yağmalatsınlar, yağmalasınlar diye... Sizin verdiğiniz  oya dayanarak istedikleri kanunları çıkarıyorlar ama ekseri kendi çakardıkları kanunlara da uymazlar. Türkiye’de son on yılda ne tür kanunlar çıkarıldığı da, kanun ve yönetmeliklerin nasıl by-pass edildiği de az-çok ilgili herkesin mâlumudur... Kamuya ait ne varsa özelleştirildiğinde, paralı hale getirildiğinde, sermayeye peşkeş çekildiğinde, bunu nasıl savunup- kabullendiriyorlar? Aslında verilen oyların ne anlama geldiğini anlamak için bir hak talebinde bulunmak veya bir hükümet kararına karşı çıkmak yeter. “Oy verip-seçtin daha ne istiyorsun” derler. “Bu işin çözüm yeri parlamentodur” derler. Sandığı işaret ederler... Oysa parlamento tam da “o işin” çözülmemesi için vardır ama retorik farklıdır... Verdiğin oy sana biber gazı, cop, tazyikyli su, gözaltı, işkence, katliam, hapis, işssizlik, açlık, çaresizlik, aşağılanma ... şeklinde döner... Sakın ola ki, bir hak talebinde bulunmaya, itiraz etmeye kalkma. Zira, oy verdiğin anda bütün haklarına elveda demişsin bir kere... İşte bunların demokrasisi böyle bir şey. Gezi Parkı’na bak anlarsın...

Oy alıp iktidar olduktan sonra artık her türlü utanmaz yağma ve talan, baskı, şiddet, işkence, katliam, düşmanlaştırma... mümkündür. Son yirmi-otuz yılda yapılan onca katliamın, onca siyasi cinayetin, yolsuzluğun hesabını veren var mı? Yok! Peki bu nasıl mümkün oluyor? Temsili demokrasi sayesinde, “hukuk devleti”  dedikleri sayesinde... Zira temsili demokrasi denilen, iktidar cephesini “sorumsuzlaştırıyor”... Geçerli işleyişte sorumluluk sulandırılıyor...Tüm hak arama yolları “hukuk devleti” denilen tarafından kapatılmış durumdadır... En fazla bir komisyon kurulur, komisyona havale edilip yavaşça kapatılır veya uzunca bir süre “bağımsız yargıda” süründürüldükten sonra “zaman aşımıma” uğratılır... Hak talebi için her sokağa çıktığında, “izinsiz gösteri’ yapmakla, “kanunsuz eylam” yapmakla suçlanırsın, zira meydanlar ve sokaklar sana değil, oligarşiye aittir. Oysa demokrasinin doğduğu yer meydanlardır , Agora’dır... Demokrasi açık alanları varsayar... Halk oralardadır da ondan... Bu yüzden Gezi Parkı deneyimi son derecede önemli ve öğreticidir... Nelerin nasıl olabileceğine dair bir fikir veriyor... İzinli gösteri olur mu? O zaman gösterinin, itirazın, şikayetin, tepkinin ne gibi bir kiymet-i harbiyesi olabilir ki? Yaptığın eleştiri rejimi hedef alıyorsa, önce mahkemenin yolu görünür, sonra da hapisanenin... Neden? Demokrasinin bir gereği olarak... Gerçekten yurttaş olsaydın bu tür saçmalıklar, kepazelikler yaşanır mıydı? Seçenle seçilen arasında gerçekten bir temsil ilişkisi olsaydı, eleştiri düşmanlık ve hainlik sayılıp cezalandırılır mıydı? [ 1996’da Diyarbakır hapisanesinde devletin adamları 11 genç insanı başlarını demir çubukla ezerek hunharca öldürmüşlerdi. Ertesi gün bir yazı yazdım o vahşeti potesto etmek için. Hemen hakkımda dava açıldı, sonuç  9 ay hapis cezasıydı. Gerekçeyi merak mı ediyorsunuz? “Devletin manevi şahsiyetine hakaret...] Daha önce de defaaten yazdığım gibi, demokrasi yurttaşı varsayar ve oy sandığına gidip, dört-beş yılda bir oy atmakla, “herkes kanunlar karşısında eşittir” mavalıyla yurttaş olunmuz. Tebaya sen bu günden sonra artık yurttaşsın demekle yurttaş olunmaz! Yurttaş olmak demek, her şeyden önce politik sürecin, kamusal faaliyetin öznesi olmak demektir. Zaten Fransızca’da citoyen, [yurttaş] sitenin yani toplumun, kamunun [devletin] sorunlarıyla ilgili olan anlamındadır.

Alaturka demokrasi

Türkiye’de temsili demokrasiye geçiş [1946] halkın eylemi ve talebiyle gerçekleşmedi. Elbette bu halkın öyle bir talebi yoktu anlamında değildir. Seçme-seçilme ve genel oy hakkı mülk sahibi egemen sınıflardan mücadeleyle koparılıp-alınmadı. Aslında demokrasiye geçiş, egemenler cephesinin bundan sonra nasıl yöneceğiz? sorusunun cevabı olarak gündeme gelmişti. Yönetilenlerin talebi ve dayatması sonucunda değil. Bu yüzden Türkiye’nin  demokrasi pratiği, başka bir çok yerde de olduğu gibi bir seçim ve temsil yanılsaması ve aldatmacası olmanın ötesine hiç bir zaman geçemedi. 1923-1946 döneminde iktidar olan CHP içinden Demokrat Parti çıkarıldı. Demokrasiye asıl ihtiyacı olanların örgütlenmesi, parti kurması yasaktı. Devletin istediği partilere izin vardı. O kadarı bile rejime çok geldiğinde, ölçünün aşıldığı, sınırın geçildiği düşünüldüğünde askeri darbelerle araç rayına oturtuldu... Rejim ekseri tek parti iktidarı olarak yola devam etti. Şimdilerde de aslında çok parti sistemi olsa da, reel olarak tek parti rejimi geçerli. Siyasi partiler ve seçim kanunları daha baştan seçimi ve temsili bir biçim olarak bile işlevsiz hale getiriyor. 2002 seçimlerinde AKP oyların %34’ünü aldı ama meclisdeki sandalyaların %67’sine sahipti... İşte kaşarlanmış prosesyonel politikacıların dillerinden düşmeyen “milli irade” böyle bir şey... Hem aldığın oyun iki katı milletvekili çıkaracaksın, hem de demokrasiden, “milli iradenin” tecellisinden söz edeceksin... Bu kepazelik neden hiç sorun edilmedi? Yüzde on [%10] barajı mahalefetin yolunu kapatırken hâlâ seçimin ve temsilin bir değeri, bir karşılığı olur muydu? Hem % 10 barajı olacak hem de oyların %50’sini aldım diye böbürleneceksin, demokrasiden, “milli iradeyi” temsil etmekten söz edeceksin... Bir de devlet bütçesinden en çok oy alan partiye bütçeden devasa  kaynak transferi yapılıyor. Bu da muhalefeti etkisizleştirmenin bir başka aracı...Tabii hepsi bu kadar değil. Sadece reel olarak tek parti iktidarı geçerli değil, o tek parti de bir kişinin, şefin partisi... Görüntünün ötesine geçilirse, asıl geçerli olanın “tek adam rejimi” olduğu görülecektir... Bunun demokrasiyle ne ilgilisi var? Aslında iki aşamalı bir işleyiş geçerli. Önce kimin milletvekili olacağına partinin şefi karar veriyor, sonra da seçimle halka onaylatılıyor... Aslında halk şefin işaret ettiğini “seçiyor”. Seçenle seçilen arasında biçimsel bir bağ bile yok... Bunun 1946 öncesinden elbette bir farkı var ama tevatür edildiği kadar değil... İşte demokrasinin vazgeçilmezi, olmazsa olmazı sayılan oligarşinin hizmetindeki siyasi partiler böyle. Bizzat kendisi demokrasinin inkârı olan bu tür partiler ve anti-demokratik yöntemlerle oluşmuş bir parlamento söz konusuyken, hangi demokrasiden söz ediyorlar? Yargının ve medyanın sefil halleri ortadayken, rejimin ne olmadığı açık değil mi?   

Hakimiyet kayıtlı ve şartlı oligarşinindir...

Siz “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” lafına inanmayın. Çok sayıda kayıt ve şartla asgari demokrasinin kuyusuna kibrit suyu dökülmüştür. Sık sık milli iradeden söz edilir. Milli irade denilen oligarşinin iradesinden başka bir şey değildir... Eğer milli iradeden halkın politik süreci belirleyip, yön vermesi, kendi kaderine sahip çıkması kastediliyorsa, bundan büyük yalan olamaz. Aslında her şey halkı sürecin dışında tutmak üzere dizayn edilmiş durumdadır. Aksi halde bu kadar kolay sömürebilirler, yağmalayabilirler, ülkenin varını-yoğunu talan edebilirler, istedikleri zaman katliamlar yapabilirler, istikrarlı bir şekilde insanlık suçu işleyebilirler miydi?  Devlet aygıtının yükseklerindekiler, siyasetciler, Cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanlar, oligarşiye dahil “sanatçı” tayfası, akamenin çok ünvanlı üyeleri... her ağızlarını açtıklarında Türkiye’nin “demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” olduğunu söylüyorlar. Tabii kısa bir cümleye üç yalanı sığdırmak da bir marifettir... Onlar böyle söylüyor, cunta anayasasında öyle yazıyor diye buna inanmamızı mı bekliyorlar? Aslında Türkiyedeki rejimin ve tüm rejimlerin “hukuk devleti” olduğu doğrudur. Zira, hukuku olmayan, asgari hukuk kurallarına dayanmayan bir devlet mümkün değildir. O zaman devlet diye bir şey de olmazdı... Hukuk devleti demek, sirke ekşidir demek gibi bir şeydir. Sirke ekşi olduğu için sirkedir. Devlet de hukuku var diye, bir hukuka dayanıyor diye devlettir. Fakat orada geçerli hukuk, mülk sahibi sınıflar [oligarşi] için, mülk sahibi sınıflar tarafından oluşturulmuş bir hukuk sistemidir. Asıl amaç mülk sahipleri sınıfını mülksüzleştirilmiş, “zararlı sınıflardan”  korumaktır. Burjuva devletinin varlık nedeni budur... Kapitalizm ve demokrasi, yan yana getirilmeleri caiz olmayan kavramlardır. Zira kapitalizm, böler, ayrıştırır, kutuplaştırır, oysa demokrasi sosyal eşitliği varsayar, dolayısıyla birleştiricidir... Hem iktidar oligarşiyle ait olamaya devam edecek ve hem de demokrasiden söz edilecek! Bu saçmalığa artık bir son vermek gerekmiyor mu? Uzun lafın kısası neden söz ettiğini bilmek önemlidir...
----------------------------------------------------------------------------

[1] Hervé Kempf, L’oligarchie ça suffit, vive la démocratie, Éditions du Seuil, Paris, 2012, p. 136, 137. 

MISIR: Müslüman Kardeşler burjuvazinin hizmetinde*


Mohamed Belaali
                                                                                                                                   “ Mübarek tüm Mısırlıların babasıdır”
                                                                                                                                                            Muhamed Badie
                                                                                                                                                              [ Müslüman Kardeşlerin önderi] [1]

Mohamed Mursi’nin iktidara geldiği Haziran 2012’den beri [2]  Müslüman Kardeşlere ve müttefiki Selefilere karşı direniş derinleşerek devam ediyor. Artık ne polis, ne de Müslüman Kardeşlerin milisleri insanları korkutamıyor. Grevler, barışcıl gösteriler ve şiddetli çatışmalar az-çok düzenli olarak, tüm ülkeye yayılarak sürüyor... Göstereciler, Müslüman Kardeşlerin hiç bir zaman kabullenmedikleri devrimi gasp etmekle, devrime ihanet etmekle suçluyorlar. Hatırlatalım ki, Tarikat, Mübarek’i iktidarı terketmeye zorlayan 25 Ocak 2011’deki büyük halk mitingine katılmayı reddetmişti. Ve 18 gün sonra, 11 Şubatta Mübarek iktidarı terk etmek zorunda kalmıştı. Rejimle halk arasında derin kopuş söz konusu. Mısırın ezilen emekçi halkı ne ordunun, ne de Müslüman Kardeşlerin kendilerine hizmet etmediğini anlamakta gecikmedi. Tam tersine, oldum olası ister Mübarek, isterse Enver Sedat rejimleri olsun, bu iktidarlar Mısır’ın mülk sahipleri sınıfının ve Amerikan emperyalizminin hizmetindeydiler. Mısırda devrimci süreç asla duraklamış, bitmiş değil.[3]

Sadece bir kaç ay içinde, ülkenin her yerinde Mursiye yönelik tepkinin çığ gibi büyüdügü bir ortamda, Amerikan yönetiminin üç bakanı Mursi’ye destek için Mısıra geldi [4].  Mayıs 2013 de Barack Obama gizlice 1.3 milyar tutarında askeri yardım yaptı. Bu gün bu yardımın özel bir amacı olduğu anlaşılıyor. Zira Amerikalılar ordunun belirleyici politik rolünün farkındalar. Mısır ordusunun sadece kendi çıkarlarını değil, İsrail’inde çıkarlarını korumanın en güvenilir aracı olduğunu çok iyi biliyorlar. Hatırlamak gerekir ki, askeri yardım, 1979’da İsraille yapılan barış antlaşmasından sonra önemli oranda artırılmıştı. Enver Sedat’ın imzaladığı bu antlaşmayı Müslüman Kardeşler hiç sorun etmediler... Washington’un bir finansal aracı olan IMF, 4. 8 milyar dolarlık kredi karşılığında temel ihtiyaç maddelerine yapılan sübvansiyonu kesmesini istemişti. Öte yandan ABD’nin tam bir taşeronu ve uydusu olan Katar, Müslüman Kardeşleri halkın öfesinden kurtarmak için Mısır yönetimine petro-dolarları yağdırmaya devam ediyor [5]. Bu arada Avrupa Birliği de Tarikat’a karşı cimri davranıyor denemez: Avrupa Konseyi başkanı Herman Van Rompuy, “ AB ve bağlı finansal kurumların 2012-2013 yılları için hibe ve düşük faizli kredi olmak üzere, 5 milyar euro [ 6.5 milyar dolar] katkı yaptığını ilan ediyordu“ [6] Büyük-küçük tüm emperyalist ülkeler, şu veya bu şekilde ve ne yapıp-edip, gizli veya açık, halkın büyük çoğunluğunun istemediği rejimi destekliyorlar...

Arap dünyasında halkın devrim hamlesini ve canlılığını kıran kapitalist ülkeler, şimdilerde tüm imkânları seferber ederek, değişim ve ilerleme düşmanı Müslüman Kardeşler tarikatini destekliyorlar. Aslında Arap dünyasında eski ve yeni diktatörlerin, tiranların iktidarda kalmaları, büyük ölçüde ABD liderliğindeki emperyalist ülkelerin marifetidir. Dolayısıyla, emperyalistlerin çıkarı, başka bir çağa ait olan yerli despotlardan kurtulmak isteyen bölge halklarının çıkarıyla derin bir uyuşmazlık içindedir. Her isyan, her ayaklanma doğrudan veya dolaylı olarak kanla bastırılıyor. Bahrein bu bağlamda iyi bir örnek oluşturuyor [7]. Aslında Bahrein ormanı gizleyen ağaçtır. Zira, Suudi Arabistan’da, Ürdün’de Yemen’de, Oman’da, Kuveyt’te, vb. kaç isyan bastırıldığını bilen var mı? [8]. Libya ve Suriye’deki ilk barışçıl ayaklanmalar emperyalist Batı tarafından yapılan müdahaleyle ordaki rejimleri devirmek üzere iç savaşa dönüştürüldü. Paralı askerler [ mersenerler], karanlıkçı güçler silahlandırıldı, eğitildi, finanse edildi, aynı şekilde medya desteği sunuldu... Suriye’li “isyancıları” destekleyen Müslüman Kardeşler Şam’la tüm diplomatik ilişkilerini kestiler, bir de Mursi “uluslararası topluma” Suriye üzerinde uçuşa yasak bölge oluşturma çağrısı yaptı. Suriye konusundaki tutumları, ABD ve bölgedeki uyduları olan Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin tutumundan hiç de farklı değil.

Libya örneğinde Kaddafi rejimini devirmek için emperyalizmin silahlı eli olan NATO’nun müdahalesi gerekti. “ Libya’ya emperyalist müdahalelye onbinlerce masum insan katledildi. Ülkenin temel alt-yapısı çökertildi. Libya halkının bütünlüğü yok edildi. Emperyalist ABD ve uzantısı AB,kendilerine tamamiyle bağlı gayri meşru bir rejimi Libya halkına dayattılar”[9].

Mısır’da halk ayaklanması Mübarek’i iktidardan uzaklaştırsa da, rejimi değiştirmeyi başaramadı. Müslüman Kardeşler baskıcı devlet aygıını olduğu gibi devraldı ve kendi hakim sınıf çıkarları ve koruyucuları emperyalistlerin çıkarına kullanıyorlar. Bir kaç önemsiz rötuş dışında sosyal-politik ve ekonomik yapı ve işleyiş olduğu gibi kaldı. Rejim farklı bir ortamda farklı bir retorikle kaldığı yerden yoluna devam ediyor. Devletin tepesinde Mubarek’in kafası, Mursi’nin kafasının yerini aldı. Gerçi rejim farklı bir söylemle yol alıyor ama pratik planda değişen bir şey yok. Aynı sınıf çıkarlarına hizmet eden ekonomik politikalar ve siyaset pratiği yol almaya devam ediyor: Cennet vaadedilen büyük halk çoğunluğunun sömürüsü ve sefaleti büyürken, Müslüman Kardeşler yönetimi azınlığı beslemeyi sürdürüyor...

Teorik planda toplumun sınıfllara bölünmüşlügünu ve oradan hareketle de sınıf mücadelesi gerçeğini reddeden Tarikat, aslında bir tek sınıfın çıkarına siyaset yürütüyor: Burjuvazi... Tarikat için “ işçiler dini propogandaları için değersiz, rezil bir kalabalıktan ibaret. İşçi sınıfına yönelik bu aşağılamayı, aşırı ucu temsil eden Selefi müttefikleriyle de paylaşıyorlar...

Gelir dağılımı, herkese iş, sosyal adalet, kadın hakları, dini azınlık hakları, yolsuzluğa karşı mücadele, demokrasi, onur gibi... halk ayaklamasıyla gündeme taşınan tüm talepler, yeni iktidar tarafından silindi ve yerlerini daha neoliberal politikalar, dini kaygılar ve öncelikler aldı. Sınıfsal maddi taleplerin ve kaygıların yerini dini kaygılar aldı. Müslüman Kardeşlerin iktidara gelmesi Mısır burjuvazisi için bulunmaz bir nimetti, kâr hırsıyla yanıp-tutuşan, varlığını tehlikede gören burjuvazinin yüreğine su serpilmişti... Zira, Tarikat onların sömürüsünü meşrulaştırıyor, zenginliğe el koymaları için değerli bir hizmetler sunuyor.

Mısır’ın ezilenleri henüz son sözlerini söylemediler. Tarih onlara hakim sınıfları devirmeden önce nasıl direneceklerini öğretti. İşçilerin, yoksul köylülerin, terkedilmişlerin birliği, yeni firavunlarla mücadeyi etkin bir şekilde yürütmek ve başarıya ulaştırmak için hayati önem taşıyor. Onların çıkarı, mülk sahibi sınıfları ve hizmetindekileri iktidardan uzaklaştırıncaya kadar devrimi sürekli kılmaktan geçiyor...   
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(2) Les mouvements de contestation appellent à une grande manifestation le 30 juin 2013 date anniversaire de la prise de pouvoir par Morsi.
Par ailleurs, Morsi vient de nommer 17 gouverneurs appartenant à la Confrérie, à l’armée et aux services de Sécurité. Le nouveau gouverneur de Louxor Adel al-Khayyat appartient, lui, au Parti de la construction et du développement, la branche politique du groupe Gamaa-Al- Islamiya qui a revendiqué en 1997 l’attaque sur un site pharaonique de la région de Louxor, qui avait fait selon les sources entre 62 et 68 morts principalement des touristes.
Les Frères musulmans poursuivent ainsi leur mainmise sur tous les rouages de l’État.
(3) A propos des débats sur la révolution égyptienne, voir (en arabe) Atef Said :« Le libéralisme impérialiste et la révolution égyptienne »
(4) Hillary Clinton le 21 novembre 2012, John Kerry le 2 mars 2013 et le secrétaired’Etat à la Défense, Chuck Hagel le 24 avril 2013
URL de cet article 21037


*legrandsoir.info’dan Fikret Başkaya tarafından çevrilmiştir

21 Haziran 2013 Cuma

DEMOKRATİK İSYAN ve DİRİLİŞ...





‘Devrimin bizi ve halk yığınlarını eğiteceğinden kuşku yoktur. Şimdi karşı karşıya olduğu sorun, bizim, devrime herhangi bir şey öğretip öğretmeyeceğimiz sorunudur’  
Lenin


Bu yazının büyük bir kısmı önceden yazılmıştı. Ama olayları yakından izlemek için Almanya’dan İstanbul’a uçarak Taksim-Gezi direnişini yakından solumak istedim. Burada hem  analiz yapmaya, hem de izlenimlerimi aktarmaya çalışacağım.
Uzun bir dönemdir reel politik sürece ilişkin çok sık yazmıyorum.  Zira belirli konularda geniş inceleme ve araştırma yapmaya giriştim. İnceleme ve araştırma yapmanın bedeli var: Az yazıyorum. İnceleme ve araştırmalarımla yazı üretimi arasında bir oransızlık var, farkındayım. Ama Türkiye’deki gelişmeler nedeniyle, artık kütüphaneden çıkarak, devrimci-demokratik isyan havasını solumak gerekirdi.
Toplumsal isyanların veya ayaklanmaların ne zaman ortaya çıkacağını ya da nitel sıçramalar göstereceğini önceden gören ve kesin yargılarda bulunan bir bilim ne yazık ki henüz ortaya çıkmamıştır. Tarihteki en dahi insanlar bile toplumsal ayaklanmaların geleceğini önceden görememişlerdir. Mesela, Fransız Aydınlanmacılarından ilkin çok iyimser olan Voltaire(1694-1778),  ‘7 Yıl savaşları’ından (1756-1763) sonra kötümserliğe kapılarak, devrim umutlarını yitirir. Ne var var ki, ölümünden on yıl sonra büyük ihtilal olan 1789 Fransız Devrimi gerçekleşir. Keza Lenin 1917 Ocak ayında Zürih Halkevi'nde genç İsviçre işçilerinin düzenlediği toplantıda Almanca bir konuşma yapar: ‘1905 Devrimi Üzerine’ yapılan konuşmada şunları söyler: ‘Biz eski kuşaktan olanlar, bu yaklaşan devrimin belirleyici muharebelerini görecek kadar yaşamayabiliriz. Ama, ben inanıyorum ki, İsviçre'nin ve bütün dünyanın sosyalist hareketinde böylesine mükemmel biçimde çalışan gençlik, yaklaşan proleter devriminde yalnızca savaşacak kadar değil, kazanacak kadar da talihli olacaktır. Bu umudumu güvenle ifade edebilirim.‘
Lenin, devrimi belki görmeyeceklerini, ama ancak genç nesillerin bunu görebileceğini söyledikten bir ay sonra Rusya’da 1917 Şubat Devrimi olur. Toplumsal hareketlerde olsun, isyanlarda olsun determinizm yoktur; olayların ne zaman nerede patlayacağı bilinemez. Çünkü kollektif akıl, kollektif eylemler ve davranışlar, önceden bilinemeyen parameterlere sahiptirler. Önemli olan programatik, örgütsel ve pratik bakımdan, daha önceden hazırlıklı olmaktır. Bunun için de halka güven duygusunu yitirmemek gerekir.

İNSANA VE HALKA GÜVENMEK

Baskı ve haksızlığın olduğu her yerde halklar günün birinde mutlaka ayaklanırlar. Burada geleceğin siyasal mimarları olacak gençliğin  dikkatini iki noktaya çekmek isterim.
Birincisi, halka, insana güvenmek çok önemlidir. Halka ve insana güvenen ve güvenmeyi öneren ilk filozof Rousseau (1712-1778) idi. Alman filozofu Kant (1724-1804),  Rousseau sayesinde insana saygı duymayı  öğrendiğini yazdı. Burada küçük bir parantez açalım. Kant, insana önem verdi ama insana önem vermeyen kapitalizmi anlamadı. Bu nedenle insanın kapitalizme karşı isyanını anlayamadı. Anlayabilir miydi? Bu sorunun cevabı konumuzun dışında.
Kapitalizmin insanları sürüleştirmeye çalıştığı dönemde insanlara güvenmeyi öğrenmek sabır gerektirir. Kapitalizm, toplumu atomize ederek, insanları birbirinden soyutlar. Bir çok insan eskiden ‘bu halktan adam olmaz’ derdi. Bu şekilde düşünmek için elbette bazı nedenler olabilir. Ama insanın sabrının sınırı vardır. AKP hükümeti ve özellikle Erdoğan’ın kendi dünya görüşünü topluma dayatmasındaki ısrarı bu sabrı taşırmıştır. Geleceğin siyasal mimarlarının dikkat etmesi gereken ikinci nokta ise şudur: Geleceğin isyan ve ayaklanmalarına programatik, stratejik ve örgütsel açıdan hazırlıklı olmak gerekmektedir. Ancak hazırlıklı olmak, isyanı ileri ve belirli hedeflere götürebilir.

DEMOKRATİK İSYAN ve DİRİLİŞ

İstanbul’un merkezi noktalarından biri olan Taksim-Gezi Parkı’nda ağaçların sökülmesine karşı direnen küçük bir grubun direnişi, kısa zaman içinde ülke çapında bir direnişe, demokratik içerikli bir isyana dönüştü. Bu demokratik isyan ve direniş ülkemiz coğrafyasında yaşanan son 100 yılın en büyük kitlesel demokratik isyanı ve dirilişi olarak görülmelidir. Kanaatimce onu yalnızca bir direniş hareketi olarak değil aynı zamanda bir diriliş hareketi olarak da görmek gerekiyor. Bu demokratik ayağa kalkışın bende yarattığı duyguları sizlerle paylaşmak istiyorum.
Alman TV. kanallarında durumla ilgili haberleri dinlediğimde ve fotoğrafları gördüğümde, büyük bir direnişin gelişmekte olduğunu hissediyordum. İstanbul’da yaşayan bir dostum Mehmet Akkayadan  gelişmelere dair daha ayrıntılı haberler alıyordum telefonda. Mehmet, ‘ilginç şeyler yaşanıyor‘ deyince,  böyle demokratik bir isyan ortamını bizzat yaşamak için İstanbul’a uçtum. Bavulumu bıraktıktan sonra soluğu Taksim’de aldım. Hem coşkuyu hem de küçük bir hayal kırıklığı yaşadığımı ifade etmek zorundayım. Gezi’de direnenler arasında, müthiş bir direnme azmi ve karşılıklı dayanışma duygularını hissettim. Yiyecek ihtiyaçlarını karşılamak için ‘Devrim Market’leri oluşturulmuştu ve yiyecek-içecekler ücretsiz dağıtılıyordu. Ayrıca bazı doktorlar, hafif yaralıları tedavi etmek için revirler kurmuşlardı. İnsana çoşku veren bir ortam yaratılmıştı.
Üstelik direnişin ilk haftasında Taksim meydanı ele geçirilmişti. Kurulan barikatları gördüm. Barikat kurmak için muazzam bir dayanışma yaşandığını anlattı bir tanıdığım. İnsanların korkularını barikatlara gömdüklerini anlıyorsunuz.  Taksim dayanışma komitesi, 9 Haziran günü, Taksim’de bir miting düzenleyerek halkı mitinge çağırdı. Pazar günü katıldığım o mitinge, 1,5 milyon insanın katıldığı söylendi. O gün, böyle bir çoşku ve bir direniş azmini gördüğüm için, içime su serpilmişti, sevincimden göz yaşlarım akıyordu. Her taraf pankartlarla  donatılmıştı. Mahir Çayan’ın, Deniz Gezmiş’in ve İbrahim Kaypakkaya’nın  çok büyük posterleri Taksim  alanını çevreleyen binalarda asılmıştı.
Hayal kırıklığına gelince, var olan potansiyelden iyi faydalanılmadığını gördüm. Niçin geniş toplantılar yapılmıyor?  Niçin kitlelere hitap edilmiyor? Niçin gelecek adımın ne olması gerektiği üzerine tartışma yürütülmüyor? Bu soruları kendi kendime sorup duruyordum. Geçmişteki başka ülkelerdeki devrimci isyan dönemlerinin öğrettiği bir  ders var: Direniş ve isyan anlarında günler ve hatta saatler olayların akışını değiştirecek kadar önemlidir. . Doğru taktikler, hayati önem taşır.
İlk günlerin direnişi, yerini festival havasına bırakmış gibiydi. Çadır kuran bir kaç direnişçiyle konuşma fırsatı buldum. Önümüzdeki günlerdeki planınız nedir? Muhtemel gelişmeler karşısında nasıl davranmayı düşünüyorsuz? Bu sorulara aldığım cevaplar, olayların kendiliğindenci bir sürece bırakılmış olduğu izlenimini bırakmıştı bende.
(Son dönemlerde  sevindirici gelişmeler var. Daha önceden beklediğim şey gerçekleşiyor: Parklarda geniş katılımlı forumların düzenlediğini duyuyorum. Böylesi bir gelişme, halk demokrasinin nüvelerini oluşturabilir. Taksim Dayanışması, ‘büyük ve merkezi forum‘ düzenleme çağrısı yapıyor. İşte Türkiye’ye özgü halk Sovyeti örgütlenmesi. Böylesi  forumlar vb, kitlelerin siyasal örgütlenme ve siyasal mücadele araçları olabilirler.)

Büyük bir kitle toplanmıştı, ama örgütleyenlerin gücü ve boyu küçüktü. Sol örgütler, kendiliğinden başlayan harekete uzak duruyorlarmış gibi bir izlenim edindim. Katılanlar sol örgütler, grup zihniyetini aşamamıştı, herkes kendi flamasını göstermeye özen gösterir gibiydi. Ortak  hareket edemedikleri göze çarpıyordu.  Ama bu direnişin bundan sonra onları silkeliyeceğini ve ortak hareket etmeye zorlyacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Erdoğan’ın tahrik edici ve meydan okuyucu konuşmaları, direnme duygusunu güçlendirdi. Türkiye’nin her yanında büyük kitlesel direnişler yaşandı.
Görünüşte ağaçların korunmasına yönelik çevreci bir hareketin, böylesi geniş çapta demokratik isyana dönüşmesi üzerine düşündükçe şu sonuca varıyorum: Bu hareket, özünde (direnen kitleler bilincine henüz varmamış olsa da) talancı kapitalizme karşı bir direniştirBu ölçüde, sosyalist bir devrimin nüvesini taşımaktadır.  Gerçi bu direnişte henüz eşitlik düşüncesi egemen değil, ama özgürlük istemlerinin gündeme gelmesi, eşitlik istemlerine  zemin hazırlar.
Doğayı ve insanı tüketen kapitalizm, insanın fiziği ve özellikle psikolojisi üzerinde  giderek daha fazla yük olmaya başlamıştır. AKP’nin uyguladığı neoliberal politikalar, emekçilerde, belirli bir güvensizlik, gelecek korkusu, önemli ruhsal sorunlar yaratmıştır.  İnsanı kendine ve topluma giderek yabancılaştıran neoliberal  talancı kapitalizm ve AKP iktidarı, Taksim-Gezi direnişine toslamıştır. Evet, işçi sınıfı kendi programıyla direnişe katılmıyor, ama katılanların büyük çoğunluğu modern işçi sınıfının bir parçasını oluşturuyor. Liberal basında, orta-sınıf hareketi olduğu konusundaki iddialar üzerinde düşündükçe, böylesi iddiaların görüntüye saplanıp, özü gözden kaçırdıklarını düşünüyorum.

İSYANIN ANALİZİ KONUSUNDA YÖNTEM

Küçük bir grupla, sınırlı bir hedefle başlayan bu hareketin analizi önemlidir. Önümüzdeki süreçte bu analizin çok kapsamlı yapılacığını düşünüyorum. Analiz yapılırken izlenmesi gereken yöntem sorununa kısaca  değinmek istiyorum. Türkiye’de neler oluyor? Yaşanan olayların gerçek nedeni nedir? Toplumsal hareket nereye kadar gidebilir?
Her şeyden  önce siyasal durumun doğru değerlendirilmesi gerekir. Demokratik isyan  olarak değerlendirilebilecek bu hareketin arkasında yatan sınıfsal, ekonomik, politik, sosyolojik, toplumsal, psikolojik vb. nedenleri açığa çıkarmak gerekir. Burada Alman filozofu Hegel’in bir özgünlüğüne değinmeden geçemeyeceğim. Hegel’in belirgin  özgünlüğü, olayları bütünlüklü bir bakış açısından ele almasıdır. Roma İmparatorluğu’nun çöküşü konusundaki yaklaşımı bir örnektir. Örneğin Montesquieu, Roma’nın çöküşünü yalnızca siyasal nedenlere bağlıyordu.  Montesquieu’ya göre Roma İmparatorluğu’nun çöküşünün nedeni, İmparatorun sınırsız ve otoriter bir iktidara sahip olmasıydı.  Tarihçi  Gibson’a göre Roma’nın  çöküşünün nedeni, Roma toplumunun  içinden çürümesiydi. Hıristiyanlığın gelişmesi de çöküşte önemli rol oynamıştır. Roma İmparatorluğu’nun çöküşü konusunda, 18. yüzyılda en yaygın görüş Gibson’un görüşüydü. Bugün, Gibson’un teorisinin eskimiş olduğunu ileri sürenler var. Bu yeni görüşlerden birine göre Roma’nın çöküşünün nedeni, kültürün yozlaşmasıdır. Burada Hegel’in bakış açısı önem kazanmaktadır. Çünkü Hegel, sorunlara tek-yanlı yaklaşmaz. Sorunları ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel, etik-ahlak ve felsefe açısından olmak üzere çeşitli perspektiflerden ele alır.
Yöntem açısından, teori ve pratik arasındaki ilişki konusunda açık görüşlere sahip olmak gerekir. Teori ve pratik arasında uyumsuzluk olduğunda ilk düşünülen şey şudur genellikle: Teori gözden geçirilmeli ve revize edilmelidir.  Böylesi yaklaşım, empirist, pozitivist, yani her türlü pratiği teori düzeyine yükselten, teoriyi küçümseyen bir yaklaşımdır. Bu bakış açısında pratik, verili gerçek olarak, hep yanılmaz ve doğru olarak kabul edilir. Ama verili olan gerçeğin veya pratiğin, belirli bir teorinin sonucu olduğu gözlerden kaçırılır. Oysa çoğu durumda, pratiği doğru teoriyle, doğru bakış açısıyla gözlemlemek gerekir. Her insan, kendi bakış açısına ve teorisine göre pratiği yorumlar. Hegel’e şöyle bir eleştiri yöneltilir: ‘Sizin teoriniz olgulara uymuyor’. Hegel,  ‘olgular kötü, yazık olsun olgulara’ diyebiliyor..
Taksim-Gezi direnişini, sınıfsal boyutu da dikkate alacak bir biçimde tüm boyutlarıyla ele almak gerekir. Ama bu yazıda bütün boyutlarıyla sorunu ele alma iddiasında değilim, bu nedenle esas olarak siyasal, toplumsal ve kısmen felsefi açıdan ele almakla yetineceğim.

GEZİ PARKI DİRENİŞİNİN GERÇEK NEDENİ NEDiR?

İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin, 20 saatte  3 bin eylemciyle yaptığı ankete göre  Gezi Parkı direnişçilerinin eyleme başlamalarının en önemli nedeni “Başbakanın otoriter tavrı” imiş. Bu anketin sonuçları şöyle ifade ediliyor: ‘Direnişçilerin yüzde 70′i Başbakan’ın iddia ettiği gibi kendisini herhangi bir siyasi partiye yakın hissetmiyor. Yapılan anketten çıkan bir diğer sonuç da Gezi Parkı eylemlerine neden olan asıl konu Başbakan Erdoğan’ın otoriter tavrı… Direnişçiler kendilerini daha çok “Özgürlükçü” olarak tanımlıyor. Anketten çıkan sonuçlardan bir diğeri de direnişçilerin protestoların sonunda beklediği en önemli şey “Özgürlüklere saygı”. 
Ankette direnişçilerin yaşı konusunda ise şu bilgilere yer veriliyor: Direnişçilerin yüzde 39.6′sı 19-25; yüzde 24′ü 26-30 yaşları arasında ve yüzde 75.8′i eylemlere sokağa çıkarak katıldı. Yüzde 53.7′si daha önce hiç bir kitlesel eyleme katılmayan direnişçilerin yüzde 70′i kendini hiç bir siyasi partiye yakın hissetmiyor. Yüzde 14.7′si bu konuda kararsızken yalnızca yüzde 15.3′ü ise kendini bir siyasi partiye yakın buluyor.
Anket, protestolara destek verenlerin çoğunluğunun görüşlerini aktarıyor:  Başbakan’ın otoriter tavrının etkili olduğuna kesinlikle katılanlar yüzde 92.4′le birinci sırada. 
Anketlerden, istatistiklerden her zaman doğru sonuçların  çıkartılmadığını biliyoruz. Eğer doğru bir bakış açısına, doğru bir teoriye ve doğru kavramlara sahip değilseniz, istatistikler ve anketler yanıltıcı olabilir. Anketleri yapan bakış açısı da önemlidir.  Örneğin başka bir anket, direnişi başlatanların % 50’sinin bir işte  çalıştıklarını ortaya koymaktadır. Buradan  daha önceki anketten farklı bir sonuç, yani  emekçilerin direniş içinde olduğu sonucu çıkarmak mümkündür. Elbette, çeşitli örgütler, gruplar, kişiler olayların nedenini kendi bakış açılarına göre farklı biçimde yorumlamaya çalışacaklardır.

AKP: POLİTİK DESPOTLUK VE EKONOMİK  EŞİTSİZLİĞİN BİLEŞİMİ

Erdoğan’ın otoriter tutumu, elbette önemli rol oynamıştır. Ama Taksim-Gezi direnişini, yalnızca otoriter siyasete bağlamak tek-boyutlu bir açıklamadır. Akademik dünyanın, siyasal bilimcilerinin büyük çoğunluğu,  at gözlükleriye dünyayı gözlemliyorlar. Sadece görüntüye vurgu yapıyor, görüntünün arkasındaki özü göremiyor veya görmek istemiyor. Şu basit soruyu soramıyorlar: Başbakan’ın otoriter tavrının arkasında yatan gerçeklik nedir?  Otoriter rejimler, yalnızca kişilerin otoriter tavırlarıyla izah edilemez. Finans kapitalin, otoriter rejimlere eğilim göstermesi gerçeği de dikkate alınmalıdır. Bu nedenle, yaşanan direniş, genel olarak finans sermayenin, demokrasiyi dışlayarak siyasal gericiliğe eğilim göstermesinden ayrı ele alınamaz. Rant için, doğayı ve insanı sömüren kapitalizm, özü gereği otoriterliğe eğilim gösterir. AKP, tüm kamusal varlıkları, tekellere, yandaşlarına peşkeş çekmektedir. Rant peşinde koşanlara, kentin yeşil alanları feda edilmektedir. Dolayısıyla Erdoğan’ın otoriter rejime eğilim göstermesinin arkasındaki finans sermaye görmezlikten gelinemez. Dolayısıyla dolaylı olarak bir sınıf mücadelesi gündemdedir.  Çünkü direniş, rant peşinde koşan çekirge sürüsüne, finans sermayeye ve onun siyasal iktidarı olan AKP’ye karşı duruştur.
Nasıl ki, bilimin ve bilimsel düşüncenin, üretici güçlerin ve teknolojinin gelişmesinin motoru olduğunu ileri sürmek yanlışsa, olayların gerçek nedenini yalnızca siyasal otorite ile izah etmek de o kadar yanlıştır. Bilim, üretici güçleri geliştirmez, tersine üretici güçler, bilimi geliştirir. Engels, modern sanayinin bilimin gelişmesinin temeli olduğunu vurgulamıştı. AKP ve Erdoğan’ın otoriter eğiliminin arkasında, hem uluslararası finans kapital, hem de AKP’nin muhafazakar ideolojisi yatmaktadır.
Son 10 yılda iki gelişme daha belirgin oldu: AKP, büyük tekellere kar olanakları sağladı; Türkiye, alt-emperyalist olarak sermaye ihraç eder hale geldi. AKP’nin politikaları, işçi sınıfını ve diğer emekçi kesimlerini ezdi. Ama izlediği otoriter politikalarla tüm ezilenleri ve hükümet karşıtlarını biraraya getirdi: AKP, hem kar hırsından başka bir şey bilmeyen kapitalizmin ezdiği işçileri hem kapitalizmin doğayı tahrip etmesine karşı olan çevrecileri, yeşilleri  hem T.C’nin otoriter düzeni altında ezilenleri (Kürtleri, Alevileri, özgürlük isteyen gençliği), hem de stadyumlarda polis copuna maruz kalan futbol severleri bir araya getirdi. Kısacası AKP, hem kapitalizmin azgınca sömürdüğü emekçi sınıfları hem de otoriter bir düzen nedeniyle toplumun geniş kesimlerini  (Kürtleri, Alevileri, kadınları, çevrecileri, gençleri) ezen bir  politika izledi.
Şöyle bir yorum yapmak mümkün: Finans kapitalin ekonomik haksızlık ve eşitsizlik üreten  eğimiyle, AKP’nin siyasi ve ideolojik gericiliği çakışmıştır. Bir başka deyişle AKP, politik despotizmi ve ekonomik eşitsizliği  birleştiren bir partidir. Bunun karşıtını Gezi-park direnişçilerinde görmek mümkün. Gezi parkı direnişi, hem AKP’nin politik despotizmine karşı olanları, hem de bu sistemin ekonomik eşitsizliğinden acı çekenleri bir araya getirmiştir.
AKP, polis terörüyle direnişçilerin üstüne gidince, sistemden sorunu olan toplumun hemen hemen bütün kesimleri ayaklandı. Direnişi duyan Taksim’e geldi. Gezi-direnişi bu sistemden sorunu olan herkesi topladı. Derdi olan herkes solcusu, işçisi, işsizi, anti-kapitalist müslümanı, feministi, eşcinseli, doktoru, avukatı, mühendisi Taksim’e yürüdü. Yapılması düşünülen 3. Boğaz Köprüsü’ne, Yavuz Sultan Selim adının verilmesine karşı olan Aleviler  direnişe destek verdiler. Direniş kısa süre içinde bütün Türkiye’ye yayıldı. Bir isyan  havasına büründü.
Taksim-Gezi direnişi, toplumda birikmiş gazı ateşleyen bir kıvılcım oldu. Polis devleti ve otoriter devlete karşı birikmiş tepki, kendi ifadesini ilkin gençlerin ağaçları savunmasında buldu. Bu birikmiş kin, barikatlar kurdu,  polisi püskürttü. Kitleler 2 hafta boyunca polisin olmadığı özgürlük alanları yarattılar. Böylesi siyasal hareketlerin en belirgin özelliklerinden biri de, direnenler arasında destek, dayanışma ve paylaşma duygularını geliştirmesidir. Bu hareket, hiçbir örgütün etkisi olmadan kendiliğinden patlayan bir hareket olmuştur. Gezi-direnişi ve daha sonrası gelişen direniş, kendiliğinden bir süreç olarak başlamıştır. Elbette, örgütler şu veya bu şekilde hareketler içinde yer almıştır.
Lenin, kendiliğinden hareket ve ayaklanma konusunda Kautsky’nin şu sözlerini aktarır: "… Yaklaşan devrim… hükümete karşı kendiliğinden bir ayaklanmaya daha az ve uzayan bir iç savaşa daha çok benzeyecektir."  Ve Lenin şunu ekler: ‘1905 devriminde böyle oldu ve gelmekte olan Avrupa devriminde şüphesiz böyle olacaktır!‘ Ama her ne kadar, kitle ayaklanmaları kendiliğinden bir şekilde başlasalar da, devrimci bir  önderliği yoksa başarılı olamazlar. Kendiliğinden hareket çok önemlidir, ama aşırı abartıp kuyrukçuluğa düşmemek gerekir.
Gezi direnişi, sistemle sorunu olanları ve ezilenleri bir araya getirdi. Erdoğan, otoriter tarzıyla, bu direnişin büyümesine katkı sağladığını görmeyecek kadar, gerçeklikten kopmuş bir Başbakan, ya da toplumu bilinçli olarak germeye çalışarak emperyalist müdahaleye olanak sağlayan bir  provokatördür; bu da değilse  akılsız bir Başbakan olmalıdır.
Hegel, eserlerinin birinde şu anlama gelen sözler yazmıştı: Genellikle çürümüş veya birikmiş sorunları olan toplumda sorunları çözecek ‘büyük adamlar’ yoksa böylesi toplumlarda, iktidarın tepesine eğitimsiz , çapsız ve kendini bir şey sanan ‘küçük insanlar’  gelir. Bu,  siyasal tarihin özgün bir yasası olsa gerek. Siyasal tarihten iki örnek vermek gerekirse, biri Fransız Devrimi öncesinde iktidarda bulunan Kral Lui, (XVI. Louis), öteki soğuk savaş döneminin devşirmesi olan çapsız Gorbaçov. Erdoğan, ne oldum delisi küçük adam, Türkiye’nin siyasal tarihinin bu döneminde,  bu yasayı doğrulayan bir aday gibi görünüyor. Hiç bir alt-yapısı, eğitimi olmayan çapsız biri olarak Başbakan olmuştur.
T.C’nin merkeziyetçi otoriter geleneğini, İslam yağıyla parlatmaya çalışan Erdoğan; toplumu, kendi kafasındaki gerici hayallere göre otoriter bir şekilde düzenleyeceğini sandı. Siz bakmayın, Erdoğan’ın Avrupa’ya ABD’ye meydan okuyan şovlarına. 2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra tüm emperyalist ülkelerin, özellikle ABD emperyalizminin izlediği bir politika var: ABD yönetimi, Türkiye gibi ülkelerde iktidarda olanların ABD karşıtı sözlerini anlayışla karşılıyor. ABD’ye ‘bağımlı iktidarların kitleleri kendi kontrol altında tutmasına yardım ettiği’ gerekçesiyle böylesi ABD karşıtı sözleri ciddiye almıyorlar, hatta böylesi şovları sahneye koyarak destekleyebiliyorlar. Çünkü böylesi şovlar, ABD’ye vb. bağımlı bir Başbakanın kitleleri kontrolü altında tutmaya yarıyor. Ancak burnunun ucunu göremeyen gazeteciler, görüntüye saplanıp kalanlar bu şovlara inanırlar.

AKP’NİN SİYASAL FELSEFESİ

                             AKP nasıl bir partidir? AKP’nin siyasal felsefesi nedir? Demokratik İsyan hareketine girişenler ve bu isyana destek olan milyonlarca insan, AKP’nin nasıl bir siyasal yapı olduğunu kendi deneylerinden öğrendiler ve öğrenmeye devam ediyorlar. Ama ampirist yaklaşım, gerçekliğin bütünlüğünü yakalamaktan uzaktır. Pratiği teori düzeyine yükseltmekten kaçınmak gerekir. Pratik ve deney önemlidir; ama yetersizdir, bu nedenle teorik analizler de gereklidir.
AKP’nin,  dünya görüşünü açıklamakta yarar var. İlkin şunu saptamak gerekiyor.  AKP’nin “gerçek din”le ilişkisi yoktur. AKP, dogmatikleşmiş, insana yabancılaşmış, egemenlerin çıkarlarına uygun hale getirilmiş ılımlı İslam’ı savunan, sermayenin hizmetkarı olan, sonradan görme bir partidir. AKP’yi küresel-kapitalizme, tekellere, sermayeye biat etmiş tarikatların (Nakşibendi ve Nurcu zenginlerin)  partisi olarak değerlendirmek daha doğrudur.
Devam edelim. AKP, paradoks üzerine kurulmuş bir partidir. O paradoks ise şöyle: AKP, ekonomik alanda liberalizmi savunurken, siyasal ve felsefi açıdan her türlü liberalizme düşmandır. AKP’nin siyasal anlayışı, akılcılığa, demokrasiye, laikliğe karşıdır. AKP, dünya görüşü itibariyle, özgürlüklere, demokrasiye ve sosyalizme düşman olan bir partidir. Çünkü dünya görüşü, itaat ve biat etmeye dayanmaktadır. Böylesi bir anlayış zorunlu olarak politik despotizme götürür. AKP, hiyerarşik bir dünya anlayışını savunmaktadır. Sultanlar emir verir, kullar itaat eder. AKP’nin siyasal anlayışı, modern çağın değil, Ortaçağ’ın düşüncesidir. İnsan ve özgürlük düşmanı olan AKP’nin dogmatik ve kapalı bir dünya anlayışı, toplumda nefretten başka bir sonuç getirmemektedir. AKP’ye göre yönetenler ve zenginler üstündür, çünkü Allah onları üstün yaratmıştır. Yönetilenlere ve yoksullara ise, kulluk etmekten başka bir şey yoktur. Yoksulların, kaderlerine boğun eğmekten başka çareleri yoktur. AKP, ‘ayakların baş olmasını’ istemediği için tüm özgürlüklere, işçilerin, halkın bağımsız örgütlenmelerine düşmanca davranır. Ama ‘halkçı’ görünmek için de elinden geleni yapar.
İnsanı karınca gibi gören bu anlayış, kendine güvenmeye başlayan insanların ve toplumun direnişiyle karşılaşıyor. Cumhuriyet yerine ‘vekiller teokrasisini’ getirmeye çalışan AKP, 21. yüzyılda Ortaçağ düzenini getirebileceğini hayal ediyor. Dünya görüşü itibariyle AKP, sınıf mücadelesine karşıdır. Demokrasiye ve özgürlüklere kapalı olan AKP’nin siyasal ‘felsefesi’, yurttaş haklarıyla taban tabana zıttır. En küçük protesto hareketine ve muhalefete düşmanca karşı çıkmasının nedeni budur. İtaate boyun eğmeyen, her görüşü bastırmaya, her protestoyu ezmeye çalışmaktadır.  Dolayısıyla sermayeye biat etmiş AKP gibi bir partinin siyasal ‘felsefesi’ de otoriter bir anlayış üzerine kurulmuştur. Bu anlayış zenginlerin cömertliğine, yoksulların minnettarlığına dayanan bir anlayıştır. Minnettar olmayanlara karşı, biber gazını kullanan bir polis devleti oluşturmuş olması kendi bakış açısının bir sonucudur. Gezi, AKP’nin ve Erdoğan’ın maskesini düşürmüştür.

TÜRK-İSLAM SENTEZİNDE KIRILMA

Kürt hareketi, Türk-İslam sentezinde Türkçülüğe vurgu yapan bir ideoloji olarak Kemalizm’i gözden düşürünce, AKP ve öncülleri Türk-İslam sentezine İslami aşı yapmaya çalışarak Türkiye’de kapitalist sistemi korumaya ve stabilize etmeye çalıştı. Ancak aşı yapma geri tepmeye başladı. Özgürlük tutkusu, topluma sürekli İslam’ı aşı yapmak isteyen AKP’ye “dur” diyor artık.
Taksim-Gezi direnişi, Türk-İslam sentezinde büyük kırılmanın önemli bir belirtisidir. AKP hükümeti, 19. yüzyılın düşüncesini, 21. yüzyılda sürdüreceğini sanıyor. Küresel-sermayeye entegre olan bir Türkiye yaratırken, köhnemiş Türk-İslam senteziyle toplumu yöneteceğine inanıyor. Elbette kapitalizm, her türlü politik sistemle (faşizm, otoriter rejim, askeri diktatörlük vb.) uzlaşabilir. Ne var ki AKP, ekonomik alanda izlediği liberal politikalarla, istemeden de olsa bireyselliği, bireyciliği güçlendirerek, kendine güvenen genç bir nesil yetiştirirken, bu gençliği,  dogmatik dini geleneklerle kontrol altına alacağını sanıyor. İlerde tarihçiler, bu nafile çabayı daha doğru değerlendireceklerdir elbette.
Kemalist ideolojinin dayatmalarına karşı olan İslamcılar, şimdi kendi yaşam biçimlerini topluma dayatmaya çalışıyorlar. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü kamusal yaşama müdahale eden dogmatik din anlayışı, politik despotluk biçimine bürünmek zorundadır. AKP, İçkiyi yasaklayarak, kaç çocuk yapılması gerektiğini dikte ederek, eşlerin ‘cinsel uzuvlarını’, (bir dostumun deyişiyle ‘zorro’sunu bile) yönetmek istemiyle, kendi yaşama anlayışlarını, topluma dayatmaya çalışıyor. Alman filozofu Kant, resmi evlilik konusunda şöyle diyordu: Resmi evlilik, karşı cinslerin cinsel organlarını karşılıklı olarak kullanma hakkını  ele geçirmek demektir.
Din konusunu en geniş bir şekilde ele almış olan Alman filozofu Hegel şöyle diyor: İsa’nın ölümünden sonra Hıristiyanlık dini, bozulmuş ve dogmatik hale gelerek, insana yabancılaşmıştır. Bozularak dogmatik hale gelen din, insanı boyun eğmeye ve kilisenin otoriterliğine götürmüştür. Kilisenin egemen olması,  bozulmuş dinin örgütlenişidir. Hegel’e göre, yozlaşmış din anlayışı, kiliseyi doğurmuştur. Kilise ise, emir ve itaat etmeyi temel ilke haline getirerek, akılcılığa, insan özgürlüğüne karşı olmuştur. Hegel’e bakılırsa, Hıristiyanlığın geçirdiği reformasyon, Kilisenin bozulmasından kaynaklanmıştır. Bugün şöyle bir analoji yapmak mümkündür. Hegel’in Hıristiyanlık için söyledikleri, İslam dini için de söylenebilir. İlkin saf olarak doğan İslam dini, süreç içerisinde bozulmuş ve yozlaşarak egemenlerin hizmetine girmiştir. İslam’ın politikleştirilmesinde ve politik İslam’ın güçlendirilmesinde Kemalizmin yanlışlarının büyük bir payı vardır. Bugün politik İslamcıların büyük bir çoğunluğu, İslam dininin dogmatik hale gelen, yozlaşmış bir biçimini savunmaktadırlar. Politik İslam’ın dogmatikleşmesi  ifadesini bugünkü AKP’de bulmuştur. Kilisenin bozulması, nasıl ki, Hıristiyanlığın reforme edilmesine, reformasyon süreci de Aydınlanmaya götürmüşse, buna benzer biçimde de AKP’nin dogmatik ve otoriter tutum alması da, en azından Türkiye’de İslam dininin reforme edilmesine götüren zemini hazırlıyor. AKP, bizzat kendi yarattığı ekonomik-sosyal durumunun, kendi ideolojik-siyasal anlayışını aşındırdığını göremiyor. Demek ki, ilginç bir durumla karşı karşıyayız: İslam dininin reformdan geçirilmesine, İslam dinine reform yolunu açan, bizzat AKP’nin kendisidir. Bu da dinin kendi diyalektiği oluyor.

MODERN SİYASAL MÜCADELENİN FELSEFESİ

                             Modern siyasal mücadelenin felsefesi nasıl olmalı? İlkin AKP’nin siyasal felsefesi olan Türk-İslam senteziyle hesaplaşmak gerekir. Çünkü bu sentez, hem bölücü hem de anti-demokratiktir. Çünkü Türk’e vurgu, Türk olmayanları dışlarken, İslam’a vurgu, Sünni olmayanları dışlamaktadır. Özgürlükleri savunan bir dünya görüşü, Türk-İslam sentezi üzerine kurulamaz. Demek ki, AKP’nin siyasal anlayışının demokratik ve özgürlük düşmanı olduğunu bilince çıkararak yeni bir siyasal felsefenin geliştirilmesi zorunludur.
Bu yeni siyasal felsefe, hem ulusun hem bugünkü demokrasinin bizzat kendisinin anti-demokrat olduğunu ortaya sergilemelidir. Mevcut ulus ve demokrasi anti-demokratiktir. Çünkü ikisi de çoğunluğun diktasına yol açmaktadır. Ayrıca mevcut ulus-devlet ve demokrasi anlayışı, statükocu bir anlayışı temsil etmektedir. Bu nedenle, yaygın anlayışlar ve kavramlar, esas olarak mevcut statükonun ürünüdür. Neden mi? Çünkü mevcut durumu tahakküm altında tutanlar, ekonomik yapıyı ve toplumsal bilinci kendi sınıf çıkarlarına göre biçimlendirirler. Statükocu siyasal anlayışlardan kopmak gerekir. Statükocu anlayışlardan kopmak için ise yeni siyasal felsefeleri ve siyasal eylemlilikleri gerektirir. Dolayısıyla ulus ve demokrasi kavramlarını, ilkin daha özgürlükçü ve enternasyonal bir anlayışla yeni içeriklerle donatmak gerekir. Yani demokratik bir ulus anlayışına, yeni bir demokrasi tanımına, yeni bir eşitlik ve yeni bir emek anlayışına bugün ihtiyaç var. Ama yalnızca teori yetmez, aynı zamanda egemenlerin çıkarına göre biçimlenmiş ulus-devlet ve demokrasi anlayışında yarık açmak için pratik olaylar da gereklidir. Türkiye ölçeğinde Taksim-Gezi direnişini,  mevcut Türk-İslam sentezinde gedik açan bir hareket olarak yorumlamak gerekir. Taksim-Gezi direnişi, değişmesi gerekenin ne olduğunu ve nasıl değişmesi gerektiğini de ortaya koyan çok önemli bir pratik süreç olmuştur.
Anti-demokratik olan ulus-devlet ve bugünkü demokrasi anlayışının dışında, bizi özgürlükler dünyasına, sınıfsız ve sömürüsüz dünyaya, komünizme götürecek yeni politik stratejiler, siyasal felsefeler geliştirmek zorundayız. Elbette, elimizde Marksist teori gibi siyasal yenilgiler yaşamış, ama teorik geçerliliğini koruyan bir düşünce sistemi var. Ne yazık ki bugün, işçi sınıfının kafasıyla (Marksist teori), gövdesi (işçiler) arasında bir kopukluk olduğu anlaşılıyor. Hem Marksist teori maddi gücünden (sınıftan) hem işçi sınıfı ideolojik güneşinden (Marksist teoriden) kopmuş durumda. Demek ki bugün Marksist teori, çok önemli politik bir sorunla karşı karşıya. Marksizm sadece kendi maddi gücünden kopmuş değil, aynı zamanda Marksist teorinin önemli bileşenleri (tarih, toplum, politika ve felsefe ) arasında da bir kopukluk var.
Bu kopukluk nasıl giderilebilir?  Burada teori-pratik arasındaki kopuş, esas olarak politik mücadelenin sorunudur. Ama teorinin bileşenleri arasındaki kopuş ise hem politik mücadelenin, hem de Marksist teoriye entelektüel müdahalelerin sorunudur. Lenin’in Parti teorisi, Marksist teoriye entelektüel bir müdahale olarak görülebilir. Lenin, 20. yüzyılın başındaki koşullarda siyasal özneyi açığa çıkararak ve siyasal özneleri birleştiren bir teori ileri sürmüştü. 21. yüzyılda yeni bir  ‘Ne Yapmalı’ya ihtiyacımız var. 21. yüzyıl, çok geniş bir ilgi alanına sahip olmayı gerektiriyor. Fransız filozofu olan ve komünizme yakınlık duyan Alain Badiou’e bakılırsa, 21. yüzyılda modern felsefe dört unsuru (Sanat, Politika, Bilim ve Aşk) içermelidir. Badiou’ye göre,Felsefe hiç uyumayan bir gece bekçisi gibi yola ışık tutar, karanlığı aydınlatır’.
Bilim-teknik, sanat, politika, ekoloji ve cinsiyet sorunu, 21. yüzyılda kolektif özneleri karmaşık bir hale getirmektedir. Her türlü baskı ve zulme karşı olan Marksizm, tüm ezilenlerin taleplerini kendi bayrağına yazarak, özgürlükçü olduğunu gösterebilir. Dolayısıyla yeni gerçekliklere yeni taleplere kulak vermek zorundayız. Kapitalizmin karmaşıklığının ve yarattığı sonuçların yeni toplumsal özneleri ortaya çıkardığını görmek gerekir. Sosyalistler, çevre hareketini, feminist hareketi, eşcinsellik vb. gibi hareketleri, ‘bu hareketler işçi sınıf hareketi değildir’ diye görmezlikten gelme ve küçümseme lüksüne sahip değildirler. Sosyalistler her zaman ezilenlerin yanındadır” diyen Lenin’in ne kadar haklı olduğu bir daha doğrulanmaktadır. Üstelik günümüzde, kafa emeğinin kol emeğine nazaran artan bir eğilim gösterdiğini de dikkate almak gerekir.
Politik mücadele, kolektif eylemler bütünüdür. Ama kolektif eylemlere katılanlar, geniş bir yelpazeyi oluşturuyor. Kolektif eylemlerin başarısı iki şeyi gerektirir. Biri kolektif eylemleri yönetme ve ilerletme yeteneğinde olan siyasal bir önderlik; ötekisi, kolektif eylemcilerin bütününü bir araya getirebilecek simgeler. Bu simgeler de, hem teorik hem sembolik olmalı: Teorik bir simge olarak yeni bir fikir dünyası olarak ‘Demokratik ulus’. Pratik simgeler üzerine de düşünmek gerekir. Böylesi bir pratik simge, Demir Küçükaydın’ın önerdiği gibi, “beyaz bayrak” olabilir. Bu “beyaz bayrak” üzerinde, evrenselliğin bir ifadesi olarak yer kürenin fotoğrafı yer alabilir. Teorik ve pratik her iki simge, devrimci teori ile maddi güç olan sınıf arasında kopukluğu gidermek için politik bir köprü fonksiyonu  üstlenebilir.
Burjuvazinin ‘akılcılığının’ akıldışı olduğu, özgürlük anlayışının içi boş olduğunu açığa çıkaran siyasal felsefeye ihtiyaç vardır. Siyasal alanda üstünlük kazanma mücadelesi, kültürel alanda da üstünlük kazanma mücadelesiyle desteklenmeden, siyasal kazanımlar geçici olacaktır. Kapitalizmin, sırf rant elde etmek için insanı ve doğayı sömüren konumunun aşılması gerektiğini bayrağına yazan Marksist siyasal anlayışın geliştirilmesi şarttır.

ÇIKARILMASI GEREKEN DERSLER

Evrimci dönemde on yıllarca bir dönem içinde verilebilen siyasal bilinç, toplumsal ayaklanma dönemlerinde bir haftada bazen bir kaç gün içinde muazzam bir sıçrama gösterir. Yaşanan demokratik isyan hareketinden, herkes kendi bakış açısına göre birtakım sonuçlar çıkacaktır.  Bu konu üzerinde, internette yüzlerce yazı bulmak mümkün. Önemli gördüğüm 5 olumlu gelişmeye dikkat çekeceğim.

1.     Yaşanan olay bir devrimdir.  Korku yenilmiştir. Bu direniş, halkın özgücüne güvenmesini sağlamıştır. Taksim-Gezi direnişiyle başlayan, gelişen ve tüm Türkiye’ye yayılan demokratik isyan hareketi, ezilenlerin psikolojisini olumlu yönde değiştirmiştir.
2.     AKP iktidarı sarsıntı geçirmiştir. Çatlaklıklar yaşamıştır.
3.     Devrimci Diriliş ve direniş, burjuva-medyanın gerçek yüzünü açığa çıkarmıştır. Olayları ekranlara yansıtmayan medyanın bizzat kendisi insanların direniş azmini bilemiştir.
4.     Tüm dünya ve Türkiye’de toplumun geniş kesimleri ve tüm dünya, AKP iktidarının bir polis devleti, despotik iktidar olduğunu daha net bir şekilde görmüştür. Polisler hakkında ‘onlar da bu vatanın evlatları, onlar da bizim çocuklarımız’ şeklindeki düşünce yerle bir edilmiştir.
5.     İslam vurgulu Türk-İslam sentezi, çok önemli kırılma yaşamıştır. Yeni paradigmaların oluşması ve yaygınlaşması için uygun zemin yaratılmıştır.

Bu demokratik isyan hareketi bir çok açıdan değerlendirilebilir ve bazı sonuçlar çıkarılabilir.
1.     İki Türkiye ortaya çıkmıştır: Ortaçağın itaat kültürüne dayanan AKP’nin Türkiyesi ile Demokratik Dirilişin ve   , Demokratik İsyancıların Türkiyesi. 4  direnişçi yaşamını kaybetmiştir.  Kan dökülmüştür. Kan döküldüğü yerde iki Türkiye giderek ayrışacaktır. AKP’nin ikiye bölünmüş  Türkiye’yi yönetmesi giderek zorlaşacaktır.
2.     Taksim-Gezi direnişi, Sol Örgütler’in hata ve zaafları yanında yetersizliklerini de göstermiştir. Grup zihniyetini aşamadıkları için, ortak hareket etme yeteneğinin geliştirilemediğini düşündürmektedir. Taktik esneklik ve ustalık gösterilememiştir
3.     BDP eş başkanı Demirtaş, ilk açıklamalarıyla hayal kırıklığı yaratmıştır. Demirtaş, aşırı ihtiyatlı davranarak,  taraftarlarının direnişe katılmasına sıcak bakmadığını ifade etmiştir. Ne var ki, Murat Karayılan’ın açıklamasından ve Öcalan’ın direnişin özgürlük talebini içerdiğini belirterek bu direnişi selamlamasından sonra, Demirtaş, bu yanlış tutumunu değiştirmiştir. BDP, direnişçilerin yanında görünmüş, ama düşük katılımla destek olmaya başlamıştır.
4.     Türkiye’nin en önemli sorunu demokratikleşme sorunudur. Demokratikleşmeyi isteyen Gezi  direnişçiler önümüzdeki süreçte bir çelişkinin farkına varacaklardır ve bu çelişkinin üstesinden gelmek zorundadırlar.  Çelişki şudur:   Türkler için demokrasi istemek, Kürtler üzerindeki anti-demoktaritik baskılara karşı çıkmamak. Türkiye’deki  baskılara karşı duranlar, Kürtler üzerinde baskıya  karşı çıkmazlarsa, kendileriyle çelişkiye düşerler, gerçek demokrat olamazlar. Türkiye’nin demokratikleşmesi Türk ve Kürt emekçilerinin ortak mücadelesini gerektirir.
5.        Bazı CHP’li milletvekilleri, Gezi-parkı direnişçileriyle görüşmüş veya direnişleri desteklemiş olsa da, CHP’nin yönetimi, korkak ve ürkek hareket etmiştir. Heyecanı yatıştırmaya çalışırken, sakin olmaya çalışmıştır. Bu direniş, AKP’ye gerçek alternatifin, CHP olamayacağını da göstermiştir.
6.        Olaylara sınıf mücadelesi açısından değil, devlet-sivil toplum merceğinden bakarak AKP’yi sivil toplumun temsilcisi olarak gören Murat Belge gibi sol-liberallerin düşüncelerinin de iflasıdır.
7.        Toplumların tarihinde bazı dönemler (savaş, iç savaş, ayaklanma vb)   saf  tutmaya zorlar. Bu dönemler ya egemen düzenden yanasın ya da karşısın; ya devrimden ya da karşı devrimden yanasın, ara yol yoktur. 
8.        Eski bir Marksist,  sonra liberal devşirme olan Halil Berktay, polis devletini savunarak, en sonunda karşı devrimin saflarına geçerek dönekliğini ispat etmiştir. Gün Zileli güzel yazmış: ‘Halil Berktay ise, 16 Haziran günü Nişantaşı’ndaki bir apartmanın yüksek katlarından birinden izlediği çatışmaları yazarken İçişleri Bakanı’nı bile gölgede bırakan bir polis savunuculuğuna soyunarak tarihçiliğini alçaklığın tarihini yazarak noktalamış ve bir Marksist entelektüel olarak başladığı hayatını bir faşist propagandacısı olarak sonlandırmıştır.’
9.     Böylesi halk ayaklanmalarının en önemli etkilerinden biri,  harekete katılanların bilincinde bir değişikliğe yol açmasıdır. Tarihten bir örnek vermek gerekirse, 1905 yılında Çarlık Rusya’sında yaşanan Kanlı Pazar olayının işçileri nasıl dönüştürdüğü öğreticidir. 1905 yılında papaz olan Gapon’un öncülüğünde yürüyen ve kendilerini Tanrı’dan korkan sadık  kullar olarak gören Rus işçileri Çar’a dilekçe vermek için Kışlık Sarayı’nın önündeki meydana doğru yürüyüş yaparlar. Diz çökerek Çar ile görüşmek için yalvarırlar. Çar ne yapar?  Emir vererek,  özel süvari birlikleri ve  Kazakları işçiler üzerine saldırtır. Kazaklar ateş açarken, Suvariler, kılıçlarıyla saldırır. Binden fazla işçi öldürülür. Binlerce insan yaralanır.   Tanrıdan korkan sadık kullar, bu katliamdan kısa zaman sonra Çarlığa karşı silahlı ayaklanmaya girişirler.  Türkiye’de direnişe girenlerin  eski düşünceleri ile  toplumsal konumları arasında çelişkiler gündeme gelecektir. Bir çok insan eski düşüncelerinden koparak yeni arayışlara yönelecektir.
10. Direnişin üzerine yükselen bir partinin oluşması çok önemlidir.  İlk ÖDP girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Çünkü 12 Eylül’ rejimine  direnmeden yenilenlerin psikolojisi   üzerine kurulmuştu ve grup zihniyetini aşmaya zorlayan yükselen bir direniş hareketi yoktu. Şimdi durum farklı. Muazzam bir diriliş ve direnişin kazandırdığı moral bir üstünlük var. Kitle hareketinin yeni öncülerini de içeren ikinci bir ÖDP benzeri veya Çapulcular Partisi gibi i girişim en azından tartışılabilir. Türkiye’de işçiler ve diğer emekçiler, kendi kurmalarına sahip değil, işçilerin-emekçilerin politik kurmaylara ihtiyacı vardır./
Şunu öngörmek mümkün: Güçlü bir muhalefet partisinin olmadığı bir ortamda, seçimlerde AKP yine güçlü olması mümkün. Ama halkın ortak aklı, AKP’nin mutlak çoğunluğu almasına engel olacaktır.  AKP, milletvekillerinin çoğunluğunu alamayacaktır. Halk Erdoğan’a dersini verecektir. Türkiye’nin bundan sonra en önemli ihtiyacı, güçlü bir partinin ortaya çıkmasıdır.
Yeri gelmişken, Batı’lı ülkelerin Erdoğan’ı ve polis baskısını eleştirmesine kısaca değinmekte yarar var. Bu  eleştiri, Batı’nın demokratik olmasından kaynaklanmıyor. Gelecek korkusu yaşayan Batılı ülkeler,  esas olarak Türkiye’deki politik istikrarsızlığın kendi ülkelerine yansımasından  korkuyor. Yoksa Batı da yeri geldiğinde polis devleti açısından AKP’den geri kalmıyor.
Gezi direnişi, kendiliğinden gelişen bir isyana dönüştü. Ama hazırlıksız ve örgütsüzdür. Bundan sonraki gelişmesi ve başarısı Lenin’in deyişiyle ‘bir yandan siyasal durumu doğru değerlendirilmesine, taktik sloganların doğru olarak saptanmasına ve öte yandan da, işçi yığınlarının gerçek savaşımcı gücünün bu sloganları desteklemesine bağlıdır’.
Gezi Direnişi ve halk isyanı, demokratik isyan ve diriliş için bir ZİHNİYET DEVRİMİNE ihtiyaç olduğunu ortaya koymuştur. Etnik ve dinsel kimlikten arındırılmış yeni bir demokratik ulus anlayışı, Türkiye halklarının ihtiyaç duyduğu bir zihniyettir. Bu zihinsel devrime dayanarak, etkin politik kanallar yaratılması sosyalist hareketi güçlendirir. Marksist düşüncenin egemen olduğu siyasal bir ortamda devrimler olur, Marksist düşüncenin zayıfladığı yerde ise karşı devrimler olur.
Türkiye’nin “entelektüel çöl”e çevrilmesinde, AKP gibi, CHP ve Kemalistler de rol oynamıştır. Aydınlar suçsuz sayılamaz. Aydın demek, karanlığa isyan ederek, aydınlatan insan demektir. Dolayısıyla Türkiye’de aydın kıtlığı yaşanırken, insanları aptallaştıran entelektüel enflasyonu vardır.  Stefan Zweig,  aydın olarak kalmak istediği, karanlık dünyanın onursuz  hizmetçisi olmamak için kendi isteğiyle hayatına son veren bir aydın olmuştur. AKP’nin bataklığındaki entelektüellere duyurulur.
Tarihçi Hobsbawm’ın deyişiyle: Nereye doğru gittiğimizi bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey, tarihin bizi bu noktaya neden getirdiğidir. Gene de açıkça görülen bir şey var: İnsanlığın anlaşılır bir geleceği olacaksa, bu gelecek, geçmişin ve şimdiki zamanın sürdürülmesiyle olamaz. Üçüncü bin yılı bu temelde kurmaya çalışırsak, başarısızlığa uğrarız. Ve bu başarısızlığın bedeli, karanlıktır.
O halde, geleceğin karanlığına mahkum olmamak için, yeni bir zihniyet temelinde atılım yapmak gerekir. Yaşananlar bir devrimdir. Henüz politik iktidarı değiştiren bir devrim değil, ama özgürlük istemlerini Türkiye toplumunun gündemine sokan bir devrimdir. Şimdi bundan sonraki dönem, sosyalistlerin bu devrime ne öğretebileceği sorunudur. İsyan’ın sloganı anlamlıdır: Bu  daha başlangıç, mücadeleye devam!