22 Ekim 2013 Salı

Türkiye artık yönetenlerin yönetemeyeceği bir konjonktüre girmekte...

Mustafa Sönmez’le Söyleşi:


Fikret Başkaya: Yükselen ülkeler [ emerging countries] grubu veya BRICS beşlisi, dünya nüfusunun %43’ünü barındırıyor, dünya GSYH’sinin de %27’sini [2011] temsil ediyor. Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’dan oluşan beşlinin ekonomik bir aktör olarak dünya sahnesinde yerini alması, şimdilerde Güney denilen bizim tarafımızdaki ülkeler için bir şans ve bir manevra alanı da yaratmış durumda.  Tabii böyle bir oluşum dünya jeopolitiği bakımından da önemli. İşte Suriye savaşında bunu gördük... Eğer başta Rusya ve Çin olmak üzere, bu beşli direnmeseydi, Suriye’de de Libya senaryosunun tekrarı [remake] kesin gibiydi...
Fakat bi sorun var: Her ne kadar bu ülkeler grubu triad emperyalizminin [ABD, AB, Japonya + Kanada ve Avusturalya] karşısına bir güç odağı olarak çıksalar da, ne kapitalizmi ne de neoliberal finansal küreselleşmeyi sorun ediyor değiller... Dolayısıyla kapitalizmin tüm olumsuzluklarını üreterek yola devam ediyorlar. Kapitalizm dahilinde de insana ve doğaya zarar vermeden yol almak mümkün olmadığına göre, bu süreç nereye ve nasıl evrilebilir sorusu ister istemez akla geliyor. Size göre bu sürdürülebilir bir “proje” mi? Her bir ülkenin iç çelişkileri bu projenin bu haliyle sürmesine izin verir mi?                                                                                                  
Mustafa Sönmez: BRICS ülkelerinin yeni bir “kutup” olarak yükseliyor görünmelerini ekonomik ve politik olarak iki türlü değerlendirmek yerinde olur. Bu ülkelerin ekonomik olarak yükseliş halinde olmaları, “neoliberal kurgu” dışında değil, bir kere; bunu unutmamak gerek. Ulaştıkları sonuç, çerçevesi IMF-Dünya Bankası tarafından çizilen ve patronajı ABD tarafından yürütülen neoliberal aşamadaki emperyalizmin işbölümünde alınan rolleri hakkıyla oynamaları ve oradan etkili bir yer tutmalarıdır.

Bu rol, Rusya için enerji tedarikçisi, Çin,Hindistan, Brezilya ve G.Afrika için ise enerji dışı hammadde, maden tedarikçiliği; sanayi, özellikle merkez ülkelerin kendilerinde tuttukları yüksek katma değerli halkaların dışındaki üretim zinciri halkalarında üretimde yüksek performanstır. Başta, Çin ve Hindistan, kendi işgüçlerinin yoğun sömürüsü ile “sanayi ihracatçısı” ekonomiler durumuna geldiler. Çin, cari fazla veren bir ülke olarak basamak atladı. BRICS’in geldiği yer, rollerini aşmamaları kaydıyla, diğer merkez ülkeleri rahatsız eder boyutta değil henüz. Ne zaman rahatsızlık başlar? Merkezin alanına girmeye, rol çalmaya başladıklarında. Çin, bunu hedefliyor. Sanayide ucuz sanayi üreticisi olmakla kalmadı, sınırları zorluyor, ileri teknoloji ürün üreticisi, giderek yüksek katma değerli hizmet üreticisi olmaya da azimli. Ancak, şu gün için işbölümünün sınırları içindeler ve sistem, bu hallerinden , bu büyümelerinden kaygı duymuyor, tersine küçülmelerinden endişe ediyor. Çünkü, kurguyu tamamlayan aktörler bunlar. BRICS üyeleri de rollerini oynarken farklı bir alan geliştirmiyorlar. Dünya ekonomisi içinde, oradan daha fazla pazar almak üzere çabalıyor ve oyunu yine onun kurallarına göre oynuyorlar. Özelleştirmeciler, esnek emek rejimini ihmal etmiyorlar, sosyal devlet olmak gibi bir kayguları yok, rekabet gücü elde etmek için her yolu mübah görüyorlar ve bunu sonucudur ki, G.Afrika, Brezilya, Rusya, gelir bölüşümünde en yüzkarası ülkeler durumundalar, Çin ve Hindistan da da bölüşüm hızla bozuluyor. Anti-sendikal icraatta, kadın ve çocuk emeği sömürüsünde ise Batı’ya parmak ısırtıyorlar.
Dış politika penceresinden analiz edersek, BRICS üyelerinden G.Afrika ve Brezilya dışındakiler, zaten askeri güçlerini ihmal etmeyen, formel askeri harcamaları milli gelirlerinin en az yüzde 4-5’ini bulacak kadar silahlanan ülkeler. Rusya, eski sistemden gelen birikimini boşlamadı. Hala ABD den sonra en büyük silah endüstrisine ve ihracatına sahip. Çin ve Hindistan, çok hızlı silah alımları yapıyor, güclerini tahkim ediyorlar. Bu, sonuçta onları dünya nüfuz paylaşımında ihmal edilmeyecek aktörler durumuna getirmiş bulunuyor. Öte yanda, ABD, içinde bulunduğu kritik ekonomik durum, Irak fiyaskosu ve iç kamuoyunun savaş aleyhtarı tutumu nedeniyle eskisi kadar saldırgan bir tutum içinde olamıyor, bu da Çin ve Rusya’nın elini güçlendiriyor.
Özetle, BRICS bloku ekonomik ve politik anlamda, dünya güç sahasında bir aktör olarak realite, ancak, muhteva olarak merkez ülkelerden kimyasal bir farklılık göstermiyorlar. Neoliberal kurgu içinde kalarak onlardan rol ve nüfuz çalmak peşindeler henüz. Bu ülkelerde iktidardaki sınıf bloku da bildik burjuva-yüksek bürokrasi ittifakı biçiminde. İşçi sınıfı, örgütsüz, baskılanmış ve otoriter rejimler tarafından yönetiliyor. Bu özellikle Rusya ve Çin için geçerli. Diğer üyeler, Hindistan, G.Afrika ve Brezilya’da ise ekonominin ‘zorunlulukları’, politik yönden otoriterliğin elini güçlendiriyor maalesef. 
Fikret Başkaya: İçerde ve dışarda Türkiye’nin ekonomik performansına dair bir başarı öyküsü [ succes story] üretilmiş gibi görünüyor. Birileri Türkiye’yi “yükselen ülke” olarak görme eğiliminde. Bu algının reel dünyadaki karşılığı nedir? Size göre böyle bir başarı öyküsü neden ve nasıl peydahlandı?
Mustafa Sönmez: Türkiye’nin bir ‘yükselen ülke” olarak görülmesi, gösterilmesi anlaşılır bir şey. Türkiye 75 milyon nüfusu ile, jeopolitiği ile, geçmişten bugüne biriktirdikleri ile ‘yükselen ülke’ ligine kabul edilebilecek bir ülke. Nedir yükselen ülke olmak? Merkez’in işbölümünde dağıttığı rollerden, ilk halkada pay alabilecek ülke olmak. Yani merkezin sermaye ihracında ilk gözeteceği ülkeler arasında olmak. Doğrudan yabancı yatırım düşünüldüğünde ilkler arasında olmak, sıcak para ihracında ilkler arasında olmak, kredi biçiminde sermaye ihracında ilkler arasında olmak. Türkiye’de, özellikle 2001 krizi sonrası gerçekleştirilen emek-karşıtı dönüşüm sonrası böyle bir ülke olarak görüldü ve hızla sermaye ihracı yaşandı. AKP dönemindeki sermaye girişi 400 milyar $ . Bu, 90 yıllık TC tarihinin  80 yılında yaşananın 10 katı büyüklüğünde ve dörtte üçü borç büyüten sermaye ihracı… Bu borçla yıllık ortalama yüzde 4,5-5  büyüyen ve sermaye girişine bağımlı hale getirilen bir ülkeye elbette “mucizevi ülke ” tanımı yapılacaktı uluslararası sermaye ve güdümündeki medya tarafından. IMF’ye parmak ısırtacak kadar ve seleflerinden birkaç gömlek daha çok neoliberal bir AKP, bütün kapitalist alemi şaşırttı ve likit bolluğu yaşanan dönemde adres olarak seçildi. Küresel kriz döneminde de geçici de olsa park edilecek alan olarak görüldü ve finans kapitale, özellikle de spekülatif sermayeye kazandırdığı yüksek faizlerle de takdire şayan görüldü. Ancak  kargalı, tilkili bu La Fontaine masalı bitti. Artık başta The Economist, Financial Times gibi büyük finans kapital medyaları “mucize”yi en kırılgan olarak ilan ediyorlar. Mucize masalı, en azından 4 aydır , Mayıs’tan bu yana sona erdi.

Fikret Başkaya: Bir ülkenin dünya ekonomiler hiyerarşisinde bir üst basamağa sıçraya bilmesinin koşulu, sanayi alanında bir sıçrama yapabildiği durumda mümkündür. Bu alanda sanayi sektöründe hangi kritik sıçramalar gerçekleşti de “yükselen ülke” şarkıları söylenir oldu? Durum böyleyken, Türkiye ekonomisine dair söylemle gerçek arasındaki uyumsuzluk hakkında neler söylemek istersiniz?
Mustafa Sönmez: Türkiye için  en kırılgan nitelemesi, başta döviz açığı ya da cari açık göstergesine dayanıyor. Milli gelirinin yüzde 7-10 arası bir açık,  bir rekor ve katılaşmış, aşağı inmiyor. Bu hale getiren ise döviz kazanamayan ama harcayan bir ekonomi durumuna getirilmesi, içten içe kemiklerinin eritilmesi. Sanayileşmeyi, özellikle ihracatçı sanayileşmeyi es geçip dış rekabete konu olmayan alanlara kaçması; İnşaat, ithalatçılık, enerji satışı, kamunun terk ettiği alanlara konma, özel sağlık, eğitim gibi dış rekabete pek konu olmayan alanlara sığınma, günü kurtaran ama geleceği karartan tercihler. AKP Türkiyesi bu halde.

Fikret Başkaya: Bir ülke, bir ekonomi eğer dış ekonomik ilişkilerini içerinin ihtiyaçları doğrultusunda dizayn etmeyi başarırsa, orada ulusal bir ekonomik inşadan söz edilebilir. Dolayısıyla söz konusu ülkenin iç tutarlılığı olan, iddialı bir kalkınmacı perspektife sahip olması gerekir. Oysa sizin de çok iyi bildiğinriz gibi, Türkiye 1980’de ünlü “24 Ocak Kararları” ve onu destekleyen 12 Eylül askeri cuntasıyla kalkınmacılığa elveda dedi. Başka türlü ifade edersek, “içeriyi dışarının ihtiyaçlarıyla uyumlandırma” tercihi yaptı. Böyle bir tercih yapmak demek de son tahlilde “lümpen kalkınmaya” razı olmak, “kompradorlaşma rotasına girmek” demeye geliyordu...
Mustafa Sönmez: AKP’nin ekonomi vizyonu hiç olmadı , çünkü önde olan politik vizyonu ve hedefleriydi. Ekonomi, hedeflenen otoriter islami düzen vizyonuna hizmet edecek, oy hacmini genişletecek araçtı. Dış borçlanmadaki tırmanışı, sürdürülemezliği hiç dert etmediler. Kemik erimesini dert etmediler. Günü kurtarıp günün hasılatını oya tahvil etmeye baktılar. Ama, duvara çarpmaları kaçınılmaz. Artık ters tepiyor. Çember daralıyor. Sırttaki borç kamburu, kemik erimesi ile yol almalarının sınırına geldiler. Memnuniyetsizlik kendi yarattıkları burjuvazi ve oy aldıkları kesimde de hızla yayılıyor. Özellikle ABD’nin krizden çıkma operasyonlarına start vereceği FED kararlarından, 2014 başından itibaren ekonomide başlayan ve iç çatlağı büyüyen siyasete hemen yansıyacak gelişmelere gebedir Türkiye.  Bütün bunların farkında olarak yönetenlerin iyice yönetemeyeceği bir konjonktüre giriyor ülkemiz.
Yönetilenlerin ise,  bunlar tarafından yönetilmek istemediklerini ama özyönetimlerini nasıl gerçekleştireceklerine dair yeni bir sunum, bir pratik sergilemeleri gerekiyor.



16 Ekim 2013 Çarşamba

BAŞINDA BELA…




Haci Cirik / Fezali

Uyuyan halkımın başında bela
Şu soysuz oyları aldı alalı
Savaş için sıçrar bir daldan dala
Şu soysuz oyları aldı allalı

Ülkemde huzurum,  tadım kalmadı
Yılar, aylar böyle hayır görmedi
Söz verenler yara bere sarmadı
Şu soysuz oyları aldı alalı

İkdidara sahip soyguncu kesim
Her yeni bir şeye buluyor isim
Cepleri kabarır diyor kardeşim
Şu soysuz oyları aldı alalı

Fezali, kapital sistem oyunda
Sömürü diz boyu aslan payında
Sefillik baştacı şehir köyünde
Şu soysuz oyları aldı alalı

12 Ekim 2013 Cumartesi

Teyzemin vefat ettiği gün...



 Dr.İsmet Turanlı

İnsanların keyifli, yahutta üzgün olduğu günler vardır. Üzgün oldukları, depressif oldukları günlerde, geçmişte yaşadıkları mutlu günlerini hatırlamalarını tavsiye etmişimdir. Fakat bazı acı, yaşanmış günler vardır ki insanın hiç hatırından çıkmaz. Çocukluğumda yaşadığım bir acı günüm vardı ki onu hiç unutamıyorum. Teyzemin vefat ettiği günü.
Daha ilk okul talebesi olduğum günlerdi. Bir sabah okula gitmek için sokağa çıktığımda, komşumuzun evinin önünde insanlar birikmişti. Herkes üzgün görünüyordu. Akranım, komşum, sınıf arkadaşım ağlıyordu. İki kardeşide yanında hüngür, hüngür ağlıyorlardı. Yanlarına yaklaşınca annelerini kaybettiklerini, öldüğünü söylediler. Ben o güne kadar ölen insan görmemiştim. Hiç ölüm haberide duymamıştım. Bir insan hayatının sona ermesi sayılan ölüm hali ile ilk defa karşılaşıyordum.
O gün sanki güneş tutulmuştu. Her taraf karanlık içinde idi. Sokakta kediler miyavlamıyor, köpekler havlamıyor, komşunun horozu dahi ötmüyordu. Gökten şimşekler çakıyor, gök gürültüleri geliyor, nihayet gök kubbede ağlamağa başlamış, sağnak halinde yağmur yağıyordu. Yahut ben dünyamı böyle algılıyordum. Müthiş bir acı vucudumu sarmıştı. Asıl acımın sebebi çok derinde idi. İnsan en çok sevdiği annesini kaybedebilirmi idi? Babam ben iki yaşında iken vefat ettiği için, benim en sevdiğim insan annemdi. Arkadaşımın annesini kaybetttiğini duyunca beni sarsan asıl bu düşünce idi.O anne ki kucağına başımı yasladığımda saçlarımı pamuk elleri ile okşar, ruhumu en mutlu hava sarardı. İşte böyle bir acı gerçeği yaşamam mümkün mü diye içimde bir isyan duygusu vardı.
Teyzem doğumda geçirdiği Eklampsi( Havale) şoku ile vefat etmişti. Doğumevinin pencereleri siyah perdelerle kapalı idi. Teyzemin kardeşide doğumevi baş hekimi idi. Kurtaramamıştı. Osebeple sanki ailede, yeni nesilde, ben dahil, bir çok genç doğum doktoru olmuştuk. Fransızların dünya harbinde Almanlara karşı oluşturdukları Majino hattı gibi Azraile karşı  savunmaya geçmiştik.
Ben o günü bütün teferruatı ile hatırlıyorum. Okula vardığımda öğretmenim gözlerimde ki kan çanağını görünce ‘’ Nem var evladım?’’diye sordu. Gırtlağımın düğümlendiğini, cevap vermeğe muktedir olamadığım gibi başımı sıraya koymuştum. Sıra arkadaşım hocama teyzemin vefat etmiş olduğunu söyledi. ‘’Sen ozaman eve git oğlum’’ dedi ‘’Bu halinle bugün okulda kalamazsın’’.. Yalpalayarak okuldan çıkıp evin yolunu tuttum. Küçük  sandığımda sakladığım on kuruşu alıp bakkal Şaban efendiye gidip bir Elit çikolata aldım ve arkadaşıma verdim. Hani bir teselli etmek fırsatı arıyordum O önce almak istemedi. Küserim diyince aldı, yarısını kardeşlerine verdi.Yeni doğan bir kız çocuğu idi. Allahım bu beş çocuğa kim anne olacaktı ki?
İşte beni en derinden yaralayan çok sevdiğim annemi günün birinde kaybedebileceğim düşüncesi idi. Bunu kabullenmek mümkün değildi.  O annem ki babamdan bahsedilince ‘’Yemen Türküsünü ‘’ söylerdi. ‘’Giden gelmiyor acep nedendir?’’ der, gözlerinden yaşlar akardı. Hala bu türküyü duyunca annemin göz yaşlarını hatırlarım.Diyorum ki insanın bazı acı günleri hafızaya öylesine yerleşiyor ki onu unutmak imkansız oluyor.
Yahya Kemal’in ‘’Sessiz Gemi’’ şiirini hatırlıyorum. Liseyi bitirdiğmiz günkü şölende okumuştum.
’Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Sessizce bir gemi kalkar o limandan .’’
Ya Abdulhak Hamit’in sevgisini Lüsyen’in ölümünden sonra Makber şiirine dökmesi.,
Cahit Sıtkı ölümün acısını en içten kelimelerle şiire taşımıştır. ‘’Bir namazlık saltanatın olacak o musalla taşında’’ diyordu. ‘’Bir memleket istiyorum, ölümden gayri derdi olmasın insanların’’ .
Yunus’’ Bir fakir ölmüş diyeler, üç günden sonra duyalar’’ mısraları. Manilerimize de girmiştir. ‘’ Ölüm Allahın emri, ayrılık olmasaydı’’
NAZIM Bir yıl sürer ölümün acısı bu asırda’’ der. Rum vatandaşlar bir sene siyahlar giyer, yakalarında siyah bir şerit taşırlardı. Şimdi Türkiyenin her tarafında ‘’Taziye evleri’ camilerin yanında kurulmuş. Güzel bir ananemidir bilmem. Hüseyin Rahmi Gürpınarın bizim bu ananemizi yeren bir hikayesini orta okulda okutmuşlardı. Almanlar kabristanda ,kabire tek tek çiçek atarlar, fakat ağlayan olmaz. Definden sonrada bir restoranda cemaate yemek ve alkol ikram ederler.
Teyzem vefat ettiğinde de üç gün yemekler misafirlere komşulardan gelmişti. Teyzem annemin amcazadesi ydi, ilk okuldada beraberlermiş. Tombul, güler yüzlü, bizi kendi evladı gibi bağrına basar , yanaklarımızdan öperdi. 
--------------
Antalya. 11.10.13


8 Ekim 2013 Salı

Irak, kan ve islam…


Demir Bilgin

Irak…İki nehir arasında Irak.  Kanlar içerisinde Irak.

Irak’ta her gün insanlar ölüyor. Irak’ta binlerce insan ölüyor. Irak’ta, günlük ölü sayısı yüzdür. Bazen daha fazladır.

İslam dini ve kendilerine vaat edilen ”cennete gitme” adına, ” islami intihar eylemcileri” kendilerini bombalarla donatıp, kahve, cami, çarşı – pazar, okul, üniversite… çoluk – cocuk; yaşlı – ihtiyar  demeden üzerlerindeki bombaları patlatıyorlar. Bazen de, bomba yüklü arabalarla saldırıyorlar. Tüm bu eylemler,  din adına yapılıyor. Tüm bu eylemler, islam dini adına gerçekleştiriliyor.

Benzeri eylemler, Suriye’de de yapılıyor. İslam adına, dünyanın her tarafından, Suriye’ye gönderilen bu ”cihatçılar”,  binlerce insanın ölümüne sebep oldular. Oluyorlar. Hem Irak’ta, hem de Suriye’de, islam adına, ”kan, kan, illa kan!” diyerek vahşetlerini  sürdürüyorlar.

Bu bir tesadüf değildir. İslamın doğuşundan  günümüze süren ve devam eden iktidar kavgasının yarattığı ”islam, ölüm ve kan” bir gelenek olarak  devam ediyor.

7. yüzyılda, Arabistan’da doğan islam,  ne yazık ki, iktidar kavgası uğruna, hep  savaş ve kan olmuştur. İslam tarihi  ve halifelik devri incelendiğinde bunu görmek mümkündür.  Halk bir yana,  Ebubekir’den sonra seçilen,  dört (4) halifeden  hiç birisinin eceliyle ölmemesi, bu durumu, bu kanlı tarihi, bizlere,  izah etmeye yetiyor.

Bir düşünün: Halife Ebubekir yerine geçen, Halife Ömer: Medine’de hançerle öldürülmüştür.

Halife Ömer yerine geçen, Halife Osman: evi kuşatılarak öldürülmüştür.

Halife Osman yerine geçen, Halife  Ali: ibadet ederken zehirli kılıçla öldürülmüştür.

Halife Ali yerine geçen, Halife Hasan, zehirlenerek öldürülmüştür.

Halifelerin dahi, kendi ecelleriyle ölmediği bir din anlayışında, haydi haydi insanlar da ölür, ölüyor. Öldürülüyor.

İşte Irak! Her gün televizyon başlarında ve özellikle Şiilerin yaşadığı yerlerde onlarca parçalanmış insan cesetlerini seyrediyoruz. İnsan, ”insan gelişim evresi” adına utanıyor; yaşadığımız bu devirde, böylesi vahşet nasıl oluyor diye, soramadan edemiyoruz.

Birleşmiş Milletler raporuna baktım. Ürktüm. Rapora göre, son ”dokuz (9) ayda 5740 Iraklı öldürülmüştür…” Ôlüm ve katliam devam ediyor.

Bu notumu yazarken, 15 Irak’lı daha öldürüldü, haberi geldi. Bugün, 8 Ekim 2013.

Değişk din görevlileri tarafından yönlendirilen bu cihatçılar, Allah adına ölmeyi ve öldürmeyi, artık  ”kutsal” kabûl ediyor. Bazı intiharcıların ceplerinde, ”Cennete Giriş Pasaportu” çıkması, bizleri hiç şaşırtmamaktadır.

Devrimcilik mi, böylesi ilkel insanlardan uzaklaşmak ve bunlara karşı mücadele demektir.

Devrimcilik mi, ”aslında islam, şudur ya da budur” deyip, islami kesimlerle flört yapan ve yapmaya kalkışan,  bazı ahmak insanlardan da arınmak demektir.

Ve uzatmaya gerek yok, herşey açıktır:  İşte Irak, işte kan ve budur ne yazık ki islam!

6 Ekim 2013 Pazar

“Nice paketler gördüm boştular!”








Fikret Başkaya


“Çoğunluğun onayı yanlışı doğru yapmaz”.
                                                                                                    Mohandas Karamchand Gandhi



AKP iktidarı on yıldır “demokrasi paketleri” üretiyor. Üretim fazlasının bir kısmını da Libya’ya, Suriye’ye ve başka ülkelere ihraç ediyor. Elbette ihtiyaç fazlasının ihraç edilmesi, demokrasisinin “küreselleşmesinin” de bir gereğidir. Fakat son bir kaç aydan beri demokrasi ihracı hayli zorlaşmış görünüyor... Son paket daha ilan edilmeden “tartışma” konusu oldu ama pakette ne olduğu bilinmediği için, bazı tahminler yapıldı sadece. İşte “bu pakette şu var mı, bu var mı?” gibi. Aslında rejimin ve AKP’nin niteliği, yönetim zihniyeti ve üslubu veri iken, pakette bir şeyin olmayacağı kesindi: Demokrasi... Bir de paketin kapalı kapılar ardında hazırlanmasına itiraz edildi. Oysa paket nazar değmesin diye gizlenmemişti. Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nda hazırlanmıştı yani polisin eseriydi. Öyle olunca da “güvenlik gerekçesiyle” gizli tutulmasında şaşılacak bir şey yoktu. Tabii paket polis tarafından değil de anlı şanlı hukuk profesörleri, “konunun uzmanları” tarafından hazırlansaydı da bir şey değişmezdi. En gerici yasaların ve anayasaların daima bilimi kendinden menkul hukuk otoriteleri tarafından yapılması kuraldır... 1882 tarihli cunta anayasası da ülkenin “seçkin“ hukuk hocaları tarafından kaleme alınmamış mıydı? Siz, bu adamları, kadınları neden profesör yapıyorlar sanıyorsunuz... Yalanı ve yanlışı sıradan birine söyletseniz pek inandırıcı olmaz ama isminin önünde çok sayıda unvan bulunan zevata söyletirseniz inandırıcılığı artar... Artık o aşamadan sonra “bilimseldir” çünkü...

Böyle bir zamanda böyle bir paketin, başlıca üç amaçla ilân edildiğini söylemek mümkün: Kürtleri oyalamak; gelecek dönemdeki seçimleri kazanmayı garantilemek ve Gezi Parkı Direnişi sonrasında dış dünyada bozulan Türkiye imajını tamir etmek. Aslında Gezi Parkı Direnişi gerçek durumu dosta düşmana gösterdiği için bir “düzeltme” işlevi gördü. Zira dışarıda AKP’nin nasıl da demokrasi ve özgürlük aşkıyla yanıp-tutuştuğu, İslam’la demokrasiyi ve laikliği nasıl “bağdaştırdığı”, velhasıl  “ılımlı İslam’ın” başarılı bir örneğini ürettiği... oldukça yaygın bir tevâtür halini almıştı. Artık Türkiye Müslüman dünya için bir model olabilirdi... Bu amaçla yalan endüstrisi de etkin bir şekilde devreye sokulmuştu. “Davulun sesi uzaktan hoş gelir” denmiştir”... Aslında AKP’nin başlıca iki amacı vardı: Ranta el koymak, bu amaçla bütçeyi ve hazineyi yağmalamak ki, bu alanda “müthiş bir performans” ortaya koydukları kesin ve toplumu ve rejimi adım adım İslami bir temel üzerinde yeniden inşa etmek. Bu amaçla da sınırlı laik işleyişi etkisizleştirmek ve demokrasinin sınırlı temelini aşındırmak, Müslüman Kardeşler Örgütü [İhvan-ı Müslimin] modelinde bir Türkiye yaratmak ve Osmanlı İmparatorluğu’nu yeni konjonktürde yeni temeller üzerinde ihya etmek... Tabii gönüllerinde yatan nihai hedef Hilafeti ihya etmektir... Aslında AKP’nin bu tür hezeyanları, “aç tavuğun rüyasında kendini darı ambarında görmesi” kadar abesti. Abes olduğu, önce Arap dünyasındaki kalkışmalar ve ardından da Gezi Parkı Direnişiyle tescillendi. Aslında pre-modern saplantılara ve hezeyanlara sahip bir siyasi kadronun her şeyle ilgileri olabilirdi ama demokrasi ve özgürlüklerle asla...

Eğer durum böyleyse nasıl oluyor da insanlar bu iktidardan demokrasi bekleme aymazlığına saplanıyor? Bu tür yanılgılar demokrasinin ne olduğunun, ne olması gerektiğinin bilinmemesiyle ilgili. İnsanlar siyasi partiler var, seçimler yapılıyor diye Türkiye’de demokrasi olduğunu sanıyor. Oysa tam tersi doğrudur. Verili durumda seçimler demokrasinin gerçekleşmesinin değil, engellenmesinin araçlarıdır. Bu sayede oligarşik yönetim ayakta kalabiliyor, sömürü, yağma ve talanın sürüp gitmesi mümkün hale geliyor, velhasıl rejim “meşruiyet” kazanıyor... Oysa demokrasinin bilinen bir tanımı var: Demokrasi halkın özyönetimi demek, halkın kendi kendini yönettiği, siyasal sürecin öznesi olduğu durum demek. Bizde ve dünyanın başka yerlerinde siyasi partilerin ve seçimlerin varlığı demokrasinin gerçekleşmesi olarak kabul ediliyor. Bu vesileyle daha önce defaten yazdığımı bir daha hatırlatmak iyi bir fikir olabilir. Zira siyasi partiler, seçimler ve seçimler sonucundu oluşan hükümetler demek olan “temsilî demokrasi” bidayette gerçek demokrasinin önünü kesmek üzere peydahlanmıştı.  Böylesi bir manipülasyon sayesinde oligarşinin iktidarı güvence altına alınmış, devamlılığı sağlanmıştı. O gün bu gündür de “garp cephesinde yeni bir şey yok”. Bir şey daha: içinde bulunduğumuz neoliberal gericilik çağında, temsili demokrasi artık külliyen bir sirk oyununa dönüşmüş durumda... Siyasi partiler şirketleşmiş bulunuyor. Elbette devletlerin bile şirketleştiği bir dünyada bu durum şaşırtıcı değildir. Bu yüzden paketin açıklanmasının tam bir satış şovuna dönüştürülmesi de şaşırtıcı değildi... 

Başbakan demokrasiye gönderme yaparken, ısrarla Adnan Menderes’in ve Turgut Özal’ın mirasçısı ve sürdürücüsü olduğunu hatırlatıyor. Bu tür bir manipülasyonla da kendini ve partisini demokratik gelenek içinde göstermek istiyor. Adnan Menderes, Aydın ovasının en büyük toprak ağalarından biriydi. 30 bin dönümlük Çakırbeyli Çiftliği’nin sahibiydi. 1930 yılında kısa, Serbest Cumhuriyet Fırkası [SCF] denemesinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından yurt gezisine çıkıp halkın nabzını bizzat tutmak isteyen Mustafa Kemal, Aydın’a uğradığında, Adnan Menderesle de tanışmış ve onu mebus yapmaya karar vermişti. O tarihten sonra Adnan Menderes 30 yıl boyunca mebus olarak yola devam edecekti. Bu otuz yılın son on yılında da başbakandı.  1945 yılında Meclis gündemine gelen “Çiftçiyi topraklandırma kanunu tasarısına karşı çıktı, üç arkadaşıyla birlikte ünlü “dörtlü Takrir”i verdiler. Partiden ihraç edildiler ve Demokrat Parti’yi [DP] kurdular. 1950 seçimlerinde DP oyların  %57, %67’sini aldığı halde meclisteki sandalyelerin 415’ine veya %83’üne sahipti. Ana muhalefet partisi CHP oyların %39. 45’ini almasına rağmen sadece 69 milletvekili çıkarabilmişti... Oyların %4,76’sını alan bağımsızlar da sadece 2 milletvekili, Millet Partisi de oyların % 3.11’ini aldığı halde sadece 1 milletvekili çıkarabilmişti...  Aslında bu durum bu gün de az çok geçerli. Bu dünyada toprak ağalarının demokrasi aşkıyla yanıp tutuştuğu pek görülmüş bir şey değildir. Menderes iktidara gelir gelmez baskıcı yöntemlere başvurmaya başladı ve giderek baskının dozunu artırdı, tam bir tek adam rejimi kurdu. 1957’den sonra durum daha vahim bir hal aldı. Artık Türkiye’de tipik bir dikta rejimi geçerliydi. İstediği her yasayı çıkarabilecek Meclis çoğunluğuna sahipti. Anayasayı istediği gibi by-pass edebiliyordu. Basın ve üniversite üzerinde akıl almaz bir baskı kurmuştu. Bardağı taşıran son damla herhalde ünlü “ Tahkikat Komisyonu’ydu”. Yasanın ilk maddesi şöyleydi: “TBMM Tahkikat Komisyonu Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu, Askeri Muhakeme Usulü Kanunu, Basın Kanunu ve diğer kanunlarda Cumhuriyet savcısına, sorgu hâkimine, sulh hâkimine ve askeri adli amirlere tanınmış tüm hak ve yetkilerine sahiptir” deniyordu. Velhasıl katıksız bir dikta rejimiydi söz konusu olan... Elbette Adnan Menderes’in asılması yanlıştı ama bu onu demokrasi kahramanı yapmazdı.

Turgut Özal’a gelince, Turgut Özal Dünya Bankası’nın ve IMF’nin adamıydı ve ünlü “24 Ocak Kararlarının” mimarıydı. Amerikancı askeri cunta yönetiminin başbakan yardımcısıydı. Cuntanın işlediği cinayetlerden, idamlardan, işkencelerden, sürgünlerden, velhasıl tüm insanlık suçlarından, anti-demokratik uygulamalardan sorumludur. ABD desteğiyle ANAP’ı kurdu ve ilk seçimlerde başbakan oldu. Daha sonra da “sivil cumhurbaşkanı” sayılıp yere göğe konmayacaktı... 12 Eylül devlet terör rejiminin mimarlarından biri olan Turgut Özal’ın demokrasinin “timsâli“ sayılması, Türkiye’ye özgü bir garâbettir... Başbakan Tayyip Erdoğan’ın demokrasinin timsâli, demokrasi ve özgürlük kahramanı saydığı iki şahsiyet işte böyleydi. Aslında Adnan Menderes bireysel yaşam tarzı itibariyle de “muhafazakâr” olduğunu söyleyen bir partinin pek de örnek alabileceği bir şahsiyet değildi... Eğer durum böyleyse demokrasi kavramıyla uzaktan-yakından ilgisi olmayan bu iki şahsiyet nasıl olup da demokrasinin timsâli sayılabiliyorlar? Bu sonunun cevabını her halde Türkiye’deki siyasi kültürün ‘azgelişmişliğiyle”, tarih bilgisi ve bilinci zaafıyla açıklamak gerekecektir...

O halde demokrasi sorununa nasıl yaklaşmalı?
Demokrasinin vazgeçilmezi olan hak ve özgürlerin nasıl kazanıldığı, kazanılıp-kazanılmadığı, bu bakımdan kritik bir öneme sahiptir. Bir hak ve özgürlük eğer ona ihtiyacı olan insanların, kitlelerin doğrudan iradesinin eseriyse, o haklar ve özgürlükler, artık bir özgürleşme, kurtuluş, velhasıl bir emansipasyon unsurudurlar. Bu da demektir ki, özgürleştirici hak ve özgürlükler kazanılmış haklar ve özgürlüklerdir. Bir de verilen veya izinli diyebileceğimiz haklar ve özgürlükler söz konusudur ki, bu durumda haklar ve özgürlükler egemenler cephesi, mülk sahibi sınıflar veya yönetici politik sınıf tarafından, onlar istedikleri zaman, istedikleri kadar ve istedikleri şekilde “bahşedilirler”... Doğası gereği, verilen-izinli hakların bir özgürleşme, bir emansipasyon unsuru sayılmaları mümkün değildir. İşte bizdeki ve başka yerlerdeki demokrasi zaafı geçerli “demokrasi pratiğinin” verilen-izinli haklar ve özgürlüklere dayanmasından kaynaklanıyor. Elbette kazanılan ve verilen-izinli haklar özgürlükler ayrımı her zaman bu kadar net olmayabilir. Kitle eylemi ve zorlaması belirli oranlarda egemenler cephesini taviz vermeye zorlasa da bu söylediğim durumda fazla değişiklik yapmaz.  Kitleler eğer kendi kaderlerini kendileri tayın etmek üzere sahneye çıkıyor ve kararlı bir dayatmayla bir takım haklar ve özgürlükler elde ediyorlarsa, orada özgürleştirici, kurtuluşun yolunu açan ve realize eden [emansipatris] bir durum söz konusu demektir.

Bu bakımdan Türkiye’deki reel demokrasi pratiğinin gerçek demokrasiyle bir ilgisi yoktu. Tüm kritik tarihsel anlarda ve kavşaklarda kitleler sürecin dışında kaldılar. Dolayısıyla verilen-izinli hakların ve özgürlüklerin içi boştu. Bizdeki demokrasi pratiği, mülk sahibi egemen sınıfların, bundan sonra nasıl yöneteceğiz sorusuyla ilgiliydi. Mesela Cumhuriyetin kuruluşunda halk kitlelerinin bir dahli olmamıştı, mesela ilk İş Kanunu’nun çıkmasında işçilerin iradesi sürece dahil olmamıştı. Seçme ve seçilme hakkı kitlelerin bir kazanımı değildi. Zamanı geldiğinde ve gerekli görüldüğünde demokrasi ve özgürlük düşmanı cephe tarafından ihsan edilmişti. Dolayısıyla verilmiş-izinli haklar kategorisine dahildi... Kadınlar seçme ve seçilme hakkı için elbette mücadele ettiler ama bu o hakkın verilmiş-izinli hak olduğu gerçeğini değiştirmezdi. Aynı şey çok partili sisteme geçiş için de söz konusuydu. Bu durum temsili demokraside mündemiç zaafla birleştiğinde, bizdeki demokrasi pratiği de tam bir aldatma, oyalama operasyonu niteliği kazandı. İçi boş, iğdiş haklar ve özgürlükler söz konusu olunca, reel olarak ve son tahlilde bir polis devleti ve/veya örtülü asker-polis diktatörlüğü olan, demokrasiymiş gibi sunulabildi. Verilmiş-izinli haklar temelinde yol alan süreç insanlarda yurttaş bilincinin gelişmesini de engelledi. Topluma misafir-mülteci- sığıntı bilincinin ortalaması tuhaf bir “bilinç”, anlayış ve davranış kalıbı hakim oldu. İşte bu tür bilinç de egemenler cephesinin işini kolaylaştırdı, manipülasyon yapmalarını kolaylaştırdı...

Bir önemli husus da demokrasisinin sosyal eşitliği varsaymasıdır. Zira sosyal eşitlik olmadan demokrasi mümkün değildir. Şimdilerde demokratik denilen ve başkalarına da örnek gösterilen rejimler aslında oligarşik rejimlerdir ve oligarşinin iktidar olduğu yerde demokrasiden söz etmek abestir... Başka türlü söylersek, kapitalizm demokrasiyle bağdaşmaz. Onun son dönemdeki versiyon olan neoliberalizm ise demokrasinin açıkça inkârıdır... Kapitalizm demokrasiyle bağdaşmaz zira her ileri aşamada toplumsal eşitsizlikleri derinleştirmeye, azdırmaya mahkûmdur. Toplumsal eşitsizliklerin sürekli derinleştiği bir ortamda hâlâ demokrasiden söz edilebilir mi? Dolayısıyla kapitalizmi sorun etmeyenin ağzına demokrasi yakışmaz... Geçerli olan bir “oy sandığı demokrasisidir” ve gerçek demokrasiyle uzaktan-yakından bir ilgisi yoktur.

İnsanlar kitap yazdığı için hapiste, öğrenciler bir hak ve özgürlük talebinde bulunduğu için hapiste, on binlerce oy alarak milletvekili seçilen milletvekilleri hapiste, gazeteciler hapiste, avukatlar, yazarlar hapiste... Artık basın özgürlüğünün esamisi bile okunmuyor... Öyle bir terörle mücadele kanunu yürürlükte ki, istendiğinde o kanuna dayanarak herkesi kodese tıkmak gayet mümkün... İşte %10 seçim barajı 31 yıldır yerli yerinde duruyor. Seçim ve siyasi partiler kanunları 12 Eylül’den beri yürürlükte ve her iktidar kendi ihtiyacına göre değiştirmeye devam ediyor... YÖK tam bir karabasan gibi akademinin tepesine çöreklenmeye devam ediyor... Ve Tayyip Erdoğan paketinde bunlara dair tek kelime yok ve ona “demokrasi paketi” diyorlar...

Uzun lâfın kısası artık tartışma zeminini değiştirme zamanı gelmiş olmalıdır... Aksi halde içi boş daha nice yeni paketleri bekleme aymazlığından kurtulmak mümkün olmayacak...