27 Kasım 2013 Çarşamba

Yeni Anayasa...



 Dr.İsmet Turanlı
Yeni anayasa yapamayanları halk cezalandırmalıdır.
Halkın sağ duyusuna inanmayanlar eninde sonunda kaybederler. Platon (Eflaton)’ da eski Yunan da diyor ki: Halkın sağ duyusu vardır, eğitimli olmasa bile. Onun kararına saygı duyulmalı. Biliyorsunuz CHP liler her kaybettikleri seçimin ardından halkın mantık hatası yaptığını, cahil olduğunu, yahut ta dindar oldukları için dini siyasete alet edenleri desteklemek hatası işlediklerini iddia ederler. Halbu ki halkın sağ duyusunua hitap edemediklerinin farkında değiller. Kendi hatalarını kabulleneceklerine halkı suçlarlar ve bu tavırları ile de Atatürk’e de sarılsalar hiç bir seçimi kazanamayacaklardır. Geriye dönüp baktığımız da Ecevitin bir ara halkın isteklerini dikkate alarak % 41 lik bir zafer kazandığını hiç analiz etmiyorlar. Yahutta 2002 seçimlerinde halkın dört partiyide nasıl meclisten kovduğunu ciddiye almıyorlar. İktidarın doğru yahut yanlış her icraatını karalamaya kalkarlarsa halkın sağ duyusuna hitap etmedikleri için karşı tarafın destekçilerinden oy koparamazlar. Kılıçdaroğlu yahut Bahçeli Erdoğana ‘’Sen katilsin, vatan hainisin, yalancısın’’dedikleri müddetçe Ak parti ye oy verenlerden taraftar kazanmaları mümkün olamaz. Bilakis onların Ak parti taraftarlığını dahada solider hale sokarlar.
Ayni hatayı köşe yazarları ve önde gelen siyasiler yapmaktalar. Mesela Cumhuriyet gazetesi yazarları, yahut Sözcü gazetesi yazarları her icratı karalamakla yanlız kendi kredilerini harcamakla kalmayıp vatandaşı karamsarlığa soktuklarını, sorumluluğunu idrak etmediklerini anlamakta zorluk çekmekteyim. Ayni hatayı Erdoğanın her icraatını doğru göstermeğe çalışan kalemler acaba yarın yapılan hataların neticeleri ortaya çıktığında hiç utanma duygusu duymayacaklar mı? Mesela bugün bir köşe yazarı diyor ki Erdoğanın dayatmacı olduğuna dair bir misal verebilirmisiniz. Ona saldıranlar demokrat olmayanlar, Kemalist , veseyatçi siyasetin esiri olanlardır. El insaf! Düne adar Erdoğanın reform çabalarını gönülden destekleyen bir Hasan Cemal, bir Mehmet Altan, bir Ahmet Altan Kemalist, veseyatçi kimseler mi idi? Gazetelerdeki köşelerinden olan, hatta hapisanede yatan meslektaşlarını bu denli hakarete maruz bırakmaları, Ahmet Kayahadisesinde olduğu gibi ben yoktummu diyecekler.Bırakın o tek taraflı düşünmeyen yazarları politikacılardan şu günlerde vicdanının sesine uyupta beyanatta bulunan Bülent Arınça Erdoğanın yaptıklarını nasıl içinize sindiriyorsunuz. Ayni muameleyi Dengir Fıratiçinde, şimdide İrfan Bal’a da yaptığını, dayatmacı tavrını BDP lilere haksız muamele yaparak onları Zerdüştlükle, onları teröristlikle suçlamamış mı idi?..
Gençliğimde en çok okuduğum gazete Vatan gazetesi idi. Ahmet Emin Yalmanın yazılarını eğriye eğri, doğruya doğru manşeti altında yayınladığı için Atatürk’ünde ‘Mendersi’nde şimdi ayni tarzda Erdoğanın yaptığı muameleyi külliyen kınıyorum. Benim kanaatıme göre legaliteden çok ETİK davrananlar haklıdır. Çünkü onlar konjonktüre bakmazlar, ikbale ehemmiyet vermezler, iktidarı omnipotent görenler ETİKten yana olamazlar.
Almanya’nın kuzeyinde İnsel Sylt diye bir ada vardır. Orada son seçimlerde halk partilerin korruptionlarından bıktıkları için 12 kişilik il meclisine üç partiden birer, 9 da serbest adaylardan seçtiler. Yeni idare eski idarenin yapmış olduğu bütün anlaşmaları iptal ettiler. Keşki bizdede halk 2002 de olduğu gibi mecliste mevcut olan partileri cezalandırsa, meclisten kovsa bağımsız adayları meclise gönderse. % 50 nisbetindede kadın adayları seçseler. O zaman Türkiye çağ atlamış olur.
Dersane mevzuun dada benim iki anım var. Bir kaç sene önce, dayızademin anlattığına göre kendisi ortaokulda matematikten nefret ederken ve ikmale kalırken, benim ona tatilde kendisine matematiği nasıl sevdirdiğimi, ondan sonra pek iyi aldığını anlattı. Ayni başarıyıda fransızca hocamın kız kardeşine, ricası üzre matematik dersi vermiştim. Oda hem ikmale kalmamış, hemde ondan sonra hep pek iyi aldığını söylemişti. Şayet resmi okullarda hocalar kifayetsizse onu problem yapmalı. Dersanelerin ticari kazanç müessesi olmasına bende karşıyım. Orta okulda iken fransızca dersine cimnastik hocası gelirdi, pek faydalı olamazdı. Komşumuz olan fransızca hocasından ben haftada iki gün ders almıştım ve fransız dili gramerini öylece kavramıştım. Londra da üç ayrı lisan okuluna devam ettim. Onlardan sadece birindeki hocadan ne öğrendi isem o oldu. Demek ki problem dersanelerde değil, resmi okullardaki hocalarda. Onların iyi yetişmesi gerekiyor.
Erdoğanın tütünü yasaklamasının en mühim icraatlarından biri olmuştur. Hiç kimse ondan bahsetmiyor. Demiryollarındaki icraatındanda. Fakat İstanbul kanal projesi ilim adamlarınca yanlış bir projedir. Onun yerine alternatif proje karadenizden Marmaraya pipeline döşenmesidir. Hem ucuz, hem çabuk, zararsız olur. Bizim muhalefet hakaretten vaz geçip alternatif öneriler getirseler seçimide kazanırlar, vatandaşıda lüzumsuz yere karamsarlığa sokmazlar. Halk onları bir daha meclise sokmamalı. Anayasayı beceremeyenlerin yeniden meclise girme hakları yoktur.
Çözüm sürecinde de başarı elde edilirse Costa Rica da olduğu gibi orduyu lağvedip sağlığa ve eğitime gereken yatırımlar yapılırsa Türkiye çağ atlamış olur. İnsanlar mutluluğa kavuşur.
Antalya,  27.11.13 

20 Kasım 2013 Çarşamba

OLMADI ŞİVAN PERWER OLMADI!..








habiptaskin@gmail.com

   Halkın ve halkların sanatçısı, yazarı, çizeri olmak öyle kolay değildir. Geri kalmış, yarı feodal ve diğer sistemler içinde sorunları dile getirmek yürek ister, gerekirse bedel ödemek ister. Her ülkenin geçmişinde halkı, halkları için sürgüne giden, işkence tezgâhına çekilen, kurşunlanan, başı taşla ezilen sanatçıları, yazarları, çizerleri vardır.

   Türkiye tarihinde bu gibi olaylar olmuştur. Bu olayların özüne indiğinizde her iktidar ve koalisyon hükümetleri döneminde ‘derin devleti’ işbaşı yapmıştır. Failleri belli olduğu halde faili meçhul cinayet demek halkı kandırmaya, olayı saptırmaya yönelik bir harekettir.
   Burada sorun şudur! Hangi ülkenin sanatçısı, yazarı, çizeri olursa olsun, haksızlıklara, yolsuzluklara, cinayetlere, katliamlara karşı müziğiyle, yazısıyla, karikatürüyle, tiyatrosuyla ve olanaklarıyla tepki gösteriyorsa, dimdik ayakta duruyorsa, gerektiğinde bedel ödüyorsa o kişi halkın ve halkların düşüncesinde, yüreğinde yer eder.

   Sizlere 1977-1980 dönemindeki Cem Karaca’dan söz etmek istiyorum! Cem Karaca’nın müzikte yapmış olduğu yapıtları o dönem her devrimci, sosyalist, aydın, halkçı olan insanlar dinledi ve onunla bütünleşti.

   12 Eylül 1980 askeri darbesi döneminde Cem Karaca zorunlu olarak mültecilik yollarına düşer ve yolu Almanya’dır.  8 yıl orada kalır. Yurda dönmek için 1985 yılında arkadaşı Mehmet Barı aracılığıyla o dönemin Başbakanı Turgut Özal’la görüşerek ‘Münih’ ülkeye dönmek istediğini bildirdi. Özal’dan olumlu yanıt aldı. Vatandaşlıktan çıkartılan Cem Karaca koşulların oluşmasıyla 29 Haziran 1987 yılında Türkiye’ye geri döndü.

   Cem Karaca’nın yurda dönmeyerek Türkiye’deki Amerikancı askeri darbeyi ve onun uzantısı olan sivil hükümeti protesto etmeliydi ama etmedi. Turgut Özal döneminde cezaevlerinde, karakollarda işkence yoğundu. İdam edilen devrimcileri de unutmamak gerekir.

   Cem Karaca Fetullah Gülen ile yakınlaşması, bir yandan devrimcilere göz kırpmasını da göz önüne alırsak, Cem Karaca’nın devrimciler tarafından sahiplenmemesinin nedenlerindendir.
   Nazım Hikmet, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Musa Anter, Sabahattin Ali ve diğer sanatçılarımız halklar düzeyinde sahiplenme oluyorsa bunun nedeni,  dik duruşlarıdır.

   Şivan Perwer bir Kürt sanatçısıdır. Halkı için yıllardır beste yapıp, türkülerini söylemiştir. Yıllarca ülkesinden ayrı sürgün hayatı yaşamıştır. Gelinen noktada AKP’nin davetlisi olarak ve bu şova dönüştürülerek, Diyarbakır'da hafta sonu 300 çiftin dünya evine gireceği törende, İbrahim Tatlıses ile Şivan Perwer düet yapacak.
   İbrahim Tatlıses düzenin insanı her yöne dönen bir insan ve Türk ya da Kürt halkının sorunlarıyla ilgilenmediği gibi Şivan Perwer’le AKP gözetiminde düet yapması geçmişte yaşanılan olayların üstüne tuzu, biberi olmaktan öteye gitmemektedir.
   AKP’nin Kürt sorununu çözme diye bir derdi yoktur. Sadece suni gündemlerle geciktirme, oyalama taktiğine giderken, Kürt halkını tarikatlar bünyesinde eritme hesabı yatmaktadır.
   Şivan Perwer Kürt halkının ve diğer halkların gönlünde kalıcı olmak istiyorsa bu oyuna gelmemelidir. Dönen dolap ortadadır. Kürt halkının ve diğer halkların çektikleri acıları yok sayamayız. 

19 Kasım 2013 Salı

Amed, asla unutmaz!



Şeyhmus Diken

Sahi Ahmet Kaya ne için ölmüştü ki! Eğer Şivan Perver’le, İbrahim Tatlıses’le Kürdi siyaset yapma becerisini gösterebiliyor idiyseniz, Ahmet Kaya’nın ölümüne neden sebep oldunuz!

Kürt halkının kimliği ile müsemma şehirler içinde, hiçbiri, bütün tarih boyunca Dîyarbekir / Amed şehri kadar ağır yük altında değildir, kalmamıştır. Bütün yüküne / yükümlülüğüne rağmen bana mısın dememiş, erinmemiş şehirdir kadim Amida.

İşte yine üzerindeki yeni bir işyükünün arifesinde…

Siz bu yazıyı okuduğunuzda Güney Fransa’nın Toulon Edebiyat Festivalinde olacağım. Diyarbekir’in ağır konuklarının kentteki icraatlarının yansıyışının izlenimlerini yazmamı isteyen medya kuruluşlarına, maalesef bir şeyler yazamıyorum. Hoş yazmasam da üç aşağı beş yukarı yaşanacakları tahmin etmem sürpriz sayılmamalı.

1870’lerden bu yana Irak Kürdistan’ındaki siyasal, sosyal mücadelenin bayraktarlığını yürüten Barzani ailesinin şu an lideri olan şahsiyeti “Kak Mesut Barzani” dünya yüzündeki bütün Kürtlerin kalbi, kâbesi olan Amed’e, Diyarbekir’e geliyor. Hem de çözüm, barış, birlikte yaşama süreci diyen, ama atması muhtemel adımları atmakta hayli pasif davranan bir muhafazakâr muktedirin devlet konuğu olarak.
Üstelik yanına bir zamanların çok popüler sanatçısı Şivan Perver’i de alarak geliyor.

Ankara merkezli siyasetin dara düştükçe tutunduğu iştir Diyarbekir’e gelip, Diyarbekir ve Kürt halkı üzerinden sisteme dair kelam etmek. Süleyman Demirel, Erdal İnönü, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve defalarca Recep Tayyip Erdoğan’dan paketler, sözler ve daha neler!
Ama ne tuhaf durumdur ki; Kürt Meselesinin siyasal çözümü, ya da çözümsüzlüğü hâla olanca hantallığı ile orta yerde duruyor. Sanki siyaset zamana yayarak ölmeye yatırmaya çalışıyor meseleyi. Eğer niyet bu olmasaydı, çözüm üretmek niyetiyle Kürtlerin siyasal kâbesine gelen bir muktedir, Kürdün siyasal muhataplarıyla diyalog kurmanın hesabını, kitabını yapardı.

Sayın Mesut Barzani’yi yerel genel seçimler arifesinde bir dizi açılış ve düğün dernek programına tanıklık etsin diye Amed’e davet etmek anlaşılır bir iştir. Kak Mesut’un davete icabet etmesi de anlaşılır bir hâldir. Ama bu ikili ilişkinin gerçek manada anlaşılır olabilmesinin yolu Kürt özgürlük mücadelesinin siyasal aktörlerinin de bu diyalog mekanizmasına dahli ile mümkün olabilirdi. Aslında açık konuşmak gerekirse bu müdahilliğin pratik altyapısı da bizzat muktedirce tahrip edilmişti zaten. Seçimler öncesi açılışların gerekçelendirilmesi ve siyaseten Suriye Kürdistanı üzerinden sert kamplaşmaların yaşanması orta yerde duruyorken, Sayın Barzani’nin daveti başlıbaşına muhatapla ilişkinin önünde engel olarak duruyor(du).

Bu saatten sonra Diyarbekir’de ne konuşulursa konuşulsun, hangi söylenmemiş sözler söylenirse söylensin ve hangi vaatlerde bulunulursa bulunulsun, Kürt siyasal iradesi tarafından zerre kadar kıymeti harbiyesi olmaz. Kürdün siyasal temsiliyeti ciddiye ve dikkate alınmaz ise, Kürt Halkı da böylesine bir verili duruma itibar etmez, bu böyle biline. Çünkü Kürt Meselesinin Demokratik Siyasal Çözüm Meselesi gündelik siyasete kurban edilemeyecek kadar mühim ve manidar bir mesele.
İktidar, sanatçı kimliğiyle belki söyleyecek şarkısı olabilen, ama siyaseten Kürdün nazarında artık etkisiz ve silik kalan figürlerle itibar kazanamaz.

Başbakan’ın, Kak Mesut’un Şivanlı İbolu Kürtçe dozu muhtemelen hayli yüksek konserli muhabbeti Diyarbekir’de terennüm edildiğinde ben çok uzaklarda Fransa’nın Toulon şehrinde konuşuyor olacağım. Konuşuyor olacak ve diyeceğim ki; Bugün 16 Kasım 2013. Ahmet Kaya’nın tam 13 yıl önce bir Kürtçe parça okuyacağım dediği için linç yaşatıldığı ve soluğu Paris’te alıp oradan öte yakaya göçtüğü günün yıldönümünde Fransız okurlara sesleniyor olacağım.

Sahi Ahmet Kaya ne için ölmüştü ki! Eğer Şivan Perver’le, İbrahim Tatlıses’le Kürdi siyaset yapma becerisini gösterebiliyor idiyseniz, Ahmet Kaya’nın ölümüne neden sebep oldunuz! 
----------



18 Kasım 2013 Pazartesi

Neden zenginlerin yoksullara ihtiyacı vardır?


      
     
Fikret Başkaya

“ Yoksullara yiyecek verdiğimde bana

ermiş diyorlar. Yoksullar neden yoksul

diye sorduğumda da, komünist

olduğumu  söylüyolar”.

Dom Helder Camara

Her 6 saniyede 1, her dakikada 10, her saatte 600, her gün 14 400  ve her yıl 5 milyon çocuk açlıktan ölüyor. Neden? Dünya nüfusunun %2’si dünya zenginliğinin %55’ine el koyduğu için. Başka türlü ifade edersek, dünya nüfusunun %98’i dünya zenginliğinin  45’ni alıyor da ondan... Dünya nüfusunun binde beşini oluşturan en zengin 24 milyon, 545 bin 900 zengin, dünya zenginliğinin %36’sına al koyuyor. Ve süper zengin 1000 yetişkin kişi, dünya nüfusunun %92’sinden 10 bin kat daha zengin... Tabii bunca zenginliğe el koymakla iş bitmiyor, bir de onun genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesi gerekiyor. Kapitalizmin mantığının bir gereği olarak. Mârifet üretmek değil yeniden üretmekle, sahip olmak değil, daha çoğuna sahip olmakla ilgili. En zengin 100 kişinin servetlerini son bir yılda 200 milyar dolar arttırdıkları söyleniyor. 2016 yılına kadar milyonerlerin ve milyarderlerin sayısının %37 artacağı da tahmin ediliyor! Fakat iyi haberler de var: söylendiğine göre 2015 yılında günde 1.25 dolardan az gelirle “yaşayan“ aşırı yoksulların sayısı 1 milyara inecekmiş... Asıl iyi haber de, Allah’ın izniyle, 2030 yılında “aşırı yoksulluğun” kökü kazınacakmış...

Bir kısım aklı evvel çıkıp bir yoksulluk sınırı çiziyor. Hızını alamayıp bir de aşırı yoksulluk [extreme poverty] sınırı çiziyor. İşte günde 1.25 doların altında geliri olanlar aşırı yoksulluk sınırının altında olanlar. Gerçi o sınırın üstünde olanlar, mesela günde 2,  2,5 dolarla yaşayanlar da yoksul sayılıyor ama onların durumu o kadar da kötü sayılmıyor ... Öncelik aşırı yoksullara veriliyor. Aceleye gerek yok, sıra öteki yoksullara da gelecektir elbette... “Sabrın sonu selâmettir” denmiştir.  Bir kere böyle sınırlar çizildiğinde ve yoksulluk şu kadar dolara indirgendiğinde, artık rakamlarla kedinin fareyle oynadığı gibi oynamak mümkündür... Daha doğrusu yoksullarla alay etmek mümkün hale geliyor. Tabii yoksukluk tanımı ve sınırı herkes için aynı anlama gelmiyor. Söz konusu tanım ve sınır, yeryüzünün lânetlileri” cephesi için geçerli sadece... Zira hiç bir emperyalist ülkede [Batı dünyasında densin], yoksulluk söz konusu olduğunda kimsenin aklına 1, 25 veya 2,50 dolar sınırı gelmiyor. Oralarda günde 10 dolar gelir bile “aşırı yoksulluk” sınırının altında sayılıyor...

Söylem ve gerçek veya ikiyüzlülük

Bir zamanlar kalkınmadan söz edilirdi. Ne oldu da onun yerini önce yoksullukla mücadele, şimdilerde de “aşırı yoksullukla mücadele” aldı? Gerçek anlamda kalkınma, kollektif bir toplumsal projedir ve yaşamı bir bütün olarak, tüm veçheleri itibariyle kavrar/kapsar. Sorunu sadece karın doyurmaya indirgemez. İnsanı bir besi hayvanı olarak görmez. Kalkınmadan söz edildiğinde, her bir insan için beslenme, barınma [konut], eğitim, sağlık, kültür, sosyal güvenlik, sağlıklı bir doğal çevrede yaşama, politik sürece katılma, kamusal alanda etkin olma... bir hak sayılır ve karşılanması toplumun/kamunun/devletin görevidir. 1980’li yılların başından itibaren, neoliberal ekonomik ve sosyal politikaların dayatılmasıyla, kalkınmacılığın yerini istikrar programları aldı. Emekçi sınıflara, toplumun mütevâzı kesimlerine savaş ilan edildi. Tam da emekçi sınıflara savaş ilan edildiği bir dönemde, Birleşmiş Milletler Örgütü Genel Kurulu 4 Aralık 1986 tarihli oturumunda “ Kalkınmanın herkes için bir hak” olduğunu ilan etti. Neoliberal küreselleşmenin pupa-yelken yol aldığı bir dönemde, kalkınmanın bir insan hakkı sayılması ne demeye geliyordu? İnsanların kaderinin, IMF’nin, Dünya Bankası’nın, Dünya Ticaret Örgütü’nün insafına terkedildiği koşullarda bu bir çelişki değil miydi? Aslında sadece çelişki değildi, tam bir ikiyüzlülüktü de. Hem insanların kaderini piyasaya ihale edeceksiniz ve hem de kalkınmadan, haktan, hukuktan, adaletten söz edeceksiniz, bu mümkün değildir. Şimdilerde “piyasa ekonomisi” denilen kapitalizm, eşitsizlik üretmeden, eşitsizliği derinleştirmeden yol alamaz ve aşırı eşitsizlik öldürüyor. Toplumsal eşitsizliklerin insan hafsalasına sığmaz bir şekilde derinleşmeye devam ettiği bir dünyada, BM’nin son 13 yıldır ülkelerin “insânî gelişmişliğine” dair gösterge tabloları yayınlaması ne anlama geliyor? Neyin hizmetinde? Bu ikiyüzlülük burjuva uygarlığının kendini ele vermesi değil mi? Fakat bunu hep yapıyorlar. II. Emperyalistler arası savaşın hemen sonunda savaşı lânetleyen bir barış hakkı antlaşması imzalanmıştı[1945]. Daha iki ay geçmeden ABD Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombaları yağdırmıştı... Kapitalizmin, emperyalizmin geçerli olduğu bir dünya’da barış bir haktır demenin savaşı lânetleminin bir kıymet-i harbiyesi olur muydu?

Aynı şekilde “İnsan Hakları Everensel Beyannamesi’nin ilânından [1948] bu yana tam 65 yıl geçti. O beyannamede mesela “sosyal güvenlik hakkından” söz ediliyordu [madde 21], “çalışma hakkından” söz ediliyordu [madde 22], eğitim hakkından söz ediliyordu [madde 26]. Bu gün bu üç alandaki manzara nedir? Her şeyin metalaştığı, paralılaştığı, özelleştirildiği bir dünyada hâlâ sosyal güvenlikten söz etmek ikiyüzlülük değil midir? Eğer gerçekten eğitim bir hak olsaydı, özelleştirilir, bir kâr ve kazanç unsuru, bir sömürü konusu yapılır mıydı? Çalışma gerçekten bir hak olsaydı, bunca işsiz, işsizlik ve yoksul olur muydu? Bunlar özel mülkiyetin ve rekabetin kutsandığı bir dünyada sadece bir söylem olarak varolabiliyor. Aslında balık baştan kokmuştu. Fransız Devrimi’nin “İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi”nde sözü edilen özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkeleri, rejim burjuvalaşıp, iktidar burjuvazi tarafından gasbedilince, taşların yerli yerine oturmasıyla, eşitliğin ve kardeşliğin yerini “ mülkiyet ve güvenlik” aldı ve bildirgenin içi boşaldı. Artık “yurttaş hakkı” mevzubahis bile değildi, ancak soyut insan hakkından söz edilebilirdi ve öyle oldu.  Marx,  Yahudi Sorunu adlı ünlü eserinde bu duruma açıklık getirmiş ve şöyle demişti: “ Her şeyden önce kaydedelim ki, yurttaş hakkından ayrı insan hakları, ancak burjuva topluluğunun üyelerinin hakları olabilir. Başka türlü söylersek, insandan ve toplumdan soyutlanmış egoist insanın hakkı olabalir”.

Yoksul zenginin velînîmeti...

O halde sadede gelebiliriz: Yer yüzünün efendileri hep yoksullukla mücadeleden söz ediyor ve yoksulluk sürekli artıyor? Dünyanın neresinde olursa olsun, politikacıların ağzından hiç düşmeyen söz, işşizlikle, yoksullukla mücadele. Zaman zaman “acaba bu adamlar söylediklerine gerçekten inanıyorlar mı?” dediğim oluyor. Elbette inansalardı, samimi olsalardı da değişen  bir şey olmazdı. Eğer geçerli sistem kapitalizm ise ve kapitalizm de eşitsizlikleri büyütmeden var olamıyorsa, üstelik her ileri aşamada toplumsal eşitsizlikler derinleşmek zorundaysa, kaşarlanmış politikacıların, onların hizmetindeki “uzmanların” ve sözde “bilim insanlarının” kuruntularının bir kıymet-i harbiyesi olur muydu? Kapitalizm ücretli emek sömürüsüne dayanır, ve ücret de en önemli  maliyet unsurudur. İkincisi, kapitalizm rekabete dayalı bir işleyişe sahiptir ve rekabet, her kapitalisti maliyetleri sürekli olarak düşürmeye zorlar. Kapitalist için artı - değer oranını ve kütlesini [kârı] büyütmenin en kesirme yolu ücretleri düşürmekten geçer. Üçüncüsü, her ileri aşamada mülksüzleşme büyür ve dördüncüsü kapitalizm teknikçi bir sistemdir, her teknik gelişme çalışan sayısını azaltır. Bütün bunların sonucunda işssizlik ve yoksulluk artar ve artmak zorundadır. Eğer durum böyleyse, demek ki, işssizlikle, yoksullukla mücadele söylemi, işssizleri, yoksulları aldatmaya yarıyor... Gerçek dünyada reel bir karşılığı yok. Hem o hem öteki olmaz. Ya kapitalizm varolur işssizlik ve yoksulluk derinleşmeye devam eder, ya da kapitalizmin yerini insanı esas alan, doğaya saygılı bir başka sistem [ sosyalizm, komünizm] alır o zaman işşsizlik ve yoksulluk gibi kavramlar da sözlüklerden düşer. Ve bu ikisi arasında bir “orta yol” mümkün değildir. Zira kapitalizm reforme edilebilir, ameliyatla “iyileştirilebilir’ bir sistem değildir. İşşiz sayısının artması demek çalışanlar üzerindeki baskının artması demektir, dolayısıyla çalışanların düşük ücretlerle çalışmaya razı olmaları, gelir dağılımının kapitalist sınıf lehine bozulması, mutlak ve göreli yoksulluğun artması demektir.
“Yoksulluk sosyolojisi”nin babası sayılan Georg Simmel, bu alandaki kafa karışıklığına şöyle bir açıklama geteriyor: Ona göre yoksullukla mücadelenin birincil veya asıl amacı yoksullara yardım etmek değildir. Başka türlü söylersek, yoksullukla mücadele asla yoksullara yardım amacıyla örgütlenmiyor, başka hedefleri var. Toplumun periferisindeki yoksullar için yardım gerekli görülüyor, zira yoksulluğun belirli bir çizginin altına inmesi toplum için risklidir. Tam dışlanmışlık, üstesinden gelinmesi kolay olmayan sorunlar yaratma riski taşıyor. Sosyal ayrışmanın kimi sonuçlarının “yumuşatılması” için yoksullara yardım ediliyor. Ve buna yoksullakla mücadele deniyor... [Tabii kimin malını kime veriyorsunuz sorusu ister istemez akla gelir. Biri çaldığının bir kısmını ihtiyaç sahibine verdiğinde sonuçta  kendine ait olmayan ama gasbettiğinin bir kısmını vermiş olur. Zengin yoksula yardım ettiğinde de aslında başkalarından çaldığının çok küçük bir kısmandan vazgeçiyor ama bu sanki matah bir şeymiş gibi sunulabiliyor]. Yoksulları bir şekilde toplum dahilinde tutmanın yolu, onlara yardım etmekten geçiyor. Yoksullar sömürü düzeni için işlevsel: Birincisi,  zenginler yoksullara yardım ederek, sosyal olarak gerekli olduklarını, vazgeçilmez olduklarını, meşruluklarını kanıtlama imkânına kavuşuyorlar. Böylece prestijleri artıyor. Aslında söz konusu olan vicdanı rahatlatma operasyonu gibi görünüyor ama işin aslı pek öyle değil. Hayır için verilen ekseri vergiden düşüldüğü için, aslında zenginin cebinden bir şey çıkmıyor. Aslında verilmeyen bir şey verilmiş gibi gösteriliyor... Orada söz konusu olan eni-sonu bir muhasebe operasyonu, daha fazlası değil. Eğer öyleyse sorun “vicdanları rahatlatmakla değil, sahtekârlık ve ikiyüzlülükle ilgili demektir. Bu durumun üzerine gidilmemesi, sorun edilmemesi, yok sayılması mânidar değil mi?  İkincisi, yoksulların varlığı demek, ellerininin altına her zaman çok ucuza kullanabilecekleri bir iş gücü rezervinin varlığı demektir. Uzun lâfın kısası zenginlerin yoksullara ve yoksulluğa ihtiyacı var... O halde yoksullukla gerçek anlamda mücadele veya yoksulluğun yok edilmesi, eşitlikçi ilişkilerin hâkim kılındığı durumda mümkündür...

Dünyanın şu andaki manzarasına bakın ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır. Bir taraftan fanatik bir şekilde, tam bir fütursuzluk ve küstahlıkla yoksullaştırıcı, dışlayıcı neoliberal ekonomik ve sosyal politikalar dayatılıyor; öte yandan da yoksullukla, işsizlikle mücadeleden söz ediliyor! Çalışma yaşamında işçiler, çalışanlar lehine ne kadar düzenleme varsa ortadan kaldırılıyor, çalışma yaşamına “iğretilik” dayatılıyor, her türlü korumaya son veriliyor, sosyal güvenlik sistemi tırpanlanıyor, [Dünya Bankası, sosyal güvenliğe karşı değil ama herkes kendi sosyal güvenliğinden sorumlu olmak kaydıyla] eğitim, sağlık, sosyal güvenlik özelleştiriliyor, kamu hizmetleri budanıyor, velhasıl her ileri aşamada toplumsal eşitsizliği ve yoksulluğu azdırıcı şeyler yapılıyor, bu arada bir de yoksullukla mücadeleden söz ediliyor. Oysa, yoksulluk son tahlilde bir sonuçtur, toplumum eşitsizlik temeli üzerinde yol alıyor olmasının bir sonucudur. Sadece yoksullukla mücedele perspektifine kilitlenmek, bir şeyi olmadığı yerde aramak, asıl sorunu yok saymak demektir.
Velhasıl, toplumsal eşitsizlik, o eşitsizliği yaratan ve derinleştiren kapitalizm, onun şimdilerdeki versiyonu olan neoliberalizm sorun edilmediği sürece, işlerin sarpa sarması kaçınılmazdır. O halde  bireysel sivil haklar söyleminin ötesine geçilmediği, ekonomik, sosyal, velhasıl kollektif haklar sorun edilmediği sürece, yoksulluk ve sefalet de derinleşmeye devam edecektir... Tabii her seferinde “yardımsever” ihtiyacı da artacaktır. Milyonlarca, milyarlarca insanın kaderi hayırsever [ philantrope] zenginlere ve yegane amaçları ve varlık nedenleri toplumu adlatmak, oyalamak, depolitize etmek  olan şu ünlü STK’lara [NGO’s] ihale edilmeye devam edilecektir... Tabii bu arada “demokratikleşmeden”  ve insan haklarından, “insânî kalkınmadan” da çok söz edilecektir... İnsan hakları mı dediniz: Ücret artışı ve fizikî-sosyal güvence talep eden işçilere, daha iyi bir eğitim isteyen öğrencilere, canlı doğanın yağmalanmasına, yok edilmesine itiraz eden aktivistlere, insana yakışır, yaşanabilir bir dünya için mücadele eden muhaliflere polisin, jandarmanın, savcı ve hakimlerin neyi reva gördügüne bak anlarsın denecektir... Artık içinde bulunduğumuz dönem, tartışma zeminini değiştirmeyi ve radikal olmayı gerektiriyor.  Marx,“ radikal olmak demek, sorunları kökeninde ele almaktır ve insan için o köken bizzat insanın kendisidir” demişti...



11 Kasım 2013 Pazartesi

M. Müfit’in karalama kampanyası...



Cemil Gündoğan

Cemil­_gundogan@yahoo.se

Merhabalar,
Okuduysanız hatırlarsınız, M. Müfit adlı eski bir Kawacı, newroz.com sitesinde geçen Haziran ayında yayımladığı iki yazı ile şahsımı karalamaya çalışmıştı. Söz konusu yazıların ana iddiası, 1990 Şubatında bir provokasyon sonucu kendi yoldaşları tarafından öldürülmüş olan Bedir Yolcu cinayetinin benimle ilişkili olduğuydu.  İddianın dayanağı, cinayetten sorumlu tuttuğu Cevdet Taştan adlı kişiyi cinayetten yaklaşık dört yıl evvel benim örgüte almış olduğumdu.

Haziran ayında bu iddiaların alçakça bir iftiradan ibaret olduğunu gösteren bir cevap verdim.
M. Müfit 2 ila 17 Ekim tarihleri arasında, newroz.com’da aynı konuyla ilgili bu kez beş bölümlük yeni bir dizi yayımladı. Yeni yazılarında ilk yazısındaki iddiasını sessizce terk etmiş, bu kez dört kişilik yeni bir katiller listesi lanse etmişti. Ancak benim adımla ilgili spekülasyonlar yapmaya devam ediyordu.
Bunun üzerine, istemeye istemeye “Mehmet Müfit’in Uzun Dilekçesi” başlıklı bir cevap  kaleme aldım ve newroz.com’a yolladım.
Yazım ve newroz.com’da yayımlandı (3 Kasım 2013); fakat iki gün sonra M. Müfit’in beş yazısıyla birlikte sayfadan kaldırıldı (5 Kasım 2013). Yani M. Müfit’in yalanları bir aydan fazla bir süre sitede tutulurken benim yazım sadece iki gün yayımda kalabildi.

Fakat hikaye burada bitmedi:
Benim yazımın sayfadan çıkarılmasının ertesi günü,  M. Müfit, parasını verdiğini iddia ettiği bir sitede benim cevabımı yayımlayan arkadaşlarının kendisini sırtından hançerlediklerini ileri süren “Newroz.com’a Ne Oluyor?” başlıklı bir yazı yazdı.
Bu yazıya newroz.com’un editörlerinden Rojhat Badikî “Mehmet Müfit’e Küçük bir Hatırlatma!” başlıklı bir yazıyla cevap verdi. Birkaç saat içinde  hem M. Müfit’in yazısı, hem de Rojhat Badikî’nin cevabı newroz.com’dan çıkarıldı. Ertesi gün Rojhat Badikî “Newroz. Com’dan Ayrılış ve Zorunlu Bir Açıklama” adlı bir yazı yazarak newroz.com’dan ayrıldığını ilan etti. Bu ayrılığın üzerinden iki gün geçtikten sonra “Newroz. Com’dan Ayrılış ve Zorunlu Bir Açıklama” adlı yazı da sayfadan çıkarıldı.

Böylece, M. Müfit’in Haziran ayındaki yazılarıyla başlayan karalamalarla ilgili olarak newroz.com’da yazı kalmadı. Ama bu karalamaların bütün izlerinin yok olduğunu söylemek zor. Zaten bu yazıların yayımlanmasındaki hedef de buydu: Çamur at izi kalsın.

M. Müfit’e verilen cevaplar, bazı durumlarda 2 gün, bazı durumlarda da sadece birkaç saat yayında kaldığı için okurların ezici çoğunluğu bunları göremedi. Böyle olmasında, iddia edildiği gibi, newroz.com sayfasının parasını M. Müfit’in ödemiş olmasının rolü var mıdır, bilemem. Ama yapılanın vicdanla, ahlakla, demokrasiyle vb. alakası olmadığını bilirim.
Bu tür faziletsizlikler,  gerçeklerin uzun süre gizlenmesini temin edemezler. Gerçekler er ya da geç ortaya çıkar. Nitekim benim yazımın newroz.com’dan çıkarılmasını takip eden günde bazı yeni veriler ortaya çıktı bile. R. Badikî, “Mehmet Müfit’e Küçük bir Hatırlatma!” adlı yazısında Bedir Yolcu’nun öldürülmesiyle ilgili olarak M. Müfit’i suçladı ve şunları yazdı: 
Bedri işkence ve katledilme sürecinde, durum sana telefonla iletilirken niye müdahele etmedin, müdahele etmediğin gibi, olayı sakladın ölümüne seyirci kaldın şimdi de kurtarıcı hesap sorma atağını başlatıyorsun, sorumluluğunu örtbas etmek için ortalığa çamur sıçratıyorsun!

Önce şunu söyleyeyim. Rojhat Baikî’yi şahsen tanımam. newroz.com’daki yazılarından izlediğim bir Kawacıdır. Yazısında M. Müfit’le ilgili çok şey var. Ben sadece yaygarası koparılan cinayetle ilgili olan birkaç satırı seçtim. Badikî’nin sözlerinden benim anladığım şu: 

Bedir Yolcu öldürülmeden evvel arkadaşları tarafından tutuklanmış, bu tutuklama (herhalde örgütsel işleyiş gereği) telefonla bizzat M. Müfit’e bildirilmiş ve Bedir bu bildirimden bir süre sonra öldürülmüş.

Olay böyle yaşandıysa gerçekten de ilginç.
Bedir Yolcu’nun öldürülmesi olayının bu kadar yakınındaki bir kişinin, yani M. Müfit'in, aradan çeyrek asır geçtikten sonra kalkıp, cinayet tarihinden bir buçuk yıl evvel örgütle her türlü ilişkisini kesmiş bir kişiyi, yani beni, o tarihte on yıldan beridir kesintisiz biçimde cezaevinde yatıyor olmama rağmen bu cinayetle ilişkilendirmeye çalışması sizce de ilginç değil mi?  

Buradan, M. Müfit’in, Bedir Yolcu’nun öldürülmesini istemiş olabileceğini veya bu yönde bir faaliyet yürütmüş olabileceğini düşündüğüm sonucu çıkarılmasın. Hayır, böyle düşünmüyorum. Bana yönelik bunca karalamasına rağmen, açık bir şekilde kanıtlanmadığı müddetçe M. Müfit hakkında böyle düşünmek benim meşrebime uymaz.  Ama böyle olması, M. Müfit’in çeyrek asır sonra bu cinayetin üzerinde tepinmesini sorgulamanın önünde engel değil. Hele bu tepinmeyi açık bir Hamidiyecilik propagandası eşliğinde yapıyorsa.
Gerçekten de ilginç. 
***
M. Müfit’in bu ilginç olay üzerinden şahsıma yönelttiği karalamaların ikinci dizisine verdiğim cevabı ekte yolluyorum.
Söz konusu cevap, newoz.com’da sadece iki gün kaldığı için birçok kişi tarafından görülmedi. Buna rağmen yazıyı bir kez daha yayımlamayı düşünmüyorum. Çünkü bu yazı dizisiyle uğraşmaya mecbur bırakıldığım şey, gerçekte tam bir lağım çukurudur ve bu pisliği newroz.com dışındaki yerlere de sıçratmanın bir alemi yoktur. Sadece Kürt kamuoyuna karşı sorumlu olan kurumların arşivlerinde bulunması gayesiyle yolluyorum.
Ayrıca bu olayı gerçekten merak edip araştırmak isteyen insanlar olabilir diye düşünerek onların işini kolaylaştırmak amacıyla olayların gelişim kronolojisini bu yazının altına ekliyorum. Orada, artık sayfada göremeyeceğiniz iki yazının resimlerinden birer kesit de bulacaksınız.

Dediğim gibi yolladığım yazıların yayınlanması yönünde bir talebim yoktur. Sadece bilginiz olsun düşüncesiyle yolluyorum.
Başınızı böyle iğrenç bir olayla şişirdiğim için hoşgörünüze sığınıyorum.
Selamlarımla
Cemil Gündoğan
2013-11-10



M. Müfit’in karalama kampanyasının kronolojisi

1, 4 Haziran 2013: M. Müfit adlı eski bir Kawacı, newroz.com sitesinde yayımladığı iki yazı ile şahsıma yönelik bir karalama kampanyası başlattı. Yazıların ana iddiası, 1990 Şubatında bir provokasyon sonucu yoldaşları tarafından öldürülen Bedir Yolcu cinayetinin benimle ilişkili olduğuydu.  Yazılar aşağıdaki linklerde yayımlandı; ancak sayfadan kaldırılmış olduğundan şu anda erişim imkanı yoktur):
https://www.newroz.com/tr/forum/352974/cemil-g-ndogan-bagimsiz-birle-ik-k-rdistan-savunucularini-deshumanisation-u-aydinlarimizin
https://www.newroz.com/tr/politics/352986/cemil-g-ndogan-bagimsiz-birle-ik-k-rdistan-savunucularini-deshumanisation-u-aydinlarimizin

11 Haziran 2013: Benim Kawa ile her türlü ilişkimi kesmemden 1,5 yıl sonra ve ben henüz cezaevindeyken işlenen bu cinayetle ilgili alçakça iddiaların tümünün yalan olduğunu gösteren “M. Müfit’in Hezeyanları ve Bedir Yolcu Meselesi” başlıklı bir cevap verdim. Söz konusu cevap aşağıdaki linkte yayımlandı ancak şu anda erişim imkanı yoktur:
http://newroz.com/en/forum/352995/m-m-fit-hezeyanlar-ve-bedir-yolcu-meselesi-cemil-g-ndo

2-17 Ekim 2013 M. Müfit üç aylık bir suskunluktan sonra Ekim ayında beş dizilik yeni bir çamur atma kampanyası başlattı. 2 ila 17 tarihleri arasında newroz.com’da çıkan bu dizinin yazıları aşağıdaki linklerde yayımlandı ancak şu anda erişim imkanı yoktur:
https://www.newroz.com/tr/politics/353345/cemil-g-ndogan-yalanlari-ve-bedri-yolcu-nun-katledilmesi-olayi-1
https://www.newroz.com/tr/politics/353361/cemil-g-ndogan-yalanlari-ve-bedri-yolcu-nun-katledilmesi-olayi-2
https://www.newroz.com/tr/politics/353371/cemil-g-ndogan-yalanlari-ve-bedri-yolcu-nun-katledilmesi-olayi-3
https://www.newroz.com/tr/politics/353381/cemil-g-ndogan-yalanlari-ve-bedri-yolcu-nun-katledilmesi-olayi-4
https://www.newroz.com/tr/politics/353417/cemil-g-ndogan-yalanlari-ve-bedri-yolcu-nun-katledilmesi-olayi-5
M. Müfit yukarıda linkleri verilen yazılarda Haziran ayındaki yazılarında ileri sürdüğü iddialarını sessizce bir kenara bırakmıştı. Bedir’in katilleri olarak dört kişiden oluşan yeni bir liste yayımlamış, fakat buna rağmen benim adımı cinayetle bir arada anmaktan vazgeçmemişti. Yeni karalamalarını bu kez daha çok Kawa’nın eski iç meseleleriyle ilgili geride kalmış tartışmalara dayandırmaya çalışmıştı. Ne var ki bunların da hiç biri gerçeklere dayanmıyordu. Tamamı, karalamalardan ve övüngen avcı havasında kaleme alınmış pehlivan tefrikalarından ibaretti.

3 Kasım 2013: Bu durumu ortaya koyan ve M. Müfit’in bu karaçalmalarla ulaşmak istediği hedefi sergilemeye çalışan “Mehmet Müfit’in Uzun Dilekçesi” başlıklı bir yazı yazdım ve cevap hakkımı kullanmak talebiyle newroz.com yöneticilerine yolladım. Söz konusu yazı 3-11-2013 tarihinde aşağıdaki linkte yayımlandı, fakat şu anda erişim imkanı yoktur:
https://www.newroz.com/tr/politics/353794/mehmet-m-fit-uzun-dilek-esicemil-g-ndo

5 Kasım 2013: Mehmet Müfit’in Uzun Dilekçesi” başlıklı yazım bana yazılı veya sözlü bir açıklama yapılmadan M. Müfit’in yazılarıyla birlikte newroz.com sitesinden kaldırıldı.

6 Kasım 2013 (öğleden evvel): M. Müfit, benim parasını verdiğim bir internet sayfasında bana hakaret eden bir yazıyı nasıl yayımlarsınız, mealinde bir yazıyla kendi arkadaşlarını eleştiren ve sırtından hançerlendiğini iddia eden “Newroz.com’a Ne Oluyor?” başlıklı bir yazı yayımladı. Bu yazıya şu anda erişim imkanı yoktur. Resmini aşağıda görebilirsiniz.

6 Kasım 2013 (öğle):  newroz.com sitesinin yöneticilerinden Rojhat Badikî “Mehmet Müfit’e Küçük bir Hatırlatma!” başlıklı bir yazıyla M. Müfit’e cevap verdi. Aşağıda resmini gördüğünüz bu yazıya da şu anda erişim imkanı yoktur.

6 Kasım 2013 (öğleden sonra):  Rojhat Badikî’nin “Mehmet Müfit’e Küçük bir Hatırlatma!” başlıklı yazısıyla M. Müfit’in “Newroz.com’a Ne Oluyor?” başlıklı yazısı birlikte newroz.com’dan çıkarıldı.

6 Kasım 2013 newroz.com’un Kürdistan Forum adlı bölümünde, “Rêvebir_E” imzasıyla "Bangewazî ji bo Rêvbir û Niviskarên Newroz.com re" adlı bir kısa yazı yayımlandı Yazıda yuvarlak ifadelerle tartışmalara son verilmesi çağrısı yapan bir yazıydı. Halen şu linkte bulunmaktadır:
https://www.newroz.com/en/forum/353807/bangewaz-ji-bo-r-vbir-niviskar-n-newrozcom-re

7 Kasım 2013: Rojat Badikî “Newroz. Com’dan Ayrılış ve Zorunlu Bir Açıklama” adlı bir yazı yayımlayarak newroz.com’dan ayrıldı.

9 Kasım 2013: Rojat Badikî’nin “Newroz. Com’dan Ayrılış ve Zorunlu Bir Açıklama” adlı yazısı newroz.com’dan çıkarıldı.

Başbakana mektup‏...



Dr.İsmat Turanlı
dr_ismettu​ranli@mynet​.com

 Başbakanlar da, kendini omnipotent (narsist) zanneden liderler de, hata yapmaktan mahsun değildir. İnsan hata yapmakla maluldur. Daha açık söyleyeyim. Hata yapmak insanidir. Yaptığı hatadan dönen insanlar erdem sahibi olanlardır. Sizin bugünkü etik anlayışınızı bende 60 sene önce taşıyordum.
Yanlış olan gençleri itham etmenizdir. Biz gençlerin elbette 60 sene önce universite yıllarımızda kız arkadaşlarımız, sevgililerimiz olmuştu. Onların bekaretinden kendimizi sorumlu olduğumuzun idraki içinde, sevişmemizi öpüşmenin dışına çıkmıyorduk. Biz erkeklerde bir nevi bakire idik. O zamanlar sinemada gördüğümüzün dışında canlı olarak iki gencin öpüştüğünü hiç görmemiştim. Londraya vardığımda medeni yaşam tarzından ne kadar cahil ve iptidai olduğumun farkına vardım. Trenle vardığım Victoria istasyonunda uniformalı bir bavul taşıyıcı ( Hamal) 20 metre ilerisine, taksi durağına bavulumu taşıdıktan sonra benden para istemesini yadırgamıştım. Türkiyedeki alışkanlığımızda hamallara bahşiş verilirdi. İçimden bir küfür edip kendisine bir beş şilin verdim. Taksi şöfürü ise beni istedğim  aderese getirince eliyle işaret ederek bavulumu kendimin almamı söylemesini yadırgamıştım. Bense henüz tek kelime İngilizce bilmiyordum. İçimden şöyle düşündüm. ‘’ Şu şöfürün yaptığına bak. Sanki kralın oğlu’’. İşte o anda hamalında, taksi şöförününde benim gibi, ayni değerde bir İNSAN olduğunu anladım. Onları aşşağı görmenin bugün bile Türkiyede sürdüğünü görüyorum.
İngilizceyi en doğru öğrenme imkanın bir kız arkadaşı edinmekle mümkün olacağını  bana arkadaşlarım söylemişti. Bir kız arkadaş edinmek içinde Londra da mevcut büyük muzik merkezlerine gitmek ve İngiliz gençleriyle tanışmak olduğunu söylediler. Bu merkezlerde gençlerin dans ederken damlarını seçmesi leri icap ediyordu. Bende orada bir kız arkadaşı edindim.
Türkiyeden gelen misafirlerimi Trafalgar meydanına götürür, orada gençlerin öpüşmelerini seyrettirirdim. Hatta Bobyler (Polisler) öpüşen gençleri rahatsız etmemizi ihtar ederlerdi. Bir otobusun önünde öpüşen gençleri rahatsız etmemek için vatmanların sabırla beklediklerine şahit oldum. Bende bir akşam otobusün önünde kız arkadaşımı öpmeyi denedim. Vatmanın bir müddet otobüsü sürmediğini temin edince bende hürryetimi yaşadığımı isbat ettiğim gerekcesi ile gururlandım.
Stockholmde canlı müziğin olduğu restoranlara giderdik arkadaşlarımla. Gayet nezih yerlerdi. Oraya gelen, yemek yiyen genç kızların beni dansa davet etmeleri normal yaşam tarzı idi. Yani genç kadınlarda erkekler kadar kendilerini  eşit sayan davranışlar içinde idiler. İskandinav memleketlerinde bu derece eşitliği Almanyada halen görmek mümkün değil.
Seksüel hayattada erkeklerin arzu ettiği kadar kadınlarında arzu edip , serbest yaşamaları yemek, içmek gibi normal sayılıyordu.
Avrupada insanlar sevgilileriyle bir müddet beraber yaşayıp , karşılıklı tanışıp, bir müddet sonra evliliğe yahut ta ayrı yaşamağa karar verirler. Bana çok sorulmuştu. Sizin memleketinizde hala görücü usulü evlenmeler varmı?
Türkiyede namus adına kadınların katledikleri hergün gazetelere yansımaktadır. Bunda muhakkaki mahale baskısının, sizin gibi modern hayatı tanımamış siyasilerin gençleri töhmet altına bırakan sözleri  müsebbiptir. Size göre, bizde hala geçen asrın adet ve ananeleri  hüküm sürmektedir. Sizin gibi düşünenler yurtdışında modern hayatı yaşamamış olmalarıdır. İki sevgilinin evlenmeden önce birlikte yaşamalarını suç değilse bile ayıp, hatta günah olduğu kanatını taşırlar.
Halbuki bugünkü universiteli gençler sorumlulklarını müdriktirler ve sizden çok önde modern hayatı benimsemişlerdir. Bu diünceden dolayı onlara seçme, seçilme hakkını tanıdınız.  İnancım gereği  onları kınamanız çağ dışıdır. Türkiye bir din devleti değildir, sizde halife unvanını taşımıyorsunuz. Laiklik sadece dini mevzularda değil modern yaşam tarzındada telakki edilmelidir. Benim oğlanlarım nasılki kız arkadaşlarını eve getirip birlikte oluyordusalar, kızımda ayni haklara sahip olmuştur.
Kızları bir erkek arkadaşı ile bir araya gelmiş olanların babaları ile bazan saatlerce konuşmuşumdur. ‘’Herhalde evlat katili olmak, ailenizden uzak hapisanelerde yaşamak istemezsiniz’’ diyerek onları mahalle baskısından kurtarmışımdır. Benimle görüşen hiç bir baba kızına kıymamıştır. Bugün Türkiye de artık gençler odern hayatı benimsemiş ve bunun bir ayıp, bir günah, bir suç olduğunu kabullenmiyorlar ve bu tarzda yaşamlarını sürdürmektedirler. Sizinde artık tabularınızdan kurtulmanız, asrın yaşam tarzlarını kabullenmeniz gerekir. Yoksa demeçlerinizden anladığıma göre siz ve sizin gibi düşünenler maalesef asrın gerisinde kalıyorlar.
Bu en samimi itiraflarımı size duyurmakla aydınlanmak vazifemi yaptığımı ümit ediyorum. Gençleri karşınıza almanında size büyük oy kayıbını uğratacağını söylemek hiçte kehanet sayılmaz.  Alevilere ayyaş demenizle onların oylarını kaybedeceğiniz gibi baş örtüsü, daha doğrusu Türbanında dini bir vecibe olmadığını yasakları kaldırınca, parlamentoda kadın milletvekillerinin çok ciddi uyarılarını ümit ederim ki ciddiye alırsınız. Benim gibi dünyayı gezmiş, 84 yaşındaki ilim adamlarının sizin hatalı davrandığinızı düşündüklerini, size iletmenin destruktif bir davranış olmadığını açıkca beyan ederim.
Sayın Arınç gibi düşünen yandaşlarnızında yalakalık yaparak özgürce fikirlerini beyan etmemelerini kınıyorum.  Atatürkte rakı tiryakisi idi, kadınlarla ilişkilerinde de modern hayatı benimsemişti .
En derin saygılarımla.
 Antalya / 10.11.13