28 Nisan 2014 Pazartesi

Pınar Selek’in nihai beraatini geri istiyoruz!



Hâlâ Tanığız Platformu: 30 Nisan temyiz duruşmasına çağrı: Pınar Selek’in nihai beraatini geri istiyoruz!

Sosyolog-yazar Pınar Selek’e yönelik on altı yıllık Mısır Çarşısı komplosu ve hukuk cinayeti 30 Nisan Çarşamba günü saat 09:00’da Ankara’da Yargıtay 9. Daire’de görülecek temyiz duruşması ile çok önemli bir eşiğe geliyor. Gerek yurtiçi gerek yurtdışı kamuoyunda yıllardır çok yakından ve ibretle izlenen süreçte,  önceki duruşmalarda olduğu üzere, temyiz davası için de aralarında çok sayıda gazeteci, bilim insanı, sivil toplum temsilcisi ve politikacının da olduğu yaklaşık 40 kişilik bir heyet Ankara’ya geliyor. Yargıtay’da kamuya açık bir duruşma olması hasebiyle de dikkat çeken dava için gelecek heyette Alman, Belçikalı ve İtalyan gazeteci ve sivil toplum örgüt temsilcilerinin yanı sıra  Pınar Selek’in bir süredir akademik çalışmalarını yürüttüğü Fransa’dan gelen katılımcılar ağırlıkta.

Hukuk skandallarının birbirini kovaladığı yıllar boyunca uluslararası nitelik kazanan dava çerçevesinde Pınar Selek Avrupa Birliği, Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Konseyi tarafından adalet mücadelesinde desteklenirken, davaya da Türkiye raporlarında sıklıkla atıfta bulunuldu. Son olarak geçtiğimiz hafta  Avrupa Birliği (AB) Komisyonu Türkiye Masası Şefi Jean-Christophe Filori, Selek’in avukatlarına bir destek mektubu göndererek “Selek davasını yakından takip etmeye devam edeceğimiz konusunda tekrar temin etmek ve bu vesileyle adil yargılama hakkına saygı duymanın önemini de yinelemek isterim” dedi. BU duruşmaya da Avrupa Komisyonu özel temsilci ile katılıyor.

Pınar Selek’in Mart ayında yaptığı tez savunması ardından siyaset bilimi alanında doktor unvanını aldığı ve araştırmacı olarak çalıştığı Strasbourg Üniversitesi defalarca Selek’i akademik koruma aldığını ifade etmiş ve Selek’in geçen seneki duruşmalarına başkanlık düzeyinde katılmıştı. 30 Nisan’da da Strasbourg üniversitesi Rektör yardımcısı ve felsefe profesörü Edouard Mehl, kimya profesörü Jean-Pierre Djukic ve iki öğrenci örgütü başkanı tarafından temsil edilecek.

Daha önceki duruşmalarda da hazır bulunan ve Pinar Selek’i onur konuğu olarak kabul eden Strasbourg Belediyesi de Abdelkarim Ramdanil tarafından temsil edilecek. Ayrıca Fransız Komünist partisi Colette Mô, Fransız Sol Bloğu ise  Lise Mailard tarafından temsil ediliyor.

Fransız heyetinin içinde Oristelle Bonis gibi yayıncı, Carine Lorenzori ve Pascale Pascal gibi gazetecilerin yanında, Fransız Barosu ve tarihinde ilk kez spesifik bir davaya ilişkin bu konuda rapor yayımlayarak  “Pınar Selek insan haklarını korumaya yönelik çalışmaları nedeniyle 16 yıldır adli yargılama hakkının defalarca ihlal edildiği hukuki tacizle karşı karşıyadır” diyen Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu (FIDH) gözlemcisi de yer alıyor. Yine bu duruşmada PEN Almanya Genel Sekreteri Regula Venske, Pınar Selek’in kitaplarını Almancada basan Orlanda Yayınevi sahibi Anna Mandalka ve Terre des Femmes Kadın Örgütü’nü temsilen Dr. Ingeborg Krauss da hazır bulunacak.

Türkiye’den de yazarlar, sosyologlar, araştırmacı ve gazetecilerin yakından izlediği dava feminist hareket ve LGBTİ hareketinden aktivistler ile sendika ve meslek örgütü temsilcilerini de biraraya getiriyor.

Hatırlanacağı üzere, 90'ların o tekinsiz iç savaş döneminde neden bir türlü barışılamadığı sorusuyla çıktığı yolda göz altına alınan, Kürt hareketine ilişkin bilimsel araştırması yok edilip ağır işkencelerle maruz bırakılan Pınar Selek hakkında İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 2006, 2008 ve 2011 yıllarında üç kere hakkında beraat kararı verilmişti. Son olarak mahkeme kendi nihai beraat kararını, yasaları çiğnemek pahasına yok sayarak 24 Ocak 2013 tarihli duruşmada başkanının muhalefet şerhine rağmen, oy çokluğuyla Pınar Selek hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verdi. Böylelikle sayısız bilir kişi raporu ile tüpgaz kaçağından olduğu belgelenmiş patlamayla ilgili ceza alan tek sanık, kendisine gözaltında patlamayla ilgili soru dahi sorulmayan Pınar Selek oldu!

Tam on altı yıldır işkence altında alınan ve mahkemede reddedilen ifadeler, sahte evraklar ve her türlü hukuk dışı müdahale ile taçlanan bu hukuk cinayetinde son perde Pınar Selek hakkında kırmızı bülten çıkarılması ve Fransa’dan iadesi talebinin basına servis şekli de kişilik katli operasyonuna delaletti. İnterpol söz konusu talebi reddederek talep dosyasının imha edilmesine karar verince bir oyun daha ifşa olmuş oldu.

Bir barış aktivistinden katliam sanığı yaratmaya çalışılan bu davayı, nice kirli oyunla dolu bu kritik dönemde hukukun ayaklar altına alındığı bütün siyasi davaların da ortak simgesi olarak görüyoruz. Mücadelemiz bir insan için değil, sistemin dışladığı ve bedel ödettiği herkesin hakkı için mücadele veren Pınar Selek’in şahsında hedef gösterilen bütün hayat değerlerimiz için.

On altı yıl sonra gelen adalet, adalet değil; olsa olsa hayat hakkı ihlalinin fena halde gecikmiş telafisidir. Herkesi bu haklı mücadeleye güç katmak ve nihai beraati talep etmek üzere 30 Nisan Çarşamba 08:30’da Güven Park’taki basın açıklamasına ve ardından 09:00’da Yargıtay 9. Ceza Dairesi’ndeki duruşmaya çağırıyoruz.

Hâlâ Tanığız Platformu.



Sahtekâr Erdoğan!..





Demir Bilgin


Erdoğan, sahtekâr bir insandır. Erdoğan, sahtekâr sözcüğün tüm anlamlarında sahtekârdır: Dinsel sahtekâr! Siyasi sahtekâr! Ahlaki sahtekâr! Kalpazani sahtekâr! Tarihsel sahtekâr... Sahtekâr!..

Erdoğan, sahtekârdır. Sahtekâr Erdoğan: Uydurmacıdır. Sahtekâr Erdoğan: kâr elde etmek için, herşeyini satabilecek bir özelliğe sahiptir.

Sahtekâr Erdoğan: kalpazan / başçalan bir mahluktur! Bu mahluk, sahtekârlığını “muhafaza“ etmek için, ülkesini, tarihini ve ailesini satabilecek bir tip oluyor. Budur!

Sahtekâr Erdoğan, sahtekârlığını sürdürmek için, “24 Nisan 1915 Ermeni katliamı ve tehciri“ vesilesi ile “taziyede“ bulunmuş!

Sahtekâr Erdoğan: “Hayatlarını kaybeden Ermenilerin “huzur“ içinde yatmalarını diliyorum....“ demiş.

Sahtekâr Erdoğan, bu “taziye“ mesajını verirken;  Suriye, Kesab beldesinde, daha taze taze Ermeniler kesiliyor, kilisileri yerle - bir oluyordu.

İşte, sahtekârlık, budur. Bu oluyor.

Erdoğan’ın sahtekârlığı çoktur. Bu da örnek olsun diye tarihe geçsin.

Sahtekâr, Erdoğan; Sekiz bin (8000) kiralık katili Yayladağı üzerinden, Lazkiye ve Kesab beldesine sürerek, gerçekten iyi “taziyede“ bulunmuştur.

Erdoğan, budur.

Erdoğan, kelimenin her anlamında, sahtekâr bir insandır.

Sesleniyorum: Ey bazı Kürd ve Ermeniler ve de Araplar:  Erdoğan’dan uzak durun!

Tarihimiz zaten kirlenmiş, bir de,  Erdoğan gibi insanlarla kirlenmesin!

Tarihimizi, Erdoğan gibi, sahtekâr insanlarla  kirletmeyelim. Kirletmeyeceğiz.

Bu notumu hızlıca yazıyor.

Sahtekâr, Erdoğan’dan uzak durun diyorum.

24 Nisan 2014 Perşembe

Mamak...



Salim TURGUT

12 Eylül’de tüm Türkiye, cezaevlerine dönüştürüldüğü gibi, cezaevleri de ezaevlerine dönüştürülmüştü. Anadolu’nun en ücra köşesinde ki cezaevlerinin bile tıka basa doldurulduğu bu döneme üç cezaevi damgasını vurdu. Kitlesel olarak en yoğun hareketlerin bulunduğu bu cezaevlerinde örgütlerin koyduğu tavırlarla da tarihteki yerini aldı. Bu üç cezaevi sırasıyla Mamak, Metris ve Diyarbakır’dı.

İstanbul’da bulunan Metris’in niceliksel yoğunluğunu Devrimci Sol oluştururken, Ankara Mamak’ı Dev-Yol, Kurtuluş ve Halkın Kurtuluşu, Diyarbakır cezaevindeki yoğunluğu ise PKK’li tutsaklar oluşturmuştu. Bu üç cezaevinde de 12 Eylülcülerin uygulamaları ve bu uygulamalara karşı tutsakların duruşları da farklı olmuştur. Kitlesel yoğunluğu olan örgütlerin tavırları cezaevlerindeki uygulamaların niteliğinde de belirleyici bir rol almıştır.

Metris’te Türkiye devrimci örgütlerin büyük çoğunluğundan temsilciler olması ve bunların direnmiş olmasına rağmen, Dev-Sol’un kitlesel yoğunluğunu ve merkezi kadrolarının orada oluşu, Metris direnişi ile ilgili olarak Dev – Sol’u bir adım öne çıkartmıştır.

Diyarbakır cezaevi ise insanlığın bittiği yerdir. Hitler’in meşhur Yahudi kamplarında ki uygulamalarını çağrıştıran yaptırımları ile Diyarbakır, yeni bir Auschwitz olmuştur. İnsanım diyen herkesin adını anmaktan utandığı yaptırımlar, Mazlum Doğan’la başlayıp dörtlerle devam eden kendini yakmalar ve Temmuz 1982’de başlatılan ölüm orucu sayesinde geriletilmiştir. 1980’den hemen sonra teslim alınan Diyarbakır, daha sonra ödenen ağır bedeller karşılığında direnişin de sembol cezaevlerinden biri haline gelmiştir. Diyarbakır’da teslimiyete son veren direnişler, aynı zamanda Kürt özgürlük hareketinin de ilk nüvelerini oluşturmuştur.

Mamak Türkiye devrimci hareketinin en kitlesel üç hareketinin hem merkezi, hem de niceliksel olarak yoğun olduğu bir cezaevi konumundadır. Dev- Yol, Kurtuluş ve Halkın Kurtuluşu’nun karar ve tavırları bu cezaevine de damga vurmuştur. Çoğunluğunu THKP-C Acilciler davası tutsaklarının oluşturduğu ve dört beş örgütünde içinde bulunduğu, 12 Eylül’e karşı başlatılan uzun soluklu ilk kitlesel açlık grevi 7 Temmuz 1981 tarihinde Mamak’ta başlamasına rağmen, kitlesel yoğunluklu hareketlerin bu direnişin dışında kalmaları, Mamaklaşmaya karşı başlatılan başkaldırının başarısızlıkla sonuçlanmasına neden olmuştur. İşkence ve baskıların yoğunluğu ve bu işkenceler karşısında bir direnişin örgütlenememesi Mamak’ı / Mamaklaşmayı teslimiyete evirmiştir.

Metris ve Diyarbakır cezaevleri 12 Eylül’ün yaptırımlarına karşı direnişin sembolü olurken, Mamak ise  direnememiş olmanın sorumluluğu ile tarihteki yerini almıştır.

Mamak Askeri Cezaevine 12 Eylül tüm Türkiye’den önce gelmiştir. İdam hükümlüsü iki faşistin Mamak’tan kaçırılmasının ardından başlayan baskılar, Mamak’a adım adım 12 Eylül’ü getirmiştir. THKP-C Acilciler davasından tutuklu bulunan Mustafa Yalçın, askerlerin devrimci tutsaklara saldırısının ardından katledilmiştir. Böylece Mamak ilk şehidini vermiştir. Mustafa Yalçın’la başlayan devrimci tutsakların katli İlhan Erdost’la devam etmiş ve Necdet Adalı, Erdal Eren ve Levon Ekmekciyan’ın idam edilmeleri ile sürmüştür.

Mamak Güvenlik Komutanı Albay Raci Tetik, yaptığı uygulamalarla Mamak’ı tutsaklar için ezaevine dönüştürmüştür. Sonradan birçok cezaevinde de denenecek olan yaptırımların öncülleri Mamak’ta denenmiştir. Mamak’ta başarılı uygulamalar, diğer cezaevlerinde uygulamaya sokulmuş ve bazılarında uygulanmış bazılarında uygulanamadan son bulmuştur.

İnsanın insanlıktan çıkartıldığı, her türlü gayri insani uygulamaların denendiği Mamak’ta, niceliksel olarak yoğun örgütlerin de içinde bulunduğu bir direnişin örgütlenememesi, Mamak’ın kötü sonunun hazırlanmasında etkili olmuştur.

Öyle zaman olur ki orada vereceğin karar, koyacağın tavır tüm tarihi etkiler.

Mamak cezaevinde doğru şeyler kararlar alınıp doğru şeyler yapılamadı. Bu yüzden ‘Mamaklaşma’ denilen süreç yaşandı. Metris ve Diyarbakır direnişin sembolü olurken Mamak teslimiyetin sembolü oldu.

Tarih, yaşanılanların belleklerden damıtılmasıdır. Tarihin kayıtlarına geçen her bilgi bir gün ortaya çıkar. Bu bilgi yalın ve abartısızdır.

12 Eylül geçeli tam 34 yıl oldu. Bir insan yaşamı için 34 yıl çok uzun, ama insanlık tarihi için ise kısacık bir süredir. Bu yüzden tarihteki olayların ve kişilerin yerli yerine oturtulması da bu zaman diliminde er geç gündeme gelecektir.

Yakın tarih üzerine kalem oynatmak hem kolay hem de çok zordur. Kolaydır, çünkü yeni yaşanmıştır. Zordur, Çünkü yaşayanlar yaşamaktadır. Bu yüzden yakın tarihe ilişkin subjektifizmden uzak nesnel olmakta insanlar genel olarak zorlanır. Objektizimle yola çıktığını söyleseler de genel olarak subjektifizme kayarlar.

Objektif olabilmek aynı zamanda kendini eleştirebilmekten geçiyor. Tarihe bakışta nesnellik bunun için çok önemlidir.

Son dönemlerde yakın tarihe ilişkin bir biri ardı sıra kitaplar yayınlanmaya başlandı. Ağırlıklı olarak 12 Eylül’ün en karanlık dönemlerini içeren bu eserlerin yazarları kendi pencerelerinden dönemi okuyucuya aktarmaya çalışıyorlar. İyide yapıyorlar. Çünkü yakın tarihin karanlık olaylarının gün yüzüne çıkartılması ve günümüze taşınması için bu aktarımlar şart.

Yakın tarihimize ilişkin yeni çıkan kitaplardan biri de Fikri Günay’ın ‘’Mamak’’ adlı anı kitabı.
Fikri Günay, 24 Aralık 1979 tarihinde girdiği Mamak Askeri Cezaevinden 8 Eylül 1982 tarihinde  ayrılışına kadar geçen sürede yaşadıkları ve gözlemlediklerini tarihe not olarak düşmüş.

Anı yazmak zordur. Zor olduğu kadar da büyük bir cesaret gerektirir. Sonuç itibariyle anı bir insanın belleğinde kalanlardan oluşuyor. Bu bellek bazı zamanlar yanıltıcı olabiliyor. Anılar, tek kişinin belleklerine dayalı olarak kalem alındığında birçok eksik ve hataları da barındırabilir. Yaşanılanları, birlikte yaşayanlarla doğrulamasının sağlanması, o anıları da bireysel bellekten çıkartıp ortak bellek haline dönüştürür.

Bildiğim kadarıyla Fikri Günay’da Mamak anılarını uzun bir sürede kaleme aldı. Bu uzunluk, kitabın yazılmasından daha ziyade, bireysel belleğin yerine ortak belleği arama çabasıydı. Dönemi birlikte yaşadığı birçok arkadaşına yazdıklarını gönderip eleştirilerini alarak düzeltmeler yaptı.

Fikri Günay, Mamak’ta geçirdiği yaklaşık üç yıllık sürede yaşadıklarını anlatırken oldukça objektif davranıyor. Mamak’ın 12 Eylül’e karşı direnememesini sorguluyor. Mamak’ın Mamaklaşmasında belirleyici rol üstlenen örgütleri eleştirdiği gibi kendisini de bu süreçte doğru tavır koyup koymadığı konusunu sorguluyor. Genelde yazılanlarda yazar kendini pek sorgulamaz. Bu anlamıyla Fikri hoca anıları subjektifizmden uzak gözüküyor.

Fikri Günay ve bazı arkadaşların yayınlamaya başladıkları eserlerin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Tarih bilincinin gelecek kuşaklara aktarımının sağlanabilmesi için bu tür kitaplara ihtiyaç var. Dönemi yaşayan birçok arkadaştan da benzer eserler beklemek biz okuyucuların hakkı. Fikri hocama kitabı için hayırlı olsun derken, diğer arkadaşlara da ‘ne zaman?’ diye sormadan edemiyorum.

21 Nisan 2014 Pazartesi

Dönüyorlar!..



Dönüyorlar(*)!...

Demir Bilgin

Dönüyorlar.

Dönenler dönüyor.  Dönenler, önce, zavallık-larına ağıt döküyor. Burada ağıt, “kendini kusmak” oluyor: Evren oluyor. Recep oluyor. Her ırktan ve dilden inkâr oluyor. Kendini ve kimliğini red-etmek oluyor.

Dönüyorlar. Dönecekler.

Dönenlerin listesi çoktur. 12 Eylül sonrası, Nabi Yağcı (Haydar Kutlu), Nihat Sargın, Cem Karaca gibi şahsiyetler başlattı. Başka isimlerle sürdü. Sonra dönenlerin halkasına, ne yazık ki, bazı Türkleşmiş Kürdler de katıldı. Burkay Kemal katıldı. Şivan katldı ve şimdi Yaşar Kaya var. Yaşar Kaya, Ankara’da, herkesi ağlatmış. Ankara’da herkesi ağlatan Yaşar Kaya, Recep Tayyib’i de ağlattı!

Dönüyorlar. Ağlayarak ve ağlatarak dönüyorlar.

Kemal Burkay, Şivan Perver, Receb’i ağlattı.

Yeni dönen, Yaşar Kaya hem kendisini, hem de Receb’i ağlattı.

Ağlatarak dönüyorlar!

Kendi kimliklerine ihanet ederek dönüyorlar. Ağlayarak ve ağlatarak dönüyorlar.

Dönmek, aklın tersine çalışması oluyor. Ters çalışan akıl, tersine dönüyor. Dönmenin ilk ipucu, burada yatıyor. Dönmek, budur. İnsani anlamda, ilerleme adına geriye gitmek, yani kendi gelişimini red-etmek, bu oluyor. Kendini, kimliğini red-eden insan, zavallı-lığına ”ağıt” döken insan oluyor. Bu anlamda, ağıt ya da ”kendini kusmak” bu oluyor.

Parentez açıyorum: Kimse yanlış anlamasın. Ben, şu veya bu şekilde, sürgünde yaşayan politik insanların ülkelerine dönmesine karşı değilim. Karşı çıktığım, onları sürgün edenlerden “af “ dilemeleridir! Yalnız af mı, aftan da öte onları övmeleri ve onları överken de, onlara “timsah gözyaşları“ döktürmeleridir. Bizi, bizleri kahreden de budur. Kim, nasıl ülkesini terkettiyse, o şekilde dönsün. Dönsün  ama döner dönmez, katillere ve aşağılık insanlara “övgüler“ yağdırıyorsa, ortada dönüş yok, döneklik var demektir!

Parentezi kapatıp, devam ediyorum.

Evet…. Dönüyorlar. Kendilerini kusarak dönüyorlar. Dönsünler.

Pir Sultan Abdal, dönenlere güzel seslenmiştir:

“Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan!”

Ama siz dönekler, dönün.  Ağlayarak ve ağlatarak dönün. Kusarak, dönün.

Dönün, zavallılıklarınıza, göz yaşı dökerek dönün. Yetmezse, Konya’ya da gidin. Orada da dönme yeri vardır. Orada da  dönün. Dönersiniz!

Dönün, günah çıkartarak ve kusarak dönün!

Dönün. Dönmek, tersine dönmek, sizlere yakışıyor.

Dönün, daha, daha donün!

Evren’i, Özal’ı, Receb ve eşi Emine’yi ağlatarak dönün.

Dönün. Daha, daha da dönün.

Dönün, ey dönekler, içinizi kusarak dönün!..

----
(*)  Erdoğan'a mektup gönderdi

Bu arada gazetecilere önce Kürtçe sonra da Türkçe açıklama yapan Kaya'nın eşi Yurda Alaca buruk bir sevinç yaşadığını söyledi.

Alaca, "Aslında eşim bir terörist değil, eline silah almış değil. Parti başkanı olarak yargılandı ve hapse mahkum oldu. 20 yıl Almanya'da yaşamak çok güç. Çünkü Alman toplumu ayrı bir toplum, dili ayrı, farklılıkları var. Gerçek demokrasi bütün kuram ve kuralları ile işlemeli" ifadesini kullandı.

Alaca, bir gazetecinin "Türkiye'ye dönmesine getiren süreç ne oldu? Başbakan Erdoğan ile bir görüşmeniz oldu mu" sorusuna "Erdoğan'a bir mektup gönderdi. Hüseyin Çelik vasıtasıyla geçen yıl bir mektup gönderdi. Dönmesini bekliyordu" şeklinde yanıt verdi.

Yakınlarıyla bir süre sohbet eden Yaşar Kaya, daha sonra dinlenmek için Ankara Yenimahalle'de yaşayan yeğenin evine gitti.

Muhabir: Zafer Fatih Beyaz



17 Nisan 2014 Perşembe

Sen, ben kavgasıyla…


Abidin Karabudak

Sen, Ben Kavgasıyla, Biz Kalamadık

Geldik gideceğiz,günü bellisiz
Acılar yaşadık,ders alamadık
Başlara taç ettik,yaman elleri
Ayrıştık,dağıldık,bir olamadık

Dostluğa uzanan,yolları kestik
Ufak kusurları,büyütüp küstük
Kendi içimizde,gürledik estik
Gönüllerde kini,hiç silemedik

İftiralar attık,yalanlar dedik
Nice masum kulun,başını yedik
El boy verdi gitti,biz kaldık güdük
Sen,ben kavgasıyla,biz kalamadık

Hergün biraz daha,azdırdık derdi
Düşmanca kavganın,gelmedi ardı
Besledik,büyüttük,çakalı,kurdu
Sürümüzü kırar,yer bilemedik

Abidin’im yorduk,ömrü bitirdik
Sevgi,hoşgörüyü,tümden yitirdik
İnsanlık adını,yere batırdık
İrfana,erdeme,yol bulamadık



KANUN YAPARLAR...




Haci Cirik / Fezali

Üretenin sırtında geçinen çoksa
Ağa beyler ona kanun yaparlar
Sistemi titreten hareket çoksa
Ağa beyler ona kanun yaparlar

Nasıl geldi bunlar ikdidar oldu
Milli varlık için yöneten buldu
Sömürü sistemi böylece kurdu
Ağa beyler ona kanun yaparlar

Belin bükük üstün sökük başkasın
Sorğucu olursan biraz çokcasın
Seni dinler bunlar sanma hakcasın
Ağa beyler ona kanun yaparlar

Fezali karıştır aman her yeri
Yaşmasın bunların daha hiç biri
En kıymetli bana işcinin teri
Ağa beyler ona kanun yaparlar.

13 Nisan 2014 Pazar

Adalet Ağaoğlu: En son Enayiliğim!






Yazar Adalet Ağaoğlu, 12 Eylül referandumunda AKP'yi desteklediğini ve "evet" oyunu kullandığı için pişmanlık yaşadığını belirterek, "12 Eylül referandumunda ne kadar umutlandık. Oradaki umut kırıklığı beni çok etkiledi. Bu benim belki de son enayiliğimdi" dedi.

12 Eylül referandumundan sonra "büyük bir hayal kırıklığı yaşadığını" belirten Ağaoğlu, "çaresizlikten patlayacak hale geldiğini ve bu yüzden kitap yazdığını" dile getirdi.

Hürriyet'ten Zeynep Miraç'a röportaj veren Adalet Ağaoğlu, "Ben açıkçası darbe anayasasını gayrı meşru saydım. Başından beri... Hele 12 Eylül referandumunda ne kadar umutlandık. Oradaki umut kırıklığı beni çok etkiledi. Bu benim belki de son enayiliğimdi" ifadelerini kullandı.

"EŞ DOST SELAMI KESTİ"

Zeynep Miraç'ın son romanına ilişkin, "12 Eylül referandumdaki hayal kırıklığının sonucu mu bu roman?" sorusuna, "Evet, bir miktar öyle. Ben zaten travmaların altından yazarak kalkabiliyordum. Daha önceki romanlarımda her zaman evden kaçardım ben, 3 ay-5 ay bir yere giderdim. Tek başıma deftere el yazısıyla yazmadan dönmezdim evime. Fizyolojik durumum nedeniyle bu imkan da elimden gitti. Yazmaya da küstüm. Ama doluydum ve bu bende çok baskı yaptı. İnsan çaresizlikten patlayacak hale geliyor. Referandumdan sonra daha da arttı" cevabını veren Adalet Ağaoğlu, Miraç'ın, "Son dönem tartışmalar konuşmalarda sizi göklere çıkaran da oldu, yerin dibine batıranlar da. Hatta sizin yazdıklarınıza ihanet ettiğiniz dahi söylendi" sözlerine ise, "Beni AKP’li kıldılar. Kendini ilerici sanan eş dost selamını kesti" karşılığını verdi.

Kaynak: Odatv.com



TEK ADAM REJİMİ…


Haci Cirik / Fezali

Tarihin kara yüzü diktatörler
Tek adam rejimi gelir ve gider
Gerçeği görmeyen kör oğlu körler
Tek adam rejimi gelir ve gider

Hileyle yalanla rejimi kuran
Çıkacak meydana sebebin  soran
Hiçte çare olmaz din ile iman
Tek adam rejimi gelir ve gider

Ne para ne medya çare arama
İkdidarın melhem olmaz yarama
Battıkca batıyon hergün harama
Tek adam rejimi gelir ve gider

Hayelinde Cumhur başkanı olmak
Gördünmü seçimle arınıp yunmak
Beyinsize basit oyuna kanmak
Tek adam rejimi gelir ve gider

Toplumun bir yanı uyursa böyle
Hesapları çıkmazda ağ ile beyle
Düzenler tutmuyor böyle soy ile
Tek adam rejimi gelir ve gider

Günlük yaşam için yalanlar eden
Kendine görede koyunlar güden
Mebalin taşımaz bükülür beden
Tek adam rejimi gelir ve gider

Fezali yol alır yürüyen yolcu
Ayağa kalkarsa kominist solcu
Alevi abaza Kürt Türk le gürcü
Tek adam rejimi gelir ve gider.

"Yağmayı durdurun!"




Haber: Müslüm Kabadayı

ENERJİ VE MADEN İŞÇİLERİNİN DİRENİŞİNE DESTEK.

"Ülkemizin damarlarında dolaşan kan enerjidir ve onu yağmalıyorlar!" diyerek Yatağan'dan Ankara'ya gelen Enerji ve Maden İşçileri, 10 Nisan'da "Yağmayı durdurun!" diye haykırdı. Bu haykırışa bugün Bağlaç Kültür Sanat Edebiyat Dergisi de destek verdi. TES-İŞ ve MADEN-İŞ üyesi işçilerin bir süredir Yeniköy ve Kemerköy santrallerinin özelleştirilmesi kararına karşı yürüttükleri direniş amacını, Yönetim Kurulu üyesi Kemal Özcan şöyle özetledi:

 "Kavgamız sadece özelleştirme kavgası değildir. Kavgamız, emperyalist saldırı ve batı dayatması olan özelleştirmeye karşı emek ve bağımsızlık kavgasıdır. Bunun için üç gündür burada Ankara halkının, emek dostlarının da desteğiyle bu kararı alanları taciz atışına tutuyoruz. Pazartesiden itibaren daha gür sesle, Özelleştirme İdaresi'ne geri adım attırana kadar mücadelemize devam edeceğiz."


Bağlaç Kültür Sanat Edebiyat Dergisi emekçileri de, pazartesi yükseltilecek mücadeleye daha aktif destek vereceklerini; emeğin sanatını, edebiyatını yapanlar olarak bu direnişin yanında olacaklarını belirttiler.

11 Nisan 2014 Cuma

Dost Olana,Canım Feda ...



Abidin Karabudak

Kendini bilmez,sözü ile
Hatır,gönül, kıran olmam
Nadanların,gözü ile
Gerçekleri,gören olmam

Fikrim,zikrim, haktan yana
Haksız olan,neyler bana
Yoldaş olup yoz insana
Asla taviz veren olmam

Doğruluktan,asla şaşmam
Kendim bilir,haddim aşmam
Coşar,kaynar,boşa taşmam
Cahil izin,süren olmam

Abidin’im,şahit hüda
Dost olana, canım feda
Bir nefeslik,şu dünya da
Riyakara,yaren olmam



BAŞINDA BASKICI...



Haci Cirik / Fezali

Savcılar hakimler sual dinlemez
Başında baskıcı vuran oldukca
Başı emre eğik, yasa tınlamaz
Başında baskıcı kuran oldukca

Emir ile şeyi bağlar karara
Adalet Allahın yazar duvara
Önü uçurum söz neyler davara
Başında baskıcı yaren oldukca

Mahkeme kuruldu kime özeli
Yoksula kararı vermiş ezeli
Sistemde haklıyı haksız yazalı
Başında baskıcı duran oldukca

Vatan millet diyen kalıyor darda
İhanet başhakim olmuş heryerde
Milletin parası yaşar huvarda
Başında baskıcı saran oldukca

Kimsesiz kalıyor öteki olan
İkdidarın başı söylüyor yalan
Makamlar cebine tıkıyor talan
Başında baskıcı yolan oldukca

Soyanla seyirci günaha ortak
Adalet mahkeme aramıyor hak
Milli gelir senin dönde hele bak
Başında baskıcı yılan oldukca

Fezali haykırda gidişe dur de
Patrona beyine yumrugun vur de
Baskıcı çemberi kıvırda kır de
Başında baskıcı filan oldukca

Türkiye'de seçimlerin sonu…




Yalçın Küçük


Birinci tez şudur, “30 Mart 2014 Seçimleri” ile sonucunun hiçbir önemi yoktur. Seçim öncesi çok daha mühim olmuştur, pek vurucu ve dağıtıcı geçti; sonrası sadece sanaldır, geçici, Fransızca, un succes éphémere, diyebiliyoruz. Öncesinde Akepe ve hassaten Erdoğan bitmiştir ve “ bittii”; artık kendini taşıması imkânsızdır. Şöyle de söyleyebilirim, hükümetini sürdürmesi kanunların ruhuna aykırıdır. Bundan böyle kanunsuzdur. “Hırsız” denmesinden daha fatal, yok edici olan, kanunsuz sayılmasıdır. Çünkü kanun ve kanunsuzluk doğaya ve topluma işler ve şimdi infaz edilmesini bekliyoruz.

İkinci tez şöyledir; bu seçimlerin gösterdiği ve pek önemli olan ise şudur, Türkiye’de seçimlerin sonuna ulaşılmıştır ve “the end of elections” diyebiliriz. David Fromkin’in meşhur kitabı misli, “an election to end all elections” da diyebiliriz. Bunu, ceteris paribus varsayımı ile, bundan böyle her seçimin sonucu aynıdır, şeklinde anlamak durumundayız. Bundan böyle seçim yapmak anlamsızdır. Ahmaklara uygundur; şimdi seçmenin yarısı morg’dadırlar ve morg hayatı yaşıyorlar.

Üçüncü tezi yazıyorum, halkın ırz düşmanlığına ve hırsızlığa ve gaspa duyarsız kaldığı tespitleri de ahmakçadır. Doğru tespit, böyle halk olmadığı ve kalmadığıdır.

Halklar, by definition, duyarlıdırlar ve duyarsız olanlara, “sürü” diyoruz. Morg’da yaşıyorlar.

Morgda yaşayanın duyması, uyarılması ve uyanması imkânsızdır. Dolayısıyla geçen “seçim olmayan seçim”, Türkiye’de seçimlerin sonunu göstermiş olup son seçimdir. Şöyle de açıklayabiliyoruz, seçmenlerinin yarısı morgda yaşayan bir memlekette, asıl yaşadıklarımızı “the end of history” olarak tavsif etmek zorundayız.

Tarihi işletmek gerekmektedir. Ama zordur.

Zor’a bağlıdır. Mümkündür.

Muhtemel mi, bize bağlıdır.

Dördüncü tez, kısmen teoriktir ve Marx’ın “opium” tarifini, teknolojinin ilerlemesine uygun bir şekilde, ayrıca şiddetlendirip haz ögesini çıkararak, “morg” ile değiştirebiliriz. Daha uygun olanı aramak durumundayız.

Din, soğutucudur. Bu nedenle, 1979 ve 1980 yıllarında, ezcümle, “Ordu gelecek, iktidarı alacak, Erbakan’ı hapse atıp çok daha yoğun islamcılık yapacak” derken, hem Ordu’yu ve hem de islam’ı biliyordum. Ordu da biliyordu; Erbakan’ın ötesi morg’dur. Yarımız morg’dadır.

Beşinci tez cilvelidir.

Eylülist Diktatör General Kenan Evren’in dava edilmesi ve 26 no’lu Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ’un hapse atılması, tarihin cilvesi ve cilvenin tarihidir. Buna rağmen ve belki de bu nedenle tarih açılamamıştır. Ancak seçimlerin sonu, bir anahtar kapasitesindedir.

Yüzde kırk beşi, akepe’nin, Medine ve Morg kapasitesidir. “Ağyar olanlar”, yüzde beş, çıktılar. Bu çıkışı, Kürt siyasal partisinde de görüyoruz. Bunlar her zaman var olan serseri reylerdir ve her zaman hayal kırıklığı yaşarlar. Yaşadılar. Aslında hep boğuldular.

Hayal kırıklığı, serserilerin ikinci yaşamıdır.

Altıncı teze gelmiş bulunuyorum, “Medine” Kapasitesi ve sınırını, bilerek, kullanıyorum. Tekrarlıyorum, Batı’da büyük islam alimleri çok zaman Hazreti Peygamber’e, “Prophet of Medina” dediler, ve ben şimdi, “Religion of Medina” tabirini, önermek istiyorum. Gasp, darp, kovma, yok etme, imamın harem kurmada sonsuz özgürlüğü, esastır. Bunlar günah ya da ayıp değil ve övgüye yol açan amellerdir.

Din’i, Medine’nin ve Hayber’in pek zengin ve pek Yahudi, başkalarıyla birlikte, Nadir aşiretini, keserek, kovarak, güzellerini alarak, kurmuştuk. O devirde, yedinci yüz yılın başlarından söz ediyorum, evlilik free idi ve cinsler arasında seks ayrımı tanınmamıştır. Belki geri ve belki ileri yaşadılar. Bilemiyoruz.

Şunu biliyoruz, Buhari’nin hadisleri arasındadır. Zeynep Bint-i Cahş çok güzeldi, Peygamber bir kez intime görmüşler, evlenmek istediler. Zeyd bin Harise ile evliydi, acele boşandılar. Hazreti Peygamber ile evlendiler. Kaynaklar, Zeynep’i “muhacir” tarif ediyorlar.

Ancak Zeyd, Peygamber’in azadlısı idi, “evlat” dahi sayılıyor ve pek dedikodu yaptılar, o sırada bir “işaret” geldi ki “ayet” de diyorlar, bu ve “mucize” pek daha doğrusudur, çözülmüştür. Bunlara bakmıyoruz.

Artık günümüzü biliyoruz.

Yedinci tez, 2006 ve 2007 yılında, Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı iddialarını zayıflatmak üzere cumhurbaşkanlığı için üniversite diplomasının gerekliliği ile sara hastalığını ortaya koyduğumda, “Caligula” Kitabı’m işte budur, Ankara’nın en seçkin lokantası Trilye’de, benimle görüşen en zengin müteahhitler, “peygamber hastalığı” diyerek savunmuşlardı; beraberinde getirebileceği muhakeme zayıflıklarını, kibir ve acımasızlıkları hiç görmek istemediler. “Grand Mal” Sara’nın büyük bir mantık zaafını da beraberinde taşıdığını görmek istemediler. Sanki bana, “peygamber yolunda, tek eksiği saradır” ve “teşekkür ederiz Yalçın Bey” dediler. Estağfurullah demek, bana düşmektedir.

Sekizinci tez, Din-i Muhammediye’de hem çıkış ve hem son durak, Medine’dir. Bu nedenle yedinci yüzyılın başında Medine’yi çalışıyorum ve Tayyip Erdoğan’a Medine’den bakıyorum ve Kemal Karabulut Kılıçdaroğlu ile ailesini Medine’de arıyorum. Ve “Nadir” Medine’dedir, işaret ediyorum. “Ayet” yerine, Kur’an’a uygun olarak “işaret” ve bazen de “mucize” kelam ediyorum.

Böyle baktığım ve burada aradığım için, Akepe’de oy düşmesini hiç beklemiyordum. Sonuçlara hiç şaşırmadım. Medine’nin sürekliliği ayrı, kurduğum modelin doğru çıkmasına sevindiğimi söylemek durumundayım. Ayrıca itiraf etmek istiyorum, bize, sosyalistlere ve kemalistlere cinayetler tertip etmiş olan bir kökten gelen birisinin cumhuriyetçi tercihi ve oyları ile Ankara’ya reis seçilmemesinden de ziyadesiyle memnun oldum. Bir ihanet önlenmiştir.

Silivri’den Ankara’ya avdet ettiğimde, elektrik direklerinde bu eski düşmanımızın “siyaset yok, hizmet var” afişlerini buldum. Biz “siyaset yok” diyen bir siyasetçiyi faşist sayan bir mektepten geliyoruz. Devam ediyorlar. Marx Okulu’nun bize öğrettiği budur. Okulumuzdayız.

Dokuzuncu tez olarak, bu önemsiz seçimlerin iki önemli işaretini kaydetmek istiyorum. Doğu Perinçek’in İşçi Partisi, uzun bir zamandır, intihar yolundaydı ve anladık ki, artık yolunu tamamlamıştır; intiharı hatmetmiştir. Uzun zamandır, imam-hatip okullarını ve türban’ı kabul ile anti-kapitalist eğilimleri sansür ediyordu; akepe’yi desteklemekte ve mehepe’ye yaklaşmak istemektedir. Sol ve sosyalizm ile bağı kalmamıştır ve son kurultayından, tesadüf mü, “ülkücü albay” olarak tanıttıkları birisi hariç, Silivri’de yatan, bir ölçüde solu bilen kıdemli kadrolarını tasfiye etmiş, ki devlete bir işaret olarak anlıyorum, ve apolitik isimleri ve sadece isimleri, yönetimine alarak, çıkmıştır. “Üçüncü Partisi” sayabiliriz, fakat, bir “Doğu Perinçek Cemaati” olarak telakki etmek daha doğrudur; yoluna böyle devam edebilir, öyle tahmin ediyorum. Başarılar diliyorum. Arkadaşlığımız var.

Onuncu Tez’e gelmiş bulunuyorum. Cumhuriyet Halk Partisi, Cumhuriyet’e ihanet edenlerin eline geçmiştir. Oyun içinde oyun oynadılar ve adaylar ile yerlerini Parti’nin değil, oligarşinin bürolarında, belirlediler. Çankaya, Beşiktaş, Kadıköy misli sonucu belli ve sağlam büyük yerleri, cumhuriyet düşmanlarına ve iltizama verdiler. Bunlar ve tabii başta Karabulut Kemal, artık, parti içi, savaş kışkırtıcısıdırlar.

Savaşın kabulü, kanunların ruhuna uygun ve gereğidir. Hainler, sorumludurlar ve adını daha önce verdiğim altı kişi, mutlaka, bir Özese Divanı’nda yargılanacaklardır, güveniyoruz. Buradayız.

Cumhuriyet Halk Partisi bayrağıyla, son seçime, Fethullah Gülen girmiştir. Başkanı, Kemal Karabulut Kılıçdaroğlu, Fethullah Gülen’in kasetlerini okumuştur. Kaset düzeneği, kısa bir zaman önce, bizleri, zındanlara koymak ve karalamak için kullanılıyordu ve o zaman, Gülen’in kasetlerini Tayyip Erdoğan çalıyordu ve hepsini Erdoğan çalmıştır. Şimdi bu kasetler, Said-i Nursi ile öğrencisi Fethullah Gülen arasındaki bir Medine Savaşı’nın borazanı oldular; Kılıçdaroğlu borazancıbaşıdır.

Yalnızca borazan çalma kabiliyeti var.

On birinci tez, her zaman olduğu üzere acıdır.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin Fethullah Cübbesi örtünmesinin, cehepe için, benim önce Anayasa Referandumu sırasında ısrarla işaret ettiğim üzere, Kılıçdaroğlu ve adamlarının Fethullah Gülen’e bağlı olmasını ispatlamasından başka hiçbir yararı yoktur. Bunun dışında Fethullah Gülen’in son seçime, “seçimleri bitiren seçim” de diyebiliriz, Kuruluş’un Kurucusu CHP ile girmesinin, görünüşteki bu iki tarikat arasındaki savaşın Erdoğan’ı çırılçıplak yakalaması bir yana, sadece iki büyük yanlışı ortaya çıkarmaya yaradığını da görüyoruz. Yanlışlardan birisi, Gülen’in kontrol ettiği bir oy kütlesi olmamasıdır; yoktur. Oyu olmayan ve ayrıca oy nakli yapamayan bir tür semi-illegal örgüttür. Tarikat tarafı pek zayıftır, ritüelleri yoktur ve kendisine ait bir camii bulunmamaktadır. Her tarafa gidebiliyor ve sızabiliyorlar. Sızma, ahlakıdır.

Başta Karabulut Kemal’in, Fethullah’ı bir oy deposu olarak göstermek istemesi, her zaman olduğu üzere, yalnızca bir dolaptır. Fethullah cübbesinin bu kurucu Parti’ye oy getirmediğini ve eksilttiğini söyleyebiliyoruz. Biliyoruz.

Devam ediyoruz ve On İkinci tez’deyiz. Şudur, “seçimlerin ilk ve büyük mağlubu Fethullah Gülen’dir” formülü daha büyük bir yanlış olup, ayrıca saçmadır. Aptalca bir formüldür; Gülen’de kaybetme karakteri göremiyoruz, ne kaybedebilir ki; bazen Rasputin’i hatırlatan bir reis ve kütleselleşmekten çok, devlete sızmaya çalışan ve büyük zenginler ve şirketlerde, medya dâhil, örgütlenmeye çalışan bir harekettir. Böyle bir hareketin kaybetmesi mümkün değildir ve şirketlerdeki ve gazete ve televizyonlardaki gücü azalmamıştır. Müritleri, sol partileri kıskandıracak bir bağlılık, mücadele ruhu ve dayanıklılık gösterdiler. Demek ki, hem kaybetme organları yoktur ve hem de kaybetmediler.

Şu noktaya işaret etmemin sırası gelmiş bulunuyor. Tekrarlayabilirim, “paralel yapı” cahilane bir kullanıştır ve devlet de Tanrı misli şirk ya da ortak kabul etmiyor ve asla içinde barındırmıyor. Fethullah Gülen Tarikatı ile esas olarak Said-i Nursi bir parti oldular ve sonra ayrıldılar. Radikal bir ayrılık olmamakla birlikte Medine Savaşı yaptılar, mümkünse birbirinin derisini yüzmeyi denediler. Hind bint-i Utbe’nin, yine Medine’de, Peygamber’in kuzeni Hamza’nın, Uhud’da ölmüştü, kulak ve burnunu doğrayıp küpe yapmasını ve ciğerini çıkarıp yemek istemesini hatırlıyor ve hatırlatıyorum. Pire için katlederler.

Seçimlerin öncesinde, Erdoğan’ın bakanı, Erdoğan Bayraktar, hırsızlıkla suçlamaları için “ne yaptıysam Erdoğan’ın emri ile yaptım” demiştir. Gülen’e yakın, uzaklaştırılan İstanbul Emniyeti İstihbarat Şubesi Eski Müdürü Ali Fuat Yılmazer, ki bütün tutuklama dosyalarımızı hazırlayan adamdır, tutuklamaların hepsinin, Başbuğ’unki dâhil, Tayyip Erdoğan’ın emri ile yapıldığını, görgüye dayalı bir tanık olarak, açıklamış ve teyit etmiştir. Erdoğan’ı bitirenler bunlardır ve artık “lame duck” diyebiliyoruz. Aslında tabir budur ve topaldan çok ötededir.

Akepe bir devşirme ve kucaklama partidir; adamı yoktur ve hep kucakta taşınmıştır. Bundan sonra da, Gülen’in yarı-gizli ekonomi-politik örgütüne bir zarar vermesi zordur. Bağırır ve çağırır, ama, arkası yoktur; ortak bir parti idiler ve arkası hâlâ güçlüdür. Arkada kalan Hayati Yazıcı Fethullahi rengini açıklamıştır, Erdoğan’ın en güveniliri idi ve şimdi Erdoğan’ı frenleyenlerin başında ve hala bakanlıktadır. Bülent Arınç ile Abdullah Gül, Gülen için kalkandırlar. Reha Denemeç de buradadır. Öyleyse Erdoğan, bundan sonra, rabia’da bir reis’tir. Görüyoruz.

On üçüncü tezde şu var; Erdoğan, davaları kabul etseydi, bu kadar eskimezdi ve şimdi Oscar Wilde’ın, Dorian Gray’in Portresi’nden başka bi-şi değildir ve tam öyledir. Portre yırtılmış ve gerçek yüz çıkmıştır ve bu yüzle, bundan böyle hiç kimsenin Türkiye’yi yönetmesini düşünemeyiz. Kanunların Ruhu var.

(Devam edecek)

Kaynak: Odatv.com