28 Ağustos 2014 Perşembe

TALANIN BAŞ TACI...



TALANIN BAŞ TACI

Haci Cirik / Fezali

Hırsız başı, baş tacı talanın
Yoluna halılar kondu serildi.
Buyruğa eğilmiş makam bulanın
Devletin nimeti sundu verildi.

Yalanı söyleyen soydukca acı
İliğine deydi okların ucu
Alkış çalar buna, anası bacı
Cehennem azabı yundu serildi.

Korunmak içinmiş korkunun adı
Sıralar olancık gemiyi yatı
Hesabı sorulmaz bulunsa kadı
Alevler ateşler söndü silindi.

Fezali aşk olsun hesap sorana
Haksıza vallahi karşı durana
Nimetler dağıldı yakın yarene
Bu gerçeği halklar gördü gülündü.

Erdoğan’ın CÜLUSU!




Dr.İsmet Turanlı

 Erdoğan’ın CÜLUSU Osmanlı devrinde Padişahların Cülusunu hatırlatacak herhalde. Senelerdir yazıyorum. Yaptığı hizmetlere rağmen TEKADAM olma arzusunun kendisine ve millete tehlikeli  devirler yaşatacağını korkarak izleyeceğimizi yeniden hatırlamak ihtiyacını hissettim. Ben yanlız bu tehlikeden bahsetmiyorum. Bir çok saygın köşe yazarıda ayni endişeyi dile getiriyorlar. Daha ilk CÜLUS gününde böyle kolloosal (Hugh) seramoni yapılmasını istemesi tehlikenin ilk adımlarından olabilir. İngiltere kralı gibi birde atlı suvari kafilesi karşılamada yer alacakmış.Acaba 30 bin kişinin katılması, ikinci derecedeki yabancı konukların refakat etmesi onu tatmin edecek mi? Artık onun mitinglerdeki naralarını, monologlarını duymayacağız umuduna kapılımştım. Şimdi şehir şehir dolaşıp milleti yine işinden gücünden edip kendisini sıcakta, ayakta dinlenmesini dayatacak.Bu derece Hırsı tarihte bazı hükümdarlarda görmüştük. Bu ne hısrtır ki, hergün kendisini gündem yapmak, hergün millete monologlarını dinlemeğe mecbur etmekle hangi demokratik prensibe hizmet etmiş oluyor. Millet kelime, kelime onun övünmelerini biliyor. IMF borcumuzu ödedik, hatta borç veriyoruz. 17 bin kilometre çifte yol yaptırdım. Benim valim, benim bakanım v.s.milletin emrindedir, hizmetindedir. Kaç hava alanı, kaç hastane, kaç adliye sarayı yaptırdığını anlatacak. Hüseyin Çelik gibi meddahlarıda süsleyip, püsleyip televizyonlarda gazetecilere duyuracaktır. Hiç bir kıskançlık duygusu taşımadığım halde kendimi tarihteki Napolyonun, Musoloninin, Hitlerin , İsmet paşanın merasimde duruşlarını haırlattı.

Bu pompöz seramoni tarihe mühim bir olay olarak geçmeyecektir. Hele hele bir de MEHTER takımı eksik olunca. Bu bando savaşta yeniçerileri savaşa motive etmek için, düşmanlara karşı  katletmek için kışkırtmakla görevli olmuştur. Yurtta sulh, cihanda sulh Mehter takımının müziği ileolmaz. Beethoven’in, Şiilerin Dokuzuncu senfonisi ile mümkündür. Mehmet Akif’in islamik şiirleri ile değil, Tevfik Fikretin ‘’ Vatanım ruyi zemin, milletim nevhi beşer’’ şiiriyle, Yunus’un şiirleri ile mümkündür.

Bir siyasi hayatını hep Türkiye de geçirmişse, hiçbir yabanı dil bilmedimi böyle gülünç seramoniler isteyebilir, kendini gülünç duruma sokar.Sanki dünyada ilk defa böyle bir seçimi müteakıp demokrasi gerçekleşiyor.Bu ne kibir, bu megalomanca kendini insan üstü bir varlık göstericiliği. İnsan üzülmekten kendini alamıyor. Yabancıların ‘’Ne oluyor bu Erdoğan’a ?’’ sorusuna cevap vermek zorunluğunda kalınca.

Erdoğan bütün bu gayretlerine rağmen ne Robotskideki katliamdan sorumlu olduğunu, bakanları ile işlediği rüşvet suçlarını unutturamaz. Bu gün Türkiyenin bütün komşuları ile kanlı bıçaklı olduğunu gizleyemez. Kıbrıs ve Yunanistandaki Rumlarla, Mısırla, Suriye ve İsraille, Maliki Irak’ı ile, Doğuda Acemler ve Ermenilerle düşmanlık yaşanmıyor mu?

Mitinglerde aksi fikirde olan siyasilere, yazarlara, sanatkarlara yaptığı hakaretler elbette onun pozitif hanesine yazılacak saygınlık olamaz. Tarih göstermiştir ki böylesi Padişah tarzı yaşama özenenlerin sonu hiç hayırlı olmamıştır. 3 cü havaalanına Erdoğan ismi verileceğine göre, çok geçmeden Atatürk ismindeki yer isimlerine sayı olarak fark atar.

Fehmi Koru Davutoğluna nasihatte bulunuyor. Benimde Mesut Yılmazla bir hatıram var. Uçakta ön sırada birlikte oturuyorduk. Dışişleri bakanı olmuştu. Dedim ki’’ Amcanız İzzet Akçalıyı tanımıştım. Efendi bir insandı. Sizden ricam etrafınızla istişareyi ihmal etmeyin. Bakın bakan arkadaşınız Mükerrem Taşçıoğlu(Talebeliğinden tanıyorum. Talebe birliği başkanı idi) bakanlıkta bir problem hakkında konuşmaların sonunda kendi dediğine itiraz olmuyormuş. Halbuki Turizm bakanlığına geldiğinde Turizm hakkında hiç bilgisi yokmuş ‘’ Yılmaz ve eşi gülmekten kendilerini alamamışlardı. Çünkü Bakan olunca bizde insanlar bakanlıklarına en akıllı şahsiyet oluyorlar. Erdoğan’da artık Türkiye de en akıllı insandır. Allah aklını artırsın ama Fehmi Koru’nun dediği gibi ‘’Padişahım senden büyük Allah var!.’’ İnsanlar böbürlenince ne kadar gülünç oluyorlar değil mi.?

Bir başka anımda oldukça gülünçtü. Geçmişte sınıf arkadaşlarımdan bazıları bakanlık koltuğuna oturmuşlardı. Günün birinde bakan olan  bir arkadaşımı  ziyarete gittiğimde yerinde yoktu. Fakat sekreteri yakında geleceğini söyledi . Kısa bir müddet sonra bakanlıkta ziller çalmağa başladı. Alarmı var diye sorduğumda,’’ Hayır, bakan bey ayağını bakanlıktan içeri attı!’’ dediler. Bakan olanlar o andan itibaren, parası çok olanlarda paraları kadar akıllı olduklarını zannetmeğe başlarlar. Ben ne bakan oldum, neden param çok olduğu için çok şükür mütevazu kalmakla yetindim.


Köln. 26.08.14   


27 Ağustos 2014 Çarşamba

Konumuz: Demokrasi...





Demir Bilgin

Konumuz, demokrasidir. Politikada, devlet yönetimlerinde, her türlü sorunun ”çözücü” anahtarı olarak gösterilen, demokrasi gerçekte nedir, ne anlama geliyor? Bu yazı, bu soruya yanıt bulma yazısıdır. Politikada, herşeyin birbirine karıştırıldığı bu dönemde, demokrasi kavramı üzerinde tekrar durmak ve bu politik kavramı masaya yatırarak tahlil etmek, bir zorunluluk olmuştur. Tekrar soruyorum: Demokrasi nedir?

Grekçeden, demokratia'dan gelen demokrasi, halk egemenliği olarak tanımlanıyor. Demos, halk ve kratos'ta egemenlik oluyor. Tüm politik sorunların çözümünde anahtar olarak gösterilen demokrasinin sözcük anlamı budur.

Demokrasinin, Grekçe olarak sözcük anlamı budur ama Eski Yunandan bugünlere kadar demokrasi, tarihsel olarak ve sosyo-ekonomik yapılara göre değişik anlamlar kazanmıştır. Sınıflarla birlikte oluşan devlet ve yönetim biçimi olan demokrasi, hep ezenlerin, hep iktidarı elinde bulunduranların demokrasisi olmuştur. Köleci toplumda, köleci demokrasi. Feodal toplumda, feodal demokrasi. Kapitalist toplumda, kapitalist demokrasidir. Bu sınıflı toplum yapılarını incelediğimizde, hiç birisinde, demos artı kratos yani halkın egenenliği olmamıştır. Bu toplumlarda, hep, ezenlerin, sömürenlerin, özel mülk sahiplerinin ”demokrasisi” oldu. Örnek olsun, köleci toplum: Köleler ve köle sahipleri. Burada hakimiyet yalnızca köle sahiplerinin elindeydi.

Feodal toplum: Büyük toprak sahipleri ve kendisine bağlı köylüler. Burada egemenlik yine, büyük toprak sahiplerinin elindedir.

Feodalizmin yıkılıp, yerini kapitalist sisteme terketmesiyle oluşan demokrasi, gene burjuvazinin hakimiyet biçimi olmuştur. Bu da, sermaye sahiplerinin ”diktatöryası” demek oluyor. Kapitalist toplumun bu diktatöryası, biz ezilenlere, işçi sınıfı ve müttefiki emekçi kitlelere, büyük bir demegoji ile, ”demokrasi” diye, sunuluyor.

Peki, anayasalarında yer alan demokratik haklar ne oluyor, diye sorulabilir.

Doğrudur, kapitalist / emperyalist ülkelerin anayasalarına baktığımızda, kâğıt üzerinde yazılan, bazı demokratik hak ve özgürlüklere dair maddeler vardır: Parti kurma özgürlüğü, grev, gösteri yapma özgürlüğü, fikir özgürlüğü gibi. Tüm bu maddeler; ülkede, emek – sermaye çelişkisi yükseldikçe ve sömürücü düzenleri için bir tehlike ortamı yarattıkları görülürse, sermaye sahipleri ve onları temsil eden yapı, hemen bu hakları gasp eder, yok eder. Bu anlamda demokrasi, bir iç savaş hali oluyor. Sınıfsal mücadele, emek – sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkilere göre ”demokrasi” oyunu oynanıyor. Bu açıdan, burjuva demokrasisi, her zaman, özel mülk sahipleri için bir cennet, sömürülen emekçi cephesi için bir cehennem olmuştur.

Buraya kadar çıkan noktalar vardır:

Bir: Eski yunandan bugüne kadar ”genel demokrasi” yoktur. Demokrasi, sınıflardan bağımsız, sınıfsal üstü bir yapı değildir.

İki: Demokrasi, bir devlet durumudur. Kapitalist devletin demokrasisi, diktatörlüktür.

Üç: Demokrasi, ”azınlığın çoğunluğa tabi olması” değildir. Demokrasi, özel mülk sahiplerinin, işçi sınıfı ve müttefiki emekçilere karşı bir dikta yapısıdır.

Dört: Demos artı kratos yani ”halk egemenliği” sınıflara geçişle birlikte bitmiştir! Ne köleci toplumda, ne feodal ne de kapitalist / emperyalist toplumda ”halkın egemenliği” yoktur. Olmamıştır.

Beş: Demokrasi, aynı zamanda, kavram olarak bitmiştir. Eğer bir sözcük, önüne sıfat almadan, kullanıla-mıyorsa, bu sözcüğün bitişi demek oluyor: İslami-demokrasi(!); Hiristiyan - demokrasi; Orta-demokrasi; İleri-demokrasi...Tüm bu sıfatlar, demokrasi kavramının bitişini gösteriyor.

Ben de konuyu bitiriyorum ve sonuç var: Demokrasi, sınıflardan ayrı, sınıfsal üstü bir yapı değildir. Demokrasi bir devlet durumudur. Devlet sınıfsaldır. Devletin yani sınıfların olduğu ülkelerde genel anlamda demokrasi olmaz ve hiç olmamıştır.

Demokrasi, katılımdır. En büyük katılım, sosyalizmdir / komünizmdir. Bunun ötesi demagojidir.

26 Ağustos 2014 Salı

Ortadoğu’nun Ufalanma Süreci-4






Cemil Gündoğan
cemil_gundogan@yahoo.se

Sosyalleşme Süreçlerinin Etkileri


Bir devletin sınırları içindeki yerel kültürlerin daha üst ve standart ilan edilmiş bir kültür adına ve bazen de onun içinde eritilmesini öngören entegrasyon, yükselen uluslar döneminin tarihsel-sosyolojik eğilimiydi. Bu eğilim, önceki yazıda belirttiğim gibi, bir süredir yerini bir başkasına bırakıyor: Kıtasal/küresel düzeydeki entegrasyona eşlik eden ulus-altı düzeydeki çözülme eğilimi. Bu bir cemaatleşme eğilimidir. 

Bu eğilim değişik açılardan ele alınarak incelenebilir. Konunun tarihsel bağlamına değinmiştim. Değinilmesi gereken en az iki boyutu daha var: sosyalleşmeyle olan ilişkisi ve global karakteri. 
Sosyalleşme, bir insanın, içinde yaşadığı toplumdaki egemen toplumsal ve kültürel normları edinmesi sürecine verilen addır. Sosyalleşme mekanizmalarını inceleyen sosyologlar, bir çocuğun sosyalleşmesindeki ilk halkayı oluşturan aile, akrabalar, komşular gibi yüz-yüze ilişkilerin konusunu oluşturan topluluklara birincil grup adını verip bunları okul, meslek, cami, kilise, ulus gibi daha geniş ilişki sistemlerinden ayırmışlardır. Bu ayırımı izleyerek şunu söyleyebiliriz ki, birincil grup, bugün de genel hatlarıyla dünkü çerçeveler içinde işlemektedir. Çocuğa aktarılan şeylerin içeriği değişikliğe uğrasa da edinim mekanizmaları aşağı yukarı eskisi gibi kalmaktadır. Buna karşılık birincil grubu kuşatan sosyalleşme sistemlerinin ve mekanizmalarının çerçevesi günümüzde dikkat çekici değişikliklerden geçmektedir. Cemaat, bu noktada önemli bir çerçeve olarak belirmektedir.  
***

Başta okul olmak üzere, gazeteler, televizyon, reklam,  spor gibi kurum ve kuruluşlar aynı zamanda sosyalleşme mekanizmalarıdır. Tek tek bireylere kendilerini daha geniş birlikler içinde tasavvur etme imkânı sağlarlar. Bu mekanizmalar, söz konusu işlevlerini, kendilerinin kuşattığı veya kendilerini kuşatan sistemlerle etkileşim halinde ve belli çerçeveler içinde icra ederler.  Devlet bu çerçevelerden biridir. Çoğu durumda devlete denk gelen ulus bir diğer çerçevedir. Daha doğrusu ulus, son birkaç yüzyılda sosyalleşme sistemlerine çerçeve sunan muhtemelen en etkin düzeydir ve bu bazı mekanizmalar yoluyla gerçekleşir. 
Okul bu mekanizmalardan biridir. Belli bir toprak üzerinde yaşayan insanlara, aslında aynı ulusun mensupları olduklarını öğreten ve bu şekilde kurgulanmış bir toplumla (ulusla), o topluma mensup bireyler arasındaki ilişkiyi bir ölçüde şiddet de içeren indoktrinasyonla tesis eden esas kurum okuldur. Okul denilen makinanın bir ucundan farklı niteliklere sahip benzemezler olarak girer, öbür ucundan aynı ulusun benzeşmiş mensupları olarak çıkarız. 
Bir diğer aşılayıcı kurum ordudur. Mecburi askerlik, sadece savunmayla veya savaşla ilgili bir kurum değildir. Bunlardan fazla olarak ulus inşasıyla ilgilidir. Bu kurumun da bir ucundan değişik lehçeler, ağızlar veya diller kullanan ve kendi köyü, sülalesi, aşireti ve belki tarikatı dışında kendisini içinde tahayyül edebileceği bir ortaklık alanı tanımamış olan köy delikanlıları olarak gireriz; diğer ucundan ulusun kullandığı standart dili konuşan, yazan ve kendini daha büyük bir ailenin, yani ulusun mensubu gibi hisseden eden “vatandaş”lar olarak çıkarız. Okullarda “Yurttaşlık Bilgisi” dersi alma fırsatı bulamamış gençler, bu eğitimlerini askerdeyken sopa marifetiyle tamamlarlar. Bu nedenle temel eğitim sisteminin henüz yaygınlaşamadığı ilk dönemlerde, askerlik kurumu uluslaşma bakımından okuldan daha önemli bir yer tutmuştur. 
Ulusal okullar kurma olanağı bulamayan kuzey (Türkiye) Kürtleri gibi topluluklarda da benzer bir durum söz konusudur. Gerilla, illegal ulusal örgütler ve onların çeperindeki legal veya yarı-legal oluşumlar, ulus’u sosyalleşme çerçevesine dönüştüren bir işleve sahiptirler. Bütün milliyetçilik karşıtı söylemine karşın PKK’nin ve onun kontrolündeki kurumların Kürt ulusuna eleman üreten bir fabrika gibi işlemesi, bu sosyalleşme mekanizmasıyla ilgilidir. 
Medya, anılmaya değer bir diğer kurumu oluşturur. Hepimiz aynı gazetelere, radyolara, internet sayfalarına, televizyon ekranlarına vs. bakar, okur, dinler veya seyrederiz; buralarda yer alan aynı kişilere, aynı mekânlara ve aynı olaylara sevinir, üzülür, hiddetlenir, hüzünlenir veya kinimizi bileriz. Bu durum,  ezici çoğunluğu birbirlerini tanımayan ve ileride de tanıyamayacak olan insanlar arasında bir ortaklık alanı oluşturur ve bu kişileri hayali bir ailenin sanki ezelden beri tanışıyorlarmış gibi hisseden mensuplarına dönüştürür. Ve medya bu işi her gün yeniden yapar. Öyle ki, bir süre sonra, sözü edilen ortaklığın aslında hayali bir ortaklık olduğunun farkına bile varamaz hale geliriz. Bizleri içine alan ilişki sistemi “somut”laşıp “doğal”laşır. 
Öte yandan ulus’un tarihçileri, bu ilişkinin aslında ta ilk çağlardan beri var olduğuna dair teoriler icat ederek; dilbilimcileri bu birliğe ruhunu veren şeyin, dünyanın en eski dillerinden biri olan ulusal dilimizdeki asalet olduğunu vaz ederek söz konusu “doğal”lığa ilişkin algılarımızı, sezgilerimizi ve hislerimizi “bilimsel” doğrulara veya aksiyomlara dönüştürmeye çalışırlar. 
Bu ve buna benzer mekanizmalar ve süreçler sonucunda ulus inşa edilir.  Böylece birbirlerini hiç tanımayan insanlar,  Yaşar Kemal’in İnce Memed’indeki esmer oğlana hayıflanır, Mehmet Şexo’nun Ay le Gule’siyle hüzünlenir, Zeki Müren’in sesiyle mest olur, Şivan’ın şarkılarıyla coşar, bayrak önünde hazır ola geçer, ulusal marşı dinlerken vecde girerler vs. Değişik uluslarda bu işlevi gören kişilerin, mekânların, olayların vs. isimleri değişir, ama bu sembollerin gördüğü işlevler değişmez. Örneğin, Türklerde Atatürk olan, Kürtlerde Apo’ya veya Barzani’ye dönüşür, Perulularda İnka olan, Irak Araplarında Babil’e dönüşür, Ermenilerde Ararat olan Yahudilerde Siyon’na dönüşür, Finlilerde Kalevala olan Farslarda Şehname’ye dönüşür... Fakat anılan sembollerin gördükleri işlev değişmeden kalır: Birbirini tanımayan insanların aynı hayali ailenin mensupları gibi hissetmelerini sağlayan sistemin düğüm noktalarını oluşturmak. 
***

İşte bu tür süreçlerden geçerek oluşan ulus adlı sosyal birim, o kadar güçlü bir sosyalleşme çerçevesine dönüşmüştür ki onunla rekabet halindeki bütün ilişki sistemleri ve birimler (tarikatlar, aşiret, hemşerilik, sınıf vs.) ya kavgayı kaybetmiş ya da ulusal çerçeveye adapte olarak yaşamlarını sürdürmek zorunda kalmışlardır. Komünizm ve din gibi, tanımları gereği uluslar-üstü nitelikler taşıyan hareketlerin, ileriye doğru yaptıkları her hamlede ulus çerçevesine doğru geri bir adım atmak durumunda kalmaları, bunun bir ifadesidir. Nitekim, Marx döneminde bütün ülkelerdeki proletarya hareketinin ortak ve doğrudan komuta merkezi olarak tasarlanmış olan I. Enternasyonalin, tek tek ülkelerdeki komünist partilerinin ipleri ele geçirdiği yeni bir enternasyonalizm sistemine doğru evrilmesi, topu topu 20-30 yıllık bir zaman diliminde gerçekleşmiştir. 1910’ların sonlarındaki tek ülkede sosyalizm tartışmalarının, eski sistemin pratikte mezara gömülmesinden sonra yaşanmış olması bir tesadüf değildir.  
İslamcı hareketlerin ve tarikatların, ulusal çizgiler etrafında şekillenmeleri veya bir aşamadan sonra buna zorlanmaları, bir diğer çarpıcı örnektir. Gülen Cemaati ana damar itibarıyla Türkçüdür örneğin, Hizbullahçılık aynı çerçevede olmak kaydıyla İrancıdır, Wahabilik Suudidir, Şafiilik ise (Türkiye’de) Kürt’tür. Cemaleddin Afgani gibi düşünce ve eylem adamlarının geliştirdiği uluslar-üstü Pan-İslamizm hareketi dahi, kurucuları henüz hayattayken Osmanlı, İran veya Arap partikülarizmine toslamıştır. Örneğin, Afgani, kendisi gibi pan-İslamist olan II. Abdülhamit tarafından Saray’a davet edilmişti, ama orada danışman olarak mı, yoksa rehin olarak mı tutulduğu hâlâ bir tartışma konusudur. Mümtaz’er Türköne’nin doktora tezi İslamcılık üzerinedir. Temel tezlerinden biri nedir bilir misiniz? Pan-İslamcılığın ancak Türk işi bir şey olabileceği. Türköne, Pan-İslamizm türü bir hareketin o dönemde ancak Türkler tarafından geliştirilebileceğini göstermeye çalışır ve bu işin patentini Afgani’den alarak Namık Kemal ve arkadaşlarına verir. Konunun uzmanı olmadığım için patentle ilgili iddia hakkında bir şey söyleyemem. Ancak isminde “pan” bulunan evrenselci bir şeyin, daha doğuş anında Türklük gibi partikülarist bir şeyle ilişkilenmek durumunda kalmasındaki tersliği görebilmek için bir şeyin uzmanı olmam gerekmez. Günümüzün en evrenselci dinci hareketi muhtemelen El-Kaide’dir, ama bu örgüt bile çoğu kez ya Afganistan’daki ya da Suudi Arabistan’daki iktidar eylemiyle ilişkili olarak izah edilmektedir.  
***

Ulus’un sosyalizasyon süreçlerine ve mekanizmalarına nasıl güçlü bir çerçeve sunduğuyla ilgili çok şey yazmak mümkün. Fakat tek başına bu ilişkiyi anlamak, bugün çevremizde olup bitenleri anlamamıza yetmez. Zira ulusun bu konumu, içinden geçtiğimiz dönemde gerilemekte ve onun yerine cemaat sosyalleşme süreçlerine giderek artan oranda çerçeve sunmaya başlamaktadır. Bu durum, tarihsel-sosyolojik nitelikte olduğunu belirttiğim küresel eğilimin sosyolojik ayağını oluşturmaktadır.
Böyle olduğu içindir ki bugüne kadar “ulusal” diye nitelediğimiz pek çok şey giderek “cemaat” zemininde anlam kazanmaya başlamaktadır. Bir örnek olarak “ulusal ihanet” kavramına bakabiliriz. Eskiden ulusal ihanetle kastedilen şey, neredeyse bütün Türkler için güneş kadar açıktı: Türklerin ve Türkiye’nin menfaati karşısında bir başka milletin veya toplumsal grubun yanında olmak veya onlara sempati göstermek. Ve bu, bir Türk için düşünülebilecek en büyük utanç veya suçlardan biriydi. 
Peki, bugün durum hâlâ eskisi gibi midir? 
Bu soruya tereddütsüz evet cevabı vermek zordur. Birbirlerinin gırtlağına sarılmış durumdaki Asyatik Türklerle Avrupai Türkler(*) için ulusal ihanet her zaman aynı şey değildir artık. Birinci cemaate göre, örneğin General Sisi’yi kınamamak ulusal bir ihanettir. Karşısındaki cemaat ise, Sisi’yi kınamak bir yana, onun Mısırdaki İhvan cemaatine yaptıklarını az bile bulur. Beşar Esat’ın katliamlarına karşı tavır konusunda da benzer bir durum söz konusudur. Bir taraf Esat rejimini yıkmak için legal veya illegal her yola başvurmayı ulusal çıkarların korunması olarak anlarken, diğer taraf bu çalışmaları sabote etmeyi Türkiye’nin ulusal çıkarlarını savunmanın bir gereği sayar. 
Aynı şekilde, bugün, Avrupai Türkler için, Türkiye ile söz gelişi Polonya arasında oynanacak bir milli maçta Polonya’nın şık bir golüne “Bravooo!” diye tezahüratta bulunacak olan kahvehanedeki bir seyircinin ulus’a yapacağı ihanet, kendi cemaatlerine mensup bir sanatçının, karşı cemaatin lideri olan Erdoğan’ın iftar sofrasında görünmesinin oluşturduğu ihanetin yanında çok çok hafif kalacaktır. Belirtmeye gerek yok ki, bunun tam tersi de aynen geçerlidir. 

Ulus’un sosyalleşmeye sunduğu çerçevede yaşanan bu değişmeyi, dün ulusal tahayyüller yaratabilme kapasitesine sahip sembollerin bugün bu niteliklerini yitirmeye başlamalarından da anlayabiliriz. Mesela Bülent Ersoy’un ameliyatı ya da Hülya Avşar’ın sevgili değiştirmesi, dün rahatlıkla “Edirne’den Kars’a kadar” bütün insanları aynı hararetle tartışmaya sevk edebilen bir olaya dönüşebilirdi. Ama bugün böyle olması zordur. Hiç kuşkusuz bugün de “Edirne’den Kars’a kadar” insanları büyük bir hararetle tartışmaya sevk edebilen bazı semboller üretilebilir; ama  kabul edelim ki bunların sayısı ve etkisi belirgin biçimde azalıyor. Artık pop-starlar dahi, daha gençlerin önemli bir bölümüne ulaşamadan kaybolup gidiyorlar. Bu durum, yeni pop-starların daha yeteneksiz veya daha birikimsiz olmalarından kaynaklanmıyor herhalde? 
Muhakkak ki bu değişimin birden fazla sebebi vardır. Burada bizi ilgilendiren sebep, sosyolojik plana ait olanıdır. Ulus-altı düzeyde yaşanan ayrışma ve kırılmalar, bu tür sembollerin, eskiden olduğu gibi, bütün ulusu kucaklayabilecek ortak tahayyüller yaratma gücünü kısıtlamaktadır. Sosyolojik sebep budur. Ve böyle olduğu içindir ki bir zamanların efsanevi şarkıcısı Şivan, müziğini sevsin veya sevmesin bütün Kürt ulusalcılarının ortak idolü olabilirken, bugün sadece kendi müziğini sevenleri dalgalandırabilen normal bir müzisyene dönüşmüştür. Türkiye Kürtlerinin bütün tarihleri boyunca yaratabildiği en etkili ve kapsayıcı sembol olan Apo ise Kürtlerin en az yarısının nefret nesnesi olmaktan kurtulamamaktadır. 
Makro ve mikro düzeydeki bu örnekler, farklı cemaat mensuplarının ulus’tan farklı şeyler anlamaya veya hissetmeye başladıklarını gösterir. Herkesin kabaca aynı şeyi anladığı ve hissettiği eskinin mutlak ve elle tutulur somutluktaki ulusunun yerinde yeller esmektedir. Eski ulus tahayyülü zayıflamakta, buna karşılık cemaat tahayyülü güçlenmektedir. Bu, sosyalleşmenin eski çerçevesinin değişmekte olduğunu gösteriyor. 
***

Bazı okurlar, Avrupai Türklerle Asyatik Türkler arasındaki ilişkilere dair verilen örneklerin Türkiye’deki özel bir dönemde oluşmuş geçici bir gerginliğin tezahürleri olduğunu, buradan sosyalleşme zeminleri ve çerçeveleriyle ilgili kalıcı sonuçlar çıkarmanın yanlış olacağını düşünebilirler. 
Gerçekten de Türkiye’de değişik toplumsal gruplar arasındaki ilişkilerin aşırı biçimde gerginleştiği dönemler olmuştur. Demokrat Parti iktidarının son yıllarındaki kutuplaşma veya 1970’lerdeki sağ-sol kutuplaşması gibi. Ancak bu kutuplaşmaların hiçbiri, ulusal düzeyde gerçekleşen bir gevşeme eşliğinde yaşanmamıştır. Bu nedenle o kutuplaşmalar, bugünkülerden farklı olarak birer iç çatışma olarak kaldılar, yani ulusal çerçevenin dışına taşamadılar ve koşulları ortadan kalkınca da ya yok oldular ya da oldukça zayıfladılar.
Buradaki farkı anlamanın en kolay yollarından biri, tarafların ulusal meselelerdeki reflekslerine bakmaktır. Mesela bu kutuplaşmalardan birine denk gelen Kıbrıs işgali sırasında, Perinçek grubunun küçük karşı çıkışı hariç tutulursa (ki bu grubun elli yıllık karanlıklarla dolu tarihindeki iki onurlu işten biridir; diğeri, 12 Mart mahkemelerinde Kürtlerin kendi kaderlerini kendilerinin tayin etme hakkının varlığını DDKOlu sanıklardan bile daha açık ve net bir şekilde savunmuş olmalarıdır) kutplaşmanın iki tarafında yer alanların ikisi de işgali büyük bir hararetle destekledi. Kıbrıs’ı işgal harekâtı esnasında askerlik şubelerinin önünde tertiplenen “Beni de askere al!” mitinglerinde hem sağcılar hem de solcular yer alırdı. Yalçın Küçük gibi dönemin önde gelen solcularından birinin yazılarında bugün bile Kıbrıs kahramanlıklarını anlatarak ömür tüketmesi de aynı tecrübeyle ilgilidir. 
Kısacası, o günkü ayrışmada, kamplaşmanın tarafları birbirleriyle kavga etseler de ulusal sorunlarda beraber hareket ederlerdi. Ulusal semboller iki taraf için de hâlâ bağlayıcıydı. Böyle olduğu içindir ki, o günlerde, mesela Rauf Denktaş ve arkadaşlarına Rumlara karşı sabotaj örgütlesinler diye silah taşıyan devlete ait bir tırın önü, devlette etkin başka bir Türk grubu tarafından kesilip deşifre edilmezdi. Böyle bir şey düşünülemezdi bile.  Ama bugün, cemaatin biri Suriye’de Kıbrıs’takine benzer sabotajlar düzenlesinler diye İslamcılara silah taşırken, onun karşısındaki cemaat, silah taşıyan tırları deşifre etmek için hapis yatmayı bile göze alıyor. Dün Kıbrıs’ta Rum doğramak için “beni de askere al” diye hançeresini yırtan güruh, bugün “Doğu’da askerlik yapmamak” için sahte rapor alırken, rüşvet verirken veya yurt dışına kaçarken izdihamdan birbirini çiğniyor. 
Bir örnek de Kürtlerden verelim isterseniz: Genel hatlarıyla Kurmanc-Soran ayrımına denk gelen Barzani cemaati ile Talabani cemaatinin, ya da Öcalan cemaati ile onun karşısındaki PKK düşmanlığıyla karakterize olan Kürt milliyetçisi cemaatin “ulusal ihanet”ten aynı şeyi anladıklarını söyleyebilir miyiz bugün? Oysa dün, “ulusal ihanet”, bu cemaatleri oluşturan insanlar açısından tek bir manası olan açık bir kavramdı. Bugün, o eski mutlak anlamını yitirmiş olması nedeniyle, tarafların birbirlerini ulusa ihanet etmekle suçlarken sıraladıkları argümanlar, ulusal ihaneti kanıtlamaktan çok, ulusal ihanet kavramının eski mutlak anlamını yitirdiğini kanıtlamaktadır sadece. 

Örnekleri arttırmak mümkündür. Bütün bunlar, günümüzün cemaatleşmelerini ve bunlara dayalı gerginlikleri, dün yaşanan bazı sert kutuplaşmalarla aynı nitelikte olgular olarak yorumlayamayacağımızı gösteriyor. 
Özetle, ulus hâlâ sosyalleşmenin en güçlü çerçevelerinden birini oluşturmakla birlikte, bir pörsüme sürecine girmiştir. Ulusun, bir çerçeve olarak, dünkü sert, mutlak ve buyurgan nitelikleri gevşemekte veya buharlaşmaktadır. Buradan doğan boşluğu insanların kendilerini içinde tanımladıkları veya hayal ettikleri başka sosyal biçimler ve birimler doldurmaktadır.  Cemaat, bunlardan biridir ve onun eski ulusal çerçeveyle uyumu emredici olmaktan giderek uzaklaşmaktadır.  
***

Peki, ulusun işi bitti mi?
Kesin olarak hayır. Burada anlatılan tarihsel-sosyolojik bir eğilimdir, her durumda dakik biçimde işleyen bir kanun değil. Bir eğilim demek, geniş ölçeklerde gözlenme imkanı sunan nedensel bir mekanizma demektir. Dolayısıyla mekanizmanın öngördüğü ilişki, bazı yerlerde kâmile ererken, diğer yerlerde daha işin başlangıcında olabilir, daha başka yerlerde ise henüz doğru dürüst belini doğrultmadan değişik kanallara sevk edilebilir. Ve bütün bu durumların siyasi plandaki etkileri birbirlerinden farklı olur. Dolayısıyla bir eğilimden, herkes ve her zemin için geçerli mutlak sonuçlar çıkarmak işi karikatürleştirmek olacaktır. Ulus, kestirilmesi zor olan bir süre daha olayları sürükleyen çerçeve olmaya devam edecektir. 
Öte yandan, ulusun pörsümesi, bu pörsümeden doğan boşlukların mutlaka cemaat tarafından doldurulacağı anlamına gelmez. Cemaat, özellikle de kültürel ayrılıklara denk gelen tarihsel cemaatler şu anda gözlediğimiz en baskın alternatiflerdir, ama tek alternatif olduklarını söylemek doğru olmaz. 
Dahası, cemaatler de ulusa dönüşebilirler. Bunlar, biribirlerini mutlak dışlayıcı çerçeveler olarak tanımlanamaz. 
Nihayet, cemaatlerin söz konusu boşluğu doldurabilme kabiliyetleri farklıdır. Örneğin, Gülenciler de, Şiiler de, Fenerbahçeliler de birer cemaattir. Fakat bunların her birinin sunduğu sosyalleşme çerçevesi farklı olduğu gibi, ulusun pörsümesinden doğan boşluğu doldurma kabiliyetleri de büyük farklılıklar gösterir.
Çünkü anılan kabiliyeti etkileyen çok sayıda faktör bulunuyor. Cemaatin politik alanda tuttuğu yer, önemli dış aktörlerle ilişkisi, cemaatin davasını sürükleyen elitin niteliği, bu elitin sahip olduğu sermayenin Bourdieucu manada gücü ve bileşimi, bu elitin kazanmayı umdukları ile bunun karşılığında ödemesi gereken bedel arasındaki ilişki, cemaatin kendi dilini ve mücadele repertuvarını oluşturabilme yeteneği ve mobilizasyon olanakları, cemaatin iç bütünlüğünü (yeniden) üreten yapıştırıcıların gücü ve esknekliği, cemaatin toplumda var olan bazı strüktürel farklılıkları sömürebilme ve yenilerini yaratabilme olanakları ve nihayet cemaatin tarihsel bir sürekliliğe sahip olup olamaması gibi çok sayıda etken burada rol oynar. Bu faktörleri göz önünde tutmaksızın, ulusun gerilemesiyle cemaatin onun yerine geçmesi arasında tek yanlı ve mutlak bir ilişki kurmak gerçeklerle bağdaşmaz.
Yine aynı nedenlerle Ortadoğu’nun ufalanma eğilimini sosyalleşme süreçleriyle ilişkilendirmeye çalışmam, olayları sadece strüktürel faktörlerle izah etme çabası olarak yorumlanamaz. Bu tarz izahatın yetmezlikleri, ikna edici biçimde gösterilmiş durumdadır. Benim yapmaya çalıştığım şey, bir komplolar denizinde yüzmekte olan Ortadoğu’ya ilişkin analizlere, konunun başka boyutlarının da olduğunu göstermeye çalışmaktır.  Her şeyi strüktürel faktörlerle izah etmek nasıl sorunluysa, strüktürel faktörleri analizden dışlamak da aynı ölçüde sorunludur. Tersine, strüktürel etkenler çoğu kez işin çıkış noktasını oluştururlar. Dünyadaki genel tarihsel-sosyolojik eğilimlerden soyutlanmış bir Ortadoğu değerlendirmesi bu nedenle isabetli olmayacaktır.
***

Sonuç olarak, ulus-altı ölçeklerde yeni sosyalleşme çerçevelerinin belirginleşmekte olduğunu bilmek, Ortadoğu’da olup bitenler hakkında daha doğru değerlendirmeler yapmamızı mümkün kılacaktır.  Çünkü bu durumda, Ortadoğu’nun ufalanmasının sadece büyük devletlerin petrol veya nüfuz savaşlarının ürünü olmadığını anlamak kolaylaşacaktır. Bölgeyi tanıyan uzmanların, “IŞİD yenilgiye uğratılsa bile Tikrit’in Araplarıyla Kerbela’nın Arapları kendilerini bir ve aynı ulusun kader ortaklığı içindeki mensupları gibi hissedemeyebilirler”, demeleri bundandır. Sorun, politik düzlemde şu veya bu örgütün ya da şu veya devletin varlığıyla ve komplolarıyla vs. sınırlı değildir. Bizzat sosyal dokuya kadar uzanan bir sorunla karşı karşıyayız ve bu durum sadece Irak Arapları için değil, Türkler de dahil bölgedeki bütün topluluklar için geçerlidir. Bölgede uzunca bir süredir şahit olduğumuz şey, ulus-altı düzeyde ayrışma ve kırılma sürecidir. 
Sosyal zeminlerde yaşanan bu ayrışma ve kırılmalara Ortadoğu’ya yönelik güçlü dış müdahaleler de eklenince, Türkiye’nin, küçülmekten yalnızca büyüyerek kurtulabileceğini vaz eden tezin ne kadar dayanaktan yoksun olduğu daha rahat anlaşılır.  Zira mevcut koşullar altında Türkiye’yi dışa doğru büyütmeye yönelik her girişim, sadece yeni bir Suriye doğurmakla neticelenecektir. Bunun giderek daha açık biçimde ortaya çıkmaya başladığı bir dönemde, yeni-Osmanlıcı yayılmacılığın sembol isimlerinden Davutoğlu’nun başbakanlığa aday gösterilmesi ise tarihin bir ironisi olsa gerek. 

Cemaat bahsinden hâlâ yorulmadıysanız, gelecek yazıda konunun küresel boyutuna bakalım.  
2014-08-26

----------------------------------------
(*) Asyatik Türklerle kastedilen, İslamcı yeni egemenlerin öncülüğündeki, İç Anadolu merkezli gelenekselci cemaattir. Avrupai Türkler ise coğrafi olarak Sahil’le ilişkilendirilen, dünkü egemenlerin öncülüğünü yaptığı modernist Türk cemaatini anlatıyor. Konuyla ilgili daha geniş değerlendirmeler Dönemeç Yazıları adlı kitabımda var (Vate Yayınları, İstanbul, 2011).

22 Ağustos 2014 Cuma

ÇIĞLIK...



ÇIĞLIK

Haci Cirik / Fezali

Adalet içindir, çığlık feryadım
Ulu çınar gibi yerde ,kök benim
Özgürlüğe doğru yürür her adım
Haksıza karşı olan, çok benim.

Zehiri, zıkkımı önceden tattım
Yılan deliğine ekildim bittim
Zulümün üstüne gittim, ha gittim
Emeği üreten güçlü hak benim.

Dillendirdi acım sazı kemanı
Gül çiçek açıldı çevresi yanı
Ezene soyana vermem amanı
Üreten emekçi halel ak benim.

Çalıştım, ürettim, halka yetirdim
Yığın yığın işler yaptım bitirdim
Çırpındım çağırdım dile getirdim
Hayatın devamı olan yük benim.

Fezali'yi düşman diye gördüler
Kendini bilmezler boşa yordular
Cehennem cenneti bile sordular
Gerçeği söyleyen sanki tek benim.

21 Ağustos 2014 Perşembe

“Demokrasi” oyunu !..

 Fikret Başkaya

85=3.500.000.000 dünyasında “demokrasi” oyunu !

“İyinin düşmanı kötü değil, düşünce yokluğudur.”
Hannah Arendt

Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi, Türkiye’de de hayli zamandır bir demokrasi oyunu oynanıyor (daha baştan söyleyelim ki, bizâtihi oyun, güzel, işlevsel ve gerekli bir şeydir. Burada oyun,  kelimenin pejoratif anlamında kullanılmıştır). Bir kere oyunu kuranlar, sahneye koyanlar var ki, onlara mülk sahibi egemen sınıflar denmesi gerekiyor ve her toplumda dar bir oligarşiyi oluşturuyorlar; oyunda aktif rol alan “oyuncular” var, onlara da politikacı deniyor, şu bildiğiniz kaşarlanmış profesyonel politikacılar taifesi; bir de, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan sıradan insanlar, yoksul figüranlar kitlesi var... Onlara şimdilerde “seçmen”, “sayın seyirci” veya “tüketici” deniyor... Belirli aralıklarla [4-5 yıl] önlerine bir sandık konuyor ve figüranlar o sandığa bir zarf atarak oligarşi tarafından yazılıp-sahneye konan, politikacılar taifesi tarafından oynanan oyuna taraf oluyor. Böylece oyun “gerçekleşiyor” ve sürekli tekrarlanıyor. Bu oyunun emperyalist ülkelerdeki versiyonuna “Batı demokrasisi” veya “ileri demokrasi” deniyor ve zamanla diğerlerinin de Batı’daki gibi olacağı umudu ve beklentisi sürekli olarak canlı tutuluyor... Tabii oralarda “ileri demokrasi” oyununun oynanabilmesi, dünyanın geri kalanından oraya taşınan zenginlik sayesinde mümkün oluyor. Kaydedelim ki, Batı’da bu oyununun oynanabilir olması, sadece verilen mücadeleyle açıklanabilir değil...

Oy kullanmak demek, oligarşinin partisi üzerinden devlete (tabii oligarşi hesabına ve bal tutanın da parmağını yalaması koşuluyla) 5 yıl boyunca istediği her şeyi yapma yetkisi vermek demektir. Artık, istedikleri yasaları çıkarabilir, istedikleri bürokratik düzenlemeleri yapabilir, istedikleri yasakları dayatabilir, sömürü ve yağmanın önündeki sınırlı engelleri kaldırabilir, yerin altında ve üstünde topluma ait ne kadar zenginlik varsa sermaye sınıfına, aç gözlü servet avcılarına “özelleştirme” adı altında peşkeş çekebilirler... Bu arada son 30 yılda yapıldığı gibi, kalkınmadan, büyümeden, ilerlemeden, demokrasi cephesindeki büyük gelişmelerden de çok söz edilmek kaydıyla....

Aslında kullanılan oy, kullananın aleyhine sonuçlar doğruyor, zira sömürüye, baskıya, yağma ve talana onay verilmiş oluyor. Buna rağmen bir sonraki seçimde oligarşinin partilerinden biri onayı almayı başarıyor. Böylece, topluma ait olanın özel şahıslara peşkeş çekilmesini, kalkınma, ilerleme olarak sunmak mümkün hale geliyor. Aksi halde suyun özelleştirilmesi bir başarı sayılabilir miydi?
Bu sefil oyun yıllar yılı oynanıyor, sahneleniyor, lâkin iki şey hiç bir zaman değişmiyor. (İnsanlar oyuna gelmekten kurtulmadıkça ve  bu oyunu bozmadıkça da değişmesi asla mümkün değildir). Zira oyunu kuranlarla, oyunda figüranlık yapanlar hiç değişmiyor. Elbette sistemin mantığının ve işleyişinin bir gereği olarak, her ileri aşamada figüranlar cephesinin durumu kötüleşmek zorunda... Sadece duruma ve ihtiyaca göre oyuncular (partiler, politikacılar) değişiyor. Oligarşinin bir partisi gidiyor, bir başkası geliyor... Emperyalist ülkelerde demokrasi oyunu ekseri iki partiyle oynanıyor. İşte ABD’de Cumhuriyetçi Parti/ Demokrat Parti, İngiltere’de Muhafazakâr [Liberal Parti)- İşçi Partisi; Fransa’da Sosyalist Parti-Sağcı Parti; Almanya’da Hrıstiyan Demokrat Parti- Sosyal Demokrat Parti; Japonya’da Liberal Demokrat Parti- Japonya Demokrat Partisi...  Türkiye’de de 1946’dan beri CHP/DP geleneğindeki sadece adı değişen sağcı/milliyetçi/muhafazakâr ikili parti pratiği geçerli... Tabii bu zaman zarfında CHP’nin nöbeti devralması istisna olsa da... Aslında bunlara oligarşinin iki partisi demek mümkün ve ihtiyaca göre biri inip, diğeri çıkıyor ve bu sürekli tekrarlanıyor. Öyle görünüyor ki, insanlar hep aynı oyunun oynandığını ve oynanan oyunun kendileri açısından ne anlama geldiğini anlayıp, artık yeter diyecekleri zamana kadar, bu sefil oyun oynanmaya devam edecektir. Velhasıl toplum çoğunluğunu oluşturan geniş emekçi kitleler,  kendileriyle alay edildiğinin, aldatıldıklarının, ahmak yerine konduklarının farkına varmadıkça, bu tuzaktan kurtulma imkânı yoktur.

Ortalama insan seçim sandığına gidip, oy kullandığında“vatandaşlık görevini” yaptığını, seçtiğini ve verdiği oyun bir karşılığı olduğunu sanıyor! Oysa bizâtihi görev kelimesi sorunludur. Görev daima başkası için yapılan şeydir. Bu konuda oğul Alexandre Dumas, aynen şöyle demişti: “Görevin ne olduğunu biliyor musunuz? Görev, başkasından istenen şeydir”.İnsanlardan oy kullanmaları isteniyor ve onlar da sandığa gidip oy kullanarak emre itaat ediyorlar... Oysa oyuna gelmemek için önce yurttaş olmak gerekiyor. Bir nüfus cüzdanının veya şimdilerde olduğu gibi, devlet tarafından verilmiş bir “vatandaşlık” numarasının sahibi olmak, yurttaş olmak için yeterli değil... “Herkes kanunlar karşısında eşittir” demekle eşit olunamadığı gibi. Eğer toplum, gerçek yurttaşlardan, yurttaş bilincine sahip ve o bilincin gereğini yapabilen insanlardan oluşsaydı, bu sefil oyun bunca zaman oynanabilir miydi? Aslında seçimler yapılıyor ama “seçme” diye bir şey asla söz konusu değil. Seçimle oligarşi tarafından kurdurulup- rotası belirlenen bir siyasi parti tarafından tayın edilene oy veriliyor. Bu durumun istisnaları olabiliyor ama bunlar hiç bir zaman “istisna” olmanın ötesine geçemiyor. Zaten oligarşinin parlamentosuna girebilenin oradan sağlam çıkması mümkün değildir... Sistemin, muhalif olanı veya kendini öyle sananı ehlileştirmek, kendine benzetmek konusunda müthiş imkânları ve manipülasyon yeteneği var. Geride kalan 150 yılda burjuva parlamentolarının durumu ortada... Aslında “seçimle”yapılan, egemen oligarşi tarafından önceden kurgulanmış/belirlenmiş olanı onaylamaktan ibarettir. Parlamentolarda bir bütün olarak yoksul çoğunluğun ve toplumun yarısını oluşturan kadınların esemesi pek okunmaz. Tüm başka kamusal ve özel alanlarda da olduğu gibi...

Aslında “yeryüzünün egemenleri” de oynanan oyunun tevatür edildiği gibi demokrasiyle bir ilgisinin olmadığını bal gibi biliyorlar. Dolayısıyla, söylemlerinin sorunlu olduğunun farkındalar. Onun için demokrasi kelimesinin önüne niteleme sıfatları ekleyerek zaman kazanmaya çalışıyorlar. Tabi bu işe teşne akademisyenler, gazeteciler, siyasetçiler, vb. de eksik değil. İşte “sosyal demokrasi”, “katılımcı demokrasi”, “radikal demokrasi”, “otoriter demokrasi”, vb. Sanki sosyal olmayan bir demokrasi, katılımın olmadığı bir demokrasi olurmuş gibi... Eğer gerçek demokrasi olsaydı, kelimenin önüne bu tür eklemeler yapmaya gerek olur muydu? Aynı şekilde gerçekten kalkınma diye bir şey olsaydı, “sürdürülebilir kalkınma” demeye gerek olur muydu?
Demokrasi sosyal eşitliği varsayar. Aksi halde yapılan seçimlerin bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir. İngiliz kökenli açlık ve yoksullukla mücadele örgütü OXFAM, son raporunda, 85 kişinin 3.5 milyar insanın geliri kadar servete sahip olduğunu bildiriyordu. O halde bu durumun başka türlü ifadesi ne olabilir? Veya bu ne anlama geliyor? 85 kişinin milyarder olabilmesi, yaratılan zenginliğin yarısına sahip olabilmesi için, bu dünyada yaşamaya çalışan 3.5 milyar insanın yoksul olması gerekiyor. Aslında dünyada iki tip insan var: Bir yanda “uyurken bile zenginleşmeye devam edenler”, öte yanda çalışacak bir iş bulamayanlar veya iğreti işlere mahkûm olanlar, günde 12-14 saat çalıştığı halde karnını gerektiği gibi doyuramayanlar, ekmek parası uğruna “iş kazası” denilen cinayetlere kurban gidenler... İşte demokrasi oyunun sahnelendiği dünyanın manzarası böyle... Skandal eşitsizliği sorun etmeden açlık ve yoksullukla mücadele edilebilir mi? Bu kadar derin ayrışmaya/bölünmeye/kutuplaşmaya maruz kalmış bir dünyada demokrasiden söz edilebilir mi? Dünya nüfusunun %1’i dünya zenginliğinin yaklaşık yarısına el koyuyor,%8,4’i (393 milyon kişi), dünya toplam servetinin %83,3’üne sahip. Bu %1’in zenginliğinin 110 trilyon dolara yükseldiği de biliniyor. Her geçen gün gelir dağılımı adaletsizliği derinleşiyor. Bir fikir vermek için, “Batı demokrasisi” denilenin beşiği sayılan ABD’de, 2008 krizinden sonra yaratılan zenginliğin %95’ine, en zengin %1 el koymuş... ABD’de 46 milyon yoksul var, yoksulluk oranı %15 ve çocuk yoksulluk oranı da %22. 1993-2012 aralığında tepedeki %1’in geliri %86,1 oranında artmış bulunuyor. Türkiye’deki durum da ABD’dekinden pek farklı değil. Bu bakımdan “Küçük Amerika”, Büyük Amerika’ya benziyor. Dolayısıyla, şeyleri, olguları ve süreçleri hangi zemin üzerinde tartıştığını bilmek önemlidir.

Eğer bir ülkede birden çok siyasi parti varsa ve belirli aralıklarla seçimler yapılıyorsa, bu o ülkeyi “demokratik” saymak için yeterli koşul sayılıyor... Oysa, demokrasiden söz edebilmek için, geniş halk kitlelerinin sosyal/kamusal/politik alana aktif olarak katılması ve şeylerin seyrini etkileyebilir, değiştirebilir, rotayı belirler durumda olması gerekir. Eğer öyle olsaydı dünyada bunca yoksulluk, açlık, sefalet, bu günkü boyutlarda doğa tahribatı, çatışma, savaş, kargaşa, kaos, şiddet... olur muydu? Geçerli “demokrasi” pratiğine “temsili demokrasi” de deniyor ama asla gerçek bir temsil söz konusu değil. Zira, “seçenle” seçilen arasında gerçek bir temsil ilişkisi yok. Süreç sanıldığı gibi kitleden yukarı doğru değil, yukardan aşağı doğru işliyor. Zaten hiyerarşinin geçerli olduğu yerde, eşitlikten, adaletten, tabii demokrasinden söz etmek abestir... Yukarda pişirilen aşağıdakilere yediriliyor, ne yedikleri de malûm... Tabii bu durumun sürekliliğini sağlayan bir şey de var: Zira, her zaman daha az kökü olana yönelmek mümkün... Oysa daha az kötü olan lehine tercih yapmak, netice itibariyle “kötü” olan lehine tercih yapmaktır. Kötünün alternatifi “daha az kötü” olmadığına göre...

Esasen oyun daha baştan oligarşi lehine kotarılmış durumda, zira ekonomik alanın yönetimi bütünüyle mülk sahibi sınıfların tekelinde. Politika oyunu o alanın dışında oynanıyor. Bu yüzden de şeylerin seyrini etkilemesi mümkün değil. Geçerli politika [seçim] pratiği varlığını kitleleri aldatmaya borçlu, öyle olunca da en büyük demagog, en etkin yalancı, seçimleri kazanıyor. Marifet, “seçmenin” hoşuna gideni söylemek ve gerçeği gizlemekle ilgili. Ne demek istediğimi görmek için geride kalan 12 yıllık AKP iktidarının yaptıklarına bakmak yeter... Ve sonuç ortada: çeteleşme, mafyalaşma, her türlü hukuk tanımazlık, en bariz hukuksuzluğu hukuk adına sunma ve dayatma, sınırsız yağma ve talan... Üstelik bütün bunlar da bir başarı öyküsü olarak sunulmak kaydıyla...

Siyasi partiler anti-demokratik bir işleyişe sahip, bir tek kişi tarafından yönetiliyor. Seçim kanunu, siyasi partiler kanunu anti demokratik... Her şeyin anti-demokratik olduğu bir yerde hâlâ demokrasinden söz etmek abes değil mi? Aslında siyasi partiler iki şey için var: bütçeyi ve hazineyi yağmalatmak/yağmalamak ve kitleleri (sayın seyircileri) uyutmak... O halde bu oyunu bozmanın yolu, geçerli “siyaset yapma tarzının” dışına çıkmaya, bu oyuna dahil olmayı, “oyuna gelmeyi” reddetmeye bağlı. Bunun için de zahmet edip birazcık düşünmek, kafayı her zaman bakılan yerden başka yere çevirmek gerekiyor ki, bu da gayet mümkün...


19 Ağustos 2014 Salı

Ortadoğu’nun Ufalanma Süreci-3







Cemil Gündoğan

Küresel Cemaatleşmenin Politik Etkileri

Geçen yazıda, ulus-üstü düzeyde entegrasyon, ulus-altı düzeyde ayrışma diye tanımlanabilecek bir tarihsel-sosyolojik eğilimin dünyada etkisini her geçen gün daha fazla hissettirdiğini ve Ortadoğu’daki ufalanmanın bu eğilimlerden bağımsız düşünülemeyeceğini belirtmiştim. Ne var ki sözü edilen eğilim ağır işleyen bir dip akıntısı; buna karşılık Ortadoğu’daki ufalanma çok hızlı gelişen, keskin, kanlı, ve çırpınmalarla dolu bir süreç olduğu için bu ikisi arasında bir ilişki olabileceğini düşünmek her zaman kolay olmamaktadır.
Kural olarak, somut, güncel ve hemen etkide bulunan doğrudan faktörler, derinden ve görece sessiz biçimde işleyen dip akıntılarına oranla radarlarımıza daha kolay takılırlar. Örneğin yarım asırdan fazla bir süredir Anadolu’da TÜSİAD dışında bir burjuvazinin gelişiyor olması, bu gelişme günlük veya saatlik ölçeklerde fark edilecek bir şey olmadığı için dikkatimizi çekmeyebilir. Ama bu tür milimlik gelişmelerin sonucunda oluşan sosyal zeminlere dayanarak iktidara uzanan bir siyasal figürün demagojik bir lafı veya seyirlik bir politik manevrası, pekâlâ değişimin esas nedeniymiş gibi görünebilir. Türk ordusunun politik hayat üzerindeki eski pozisyonunun geriletilmesini, Türkiye’de yeni toplumsal zeminlerin oluşmasıyla ilişkilendirmek yerine, Özal’ın bir askeri birliği şortla teftiş etmesiyle ilişkilendirmek, bu nedenle daha kolaydır. Oysa kural olarak, gerekli sosyal zeminler oluşmadan Özal’ın o olayda gösterdiği türden bir “cüret” kolay kolay ortaya çıkmayacağı gibi, bireysel bir karakter ürünü olarak çıksa bile kalıcı siyasal sonuçlar doğurmaz. Bu nedenle politik aktörlerin güncel manevraları kadar, bunların altındaki sosyal, kültürel ve tarihsel zeminlerin de izlenmesi, gelişmeleri anlamak bakımından asgari bir koşuldur.
Ortadoğu’daki gelişmeler düşünüldüğünde, ulus-üstü düzeyde entegrasyon, ulus-altı düzeyde ayrışma eğilimi de bu niteliktedir. Bu eğilimin güncel gelişmelere olan etkisi bire bir hissedilmez, ancak onu hesaba katmadan gelişmeleri doğru yorumlama imkânı da yoktur. Ne var ki geri planda işleyen bir faktör olduğu için, bu eğilimin güncel olaylar üzerindeki etkisi ya hiç görülmemekte ya da önemli ölçüde göz ardı edilmektedir. Yaşanan olayları yalnızca bölgesel veya küresel güçlerin politik ve askeri manevralarıyla ilişkilendirerek izah etmek bunun bir ifadesidir. Komplo teorilerinin bu kadar revaçta olması da aynı kavrayış ve davranış biçiminin bir ifadesi ve sonucudur. Oysa tarihsel ve sosyolojik eğilimler, ihmale gelecek faktörler değildir. Bu tür eğilimlerin politik projeler üzerinde ne tür etkiler bırakabileceğini anlamak için aşağıdaki örneklere bakmak yararlı olabilir.
***
Yugoslavya örneğine geçerken değinmiştim. Bu sefer Ortadoğu’dan bir ülke seçelim ve tarihsel ve sosyolojik eğilimlerin, bugünkü bölünme tartışmalarının göbeğine oturmuş olan Irak’ta politik gelişmeleri ne yönde etkilediklerini izlemeye çalışalım.
Irak denilen toprak parçası, tarihsel olarak, değişik etnik ve dini gruplara ilaveten her bir grubun da kendi içinde tarikatlara ve aşiretlere bölündüğü çok parçalı bir kültür havzasıydı. İngilizler, 1918’de bu bölgeyi işgal ettiklerinde söz konusu bölünmelerin çok iyi farkındaydılar, ama yeni rejimi kurarken bu bölünmeleri bire bir izlemediler. Bölünmenin yarattığı bazı imkânları da kullanarak kendi entegrist projelerini yürürlüğe soktular: Bağdat’a bir kral tayin ettiler ve bütün geleneksel kimliklerin ve kesimlerin buna biat ederek bütünleşmiş bir Irak ulusu halinde örgütlenmelerini dayattılar.
Eklemek gerekir ki, o sıralar entegrizm, 1700’lerden itibaren yükselen uluslar çağının arkasındaki tarihsel-sosyolojik eğilimi oluşturuyordu: Belli bir toprak parçası üzerindeki değişik kültürel ve sosyal yapıları gerileterek, o toprakların üzerinde yaşayan insanları tek tek bireyler halinde bir ulus tahayyülü içinde entegre etme eğilimi.
Elbette İngilizler bu entegrist projelerinde yalnız değildi. İçeride, Osmanlı bürokrasisinin artıkları ve Jön Türklerin Arap muadilleri gibi bazı yerli güçler de aynı projeyi destekliyordu. Fakat halkın çoğunluğu projeye karşı ya ilgisizdi ya da muhalif. Nitekim kısa süre içinde direnişler başladı. Daha sonraları Arap tarih yazıcılığında “emperyalizme karşı kahraman bir ulusal direniş” olarak resmedilen ve İngiliz karşıtlığından ötürü o zamanlar Lenin’i de heyecanlandırmış olan güneydeki Şii ayaklanması (1920), bir yanıyla da İngilizlerin projesinin entegrist niteliğine karşı bir direnişti. Aynı dönemde Şeyh Mehmudê Berzenci’nin Kürtler adına Bağdat’a karşı yükselttiği direniş de dayatılan entegrizm programına Kürtler cephesinden gösterilen tepkilerden biriydi. Fakat bu direnişler etkili olamadı, entegrist proje, aksayarak da olsa yürümeye devam etti.
Irak örneğini konumuzun terimleriyle ifade edersek durumu şöyle özetleyebiliriz: 1700’lerden beri yükselmekte olan tarihsel-sosyolojik entegrizm eğilimine yaslanan veya doğrudan onu temsil eden bazı dış ve iç güçler, 1900’lerin başlarında geleneksel bölünmüşlük etkenlerinin bir hayli güçlü olduğu bir bölgede, bu etkenleri sınırlamak isteyen bir projeyle sahaya iniyorlar. Kaçınılmaz sonuç çatışma oluyor ve bu çatışma, karşıtlarının baskın karakterine rağmen entegrist güçlerin zaferiyle sonuçlanıyor.
Öykünün devamı daha da ilginç: Zafer kazanan entegrist projenin içerdeki savunucuları, pozisyonlarını düzelttikten sonra, BAAS adı altında bu kez bütün Arapların entegrasyonunu hedefleyen yeni bir projeye el atıyor. Bir diğer deyişle, entegrizm yanlıları, başlangıçtaki güçsüz hallerine rağmen içeride zafer kazanmakla kalmıyor, yaklaşık yarım asırlık bir tahkimattan sonra dışarıya da benzer bir program dayatmaya çalışıyor.
Elbette ki Irak’taki entegrist projenin başarısının tek nedeni bu projenin tarihsel planda yükselmekte olan bir eğilimle uyumlu olması değildi. İçerideki ve dışarıdaki birçok sosyal, siyasal, kültürel, ideolojik vb. etken bu sonuç üzerinde etkide bulundu. Ancak bu etkenlerin bir kısmı daha aşağı düzeylerde çeşitli biçimlerde sözü edilen eğilimle ilişkilendikleri için Irak’taki projenin başarısında tarihsel eğilimle uyumlu olmanın rolünü yadsımak, imkânsız hale gelir.
Peki, bugünkü durum nedir?
Bugün tam tersi bir durumla karşı karşıyayız. Dün entegre olan Irak bu kez çözülmektedir. İlginç olan şudur ki, Irak’taki dünkü entegrasyon projesi, nasıl o gün küresel planda yükselmekte olan entegrizm eğilimiyle uyum halinde idiyse; bugünkü çözülme eylemi de, yine küresel ölçekte hissedilen ulus-altı düzeydeki ayrışma eğilimiyle uyum halindedir. Kanımca, bu paralellikler bir tesadüf değildir ve bir kez daha küresel ölçekli tarihsel-sosyolojik eğilimlerin içerdeki politik gelişmeler üzerindeki ilişkisini göstermektedir.
Fakat Irak’la ilgili analizlerde meselenin bu boyutu yok pek görülmemektedir. Analizcilerin çoğunluğu, Irak’taki bölünmeleri, açık veya örtük biçimde, Irak’taki merkezin ABD’nin saldırısı sonucunda yıkılmış olmasına bağlamaktadır. Ne var ki bu izahat, gerçeğin tamamını vermekten uzaktır. Evet, Irak’ın çözülüşünde, bir dış saldırıyla merkezi yapının çökertilmiş olmasının etkisi göz ardı edilemez; fakat her şeyi bu dış saldırıyla açıklamak mümkün değildir. Böyle olduğunu anlamak için şu soruyu sormak yeterlidir:
Arap aydınlarının önemli bir bölümünün, yükselen şehirli modernist orta tabakaların, bir kısım Arap burjuvasının ve bazı Arap bürokratlarının, Arap âlemini birleştirme ateşiyle tutuştuğu 1960’larda veya 70’lerde, bir dış güç Bağdat’a ağır bir askeri yenilgi yaşatsaydı, toplumdaki mezhepsel ve tarikatsal bölünmeler, siyasetin taşıyıcısı konumundaki orta sınıf elitleri üzerinde bugünkü kadar etkili olabilir miydi?
Bu soruya olumlu cevap vermek çok zordur. O dönemin rüya lideri, bütün Arapları tek bir devlet içinde birleştirmeyi slogan edinmiş olan Cemal Abdül Nasır’dı. Tek tek ülkelerdeki bütün siyasal süreçler bu (modern) eğilimden etkilenirdi. Entegrist eğilimlerin böylesine güçlü olduğu bir entelektüel atmosferde, halkı mezheplere ve tarikatlara bölerek kendine iktidar zemini yaratmaya çalışan Tikritli veya Necefli lokal bir lider, söz konusu elitler üzerinde bugün olacağı kadar etkili olamazdı.
Nitekim Irak’taki merkezi yapı, 1950’lerin ortalarından 1980’lere kadar, dış müdahaleler ve askeri darbeler sonucu birkaç defa çöktü veya sarsıntıya uğradı. Ama bu sarsıntıların hiçbirinin ardından geleneksel kimliklere dayalı siyaset ilkesi ve çözülme Irak’ta baskın hale gel(e)medi. Her seferinde entegrist bir program durumu kontrol etmeyi başardı. BAAS, bu programın son ve cisimleşmiş haliydi ve örgütün kilit noktalarında Tikritlileri istihdam etmekle birlikte program ve strateji itibarıyla bölgeci (Tikritçi) değil, entegrist bir çizgi izliyordu. Irak’taki mevcut çözülüşü esasta dış müdahaleyle açıklama eğilimindeki baskın görüş, bu tarihsel tecrübeyle uyuşmamaktadır.
Irak merkezindeki son çöküşün öncekilerden iki önemli farkı vardır. Yabancı işgal ve çöküşün, küresel ölçekte hissedilen ulus-altı düzeydeki ayrışma eğilimiyle çakışmış olması. Dolayısıyla tutarlı bir analiz, bugün yaşanan olayları bu etkenlerden sadece biriyle değil ikisiyle de ilişkilendirmek durumundadır.
Öte yandan Irak’taki son işgalin fazla uzun sürmediğini de biliyoruz. ABD ile müttefikleri iyi-kötü işleyen merkezi bir devlet aygıtı kurduktan sonra askerlerini Irak’tan çektiler. Böylece, bir bakıma merkezdeki eski çöküşlerden sonra şahit olduklarımıza benzer bir durum oluşmuş, entegrist bir program kontrolü ele almış oldu. Ama ne hikmetse, entegrist program bu kez işlemedi. ABD ve İran gibi devletlerin Irak’ın bütünlüğünü korumak için verdiği ciddi dış desteklere rağmen entegrizm değil çözülme öne çıktı. Nitekim çözülme hâlâ devam ediyor.
Bütün bunlar, Irak’taki ufalanmayı sadece eski merkezin çökmüş olmasına bağlamanın doğru bir değerlendirme olmadığını ortaya koyuyor. İkinci farklığı, yani merkezdeki çöküşün, global ölçekte yaşanan ulus altı düzeydeki çözülme eğilimiyle çakışmış olması faktörünü de hesaba katan bir değerlendirme, gerçeğe daha yakın olacaktır.
İngilizler tarafından işgal edilmesinden günümüze kadar yüz yıllık Irak tarihi, küresel ölçekte hissedilen tarihi-sosyolojik eğilimlerin içerideki toplumsal ve siyasal gelişmeler üzerinde ne tür etkiler yaratabileceğini çarpıcı biçimde anlatıyor.

Elbette Ortadoğu’daki tek örnek Irak değildir. Geçmişteki yükselen entegrizm eğiliminin içerideki gelişmeleri nasıl etkilediğinin bir diğer örneği İran’dır. İran tarihiyle ilgilenmiş olanlar, Rıza Şah’ın 1920’lerde başlayan yükselişinin sözü edilen entegrizm eğilimiyle ilişkisini kurmakta zorlanmazlar. Yazıyı fazla uzatmamak için şu kadarını belirtmek isterim ki, Rıza Şah, kendisine iktidar yolunu açacak olan Kazak Garnizonunun başına geçtiğinde, İran’da onun emrindeki kadar askere hükmeden başka aktörler de vardı. Ama bunların birçoğundan farklı olarak Şah, bütün İran’ı entegre etmeyi amaçlayan bir programla sahnedeydi. Nitekim yaklaşık 10-15 yıllık bir süre içinde, değişik yönlerde işleyen bu güçleri büyük oranda entegre etmeyi başardı. İran’ın 2500 yıllık bir devlet olduğu söylemi, akılda genellikle bu devletin her zaman merkezi ve entegre bir yapı olduğu yolunda bir imaj yaratır. Ama bu, gerçek hayatta karşılığı olmayan bir imajdır. Gerçek manada entegre olmuş merkezi bir İran devleti, ilk kez Rıza Şah’a nasip olmuştur. Rıza Şah’ın bu tecrübesi de tarihsel-sosyolojik eğilimlerin, içerideki gelişmeler üzerinde fark edilmesi zor olsa bile inkârı mümkün olmayan etkiler yarattığını gösterir.
Ortadoğu’da tarihini bilmediğim devletlerin sayısı, tarihini iyi-kötü bildikleriminkinden daha fazladır. Fakat bütün uluslaşma süreçlerinin, büyük oranda asimilasyonla el ele giden entegrasyon süreçlerinden oluştuğu gerçeğinden yola çıkarak Ortadoğu’daki bütün devletlerin arakasında dünkü yükselen entegrizm eğilimiyle uyumlu bir projenin olduğunu tahmin edebilirim. Dünün entegrizm ilkesi, bugün, yerini ulus-altı düzeyde çözülme ilkesine bırakmaktadır. Dün küresel ölçekli entegrizm ilkesi içerideki entegrist projeleri nasıl güçlendirdiyse, bugünün küresel ölçekli çözülme ilkesi de tek tek ülkelerdeki çözülme süreçlerini güçlendirici etkiler icra etmektedir ve edecektir.
Dolayısıyla Ortadoğu’daki çözülme sürecini anlayabilmenin ön koşulu, yazının birinci bölümünde belirttiğim gibi, komplocu mantığı terk etmek ise kritik koşullarından biri de, bu sürecin küresel planda aktif olan tarihsel-sosyolojik çözülme eğilimiyle olan ilişkisini kurabilmektir. Mevcut durumu analiz ederken kendimizi sadece radarlarımıza daha rahat takılan güncel politika düzlemindeki hareketler ve gizli komplolarla sınırlayamayız. Bu hareketler ve komplolar bir boşlukta değil, belli bir toplumsal ve tarihsel zemin üzerinde işledikleri için, bu zemini hesaba katmadan yapılacak her analiz eksik kalacaktır. Günümüzde bu zeminin ana taşıyıcılarından biri ulus-üstü düzeylerde entegrasyon ise diğeri ulus-altı düzeylerde ayrışma eğilimidir. Dolayısıyla Ortadoğu’daki ufalanma süreçlerine bir de bu noktadan bakmak gerekmektedir.

Gelecek yazıda, cemaatleşme eğilimini bu kez de sosyalleşme ilkesi çerçevesinde ele almaya çalışacağım.
2014-08-19



17 Ağustos 2014 Pazar

Atatürk’ün serveti hakkında...





Dr.İsmet Turanlı.
dr_ismetturanli@mynet.com

Bugün televiyzon kanalı A da araştırmacı Saıd Alpsoy ile bir röportaj yayınlandı. Bende bazı duyumlarımı ona bildirmek istiyorum.

 Köln’e gelip Atatürkçü düşünce derneği nde bir konferans veren Prof. Dr.M.A.Aysan konferansdan sonra Kölndeki katedralin karşısınsaki kahvede buluştuğumuzda bana ‘’Atatürk’ün ekonomi politikası ‘’ hakkında yazmış olduğu kitabı hediye etti.  ‘’Sevgili Dr.İsmet bey kardeşime , En iyi dileklerim ve sevgilerimle’’ ithafı ile 22.4.2001 tarihinde imzalamıştı.

O kitabın 90 nıncı sahifesinde kendisinin eski cumhurbaşkanlarından sayın Celal Bayar ile yaptığı mülakatta Hindistandaki müslümanların Mustafa Kemal’e kurtuluş savaşındA 250 BİN lilık bir yardım gönderildiğinden bahsedilir. Bu parayı Atatürk önce Osmanlı bankasındaki hesabında tuttuğunu, sonrada savunma bakanlığına harpte destek olsun diye verdiğini ve harpten sonrada bu parayı geri aldığı, daha sonrada Celal Bayar’a İş bankasını kurması için verdiğini, bu meblağın hala bankada olduğunu anlatır. Sayın Alpsoy da bu mevzuda daha geniş malumat vermektedir. Bunu yazmamın sebebi Prof. Aysan’ın Atatürkçü bir iktisatçı hasebiyle inanılır bir döküman serdetmiş oluyor. Bu yatırımınadn Yunus Nadı’ye Cumhuriyet gazetesini kurması için verdiği gibi, CHP yede , İnönünün çocuklarına da maaş bağlanmasını vasiyet etmiş. İş bankasında bu para halen CHP nin zimmetindedir. Atatürk’ün ölmeden evvel hazineye devrettiği mülkün ve servetinin listesini duyunca insan hayretler içinde kalıyor.

Erdoğan’ın böyle bir servete kavuşmasını hayal edemeyeceğini düşünüyorum. Gerçi bal satan parmağını yalar derler. Fakat Yassada mahkemeleri sonunda hiçbir DP li mebusların servetlerinde bir artış olmadığı tesbit edilmişti. Antalyadaki seçim zamanı dedikodularına bakılırsa otellerin Emine Erdoğan’a yahut Türel ailesine ait olduğu fısıldanmaktadır. Ben Türkiyede insanların % 80 nin yalan söylediği kanaatındayım.

 İsviçrenin Davos şehrinde tatilde iken ayni otelde bir Türk ailesi ile tesadüfen tanıştım. İsmi bende mahfuz. Onun alattığına göre Ankaradaki Gazi orman çiftliğinin arazisi dedesinin mülkü imiş. Atatürk orada çiftliği kurunca ailesinin yaptığı itirazı yerel mahkeme kendilerine iadesine karar vermiş, fakat Yargıtay ‘’ böyle bir itirazın Atatürk’e saygısızlık olacağını ve itirazın reddine karar vermiştir’’.

 Üstad Yaşar Kemal’in ‘’İnce Mehmet’’ eserinde Türkiyeden göç eden Ermenilere ait arazilerin Çukurovada zenginlerce paylaşıldığını ve asıl büyük arazinin Atatürk’e verildiğini romanında anlatmış. Atatürk aile büyüğümüz Haci Bedir Ağa’ya Kahtadaki mülküne karşılık Tarsustaki Haci Talip çiftliğini verdiği söylenir. Seneler önce bana bir ermeni vatandaştan bir e-mail geldi. O e-mailde deniyordu ki bu çiftlik zamanında bir ermeni ailesine aitmiş ve bundan benim haberdar olup olmadığım soruluyordu. Bende bu hususta malumatım olmadığını bildirdim.

Sayın Alpsoy’un Üstada şahsen sormasının faydalı olacağı kanaatındayım.

  Köln, 16.08.14

15 Ağustos 2014 Cuma

Marks'ı aşanlar (2)..


Faiz Cebiroğlu
faizce@hotmail.com

Marks'ı aşanlar, Marks'ı ”aşındırıyor.” Marks'ı aşındıranlar, kendilerini küçük burjuva  akımına kaptırıyor. Devletsizlik, ulussuzluk görüntüsü altında, proleterya ile burjuvazi arasında sıkışıp kalıyorlar. Böylesi durumlarda, tekrar Marksizmin – Leninizmin başlangıç ilkelerine başvurmak zorunluluk oluyor.

Marksizmin – Leninizmin başlangıç ilkeleri nedir?

Fikirlerimi, kolaylık açısından, noktalar  halinde  yazacağım ve başlıyorum, bir:

İnsan toplumunun evrim tarihinde, sınıflara geçişle birlikte devlet doğuyor: Sınıf – devlet oluyor.

İki: Feodalizmin çözülüp, yerini kapitalizme bıraktığı çağda, uluslar doğuyor: ulus -devlet oluşuyor.

Üç: Devlet -  ulus, hem kapitalist toplumlarda, hem de sosyalist toplumlarda vardır. Zira her iki farklı toplumlarda farklı sınıflar vardır.

Dört: Sınıfların ortadan kaldırılması, yalnızca kapitalistler ile büyük toprak sahiplarinin ortadan kaldırılmasıyla son bulmuyor. Kapitalizmden sosyalizme geçişin sınıf yapısı açıktır: Proleterya ve müttefiki emekçi kitleler, emekçi köylülük.  Bu şu demek oluyor: Emekçi köylülük, kapitalizmde ”ara sınıf” iken, sosyalist iktidarda, proleteryanın müttefiki olarak devlet yönetimine katılır.

Lenin'in ”Devlet ve Devrim” kitabını, çocukluğumda okumuştum, Bu önemli kitapta, hatırlayabildiğim kadarı ile,  şöyle bir tespit vardı:

”Sınıfların ortadan kaldırılması, yalnızca kapitalistlerin ve büyük toprak sahiplerinin ortadan kaldırılması demek değildir. Küçük meta üreticileri var ki, bunlar kovulmaz ya da ezilmez. Bunlarla yaşamayı öğrenmek zorundayız...”

Beş: Komünizme kadar, sınıf – devlet olacaktır. Zira komünizmin alt evresi olan sosyalizmde sınıflar ortadan kalkmıyor. İşçi sınıfı ve müttefiki emekçi kitleler vardır. Sınıflar varsa, hangi toplum modeli olursa olsun devletin ortadan kalkması mümkün değildir. Sınıflar, ancak, sosyalizmin son aşaması olan, komünizmde biter, söner.

Devam etmeden  önce, bir parenteze ihtiyacım var.

1917 Ekim devrimi ve sonradan kurulan sosyalist Doğu Avrupa ülkelerinde, sınıflar yok olsaydı, çözülme ve karşı devrimler olmazdı. Unutmamak gerekiyor, küçük burjuvazinin olduğu ülkelerde bile, kapitalizme dönüş tehlikesi her zaman vardır. Bunu başka bir yazıda ele almak mümkündür.

Devam ediyorum.

Marks'ı aşanlar ya da Hasan Balcıoğlu'nun ifadesiyle ”aşındıranlar”, ne yazık ki, küçük burjuva ütopyacıları oluyor. İki sınıf arasında sıkışan bu takım, kapitalizmden sosyalist iktidara geçişte oluşacak devlete yani sosyalist devlete düşmanca karşı çıkıyorlar.

Sonuç mu, şudur: Sınıflar,  tam anlamıyla kalkıncaya kadar, sınıf – devlet / ulus – devlet vardır. Sosyalizmin son aşaması, komünizme kadar bu böyle sürüp gidecektir.

Marksizmi ”aşanlara”  ya da ”aşındıranlara” iletmek istediğim, politikaya başlangıç ilkeleri bunlar oluyor.

”Aşmak” ya da ”aşındırmak” nedir, bilmiyorum. Türkçe anlamını, hâlâ, bilmiyorum. Ama Arapça anlamı var,  babam öğretmişti. Yıl, 1978.  Antakya, Dursunlu köyünde,  bana, Arapça ile; ”se- naktau Cibal!” derdi.Türkçesi: ” Dağları keseceğiz!”

Dağlar nasıl kesilir?Kesilir, sarp dağlar ”aşılarak” kesilirmiş! Çok dağ kestik.Çok dağ aştık!

Daha çok dağ aşacağız. Daha çok dağ keseceyiz...Dağdan dağa koşacağız. Kestiğimiz  dağlarda,  işçi snıfının ve tüm ezilen halkların bayrağını dalgalandıracağız!

12 Ağustos 2014 Salı

Ortadoğu’nun Ufalanma Süreci-2





Cemil Gündoğan
cemil_gundogan@yahoo.se

Ulus-üstü Entegrasyon ile Ulus-altı Ayrışma Eğilimleri

Dünya, bir süreden beridir, kimi araştırmacı ve teorisyenlerin “post-modern”, kimilerinin de “geç-modern” diye kavramsallaştırdıkları yeni bir döneme girmiş bulunuyor. Ortadoğu’daki ufalanma sürecini anlamak için bu dönemin bazı özelliklerine de bakmamız gerekiyor.  

Yeni dönemin rahatlıkla gözlenen özelliklerinden biri, ulus-üstü düzeyde merkezileşip bütünleşme eğiliminin, ulus-altı düzeyde ise ayrışıp küçük gruplara bölünme eğiliminin güçlenmesidir. Örneğin üst düzeyde Avrupa Birliği türünden merkezi, kıtasal birlikler oluşurken,  daha alt düzeylerde kültürel kimlikler, mekanlar, meslekler vs. etrafında şekillenen, fakat çoğunlukla sınırları muğlak yeni topluluklar boy vermektedir. 

Bir de sözü edilen iki düzeyin ortasındaki ulusal düzey var. Kural olarak devletler kademesine denk gelen bu düzey, birinci ve ikinci düzeylerdeki güçlenme oranında gerilemekte ve sözü edilen iki eğilime ödemede bulunmaktadır. Mesela bugün Almanya’nın, İsveç’in  ya da Hollanda’nın bağımsız yani ulusal bir göçmen politikası olduğunu söylemek zorlama olur. Göçmenlikle ilgili Brüksel’de yapılan düzenlemeler, Almanya’yı da, İsveç’i de, Hollanda’yı da… bağlamakta ve ulusal yasaların ve kararnamelerin yerine geçmektedir. Medeni hukuk, icra hukuku, ticaret hukuku gibi birçok alanda benzer bir merkezileşme ve standartlaşma gözlenmektedir. Henüz AB üyesi olmadığı halde Türkiye’nin önüne konulan AB uyum paketleri veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye’de fiilen bir içtihat merciine dönüşmeye başlaması, gelişmenin yönünü gösteren iki tipik örnektir.

Ama ulusal düzeyi kemiren sadece yukarıya devredilen hak ve yetkiler değildir. Bazı hak ve yetkiler de aşağıya, yani yerel yönetimlere devredilmektedir. Bu da dünya ölçeğinde geçerli bir eğilimdir.  Mesela Türkiye’de Kürt sorununun çözümü olarak 28 Şubat’tan beri lafı edilen yerel yönetimlerin güçlendirilmesi lafı, bu küresel eğilimden güç almaktadır. 

Özetle, ulusal düzey dediğimiz orta kademe, üstteki ve alttaki düzeylerde ters yönlere doğru gerçekleşen hareketlerin sonucunda alan kaybetmektedir ve bu durum, bir komplo olarak değil, dünyanın genelinde ve tarihsel-sosyolojik bir süreç olarak yaşanmaktadır. Ortadoğu da aynı sürecin etkisi altındadır ve bölgedeki ufalanmayı bu süreçten bağımsız olarak ele almak doğru olmaz. 
***
Ortadoğu’da Avrupa Birliği benzeri somut bir üst bir yapının ortaya çıkmamış olması, yanıltmamalıdır. Evet, cisimleşmiş bir üst/kıtasal devlet, Avrupa Birliği dışında henüz dünyanın hiçbir bölgesinde yoktur. Ama dünyanın bütün bölgelerinde devletler ötesi birlikleri düzenleyen organlar, yapılar ve kurumlar vardır ve bunların sayısı her geçen daha da artmaktadır. Bakmasını bilen için, Ortadoğu’da da benzer bir eğilimin varlığını tespit etmek zor değildir. Bunu derken sadece İslam İşbirliği Teşkilatı gibi görece eski organizasyonları kastetmiyorum. El-Kaide’nin bölgeyi kucaklayan federal örgütlenmesi de, IŞİD’in sınır aşan örgütlenmesi ve eylemleri de, Müslüman Kardeşlerin bölgede bir İhvan enternasyonali kurma hayalleri de, Selefistlerin bölgesel yayılma çabaları da, İran’ın bir Şii Yayı oluşturma gayretleri de… aynı uluslar-üstü/devletler-üstü eğilimin değişik tezahürleridir. Hatta Abdullah Öcalan’la Yalçın Küçük’ün arada bir telaffuz ettikleri Ortadoğu Birliği/Ortadoğu Konfederasyonu lafları bile -farklı hesaplarla söylenmiş olsalar da- aynı eğilimden güç almaktadır. 
Fakat hiç kuşku yok ki, Ortadoğu söz konusu olduğunda, anılan tarihsel sürecin göze en fazla batan sonuçları orta ve alt kademelerde yaşananlardır. 

Orta kademede, devletler eski etki alanlarını yitirmektedir. Bugün Ortadoğu’daki hiçbir devlet otuz yıl öncesindeki kadar geniş alanları kontrol edebilecek durumda değildir. General Sisi’nin askeri rejiminde bile devlet, toplumun sadece yarısına hükmedebilmektedir. Türkiye’de ve İran’da halkın neredeyse yarısı, giderek artan oranda, devleti elinde bulunduranların temsilciliğini yaptığı toplumsal kesimlerle bir arada yaşayamayacağı hissine kapılmaktadır (Mısır’da Sisi iktidarından hemen önceki aşama). Libya, Tunus, Yemen, Suriye ve Irak gibi ülkelerde ise devletin kontrol edebildiği alanlar neredeyse haftalık olarak değişmektedir. 

Nitekim Türkiye’de genellikle bu kademedeki değişiklikler görülmekte ve yorumlanmaktadır. Dünyadaki çatışmayı, küresel sermaye ile ulusal devletler arasındaki çatışma olarak tanımlayan Mahir Kaynak da, “Kemalist Cumhuriyet saldırı altındadır!” diye feryat eden Perinçek de ara kademede sözü edilen erezyondan hareket etmektedirler. 

Açık konuşmak gerekirse, şimdilerde “devlete kumpas kuruldu” lafıyla Erdoğan’ın da dahil olduğu bu devlet-muhipleri korosunun geleceği parlak değildir. Çünkü tarihsel eğilim, devletlerin oluşturduğu ara kademenin daha da incelmesi yönündedir. Bazı uluslararası komploların bu eğilimi sömürmeye çalıştığı ne kadar doğruysa, bunun konspirasyonla ilgili bir gelişme olmayıp tarihsel-sosyolojik bir eğilim olduğu da o kadar doğrudur. 

Bir diğer tarihsel-sosyolojik eğilim, ulus-altı düzeyde yeni toplulukların oluşmasıdır. Bu eğilimin bir ifadesi olarak her geçen gün değişik kültürel ilkeler üzerinde şekillenen yeni topluluklar doğmakta, bazı eski kimlikler aktifleşip yeni anlamlar kazanarak toplumdaki eski ulusal tahayyüllerin yerine geçmektedir. Eskiden kendini, bir ve aynı ulusun parçaları olarak gören bazı toplum kesimleri, artık kendilerini yeni biçimlerde tanımlamaya, bazen ulus dairesi içinde hareket ederken bazen de bu dairenin tümüyle dışına çıkmaya başlamaktadırlar. Mesela, dün BAAS’ı kuracak kadar Arap milliyetçiliği bayrağını yükselten Suriyeli Hıristiyan Araplar bugün kendilerini aynı düzeyde ve aynı anlamda Arap hissedebilirler mi? Ya da Nasır döneminin Kıptileri ile bugünkü Mısır’da yaşayan Kıptiler Mısır kimliği hakkında aynı düşünce ve duyguları taşıyabilirler mi? Keza Irak’taki Şii Araplar ile Sünni Araplar eskiden mezhep karşıtlığına rağmen kendilerini aynı ulusun parçaları olarak tahayyül ederlerdi. Özellikle de modern tedrisattan geçmiş şehirli kesim böyle hisseder ve davranırdı. Peki, bugün de aynı şekilde hissedip davranacaklarını söyleyebilir miyiz? Bingazi’nin Araplarıyla Trablusgarp’ın Arapları da Libyalı olmaktan aynı şeyleri anlamıyorlar artık… İlerleyen bölümlerde göreceğiz ki bütün bunlar, Ortadoğu’ya özgü durumlar da değildir. Daha küresel bir durumla karşı karşıyayız.

Bunu derken, orta kademenin, yani ulusal düzeyin artık tümüyle işlevsizleştiğini veya ortadan kalkmak üzere olduğunu söylemek istemiyorum. Bu noktanın henüz çok uzağındayız. Ulusal düzey -ki Kürtler gibi devletlerini kuramamış ulusal topluluklar dışında esas olarak devletler düzeyine denk gelir- hala birçok şeyi belirleyen düzey olmaya devam ediyor. Ancak daha aşağıdaki düzeyde boy veren yeni toplulukların ulusal düzeyi kemirmeye başladığı da bir başka gerçek.  Ulusal düzeyin hakim olanı, ulus-altı düzeylerdeki oluşumların ise tarihsel planda güçlenmekte olanı ifade ettiği söylenebilir. 
Peki, bütün bu bölünme ve ufalanmaları nasıl tanımlayabiliriz? 

Balkanlaşma mı?
Balkanlaşma, meşruiyetleri tartışmalı hale gelmiş ve iç çekişmelere konu devletlerin, dış müdahalelerin de katkısıyla küçük birimler halinde ufalanmasını anlatan bir kavramdır. İlk bakışta Ortadoğu’da yaşanan şeyin bir Balkanlaşma süreci olduğu düşünülebilir. Nitekim bazı yazarlar buradan mülhem Lübnanlaşma kavramını kullanmışlardır. 

Bazı önemli veçheleri göz önünde bulundurulmazsa Ortadoğu’daki mevcut sürecin bu kavramla tanımlanmasına itiraz etmek zordur. Fakat bölünmelerin içinde cereyan ettiği tarihsel-küresel bağlamı göz önüne getirdiğimizde, yaşanan şeye Balkanlaşma demek zorlaşır. Çünkü bu kavrama adını veren Balkanlar’da 18. yüzyılın sonları ile 19. yüzyılın ilk yarısında şahit olduğumuz çatışma ve bölünmeler, küresel ölçekte entegrist (kaynaştırıcı/kaynaşmacı) eğilimlerin yükselişte olduğu bir dönemde gündeme gelmişti. Nitekim etkileri bu entegrist eğilimin de katkısıyla sınırlı kaldı. Tito’nun, İkinci Dünya Savaşı sırasında işgal edilip küçük parçalara ayrılan Yugoslavya’yı yeniden toparlamayı başarmasın nedenlerinden biri de entegrizmin damgasını vurduğu dönemin tarihsel-sosyolojik eğilimiyle uyumlu bir pozisyondan işliyor olmasıydı. Nitekim aynı Balkan toplulukları 1990’ların başlarında, ama bu kez küresel ölçekli çözülme (disintegration) trendinin etkisindeyken dış müdahaleye maruz kaldıklarında, tespih tanesi gibi dağıldılar. İkinci Dünya Savaşından bütünlüğünü koruyarak çıkabilen Yugoslavya’dan bugün yaklaşık yarım düzine devletin çıkmış olması, küresel ölçekli tarihsel-sosyolojik eğilimlerin, içerideki toplumsal ve siyasal gelişmeler üzerinde ne tür etkilerde bulunabileceğini gösteren bir örnektir. Meselenin bu boyutunu göz önünde bulundurarak diyebiliriz ki, Balkanizasyon kavramı, Ortadoğu’daki mevcut bölünmeleri bazı açılardan izah etmekle birlikte, bu bölünmelerin arkasındaki önemli bir tarihsel-küresel faktör hakkında bir şey söylemediği için sınırlı bir açıklama gücüne sahiptir. 

Geleneksel bölünmeler mi?
Ortadoğu’daki süreci, sadece mezhep ve tarikat gibi geleneksel bölünme etkenleriyle izah etmenin de benzer sorunları vardır. Doğrudur, bunlar da günümüz Ortadoğu’sunda birer bölünme etkenidirler. Fakat dünden farklı olarak, küresel ölçekte hissedilen bir çözülme eğilimiyle bir arada işlemektedirler. Dolayısıyla Ortadoğu’da olup bitenleri klasik bölünme etkenleriyle izah etmek, tıpkı Balkanizasyon kavramlaştırmasında olduğu gibi olayın önemli bir boyutunu göz ardı etmek anlamına gelecektir.
Fakat asıl terslik, Ortadoğu’da yaşanan ayrışmaların sadece geleneksel çizgiler üzerinden yürümüyor olmasıdır. Türkiye, Mısır, Suriye, Tunus gibi ülkelerdeki en keskin bölünmeler, tarikatsal veya mezhepsel bölünmeler değildir. 19. yüzyıldan beri işleyen Ortadoğu’ya özgü bir modernizm programının hayat verip güçlendirdiği toplumsal kesimler ile buna gelenekselcilik zemininden itiraz edenler arasındaki bölünmelerdir. Bu tarz bir bölünme tamamıyla modern bir fenomendir ve bunu geleneksel bölünmelerle aynı terimlerle tanımlamak doğru olmaz. 

Toparlarsak, Ortadoğu’daki bölünme ve ufalanmaları klasik Balkanizasyon süreçleriyle veya geleneksel bölünmelerle izah etmek doğru değildir. Dünyanın içine girdiği yeni dönemde öne çıkan uluslar-üstü bütünleşme ve uluslar-altı ayrışma eğilimlerinin etkisiyle oluşan yeni toplulukları da kucaklayan yeni bir kavramlaştırmaya ihtiyacımız vardır. Bu yazıda kullanılan cemaat (community) kavramı işte bu ihtiyacı gidermek amacıyla düşünülmüştür. Dünya, adına “post-modern” veya “geç-modern” denilen yeni dönemle birlikte, ulus-altı düzeyde bir cemaatleşme sürecine girmiştir, Ortadoğu da yaşanan ufalanma, bir yanıyla bu eğilimin ifadesidir.  

Buradaki “Cemaat” sözcüğünü sevmeyenler olabilir. Öncelikle dini oluşumları akla getirdiği için. Bu açılardan sorunlu bir kavram olduğunu ben de kabul ediyorum. Zira buradaki anlamıyla dinsel olmayan gruplaşmaları da ifade ediyor. Böyle olmakla birlikte, daha iyi bir kavram buluncaya kadar kullanmakta bir sakınca görmüyorum. 

Gelecek yazıda cemaatleşmeye bakmaya devam edeceğiz.
2014-08-12