28 Eylül 2014 Pazar

Ortadoğu ve İslam Dünyasında Katliam Geleneği..


SAİT ÇETİNOĞLU
Ortadoğu’da İslam Devleti (IŞİD – İD)
Ortadoğu’da Siyasal İslam son günlerde İslam devleti/ IŞİD-İD eliyle muazzam bir güç devşirdi. Irak ordusunun Sünni bölgesinde (Musul) örgüte teslim ettiği ağır silahlar ile durdurulamaz bir güce ve hareketliliğe ulaştı. Irak’ın sünni bölgesini kontrolüne alıp taban oluşturarak adım adım vahşetini ve etki alanını genişletip ilerleyerek, son yılların en büyük etnik temizliğine – soykırımına imza atmaktadır.
Irak’ta siyasal İslam, IŞİD (yeni adıyla İslam Devleti-İD) eliyle uyguladığı, -Musul[i]’un ele geçirilmesiyle çok daha fazla görünür hale gelen- şimdiye kadar benzeri görülmemiş bir vahşet politikası ve soykırımcı bir zihniyetle Suriye’de ve bölgede kendinden saymadığı kadim unsurları; Şii Arapları, Hristiyanları(Asuriler, Kildaniler, Nasturiler, Süryaniler, Ermeniler,…), Ezidileri[ii], Nusayrileri[iii], Şiileri, Şii Türkmenleri, Kakaileri[iv], Mandaileri (Sabailer)[v], Şabakları[vi], … ve önüne çıkan herkesi yok ederek ilerlemeye devam ediyor. Bu halkların çoğunun feryatları duyulmamakta, sessizlik içinde yok olmaktadırlar.
İslam Devleti, daha önce Suriye sınırları içerisinde Arami kasabası Malula’da[vii] ve 1915 Soykırımından arta kalan Musa Dağ direnişçilerinin mirasçısı Ermeni kasabası Kessab’ta, Şii ve Alevi Türkmen köylerinde ve Akdeniz kıyı şeridinde Nusayri bölgelerinde başlatılıp uygulanan vahşet politikası daha büyük boyutta Irak’ta yürütülüyor ve basına servis ediliyor.
Uluslararası toplum (siz bunu emperyalizm/kolonyalizm olarak okuyun) yükselen insanlık dramına karşı sessiz.
Emperyalizmin/ Kolonyalizmin bölgede insan hakları ihlali ve azınlıkları[viii] koruma kaygısının olacağının düşünülmeyeceği gerek Suriye’de gerekse Irak’ta yaşanan insani dramlardan apaçık ortaya çıktı. Zaten emperyalizmden böyle bir beklentimiz de yoktu.
Kolonyalizmin bölgedeki en eski vasal’ı T.C. nin sınırlarını zaman zaman mültecilere kapatması ve zorluk çıkartması ayrı bir insanlık dramına sebep oluyor. Vasal, İslam Devleti mensuplarını Türkiye’de tedavi ederken diğerlerine yaralı olsun, sağlam olsun sınırları kapatıyor.
Vahşetin durdurulamaması (!) ve Soykırım
Emperyalizmin kırmızı çizgisinin İslam Devleti’nin sebep olduğu insan hakları ihlalleri ve soykırıma varan etnik temizlik değil, İslam Devleti’nin Erbil’e dayanması olduğunu hava harekatından belli olmuştur. Hava harekatının bölgede var olan insanlık dramına bir çözüm olacağını ve emperyalistlerin böyle bir gailesi olduğunu düşünmek yanıltıcıdır. Dolayısıyla bunun, sınırlı bir harekat ile İslam Devleti’nin belli bir yörüngeye çekilip petrol şirketlerinin karları güvenceye alınmasının yanında, Suriye’deki yandaş unsurlarına destek harekatı olduğunu ve olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Ayrıca, Bölge yönetimi adı altındaki prematüre devletin, İslam Devleti’ne yol vererek soykırıma varacak bir etnik temizliğin kapısını araladığını bu yüzden Peşmergenin dolaylı yoldan etnik temizliğe yol verdiğini de söyleyebiliriz. Peşmergenin terk ettiği kasabaların etnik bileşeni ve İslam Devleti’nin işgali sonrasında gerçekleşenler bu görüşü doğrular niteliktedir.
İslam Devleti’nin harekatlarıyla bölge yönetimi denen prematüre devletin, kendini olduğundan fazla önemseyen diğer aktörlerin ve Bağdat’ın da savaş gücünün olmadığı ortaya çıkmış görünüyor. Bir kısım askeri başarıların Amerikan bombardımanından sonra gerçekleştiği, bombardımanın kesilmesiyle elde edilen yerlerin bir kısmının geri verildiğini görüyoruz. ABD şemsiyesi olmadan bu unsurların savunma, savaşma ve başarı şanslarının olmadığı da rahatlıkla söylemek mümkün.
Musul, Hıristiyan, Kakai, Ezidi, Mandai, Şabak,.. gibi Ortadoğu tek ve çok tanrılı dinlerine mensup etnik ve dini azınlıkların yaşadığı bir bölge olduğu gib,i bu etnik ve dini azınlıkların tarihsel topraklarıdır.[ix] İslam Devleti’nin ilerlemesinin en önemli ayağı Musul başlangıcının Türkiye üzerinden tezgahlandığı sünni politikacı ve yöneticilerinin Türkiye’ye geliş gidişlerinden ve Türkiye’yi mesken tutmalarından çıkarmak mümkün.[x]
Anglosakson jeostratejisi gereği kolonyalizmin Lozan ile bölgedeki vasal gücü olarak oluşturduğu bir yapı olarak Türkiye’nin başka bir konumda olması düşünülemezdi. – bu olguyu aşağıda daha geniş olarak açacağız.
Musul konsolosluk mensuplarının rehine durumu da bir mizansendi. Bu durumTürkiye’nin elini güçlendirerek İslam Devleti’ne lojistik imkanını dikkat çekmeden yükseltmenin yanında zaman kazanmasını da sağlamıştır.
Cep telefonu elinde ülkesiyle iletişimini kesmeyen bir rehine olur mu?
İslam Devleti (IŞİD –İD) bu gücü nasıl elde etti?
Irak El-Kaidesinden bir hizip, böylesine güç devşirerek, bölgenin muktedir olmayanlarına karşı bu olağanüstü bir vahşeti uygulayabilir hale nasıl geldi?
Bilindiği gibi, olguları tanımlamak ve açıklanmak istenildiğinde içsel (yapısal) ve dışsal etmenler göz önüne alınır. Bu etmenlerin kesiştiği ve ayrıştığı noktalar belirlenir. Bu pencereden baktığımızda iç ve dış etmenlerin üst üste gelmesiyle bölgenin vahşet sürecine girdiğini görüyoruz.
Bugünkü Ortadoğu yada eski ve daha doğru tanımlamayla Yakındoğu’da meydana gelen olayların ve olguların kabaca öne çıkan içsel ve dışsal etmenlerine işaret edersek, İslam[xi] ile kolonyalizm / emperyalizm, iki ana temel etmen olarak önümüze çıkmaktadır.
İslam ve katliam geleneği
Yapısal etmenin en önemli aktörü, bu coğrafyanın ezici çoğunluğunun inancı olan İslam’dır. Her din gibi İslam’ın da bir ideoloji olmasına karşın, bir toplum projesi olmayan İslam, revizyonu ve dönüştürülmesine olanak olmayan arkaik bir ideolojidir. Günümüze 1400 yıl öncesinden referans verilemez.
Son tahlilde din de bir ideoloji olduğuna göre, bu kadar katı bir yargıdan kaçınmak gerektiği söylenebilir. Ancak   İslam’da bu güne kadar zamana/çağa uygun bir yorumun zemin bulamaması ve gerçekleşmemesi, İslam’da bir reformasyon dönemi yaşanmamış olması, bu gün böyle katı bir yargıyı gerçekliğe dönüştürmektedir.
Teorik olarak, o yolun ilelebet kapalı olduğu anlamına gelen bir ifadeden sakınmak uygun olsa da pratikten vereceğimiz bir örnek bu konudaki ümitlerin sönmesine neden olmakta, bu katı yargıyı bir buçuk asra yakın bir zamanın pratiğinde olduğu gibi, günümüzde de doğrulamaktadır:
Nitekim 1960′lı 1970′li yıllarda, Sudan’lı Mahmut Muhammed Taha o yönde bir hamle yapılmış, İslamın İkinci Mesajı başlığını taşıyan bir kitap da yazılmıştı ve Taha orada, Cihad’ın bir islâmi ilke olmadığını iddia ediyordu… Ama Müslüman Kardeşlerin de dahliyle 1986 da idam edildi…
Teslimden gelen İslam’dan bir kurtuluş teolojisi çıkması yapısal olarak imkansızdır. Zira kapitalizm gibi kutuplaştırıcıdır. Tekfirci ve selefi gruplar bu çerçeve içinde değerlendirildiğinde, bu grupların yükselişleri anlamlandırılabilir. Dar – ül harb ve Da -ül İslam kavramı İslam için hayati öneme haizdir. İslamın dar-ül harb olmadan uygulanması ve yaşatılması imkansızdır. İslam’ın bugünkü krizi de buradan kaynaklıdır. (Foti Benlisoy’dan ödünç aldığımız iki kavramla açıklarsak) şimdinin canavarlar zamanına denk gelmesi ve vahşetin idaresi ile İslam Devleti’nin önemli kazanımlar sağlaması mümkün olmuştur: “Kurucu kaos”[xii] . Kısaca Siyasal İslam’ınvahşete dönüşmesi yapısaldır.
Samir Amin, İslam Devleti ve İslam olgusunu çok net özetler:   Kuzeyde bir İslam Devleti peydahlandı ki, bu İslam Devleti denilen tanımı ve doğası gereği yayılmacıdır. Tüm Dünya Müslümanlarını kendine bağlama, kapsama iddiası ve perspektifi olan bir hareket… Türkiye’den Çin’e kadar tüm Müslümanları İslam Devleti bayrağı altında birleştirme hedefi var. Yani dünyanın tamamını fethetme peşinde… Bu yüzden tam bir çılgınlık hâli söz konusu…[xiii]
İslam Devleti vahşetinin/ Kafa kesmenin/kadınlara el konarak köleleştirmenin dinsel ve tarihsel arka planı vardır. Bu konuda bölgeden vereceğimiz iki örnek yeterince açıklayıcıdır:
Muhammed döneminde hile ile tutsak edilen Beni Kureyza Yahudileri hakkında verilen hüküm ibret vericidir. [xiv] “Kureyza erkekleri öldürülecek, kadın ve çocuklar köle edilecek, malları müsadere edilecektir. Muhammed Allah’ın ve resulunün yargısıyla yargıladın diyerek onu onaylar.”
“Resulallah karardan sonra Medine’nin çarşı alanına giderek hendekler kazdırır. Beni Kureyza erkekleri gruplar halinde buraya getirilerek hendeklerin başında kafaları kesilir. Toplam katledilen sayısı bazı kaynaklara göre 600 ila 700, bazılarına göre 800 ila 900 kişidir. İdamların çoğunu Ali b. Ebu Talib (sonradan dördüncü halife) ve Zübeyr infaz ederler.”
Kesim sırasında Ali yorulur gölgede mola verir. Mola sırasında tutsaklara merhametgösterilerek süt ikram edilir. Sonrasında kesim kaldığı yerden devam eder.
İkinci örnek, Osmanlı  Sultanı IV. Murat’ın Bağdat fethi sırasında, sene 1636. Bağdat Seferini Evliya Çelebi seyahatnamesinden okuyoruz. Seyahatnamede teslim olan Şiilerin katledilmesi nakledilir. Katl esnasında kurbanlar kanlarıyla nehirlerin rengi değişir[xv]:
“Bağdâda eyle hücumlar oldu kim Kızılbaşların başları yine kaygulu işe uğradı. Gördiler kim gayri çare yok, hemân burc u bârûlar üzre beyaz emân bayrakları diküp, 
‘Amân elamân ey güzidei Âl-i Osmân’ deyü feryâd u nâlâni sad-hezar etdiler.
Bağdat’ı tutan Şiiler pes edip teslim olurlar.
…”… derûn-i askerden bir sada zahir olur kim, Tîz Kızılbaş kırılsın derler.
Azâmet-i Hüdâ an saatde kırk bin piyade şâh tolusun içmiş [iran şarabı içmiş] tülüngi Kızılbaş ve yigirmi bin de gayri evbâş seyf-i miczem ile başları tırâş olup [keskin kılıç ile başları traş edilip] derûn-i Bağdad’da hûn-i Râfiziyân nehr-i âb-ı revân gibi cereyân etdi [zındıkların kanı akarsu gibi aktı] ve niöe bin atlı guzât cânib-i nehr-i Diyâle’ye gitdi ve emân ile mukaddemce çıkan Kızılbaş’a yetdi ve bu perîşân olmuş Kızılbaş’a girişdiler ve eyle kırdılar kim az Kızılbaş, ‘Feryâd-reses yâ Ali’ deyüp nehr-i Diyâle’ye urdular.”
Şehir içinde kan oluk oluk akarken bir kısım gaziler de Diyale nehrine kendini atmış olan Şiilere yetişir. Kızılbaşlar feryadımızı duy ya Ali diye bağırırlar.”
“Düldül-süvâr Ali de bu Havâricîn’in [Haricilerin] feryâdlarına res olmayup cümle Diyâle’de gark-ı âb oldular [boğuldular]. Yetmiş bin Kızılbaş’tan ancak altı bin mıkdârı tırkazlarda ve merhamet-i dest-i Osmanlı’da hâlâs oldu deyü kendüleri nakl ederler.
Hakkâ böyle bir kırgın dahi diyâr-ı Acem’de olmamışdır.”
Yetmiş bin Şii’den ancak altı bin kadarı Osmanlı’nın merhametli ellerinde canını kurtarır.
Şimdi devir değişmiş, üçyüz-beşyüz kişilik kafa kesme vakaları dünya medyasına haber oluyor.”
“Düldül-süvâr Ali de bu Havâricîn’in [Haricilerin] feryâdlarına res olmayup cümle Diyâle’de gark-ı âb oldular [boğuldular]. Yetmiş bin Kızılbaş’tan ancak altı bin mıkdârı tırkazlarda ve merhamet-i dest-i Osmanlı’da hâlâs oldu deyü kendüleri nakl ederler. Hakkâ böyle bir kırgın dahi diyâr-ı Acem’de olmamışdır.”
Yetmiş bin Şii’den ancak altı bin kadarı Osmanlı’nın “merhametli ellerinde” canını kurtarır. Şimdi devir değişmiş, üçyüz-beşyüz kişilik kafa kesme vakaları dünya medyasına haber oluyor.”
Emperyalizm ve 20. Yüzyılda Arap toplumsal yapısının dönüşümü
Mağripten Maşrike Arap coğrafyası geçmiş çağlarda uzak mesafe (uluslararası) ticaret sayesinde yükselmiştir. Kentler bu sayede yükselip, durumun tıkanmasıyla gerileyerek çöküntüye uğramıştır.
Bölgenin/havzanın gelişme ve yükselmesini sağlayan, uzak mesafe ticaretini yürüten ve kontrol eden Hristiyanların Baas milliyetçiliği tarafından yok edilmesiyle onulmaz yara almış. Bu yara yine uzak mesafe ticareti olarak niteleyebileceğimiz fosil yakıtların ticareti bir süre bölgede statükoyu koruyabilmiştir.
Ancak bu statüko yada fosil yakıtların ticaretinden kaynaklı saadet zincirinin ila-nihaye devamının garantisinin olmadığı, Arap-İsrail Savaşlarıyla ortaya çıktığı gibi Körfez Savaşlarıyla daha da belirginleşmiş ve derinleşmiştir.
Hristiyanların yok edilmesi, millet-i mahkûmenin ortadan kaldırılmasına ve altın yumurtlayan tavuğun kesilmesine yol açtı ve krize girildi. Bilindiği gibi, bu ticaret vemillet-i mahkûme sonsuz diyebileceğimiz gelir kaynağıydı. Bu ticaret zinciri bir çok grupların da gelir paylaşımına dâhil olmasını temin ederek gelirin paylaşılmasının da önemli bir mekanizmasıydı.
Fosil yakıtların ticareti, sadece iktidardaki aileye ve onun dar çevresine bir gelir sağlamakta, bunların isteği halinde gelir halka sadaka kabilinden dağıtılmaktadır.
Bu imkânların ortadan kalkması ve içine düşülen kriz ortamının dışsal etmenlerle çakışmasıyla İslam vahşete dönüştü. Şimdi İslam Devleti’nin Müslüman olmayan son gurubunun elinden son lokmasını alma peşinde olduğunu söyleyebiliriz.
Yakındoğu, Kolonyalizm için stratejik bir bölgedir ve bu stratejik önem Batı için yaşamsaldır. Lozan ile onaylanarak Anglosakson politikanın yani kolonyalizmin çıkarlarının bölgedeki bekçisi olarak İngiltere ile Sovyetler arasında tampon bölge devleti olarak organize edilen yeni Türkiye, boğazın vasalı olarak Akdeniz’in 30. ile 36. paralel arasındaki yatay alanın doğu ucundaki bölge ile bu paraleli Ege’den dikey olarak kesen bölgeyi güvenceye almaktadır. Bu yatay alanın doğu ucu Suriye önlerine tekabül etmektedir. Bu bölgenin jeostratejik önemi sadece günümüze özgü değildir. Akdeniz ticaret yolu üzerindeki Kıbrıs ile birlikte bu bölgenin jeostratejik önemi, çok eski tarihlere dayanır.
Samir Amin de bölgenin tarihsel ve jeostratejik öneminin altını çizer: jeostratejik pozisyonu çok önemli. Zira, orası Eski Dünya’nın kalbidir, merkezidir. Dikkat edilirse, Bağdat, Moskova’ya, Pekin’e, Singapur’a, Johannesburg’a eşit uzaklıktadır. Dolayısıyla bu bölgenin doğrudan militer denetimi, emperyalistlere uzun mesafedeki bölgelere askeri birliklerini kolay ulaştırma, kolay müdahale imkânı demek.[xvi]
Bölgenin stratejik önemine ilişkin teoriler, Anglosakson (kolonyal) jeostratejik yaklaşımın önemli teorisyenleri olan iki Anglosakson coğrafyacı ve jeopolitik uzmanı Sir Halford Mackinder (1861-1947) ve Nicholas Spykman (1893-1943) tarafından formüle edilerek geliştirilmiştir. Bölgenin jeostratejik önemi 20. Yy da yeniden dizayn edilerek günümüze uzanır. Bu stratejik önem İsrail’in bölgede kurulmasıyla daha da önem kazandığını söyleyebiliriz. Sürekli kriz İsrail’in de yaşam kaynağıdır. Bu dakurucu kaosa denk geliyor.
Kolonyalizm, 1. Büyük Savaş sonrası bölgedeki sömürge ve manda devletlerinden çekilirken, yarattığı kaos ile birlikte bölgeye İsrail devletini armağan olarak bıraktı.
Emperyalizmin yeni stratejisi öncelikle devletin çökertilerek kaos ortamı yaratıyor, bunu yaparken iç çatışmaları ve iç savaşı kendine yedekliyor. Körfez savaşı sonrasında bu çok daha belirgin. Körfez savaşları ile bir anlamda devletin çökmesi ile birliktesaadet zinciri de koptu. Sübvansiyonlar ortadan kalktı devletin halkına rüşvet olarak dağıttığı paralar kolonyal bankalara akınca içeriye bir şey kalmadı. Kaldı devlet de olmayınca bereketli bir zemin oluştu. Siyasal İslam’ın bu toprakta serpilip gelişmesi kolay oldu.
Emperyalizm için bu çöküntü ortamında kaynakların talanını kolay, maliyet yüklemeyen iç savaş da yeni bir yöntem. Kaldı ki silahı sen temin ettiğinden baştan kar ederek başlıyorsun.
Bu bir anlamda bölgedeki özgürlükçü taleplere, Arap baharına Emperyalizmin verdiği bir cevaptır.
BM kararları ve Emperyalizmin bölgede yeniden yapılanması:
Son günlerde bölge ile ilgili BM nezdindeki yeni kararlar ışığında yeni bir koalisyon (siz bunu yeni emperyalist ittifak olarak okuyun) kotarılarak bölgeye yeni müdahale olanakları oluşturuldu. Bu toplantılardan dönen Vasal, toplantılardan ve kararlardan ne anlaşılması gerektiğini özetliyor:
120 devlet başkanının katıldığı zirvede hangi adımların atılması gerektiği düşünüldü. Zirvenin başarılı geçtiğini düşünüyorum. Bölgede kritik bir dönemi yaşıyoruz. Kritik diyorum çünkü 1250 km yaklaşık sınırımız olan Suriye ve Irak’ta terör eylemleri bizi ilgilendirmez veya bize ne deme lüksümüz yok. 1,5 milyon sığınmacı bizim ülkemizde. Bu sığınmacıların Türkiye’ye gelmiş olduğu bir ortamda bize ne diyemeyiz. Atılan bu adımlarda başta Suriye rejimi olmak üzere bu zalim rejimden kaçanların sığındıkları bir başka zalim olmamalı. Özgür Suriye Ordusu da orada bir mücadele veriyorlar. Başka örgütler de var orada… Şimdi ise durumun ne vahim olduğu, IŞİD’in Irak’ı işgal etmesi, Sünnilerin Musul’u boşaltmış olmaları bunlar görünen gerçekler. Bir de çok acımasız devam eden, bizim dinimizle alakası olmayan bir uygulamayı kabullenmek mümkün değildir. Tüm yapılanlar İslam’a mal edilmektedir. Bizler Müslüman olarak elimizden geleni yapmamız lazım. Hıristiyan dünyası böyle bir adım atıyorsa biz buna seyirci kalmayacağız. İşte 49 kişi. İçeriden dışarıdan birçok yakıştırmalar yapıldı. Biz sözün değil, eylemin tarafı olmak durumundaydık. Bundan sonra atacağımız adımlar bizim aynı felaketleri tekrar yaşamamak. Onun için atmamız gereken adımlarda ana başlık olarak; uçuşa yasaklı bölgenin ilan edilmesi ve bu bölgenin güvence altına alınması. Güvenli bir bölgenin Suriye tarafında tesis edilmesi. Güvenlik Üst Kurulu toplantısında konuşacağız ve adım atacağız. Bu süreci kimlerle nasıl yöneteceğiz bunlar görüşme başlıklarımız arasında[xvii]
Bu sözlerle, T.C. nin aldığı konumunun 180’ derece değiştiği izlenimi verilse de, yenikonum 2011 den farklı değildir. Erdoğan’ın sözlerinden Irak’ın yeni durumundan dolayı bir endişe taşımadığı, sorununun sadece, Suriye ve Esad ile olduğunu net olarak anlıyoruz.
İkincisi, Erdoğan, doğan sorunlardan siyasal İslam’ı vareste tutmaya çabalamaktadır. Sözlerindeki Müslüman-Hristiyan vurgusu ayrıca dikkat çekicidir.
Sonuncusu, Türkiye halen durumu kavramaktan uzaktır. 2011’den bu yana durum oldukça değişmiştir.
Bu durumu BM genel kurulunun boş sıralarından anlamak mümkündür. BM genel kurulu salonu yeterince açıklayıcıdır.
İslam Devletine yakın duran sünni cephede Erdoğan tek başına kalmış gözüküyor. Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri cepheden ayrılmışlardır. Kaldı ki, son tahlilde İslam Devleti bunların rakibi durumundadır ve düşman kampta yer almalarından daha normal bir şey yoktur. Bilindiği gibi Suudi Arabistan’ın anayasası Kur’an’dır ve bayrağında da La ilahe illalah yazar. İslam devleti ile sadece bayrağının rengi farklıdır.
Koalisyon Güçlerinin yeni hava harekatları ve Suriye
BM toplantılarından ve alınan kararlardan sonucun ne olacağını biz kestiremediğimiz gibi karar alıcılarının da bir kestirimde bulunabildikleri şüphelidir:
Birincisi, Esad’ın düşürülmesinde Vasal kadar istekli olmaları mümkün gözükmüyor. Esad’ı düşürüp düşürmeyeceklerini, bu yönde girişimlerde bulunup bulunmayacaklarını bilmiyoruz. Kendilerinin de bildiklerini sanmıyoruz. Bu konuda Irak’taki durumu saymasak bile, Libya örneğinden yeterince ders çıkarmadıkları düşünülemez. Ayrıca Yemen’deki gelişmelerin de istedikleri gibi gitmediği ortada…
İkincisi, ABD bölgeye asker göndermeye ve hava harekatını kara harekatıyla desteklemeye hevesli değil. Kara harekatı olup olmayacağını da bilmiyoruz. Olsa dahi bu harekat bölgedeki paryaların üstesinden gelebileceği bir şey değil. Binlerce kilometre uzaktaki Yeni Zelanda’dan gelecek askerin kendini riske atacak bir sebebi de yok.
Sonuncusu, emperyalizmin her şeye kadir olduğunu düşünmek eşyanın tabiatına aykırıdır.
BM toplantıları ve görüşmeleri sürerken ABD’nin Suriye’deki bazı İslam Devleti mevzilerini derhal bombaladığını ve İslam Devletinin kontrol ettiği Der-Zor vilayeti çevresindeki petrol tesislerini tahrip ederek İslam Devletinin ekonomik gücünü de hedeflediğini görüyoruz.
Ancak, Kürt güçlerinin İslam Devleti‘nin saldırılarına direnmeye çalıştığı, önemli direniş noktası Kürtlerin Kobani dedikleri Ayn-ül Arab bölgesine müdahaleden gecikilmesi, Vasal’ın güvenli bölge beklentilerine yol açtı.
Kobani/ayn ül Arab savaşının naklen yayınlanması ile direnişte zaman zaman yetersizkalan Kürt güçlerine vurgu yapılması, Ayn ül Arab’taki savaşın yeni insani felaketlere sebep olduğunun gün yirmi dört saat ekranlardan tekrarlanması, görüntülerinin ekranlardan inmemesi ve gelen mülteci sayısının olağanüstü abartılmasındaki amaç, gerçekte bölgenin insansızlaştırılmasına, bunun meşrulaştırılmasına ve güvenli bölgenin alt yapısının de facto Suriye topraklarında oluşturulması hevesine yöneliktir.
Vasal durumu yanlış okumaktadır.   Hazırlıkları da, sürecin ve bombardımanların seyrinden, Suriye’ye yeni müdahale olanaklarının doğduğu anlamını çıkardığının ip uçları olarak okumak mümkündür. Sanki bizi, İslam Devleti’yle ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye çalışmaktadır.
Yeni tezkereler, Vasal’ın yeniden hevesinin kabardığını ve yeni maceralara hazırlandığını göstermektedir. Yanılarak felakete sebep olması durumu fıtrattandır nasıl olsa!
Ancak Ayn ül Arab’taki İslam Devleti mevzilerine ve buraya lojistik destek verebilecek mıntıkalara yapılan hava harekatı bu düşüncenin hayata geçmediğinin işareti olsa gerektir. Kaldı ki Esad’ın bu bölgeden vazgeçtiğine dair bir işaret de yoktur. Koalisyondan önce Ayn ül Arab yakınlarındaki İslam Devleti mevzileri Esad güçleri tarafından da hedef alınmıştır. Olağanüstü bir durum olmazsa, Ayn ül Arab’taki Kürt direnişi İslam Devleti tarafından kırılamayacak gibi gözüküyor. Kırılsa dahi bu durum geçicidir.
Şunu unutmamamız gerekiyor:
İster BM’nin, isterse koalisyon güçleri denilenlerin ve tabii Türkiye’nin de, bölgede süregelen insanlık dramından zerrece kaygısı olmadığından şüphemiz yoktur. BM bu konuda bir çaba harcamıyor demek için yeterince sebebimiz var.
Türkiye için ise, neredeyse her büyük ilinin caddelerinde dilenci durumuna düşürülen Suriyeli sığınmacıların içler acısı durumu yeterince açıklayıcıdır. Bu durumun Suriye’ye müdahaleyi meşrulaştırıcı bir argüman yapılmak istendiğini, dolayısıyla bilinçli bir tercih olduğunu düşünmek için de yeterli nedenimiz mevcuttur.
Dipnotlar:
[i] Geçen yüzyılın ilk çeyreğinde Musul’u ziyaret eden H.Charles Luke Musul’u ayrıntılı nakleder. Tasvirin bugüne kadar değişmediğin söyleyebiliriz: “Dünyada (artık karmaşık bir ırklar mozaiğinin olmadığı Kafkaslar dışında), etnografik harita çıkarmaya çalı­şanları şaşırtan şehirler arasında Musul vilayeti gibisi pek az bulunur. Şehrin sınırları dahilinde eski olduğu kadar pek az bilinen çok sayıda mezhep olmasının yanı sıra, devasa Musul ovasını baştanbaşa gezerseniz, aynı ırktan, aynı dili konuşan, aynı tanrıya inanan insanların oturduğu yan yana iki köy bulma­nın imkansız olduğunu görürsünüz. Musul şehrinde ve ovanın tamamında Arap nüfusu çoğunluktayken, kuzeydeki ve doğuda­ki dağlarda Kürtler çoğunlukta. Ancak hem merkezde, hem de dağlarla ovalarda diğer halkların kalıntıları da dağınık halde ya­şıyor. Bunların bir kısmı artık çok ender bulunsa da, bir zamanlar büyük bir tarih yazmış halkların mensupları. Bir kısmı da çok gizemli bir tarihe sahip olduğundan etnik kökenlerini ve dinle­rinin doğuşunu çözmek çok zor.” H.Charles Luke, Musul ve Azınlıklar, çev. Utku Kavasoğlu, Nesnel Y. 2007, s 29
[ii] Ezidilik, sadece Ezidi anne babadan doğanların dine, dolayısıyla kimliğe kabul edildiği tikel bir dine sahip özelliğiyle sınırlarını dışarıya kapatmış etno – dinsel bir halktır. Ezidiler günümüzde, Suriye’den Irak’a, Türkiye’den Kaf- kaslar ve Rusya’ya kadar uzanan bir coğrafyada yaşıyor ol­makla birlikte, nüfusun büyük çoğunluğu, kutsal merkezleri­nin de yer aldığı Kuzey Irak bölgesinde yaşamaktadır. Bu­nunla beraber, özellikle Türkiye’den, başta Almanya olmak üzere Batı Avrupa ülkelerine göçmüş önemli bir Ezidi nüfu­sunun olduğu da bilinmektedir. Geniş bilgi: Çakır Ceyhan Suvari, Ezidiler, Etnodinsel Bir İnanç Olarak Ezidilik, Ütopya Y. 2013
[iii] et Tavil, Nusayriliğin ortaya çıkışını hicretin 14. Yılına denk getirir. Ayrıca Gassani’leri Araplaştırdığı gibi Nusayriliği islam’ın içinde düşünür. (Geniş bilgi: Muhammed Emin Galip et-Tavil, Arap alevileri Tarihi Nusayrilik, çev.İsmail Özdemir, Chiviyazıları, 2004.) Nusayrilerin yaşadığı bölgede 7.Yüzyıla kadar Bizans imparatorluğunun etkisinde Hırıştiyan Gassan Devleti bulunmakta ve bu devlet yöneticilerinin Arap yarımadasının diğer köşesindeki Pers etkisindeki kardeş Hristiyan Lahm devleti gibi Araplıkla bir ilgileri yoktur. İslam öncesi Ortadoğu’daki siyasi bölünme için bkz.Charles Lindholm, İslami Ortadoğu, çev. Balkı Şafak, İmge Y.2004, s 129
[iv]  Kakailik dini kardeşlik ve yardımlaşma, yarenlik temelleri üzerine yapılandırılmıştır. Toplumun dirlik düzeni için herkes eşit olmalı, zengin-fakir ayrımcılığı olmamalı, kuvvetli ve zayıf arasındaki fark ortadan kaldırılmalıdır. Kakailikte yardımlaşma esastır. Birinin evi, herkesin evi, malı da herkesin malıdır. Bir Kakai diğer bir Kakainin malına göz dikmez, çalmaz. Helal değildir. Sözlü veya fiili olarak korkutmaz. Üzerinde baskı kurmaz. Kakai yani ‘’kardeşlik’’anlamındadır. Dolayısıyla kakailer birbirinin kardeşidir ve aralarında kardeşlik hukuku geçerlidir.
Kakailerin köklerinin Zerdüştlüğün ve Miteraizmin köklerine çok yakın olduğunu görürüz. Kakailiğin kutsal kitabı ‘’Serencam’’dır. Sultan Sehak/İshak (San Sehak) tarafından yazılmıştır. 200 sayfadır. Tamamı Hawrami lehçesinde şiir ve metinlerden oluşur. Anlamak biraz zordur çünküZerdüşt’ün‘’Avesta’’sına yakın bir dil kullanılmıştır.  Kakailiğin En büyük kitabı Serencam, ancak başka kutsal kitapları da bulunmaktadır. Dileyen Kakai olabilir. Kakailere göre Ezidilik Kakailiğin sonradan kopup ayrı düşen koludur. Bir kısım Ezidiler de tersini düşünür. Irak’ta yaklaşık 200 bin civarında Kakai yaşamaktadır. Kesin rakamını bilememekle beraber Suriye, Afganistan, Tacikistan, Pakistan, Türkiye’de Kakai nüfusunun var olduğunu biliyoruz ancak çoğundaki koyu taassub neticesi Kakailiklerini ifşa etmekten korktukları da ayrı bir gerçek.
Hewreman Bölgesi Kakayilerin en eski yerleşim birimi ve hareket alanıdır. Öyle ki Sultan Sehak “Hewreman Şahı” olarak da bilinir. Hewraman’ın Doğusundan Becar ve Zencan’a kadar, Batısında, Hawar ve Halepçe’den Serezur, Çemçemal ve Kerkük merkezi ve çevresine kadar, Güneye doğru Dakuk, Hemrin Dağı etekleri, Kifri, Kelar ve Hanekin, Mendeli, Bağdat ve Orta Irak’ın bazı yerleri (Diyala ve Bakube vilayetlerinde Arap Kakayiler yaşıyorlar), Kuzeye doğru Hewler’e, Hebat kazası, Karakuş, Musul merkezi, Tella’far ve Nemrud’a kadar olan coğrafya.
[v] Araplar tarafından “Sâbaî” (Subbi ya da Subbâ) biçiminde adlandırılan bu topluluk, kendilerine “Mandenler” (bilgili olanlar, arifler anlamında; İngilizcede Mandaeans) adını verir. Kendileri için kullandıkları bir diğer ad “Nasuralar”dır (kutsal öğretileri koruyanlar anlamında; İngilizcede Nasoraeans). Manden adı tüm topluluk üyeleri için kullanılırken, Nasura adı yalnızca din adamları, topluluğun ileri gelenleri ve ataları için kullanılır. Mandailer, Aramicenin bir diyalektini konuşurlar. Dini metinleri Aramicedir. Asıl yurtları Şatt-ül Arab bataklıklarıydı Saddam döneminde asimilasyonlarını kolaylaştırmak için bataklıklar kurutularak dağıtılmaya çalışıldılar. Vaftizlerini nehirde yaparlar. Vaftizci Yahya taraftarıdırlar. Mandailer, kendi dinlerinin Adem’le birlikte başladığını ileri sürerler.
Aslında bu din, İ.Ö. 200 yıllarından başlayarak, Filistin-Ürdün yöresinde yaşayan heterodoks Yahudi akımları içinde filizlenmiştir. Bu dönemde Kudüs’teki egemen Yahudi anlayışına karşı çıkan bir çok topluluk bulunmaktaydı. Bunlar arasında en önemlileri “Esseneler”, “Vaftizciler” ve “Nasuralar” idi. Mandailer açısından bunların içinde en dikkat çekeni Nasuralar’dır. Zira kendi kutsal metinlerinde Mandailer, Nasuralar’ı Filistin’deki kendi ataları olarak kabul ederler ve Nasuralar’ın Yahudiler ile yaptıkları mücadeleyi dile getirirler.
Her üyenin topluluğun gizlilik ilkesine uyması en önemli görevidir. Manden dininin herhangi bir kuralı ya da öğretisini, Mandai olmayanlara aktarmak en büyük günah olarak değerlendirilir. Topluluk üyeleri için bir dine kabul töreni yoktur. Mandai bir aileden doğan herkes topluluğun doğal üyesi olarak kabul edilir. Mandai anne ya da babadan doğmamış bir kimsenin topluluğa kabulu olanaksızdır. Her topluluk üyesinin bir dünyalık adı, bir de gizli adı olmak üzere iki adı vardır. Gizli ad, doğumda din adamları tarafından yapılan astrolojik hesaplar sonucunda verilir. Bu gizli ad yalnızca topluluk üyeleri arasında ve dinsel törenlerde kullanılır.
Günümüzde Sabailer Dicle ve Fırat kıyıları, Irak’ın güneyindeki eski Kuzistan’ın Karun Nehri Boylarında yaşamalarına rağmen büyük bir bölümü Bağdat ve Basra’da yaşamaktadırlar. Sabiiler kendileri dışında kimseyle evlenmeyen kapalı toplum olup Altın ve Gümüş işçiliğinde oldukça ilerlemişlerdir. Irak’ın dışında İsveç, Avustralya, ABD gibi ülkelerde de yaşayan Mandaistlerin Dünya’daki sayıları 30.000 kadardır.
[vi] Şabaklar, 5 asrı aşkındır Ninova’da yaşıyor. Topluluğun kökenlerine dair kesin bir bilgi yok. Şabakların dili, Hint-Avrupa dil ailesinden geliyor. Şabak topluluğu, Hristiyanlar, Yezidiler ve başka azınlıklarla birlikte Taklif, Başika, Karakuş ve Musul’un kimi banliyölerde yaşıyor. Gayrı resmi verilere göre sayıları 250 bini bulmakta ve sadece Irak’ta yaşamaktadırlar.
Tarih boyunca, farklı Irak rejimleri Şabaklara baskı uyguladı. Örneğin Baas rejimi, Şabaklara Arap kimliğini dayatmaya çalıştı ve Şabak kimliğini unutacaklarını umarak onları Arap aşiretlerine katılmaya teşvik etti.
Şabaklar, Irak toplumunun önyargılarından da olumsuz etkilendi. Birçok insan, kimi kitap ve öğretilere dayanarak Şabakların yanlış inanç ve tuhaf geleneklere sahip, sapkın bir topluluk olduğuna inanıyor. Bu da Şabakların ötekileştirilmesine neden oldu. İslam Devleti Şabakları gayrimüslim saydığı için Şabaklar dini ve siyasi nedenlerle hedef alınıyor. İslam Devleti’nin Musul ve Ninova ovalarını ele geçirmesinden sonra Şabak köylerinde büyük katliamlar yaşandı. Ölü sayısına ilişkin kesin bir bilgi yok. Ancak katliamlardan yüzlerce insanın etkilendiği tahmin ediliyor. İD birkaç aileyi de kaçırdı ve bu ailelerin akıbetleri hâlâ bilinmiyor.
Evini kaybeden 3 binden fazla aile, Irak’ın iç kesimlerinde, güneyde ve Irak Kürdistan bölgesindeki Şii kasabalara kaçtı. Şabak Demokratik Topluluğu Genel Sekreteri Hanin El Kaddo, 15 Temmuz’da yaptığı açıklamada, Şabakların soykırıma uğradığını söyleyerek Şabakları ve Irak’ın diğer azınlıklarını kurtarmak için bir an önce tedbir alınmasını istedi. Irak parlamentosundaki Şabak temsilcisi Salim Cuma da uluslararası örgütlere müdahale çağrısında bulunarak Şabaklara uygulanan kitlesel zulmün durdurulması için yakardı.
Sonuç olarak, hiçbir destekçisi olmayan küçük azınlıklar başta olmak üzere Irak’ın zengin toplumsal dokusu yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Bu azınlıkların soykırımdan kurtulması için uluslararası toplumun acil ve sınırsız desteğine ihtiyacı var. http://www.al-monitor.com/pulse/tr/originals/2014/08/iraq-minorities-shabak-extinction-islamic-state.html##ixzz3BsaYDOxg
[vii] Malula’da halen İsa’nın konuştuğu Aramice konuşulmaktadır.
[viii] Azınlık terimi muktedir olmayanlar anlamında kullanılmaktadır.
[ix] Musul’un 16 km doğusundaki Bahizan, Süryanice ismi Beys Hıryani (bakmak görmek yeri) Ezidiler ve Hıristiyanlar yaşamaktaydı, Ba’vize Musul’un 5km kuzeyinde Ninova harabeleri üzerindedir. Köyün adı Aramice Bays Avviz’dir (geçiş yolu) köyün tarihi Asurllular çağına uzanır. El- Kuş, Musul’a 50 km mesafede bir kildani köyüdür.Karakuş, Musul’dan 28 km uzaklıkta, Kadim halkı Hıristiyandı.Karakuş’a, Süryaniler Bahdid (Baghdade) ismini verir. Bahdid, Süryanice Tanrının evi anlamındadır. Köyde Ermeniler de yaşamaktaydı. Keremli veya Geremlis, Musul’un 30 km güneydoğusunda, halkının tamamına yakını Kildaniydi, Ermenilerin de yaşadığı köylerden biriydi. Bartulla, Musul’un 33 km doğusundadır. tarihi Asurlulara kadar uzanır halkı Süryaniydi. Anlamı Süryanicede çocuklar eviölçü evi anlamındadır.Batna, Musul’un 15 km kuzeyinde, aramice’de adı Bays El- Tin veya Bays al Kıra –çamurdan ev. Halkın çoğu Hıristiyandı. Bakufa, Aramice’de Bays Kuya- Ağaç yeri. Kadim Asur yerleşim yerlerinden biridir. Tarihi Asurlulara kadar uzanır. Ba’zıra,Musul’un 50 km kuzeydoğusunda, Ezidi köyüydü. Aramice’de adı Bays ‘Izra- ev direğiBahınduva, Musul’un 26 km kuzeyinde çoğunluğu, Ezidi, Hıristiyan Kildani nüfusun yaşadığı bölgeydi. Dayr-ı Ba Yusuf yada Dayr-ı ya- Yusuf nüfusu Hıristiyan bir yerleşim yeriydi ve büyük bir kilisesi vardı. Baysan yada Bisan, Musul’un kuzeydoğusunda Aramice’de Bays Şan-sukünet evi. Aramilerin yaşadığı bölgeydi.Muşarafi veya Meşerefi, Musul’un batısındaki bu köy halkı Ezidiydi. Baş’ika, Aramicede Bays Şahiki- talihsiz ev, Musul’un kuzeydoğusunda köyde Ermeniler de vardı. Babent yada Babıntı Musul’un 15 km kuzeydoğusunda Süryanice Bays Şıbına-yağma evi. Köy aynı zamanda bir Şabak yerleşim bölgesiydi. Dayr Miha’il veya mar Muha’il, Nuniya, Nunyavaya Nineva. Baştepe yada Başmanya, Musul’a 25 km uzaklıkta en önemli Şabak köylerinden biriydi. Barım yada Barıma Aramice’de Bays Rime- yüksek evTella’far yada Talya’far, Aramice’de Tel Ağbar- toprak tepe, Sincar ile Musul arasındadır. Basahra yada Basafra, Süryanice’de Bays Sahraya- Kasr sahibi. İmam- Fazliyya da Şabak yerleşim yerlerinden biriydi.Tilkef, Tel Kef- Taştepe, nüfusu Kildaniydi. Hursabad yada Horsabad, eski adı Sur olan bölge Ezidi yerleşimlerinden biriydi. ‘Ayn Safna musul’un 50 km doğusundaki köy bir Ezidi yerleşimiydi. Ermeniler de bulunmaktaydı.
[x]  Ortadoğu’nun şu anda en vahşi insanlık dışı gücü olarak tehlike arz eden IŞİD ile ilgili Gaziantep baro başkan yardımcısı Bilgi Edinme Yasası’na dayanarak emniyet müdürlüğüne Gaziantep’teki IŞİD faaliyetleriyle ilgili soru yöneltmiş. Verilen cevapta ‘devlet sırrı’ nedeniyle bilgi verilemeyeceği belirtilmiş. Her şey ne kadar açık değil mi! IŞİD’i büyüten güçlerin sadece Katar, Suudi Arabistan ve başlangıçta ABD olmadığı bu kervanda Türkiye’deki iktidarın da büyük bir sorumluluğunun olduğu gayet açık. Ercan Kanar, Veziriazam’ın Ahlak Mühendisliği, http://www.demokrathaber.net/veziriazamin-ahlak-muhendisligi-makale,7831.html
[xi] Eski Irak başbakanı Maliki’nin Sünni politikasını Siyasal İslam’ın yada İslam Devleti’nin yegane sebebi göstermek yanıltıcıdır. Bu argüman Maliki’nin tasfiyesine yöneliktir.
[xii] Siyasal İslam’ın yükselişinin bir Kurucu kaosa ihtiyacı olduğu gibi bir diğer ibrahimi din devleti İsrail’in de kurucu kaosa ihtiyacı vardı. Bu kez hangi doğuma neden olacağını hep birlikte göreceğiz.
[xiii] Samir Amin’le Söyleşi, Fikret Başkaya “Amerikalıların istediği yegane şey, bölgenin kaos ortamına sokulmasıdır…”http://www.ozguruniversite.org/index.php/fikret-bakaya/guenluek/1584-samir-amin-fikret-başkaya-söyleişi
[xiv] Sevan Nişanyan, Beni Kureyza Katliamı, http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2013/05/beni-kureyza-katliam.html
[xv] Sevan Nişanyan, Eski Zaman IŞİDleri, http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2014/08/eski-zaman-isidleri.html
[xvi] Samir Amin’le Söyleşi, Fikret Başkaya “Amerikalıların istediği yegane şey, bölgenin kaos ortamına sokulmasıdır…”

[xvii] Erdoğan: Artık şartlar değişti, http://www.taraf.com.tr/haber-erdogan-artik-sartlar-degisti-164728/

25 Eylül 2014 Perşembe

Samir Amin’le Söyleşi...



Fikret Başkaya

“Amerikalıların istediği yegane şey, bölgenin kaos ortamına sokulmasıdır...”

Fikret Başkaya: Geçen yılın Eylül sonunda Cezayir’deki  kollokyumdan 11 ay sonra seninle yeniden buluşmak güzel bir sürpriz oldu. Türkiye’ye hoş geldin. İstersen şöyle başlayalım. Emperyalist savaşlar söz konusu ama aslında “emperyalist saldırı savaşı” veya “emperyalist işgal” demek daha doğru. Sana göre bu savaşların asıl nedeni ne? Emperyalist kamp bu savaşlarla neyi amaçlıyor? Bir de bu savaşlar neden Orta-Doğu’da, Kuzey ve Doğu Afrika’da odaklanıyor?

Samir Amin: Önce neden emperyalist müdahaleler var ve bunlar neden Orta-Doğu’da odaklanıyor? Çünkü neo-liberal, neo-emperyalist yeni dünya düzeni sürdürülebilir değil. Artık çevre ülkelerin büyük çoğunluğunda sosyal planda tam bir yıkım tablosu söz konusu ve bu asla tahammül edilebilir bir durum değil. Bir zamanlar Mao’nun dediği gibi, dünya kapitalist sisteminin çevresindeki Güney ülkeleri, doğası gereği “fırtına bölgesi” (zone de tempête) olmaya devam ediyor. Zira oralarda dünyanın geri kalanını sömüren emperyalist ülkelerdeki gibi asgari düzeyde bile bir istikrarı sağlama imkânı yok. Emperyalizm için çevre (periferi) her zaman tehlikeli ama bazen daha da tehlikeli olabiliyor. Dolayısıyla sürdürülebilir olmayan bu durum ancak dünyanın militer denetimiyle mümkün olabilir. 90’da Sovyet sisteminin çöküşünden beri bir “önleyici savaş” stratejisi geçerli. ABD ve müttefikleri de [AB ve Japonya] bu politikayı destekliyor. Ancak gezegenin militer denetimi sayesinde mevcut statükoyu koruyabilirler ki, bu aslında daha da gerilere giden bir stratejinin devamı. İşte NATO yeni bir şey değil. Ne demişlerdi NATO’yu kurarken? Saldırgan bir Sovyetler birliği var ve ona karşı bir savunma ittifakı oluşturuldu ve sadece Avrupa’nın savunması amacıyla... Tabii asıl amacın hiçte öyle olmadığı ortadaydı... Sadece Avrupa’yı kapsayan bir “savunma ittifakı” değildi...

Sorunun ikinci kısmına gelirsek, neden bu bölgeyi seçtiler? Aslında bu ABD’nin bilinçli bir stratejik tercihiydi. Dünkü konferansta da söylediğim gibi, bunun bir çok nedeni var ve esas itibariyle de üç nedeni var diyebiliriz: Birincisi, orası petrol zengini bir bölge. Bölgenin doğrudan militer denetimi, sadece ABD için değil, müttefikleri için de büyük önem taşıyor. Bu, petrol [enerji] kozunu elde tutmak demek. Tabii düşmanları için de önemli sonuçları var. İşte ABD o kozu elinde tutmak istiyor; ikincisi, özellikle coğrafi konumu kritik öneme sahip.

Jeotratejik önemi diyorsun?

Tabii, tabii, jeostratejik pozisyonu çok önemli. Zira, orası Eski Dünya’nın kalbidir, merkezidir. Dikkat edilirse, Bağdat, Moskova’ya, Pekin’e, Singapur’a, Johannesburg’a eşit uzaklıktadır. Dolayısıyla bu bölgenin doğrudan militer denetimi, emperyalistlere uzun mesafedeki bölgelere askeri birliklerini kolay ulaştırma, kolay müdahale imkânı demek; Ve üçüncüsü de bölgedeki rejimler çok zayıf. Yenmesi kolay ülkeler. Mesela Uzak Doğu dikkate alınırsa, orada kötü bir deney yaşadılar. Vietnam’da ABD yenildi...

Ukrayna’da olup-bitenler Suriye’de, Irak’ta, Libya’da olup bitenlerden bağımsız değil. Sana göre ABD başta olmak üzere Batılıların Ukrayna’da peydahladıkları “krizin” başka yerlere sirayet etme riski var mı?

Evet öyle bir tehlike var ama önce neden Ukrayna seçildi? Ukrayna çok suni, çok yapay bir ülke.. Aslında orada üç bölge var.. Bu günkü Ukrayna’nın önemli bir bölümü eski Rus İmparatorluğunun bir parçası.  Kırımı saymıyorum o zaten Rus’du ve Rusya’ya dahildi. 1917 de devrim olduğunda bütün o bölgede bir iç savaş yaşandı, tabii başka yerlerde de. Bölgedeki halk özellikle de Lenin’in “toprak ve barış” vaadinden sonra, köylü kitleleri ve çok sayıda entellektüel devrimci Bolşeviklere katıldı ve bunların çoğunluğu Yahudi’ydi.
Zira o bölgede önemli bir Yahudi azınlık yaşıyordu. Öte yandan mülk sahibi sınıf, toprak sahipleri ve küçük burjuvazinin önemli bir kısmı karşı devrim safında yer aldı ve küçük burjuvazide de köklü bir antisemitizm söz konusuydu. O kadar ki, devrim safına geçen Yahudi aydınlara Hitler,  judeo-bolşevik [ Yahudi-Bolşevik] adını takmıştı. Ukraynalıların bir kısmı da Avusturyalıydı, Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna dahildi. Onlar da Rus devrimine katılmadılar. Sürecin dışında kaldılar. Ancak daha sonra önce 1939’da ve sonra da savaşta, 1945 de Ukrayna’ya katıldılar. Birinci mesele bu; ikinci nokta, bilindiği gibi Sovyetler Birliğinin sınırları 1924 de çizildi. Bu sınır çizilirken Rus olmayanlara Ruslardan daha çok toprak verdiler. Bununla Sovyetler Birliği’nin Rus İmparatorluğunun bir devamı olmadığını göstermek istediler. Bu, ‘Büyük Rusya’ egemenliği artık söz konusu olmayacak demeye geliyordu. Dolayısıyla tarihsel olarak Ukrayna’ya dahil olmayan bölgeleri de Ukrayna sınırları içine aldılar. Yeni Ukrayna denilen bölge Rus çoğunluğun yaşadığı yerdi. Aynı şekilde Karadeniz sahilindeki Odesa bölgesi de Rus idi, Ukrayna değildi. 

Neden böyle bir şey yaptılar o halde?

Bunu yaptılar çünkü Sovyet sisteminde etnik unsurun önemli olmadığını düşünüyorlardı. Sınırların önemli olmadığı anlayışı vardı. Şu veya bu etnik unsurun, azınlığın Rus veya değil varlığı önemli değildi onlar için. İşte Yugoslavya’ya bak! Komünist rejim, onun lideri Tito, oradaki cumhuriyetlerin sınırını çizerken, asla etnik sorunu esas almadı. Hristiyan Sırp, Müslüman Sırp, Hırvat, vb. ayrımı yapmadı. Dolayısıyla sınırlar o dönemde önemli değildi ve tamamiyle yapaydı. Ne zaman ki, o yapay sınırlar aniden bağımsız devletlerin “gerçek” sınırı haline geldi, işte sorunlar da o zaman başladı...

İkinci Dünya Savaşında dünyanın her yerinde, Türkiye’de de faşistler vardı ve ekseri pro-naziydiler. Bu faşistler Sovyet devrimi yıllarındaki karşı devrimci kampı referans  alıyorlardı. İç savaşta emperyalist kamp tarafından desteklenenlere gönderme yapıyorlardı. İkinci dünya savaşı sona erdiğinde, Naziler yenilgiye uğratılınca, Nazi Almanya’sı safında savaşan faşistlerin liderleri Batı Cephesine transfer edildiler. Kitleler halinde İtalya’ya taşınıp Amerikalılara teslim edildiler. Eğer Doğu’da Sovyetler Birliğinde kalsalardı, hain Naziler olarak kurşuna dizileceklerdi. Ve Amerikalılar, müttefikler arasındaki anlaşmayı ihlâl ettiler. Oysa o anlaşmaya göre tüm savaş suçluları ait oldukları ülkelere iade edilecekti. Yani Sovyetler Birliğine teslim edilmeleri gerekiyordu... Bunlar ABD ve Kanada tarafından siyasi mülteci olarak kabul edildiler. Özellikle de Kanada çoğunluğunu kabul etti.

Bunları sayısı ne kadardı peki?

Sayıları çoktu. Belki 10 binler. Bunlar aşırı anti-komünist ve aşırı anti-Rus, pro-faşist unsurlardı. Mesela bunların teorisyenlerinden biri, Donsof, -ki, Kanada’da 1975 de öldü-  tüm hayatı boyunca jüdeo-bolşevizm söylemini ısrarla sürdürdü... Ona göre iki ana düşman komünistler ve Yahudilerdi... Ve onun anti-semitizmi hiç bir zaman sorun edilmedi... Ne zaman ki, Ukrayna bağımsızlığını kazandı (1990) kitleler halinde geri döndüler, kitleler halinde...

Yani o tarihte kitleler halinde Kanada ve ABD’den döndüler diyorsun. Doğrusu bu benim için tam bir sürpriz oldu. Zira sorunun o boyutundan habersizdim!

Evet, evet aynen öyle. Kitleler halinde Ukrayna’ya döndüler. Ve faşist milisler oluşturdular, örgütlendiler. Elbette kitlelerde bir memnuniyetsizlik vardı ve dünyanın her yerinde var ama Maidan’daki hükümet karşıtı gösterileri asıl örgütleyenler, Batı’nın devasa finansal desteğiyle, bu faşist militanlardı. Oradaki göstericiler de Kiev halkı değildi. Onlar faşistlerin yoğun olduğu bölgelerden Maidan’a otobüslerle taşındılar, doyuruldular, hatta silahlandırıldılar. Bu vesileyle bu operasyonda Polonya’nın katkısına ve desteğini de unutmamak gerekir... Bu durum, hemen ülkenin güneyinde ve doğusunda müthiş bir tepkiyle karşılandı. O bölgelerde yaşayan kitleler bu durumu kabullenmeye niyetli değillerdi... İlk sloganları da zaten anti-faşist söylemleri içeriyordu. İşte olaylar böyle gelişti... Batılılar Ukrayna’da bu faşist unsurları sonuna kadar desteklemede karalı göründüler... Muhtemelen de Ukrayna’yı NATO’ya dahil etme niyetleri var. Tabii Rusya’nın böyle bir durumu kabullenmesi mümkün değildi. Zira bu, Rusya’nın kalbine nüfuz etmek gibi bir şey. Tabii Ukrayna nüfusunun önemli bir bölümünün de bu durumu kabullenmesi mümkün değil. Faşistlerin vahşetinden maalesef pek söz edilmiyor. Şu anda Ukrayna’da faşistler tarafından yapılan baskı tam bir fecaat halini almış durumda: Gazetecileri öldürüyorlar, komünistleri, eski komünistleri, sendikacıları katlediyorlar ve bütün bunlardan hiç söz edilmiyor bile...

Peki bu saldırı karşısında Putin Rusyası ne yapıyor? Batılılar Putin’i direnişçileri desteklemekle suçluyorlar. İyi de desteklemeyip de ne yapacaktı? Karşı taraf tüm imkânları seferber ederek faşistleri desteklerken, Putin ne yapsındı? Aynı zamanda ve dünkü konferansta söylediğim gibi, Putin’in bir zaaf var ki, ben ona ‘büyük sapınç’ diyorum. Gerçekten bir yandan emperyalist saldırıya karşı direniyor, kavramın olumlu anlamında ulusal çıkarları savunuyor, anti-emperyalist bir duruş ortaya koyuyor; öke yandan da içerde liberal bir politika uyguluyor ki, o liberal politikalar tam bir yıkım tablosu ortaya çıkarıyor... Zira Rus halk kitlelerinin, günlük başka sorunları, dertleri var... Bir de tabii yeni Rus burjuvazisini destekliyor, güçlendiriyor. Oligarşik, Batı yanlısı komprador burjuvaziyi destekliyor ve Batıyla cepheden bir çatışmaya girmekten çekiniyor. Aslında çok nazik, çok kırılgan bir durum söz konusu ve kısa vadede kimin kazacağını söylemek zor. Aldığımız sınırlı haberlere göre -ki, oradan haber almak çok zor- Ukrayna ordusunun çoğunluğu savaş istemiyor. Savaş yanlısı olan küçük bir faşist azınlık sadece... Kaldı ki, Rus ve Ukrayna halkları kardeş halklardır. Birbirlerine çok yakındırlar. Ruslar ve Ukraynalılar arasındaki dil farkı da çok önemsizdir. Sanki biraz kuzey-Güney Fransa, kuzey-güney İtalya farkı kadar. Dolayısıyla bir ülkeyi zayıf bir dil farklılığından dolayı parçalamak abestir. Bilmiyorum Türk dili için de benzer bir durum var mı? Mesela Rumeli Türkçesiyle Anadolu Türkçesi arasında da benzer bir fark var mı? Dildeki sınırlı bir nüans, bir bölünme ve parçalanma gerekçesi yapılabilir mi?

BRICS ve benzer blokların oluşması dengeleri değiştirebilecek jeopolitik sonuçlar doğurabilir mi?

Evet ama sadece belirli derecelerde. BRICS, yani Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika, bu beşli, birbirinden çok farklı ülkeler ki, Batılılar onlara “yükselen ülkeler”* diyorlar. Bu şu demek: Bu ülkelerin “özerk” [sauvereign] bir projeleri var ve bu proje,  neoliberal yayılmanın mantığıyla çelişiyor/çatışıyor. Bu sınırsız, dizginlerinden boşanmış neoliberalizmi sorun ediyorlar ve küreselleşmenin koşullarını pazarlık konusu yapmak istiyorlar demek... Yani neoliberal küreselleşmenin mantığına uyum sağlamayı reddediyorlar. Ama bunlar içinde öyle gerçekten özerk, iç tutarlılığı olan bir projeye sahip olan yegane ülke Çin.

Diğerleri için aynı şeyi söylemek mümkün değil diyorsun?

Evet. Demek istediğim o. Rusya öyle değil. Rusya’nın gerçek bir özerk [souvereign] projeye sahip olabilmesi için, neoliberalizmin mantığının dışına çıkması gerekiyor. Sanıyorum şu sıralar Rusya’nın Ukrayna’da yaşadığı sorunlar onu o yöne doğru itiyor ama durum belirsizliğini koruyor. Gerçi Hindistan bir önceki hükümet zamanında özerk bir projeye sahip olduğu izlenimi verdi ama bu gün iktidarda olan Hindistan Milliyetçi Partisi (BJP] politik İslamcı parti gibi bir şey. Müslüman Kardeşlerin öz kardeşi gibi sanki... Aşırı gerici, aşırı neoliberal, ve aşırı dinci fanatik, Müslüman karşıtı, Hintçi bir parti. Böyle bir rejimden fazla bir şey beklemek abestir. Bir kaç hafta  önce bir grup Hintli dostumla birlikteydik bu sorunu tartıştık. Onlar da BJP iktidarından pek bir şey beklemiyorlardı, süreci daha ileriye taşıma kabiliyeti olmadığı düşüncesindeydiler. Tabii bu durum hep öyle mi kalır... bu belli değil. Brezilyanın da özerk [sovereign] bir projesi yok. Brezilya burjuvazisi çok güçlü, özellikle de finans burjuvazisi çok güçlü. Fakat aynı zamanda Lula’yı iktidara taşıyan bir halk hareketi var. Netice itibariyle bu ikisi arasında bir kompromi (uzlaşma) var. Ve bu kompromi belirli dozda bir sosyal politika uygulamasına imkân verdi. Aynı şekilde belirdi dozda bağımsız dış politikayı da mümkün kıldı ve diğer Güney ülkeleriyle, Latin Amerika ve özellikle de Çin, Rusya, Hindistan ve diğerleriyle yakınlaşma mümkün oldu. Fakat çok sayıda çelişki var yani. Güney Afrika’ya gelince, Güney Afrika çok daha zayıf. Gerçi Apparteid (ırkçı) rejimine karşı büyük bir zafer kazanıldı ama ekonomik alanda hiç bir şey değişmedi. Öyle bir kompromi oluştu ki, ekonomi politikadan ayrıldı. Politik alanda Apperteid söz konusu değil, işte hükümette çok sayıda Siyah bakan var, başkan da Siyah ama ekonomik statüko aynen olduğu gibi yerinde duruyor.

Yani ekonomik planda en küçük bir değişiklik olmadı diyorsun?

önceki duruma göre en ufak fark yok. Her şey yerli yerinde duruyor. Mesela toprakların %83’ü bu gün de Beyazlara ait! Fakat her şeye rağmen ve sonuç itibariyle bu beşlinin bir pazarlık gücü de var tabii... ABD Irak’a karşı bir “önleyici savaş” ( guèrre preventive) açabiliyor ama aynı şeyi, Hindistan, Rusya ve Çin için göze alamıyor. Netice itibariyle bir kapasiteleri, potansiyelleri var...

Potansiyel bir kapasiteleri var!


Aynen öyle. Dolayısıyla çok kutuplu bir dünya vizyonları var ama bu kapitalizm dahilinde bir çokkutupluluk. Kapitalizm dışında ve kapitalizmle çatışma halinde bir çok kutupluluk değil... Fakat bu kadarı bile Batılılar için kabul edilemez bir şey... Bu kadarını bile kabullenmeye yanaşmıyorlar... Batılılar BRICS’i ve onların çok kutupluluk projesini sulandırmak için önce G20’yi peydahladılar. Çin’i, Rusya’yı, Hindistan’ı, Brezilya’yı ve Güney Afrika’yı G20’ye dahil ettiler ve dediler ki, bakın artık siz medeni (civilisé) devletler oldunuz, kalkındınız, o halde siz de bizim gibi yapın... Bırakın şu yoksul ülkeleri, kendi çıkarınızı gözetin... Fakat bu girişim başarısız oldu, büyü paramparça oldu... Zira bunlar büyük güçler sonuç itibariyle... Bu yılın Nisan ayında St. Petesburg’daki  G20 toplantısı izlediğimde de onu fark ettim.  Tüm G20 üyeleri Batı’nın finansal liberalleşme projesine karşı çıktılar. Çin daha önce G20’ye dahil değildi ve neoliberal finanslaşmayı reddediyor. Onu ikna etme çabası işe yaramadı.  Tartışma Suriye üzerine odaklandı ama bir uzlaşma da hasıl olmadı. Bir yanda G7, yani emperyalistler artı  benim “demokratik Suudi Arabistan” ve demokrasi şampiyonu, “demokratik Katar Cumhuriyeti” dediklerim; öte yanda Rusya, Brezilya, Çin, Hindistan, Güney Afrika... ve sonuç başarısızdı. BRICS Batılıların planını reddetti... 

22 Eylül 2014 Pazartesi

Ölüm soğuktur ey baba! / الموت بارد يا أبي




الموت بارد يا أبي

Majed Abugosh

الموت بارد يا أبي
في البحار الغريبة
الموت بارد !
يتبعنا الموت مثل ظلنا
الموت ظلنا 
يا أبي !
قبل هذا الموت
لم يكن لنا حياة
يا أبي
لم يكن لنا حياة !
من يرعى شجر البرتقال
بعد موتنا يا ابي
من يحرس سارية العلم
من يغني للقمر؟ 
----------------------------

Ölüm soğuktur ey baba!

Majed Abugosh

Ölüm, soğuktur ey baba.
Garip denizlerde
Ölüm soğuktur!

Ölüm bizleri, gölgemiz gibi takip ediyor.
Ölüm, gölgemizdir,
Eyy baba!

Bu ölümden önce,
Hayat yoktu
Eyy baba.
Yaşamıyorduk!

Öldükten sonra
Portakal ağaçlarına kim bakacak,
Eyy baba!
Göndere çekilen bayrağımıza
Kim nöbet tutacak?
Aya kim şarkı söyleyecek?
-----------
Arapça çeviri: Faiz Cebiroğlu

14 Eylül 2014 Pazar

“Yeni Türkiye”den sevgilerle..!*






Fikret Başkaya

Kapitalist çağda, yeni olanın, yeniliğin timsali olan her teknik ilerlemenin ve büyük olanın, mutlaka iyi bir şey olduğuna dair köklü bir inanç geçerlidir. “Yeniyse iyidir” şeklinde genel-geçer bir kabul söz konusu. Bir şeyin “yeni” olması, onun gerçekten ne olduğunu, velhasıl o şeye dair şüpheyi ve tartışmayı, soru sormayı bertaraf ediyor. Mesela “yeni Türkiye” dendi mi, o artık mutlaka “iyi”, “güzel”, “arzulanır” bir şeydir. Asla sorun edilmemesi gerekir. Tabii “yeni” iyiyse, “eski” kötüdür ve “yeniye” itiraz etmek, sorun etmek, tartışmaya açmak kötüyü istemektir, gericiliktir... AKP’nin son dönemdeki “yeni Türkiye” söylemi aslında olup-bitene dair tartışmayı önleme, değilse etkisizleştirme amacı taşıyor.

İkincisi, kapitalist çağda sorunların çözümü daima ilerdedir, gelecektedir. Kapitalizm öncesi toplumlarda geçerli geleneksel ideoloji, insanın nihai kurtuluşunun bu dünyada değil, ölümden sonra cennette mümkün olduğunu vâz ediyordu. Ölümden sonra cenneti hak edebilmek de, bazı şeyleri yapmak, bazı şeylerden sakınmakla mümkündü. Esas itibariyle Tanrı adına konuşan egemene itaat edilirse, Cennetin yolunun açık olduğu söyleniyordu... İbn-i Haldun, 6 yüzyıl önce: Halkın dini efendinin dinidirdemişti... Kapitalist modernite bu söylemde küçük bir değişiklik yaptı : Cennet bu dünyada mümkündür ama ilerdedir, gelecektedir...Şimdinin [hâlin] sıkıntılarına, kötülüklerine katlanmadan geleceğin [âtinin] iyi, güzel, müreffeh, mutlu... toplumuna ulaşılamaz. Bu gün çektiğimiz sıkıntılar, gelecekte sahip olacağımız iyi, güzel şeyler için ödemek zorunda olduğumuz bedeldir... İşte AKP’nin “Yeni Türkiye” söylemini bu bağlamda ele almak gerekiyor. R. T. Erdoğan boşuna, 2023’ü, 2053’ü, 2071’i işaret etmiyor...

Oysa, ekonomik planda AKP’nin geride kalan 12 yılda yaptıklarında gerçekten yeni ve orijinal olan bir şey yoktu, olması da mümkün değildi. AKP’nin ekonomik modeli, Turgut Özal- Kemal Derviş modelinin daha gözü kara uygulanmasından ibaretti. Ki, o da zaten Türkiye’ye özgü bir şey değildi. Neoliberal küreselleşme çağında, IMF-Dünya Bankası-Dünya Ticaret Örgütü tarafından bizimki gibi ülkelere dayatılan bildik modeldi ve ancak “lümpen kalkınma” üretebilirdi... Fakat AKP iktidarı, borçlanmanın çok kolay olduğu bir döneme denk gelmişti... “Başarısını”, kolay ve “ucuz” borçlana bilirliğe borçluydu. Zira dünyada müthiş bir para sermayesi, finans sermayesi bolluğu (fazlalığı) vardı. Lâkin gözden kaçan bir şey var: Borcu yapan başka ve borcu ödeyen başkasıdır... Borcu mülk sahibi sınıfın hükümetleri yapar ama borcu ödeyen daima emekçi halk çoğunluğudur... Onun için, sermaye cephesi borçlanmaya daima çok heveslidir. Nasıl olsa borcu başkaları ödeyecek olduğuna göre... Ne kadar borçlanırsa birileri de kadar zenginleşir, sonuçta faturanın kime çıktığı da mâlûm...

Devleti borçlandırdılar ve dışardan sağladıkları kaynağı esas itibariyle konut, otel, AVM, yol ve köprü, HES, vb... inşaatında kullandılar... Aslında asıl amaç başta “yeni yetme yandaş kapitalistler” olmak üzere, sermaye sınıfına servet aktarmaktı, bütçeyi ve hazineyi yağmalamaktı ki, bu alandaki başarılarıyla gerçekten ne kadar öğünseler yeridir... Sanayi alanında tek çivi bile çakılmış değil ve zaten çakılması da mümkün değildi. Sanayi alanında yaptıkları, kamuya-topluma ait işletmeleri özel kişilere peşkeş çekmekti... Velhasıl tam bir “sanayisizleştirme” operasyonuydu... Tabii bu kadarını da sömürüyü, yağma ve talanı büyütme, insanları yoksullaştırma, devleti, belediyeleri ve aileleri borçlandırma, doğal çevre tahribatını derinleştirme pahasına gerçekleştirdiler. Ve maalesef bu zaman zarfında tarımı da çökerttiler...

Eğer gerçek durum böyleyse, ki, böyle... “o halde neden peş peşe seçimleri kazanıp iktidar oluyorlar” sorusu akla gelir. Vaktiyle sömürgeciliğin (koloniyalizmin) bir sloganı vardı: Egemen olmak için vermek, almak için egemen olmak. “ [Donner pour dominer, dominer pour prendre]. AKP önce sömürüyü derinleştiriyor, toplumu yoksullaştırıyor, insanları işsiz ve bir gelirden yoksun bırakıyor, elindekini, avucundakini alıyor, topluma ait ne varsa özelleştirme adı altında başta yeni yetme “yandaşlar” olmak üzere sermaye sınıfına peşkeş çekiyor, kamu hizmetlerini paralılaştırıyor, özelleştiriyor sonra da “sadaka” vererek, insanları borçlu hissettiriyor ve oy alıyor... Siz birine bir şey verdiğinizde onu borçlandırmış olursunuz... Velhasıl “oy almak, iktidar olmak için veriyor” ve oy alıp, seçim kazanıp iktidar oluyor... Seçim başarılarının birinci nedeni bu. İkincisi de, muhalefet zaafı... Fakat, neoliberal, kompradorlaştırıcı modelin ve tabii “lümpen kalkınma” üreten geçerli sistemin dışına çıkılmadıkça da, inandırıcı bir muhalefetin ortaya çıkma şansı yok... Bu da, bu kepazeliği aşmak için geçerli seçim oyunun dışına çıkmayı, bu amaçla da “asıl aktörün, emekçi halk çoğunluğunun” sahaya inmesini gerektiriyor...

İyi de AKP de “yeni olan hiç bir şey yok mu? denecektir. Olmaz olur mu... Aslında yeni olan çok şey var: Mesela, sınırlı, güdük asgari yasallığı bütünüyle tasfiye etmek, keyfiliği dayatmak, “yaptım oldu” anlayışını ve pratiğini dayatmak, hiç bir hukuk ilkesine ve teamüle tahammül etmemek, toplumu ve devleti dinî temelli bir rotaya sokmak, Osmanlı İmparatorluğunu ve hilafeti ihya etme hezeyanlarına kapılmak, yağma ve talanın önündeki sınırlı engelleri de tasfiye etmek, İslam dünyasının lideri olma hayaliyle, İŞİD türü fanatik dinci katiller sürüsünü her türlü imkânı seferber ederek desteklemek, mezhepçi dış politikadan medet ummak, tek adam rejimi kurmak, resmi ideolojinin din soslu yeni bir versiyonunu üretmek, uluslararası hukuk ve temayülleri yok saymak ve bütün bunları, demokratikleşme-kalkınma adına sunmak ve hızını alamayıp bir de “yeni Türkiye” şarkıları söylemek...

O halde referansları 1400 yıl kadar geride olanların bu topluma teklif edebileceği “yeni” ne olabilir? Sekülârizm, gerçek modernite, laiklik, demokrasi ve özgürlük düşmanı bir zihniyetin, “yeni Türkiye” söylemi ne demeye gelebilir? Şimdilik asıl ses çıkması gereken yerlerden yeteri kadar ses çıkmıyor. Medyanın durumu mâlûm, akademi yerlerde sürünüyor (zaten hep öyleydi) , “aydın” denilen diplomalı taifenin çoğunluğu iktidara methiyeler düzmekle meşgul... O halde iş, asıl aktöre kalıyor ve bu süreçte gerçek entellektüellere de önemli bir misyon düşüyor... Şimdilik “köpeksiz köyde değneksiz gezmek” mümkün ama bunu daha fazla sürdürmelerine izin vermemek de pekâlâ mümkün. Bu kepazeliği aşmanın yolu vakitlice “yeni bir paradigma oluşturmaktan” geçiyor... Aksi halde araç patinaj yapmaya devam edecek ve bunun insani, toplumsal, ekolojik sonuçları çok ağır olacak... Olup-bitenler tesadüfen, kendiliğinden ortaya çıkmadığına, birilerinin bilinçli tercihlerinin ve politikalarının sonucu olduğuna göre, başkaları da sahaya inerek, sürece müdahale edebilirler, bu kepazeliğe son verebilirler, şeylerin seyrini değiştirebilirler... Ve bu da gayet mümkün...

* Bu yazı aylık Yeni Harman’ın, Eylül 2014 sayısında yayınlanmıştır...


10 Eylül 2014 Çarşamba

Ne Yiğitler Tanıdım!..




Ne Yiğitler Tanıdım!

Mehmet Koç

Ne 
Yigitler tanıdım, 
Gözlerime
Poz koydu, gitti.

Ne
Yiğitler tanıdım,
Yüreğime köz koydu, gitti

Ne
Yigitler tanıdım, 
Aklıma söz koydu, gitti.

Ne 
Yigitler tanıdım, 
Arkasında iz koydu, gitti.

Ne, yigitler tanıdım.
Ne, Yigitler...

9 Eylül 2014 Salı

Ortadoğu’nun Ufalanma Süreci-6




Cemil Gündoğan


Yeni Tarihsel Eğilimin Türkiye’deki Çatışmaya Etkileri

Ulus-üstü ölçekte entegrasyon ve merkezileşme, ulus-altı ölçekte cemaatlere bölünerek ayrılma eğiliminin dönemin tarihsel-sosyolojik eğilimi olarak tanımlanabileceğini belirtmiştim. Acaba bu eğilimin Türk devletiyle Kürt ulusal hareketi arasındaki çatışmaya etkileri nasıl olacaktır?
Genel bir tespit olarak, bu eğilimin Kürt hareketiyle Türk devletine olan etkilerinin aynı yönlerde ve aynı biçimlerde olmayacağını söyleyerek başlayabiliriz. Kürt hareketi bazı noktalarda, Türk devleti ise daha başka noktalarda bu eğilimden daha fazla etkilenecektir. Ayrıca bunlardan her birinin maruz kalacağı etkilerin tümü de aynı yönde işlemeyecektir. Örneğin, aynı eğilimin aynı aktöre olan bazı etkileri geliştirici yönde olurken, diğerleri köstekleyici bir nitelik taşıyacaktır. Dahası bunlar, içinde hareket ettikleri bağlama göre değişikliklere uğrayacak olan hareketli etkilerdir. Bu durum, karmaşayı iyice arttırıyor ve söz konusu eğilimin taraflara muhtemel etkilerini ortaya koyacak sabit bir matris yapmayı anlamsız kılıyor. Bunun yerine, söz konusu eğilimin taraflara nasıl yansıyabileceğine ışık tutabilecek bazı örnekler vermek daha anlamlı olacaktır.
Mesela Kürtler, uluslaşma sürecine görece geç girmiş bir toplumdur. Böyle bir toplum, son bir yüzyıldır uluslaşmanın bütün aşırılıklarını tek tek yaşayıp tüketmiş bir toplum olan Türklere oranla ulus-altı çözülme eğiliminin etkisine muhtemelen daha az açık olacaktır. Zira Türklerde ulus, deyim yerindeyse, kemale ermiş, artık pörsümeye başlamıştır, Kürtlerde ise henüz birçok yönden yükselme dönemini yaşamaktadır. Kısaca açayım.
Kürtlerin, Kürt olarak yaşadıklarından üretip ulusal ortaklığın harcına dönüştürerek tükettikleri tecrübeler henüz sınırlıdır. Mesela Cumhuriyetin ilk yirmi yılında yaşanan ve bir ortaklık alanı yaratmak bakımından olağanüstü güçlü zeminler sunan katliamlar bile bütün topluluğun tükettiği bir ortaklık alanına dönüştürülemedi. Çünkü ortada bunu yapabilecek bir ulusal hareket yoktu. Dolayısıyla toplumun ezici çoğunluğu, bütün o cehennem yıllarını kısmi, kopuk ve yerel reaksiyonlarla, yani kendi özel mecraları içinde izleyip tüketti.
Oysa aynı tarihlerde Türkler, “Milli Mücadele” adıyla kodladıkları tecrübelerden yeni bir ortaklık alanı çıkarmış ve bunu Osmanlıdan kalma kırık-dökük, parçalı ve benzemez toplulukları homojen tek bir toplum içinde kaynaştıracak bir eritme kazanına dönüştürdüler. 1970’lere vardığımızda, Türkler bu kazanın içine atabilecek malzemeyi büyük ölçüde tüketmiş, elde edebileceklerinin azamisini de elde etmişlerdi. Artık yavaş yavaş, o kazanın o zamana kadar eriterek benzeştirdiklerinin çözülmeye başladığı bir döneme giriyorlardı. Kürtler ise, ancak o dönemde mevcut ilişki sistemini tersyüz edebilen bir bakış açısı oluşturabildiler (bunda sosyalizmden aldıkları radikalizmin etkisi büyüktü) ve kendi adlarına bir karşı toplumsallık alanı yaratmaya koyuldular.
Kürtlerin başlattığı bu yöneliş, ancak 1990’ların başı itibarıyla mantıki sonuçlarına ulaşabildi. Artık bir Türk ile bir Kürt, gözlerinin önünde yaşanan bir ve aynı olaya birbirinden çok farklı anlamlar yüklüyordu. Örneğin sıradan bir Türk’e göre Saddam benzeri bir diktatörden öte bir şey olmayan Abdullah Öcalan, sayıları artık milyonlarla ölçülen bazı Kürtlere göre dünyadaki en değerli liderdi. Buradaki yarılma, Kürtlerin, yeni toplumsal tecrübeleri Kürtlük adına işleyen bir ortaklık alanının parçasına dönüştürebilecekleri mekanizmayı kurduklarını gösteriyordu ve Kürt tarihinde yeni bir aşamaya işaret ediyordu. Fakat o dönemde devlet de 70’lerden kalma Kürt aydın kuşağı da (başta İsveç’teki aydınlar olmak üzere) bu gelişmeyi tam olarak anlayamadılar. Değişimi anlayabilen veya sezebilen Vedat Aydın gibi aydınların bir bölümü, devletin kırım makinasından geçirildi. Canlarını kurtarabilenlerin büyük çoğunluğunun, birer aydın olarak daha sonraki sergüzeştleri ise oldukça acıklıydı. Ama işin bu tarafı bu ayrı bir tartışmanın konusudur.
Oysa aynı dönemde, Kürt hareketindeki yükselişin gaz verdiği, köpürtülmüş mafyatik milliyetçiliğin yarattığı toplumsal kasılmalar hariç tutulursa Türklerde ulus pörsüyor, Türklerin tümünü kucaklayan ortaklık alanları daralmaya başlıyordu. Avrupai Türklerle Asyatik Türklerin kapışıp devletin el değiştirdiği son on yılda ise bu daralma iyice belirgin bir hal almıştır.  İşte, ulus-altı ayrışma eğiliminin kendi etkilerini daha fazla hissettirmeye başladığı yeni süreci Türkler ve Kürtler bu koşullar altında karşılıyorlar. Bu durumda iki toplumun bu eğilimden etkilenme biçimleri kaçınılmaz biçimde farklı olacaktır.
Biraz daha somutlaştırırsak, içinde bulunduğumuz dönem itibarıyla, Kürtlerdeki ulusal birlik ve entegrasyon dinamiklerinin Türklerdekilerden daha diri olduğunu söyleyebiliriz. Bunu tek tek olaylarda gözlemek gayet kolaydır. Mesela Suriye Kürdistan’ında ilk hareketlenmelerin başladığı dönemi hatırlayınız. Apocusuyla, Barzanicisiyle Kürtlerin büyük çoğunluğu aynı heyecan dalgasına kapıldı. Ortak bir silkinme havası her tarafı sardı. Ve bütün bunlar Türklerinkiyle kıyaslandığında çok daha küçük ve çok daha amatör bir medya ağının varlığına rağmen oldu.
IŞİD’in Şengal’e yönelik saldırısı bir diğer örnektir. Sincar katliamı Kürdistan’ın dört bir tarafında ortak bir infial yaratmakla kalmadı, birbirleriyle çatışmanın eşiğine gelmiş olan DKP ile PKK’nin bazı yerlerde ortak mevzilere girmelerine de sebep oldu.
Bütün bunlar, ulusal bütünleşme eğilimlerinin Kürdistan’da hâlâ canlı bir dinamik olarak işlediğini gösteriyor. Bu yazı dizisinde sözü edilen tarihsel-sosyolojik eğilim, Ortadoğu’daki sınırların silikleşmesine katkıda bulunarak bu dinamiğe özel bir güç katıyor. Bu, geç uluslaşmanın sebep olduğu bir durumdur ve yeni dönemde Kürt siyaseti için bir fırsat yapısı anlamına geliyor.

Buna karşılık Türklerde, her yeni olay, yeni bir bölünme veya kapışma vesilesine dönüşmekte, bunun sonucu olarak bütün Türkleri ortaklaştıran alanlar kan kaybetmektedir. Rahat karşılaştırma imkânı veren bir örnek seçelim ve IŞİD’in Telafer ve Tuzhurmatu gibi yerleşim birimlerinde yaşayan Türkmenleri katletmesine karşı Türkiye’de gösterilen tepkiye bakalım. Sizin de dikkatinizi çekmiş olmalıdır, bu olay karşısında Türkiye’de ortaya çıkan Türk tepkisi, İslamcıların kendi özel ajandalarının bir parçası olarak harladıkları Gazze’deki katliamlara karşı gösterilen İslami tepkinin yanında devede kulak seviyesindeydi. Bu tepkiyi, IŞİD’in, yine aynı bölgedeki Yezidilere yönelik katliamına karşı Kürtlerin gösterdiği küresel tepkiyle karşılaştırırsanız aradaki farkı görürsünüz. Bunun manası şudur: Türkiye’deki her bir cemaatin kendi ortak alanlarını besleyen dinamikler, Türkiye’de, Türk ulusu denilen ortaklığı besleyen dinamiklere göre giderek daha fazla öne çıkmaktadır.
Elbette, bunu söylemekle, Türklerin milliyetçilikle işlerinin bittiğini, Türkler arasında ulusa denk gelen bir ortaklık alanın kalmadığını ileri sürmüş olmuyorum. Tersine, Türklerde ulus hâlâ insanı soluk almakta zorlayacak kadar güçlü bir çerçevedir. Fakat gelişmenin doğrultusu yukarıda özetlediğim yöndedir ve bu durum, bu yazı dizisinde sözü edilen ulus-altı düzeyde ayrışma eğiliminin bir ifadesidir. Belirtmeye gerek yok ki bu gelişme, yeni dönemde Kürt hareketinin lehine bir faktör olarak işleyecektir.

Ne var ki ulus-altı ölçekte ayrışma eğiliminin tam tersi yönde etkilerde bulunacağı alanlar da var. İç entegrasyon sürecini canlı biçimde yaşadıkları için, ulus-altı ölçekte ayrışma eğiliminin genel etkisine görece daha az açık olan Kürtlerin, bazı alt kalemlerde bu eğilimden Türklere oranla daha fazla etkilenmeleri pekâlâ mümkün. İşte bir örnek:
Türklerde aşiret on dokuzuncu yüzyıl sonu itibarıyla çözüldü. Bu durumda, ulus-altı ölçekte çözülme eğiliminin Türklerde bir yeniden-aşiretleşme süreci başlatma imkânı yoktur. Buna karşılık Kürtlerde aşiret hâlâ önemli bir toplumsal organizasyondur, dolayısıyla sözü edilen eğilimin Kürdistan’da bir yeniden-aşiretleşme yaratma potansiyeli yüksektir. Dün bir aşirete mensup olduğunu söylemekten utanan devrimcilerin, bugün Milanlı, Brukili, Haydaranlı, Cibranlı, Zırkili veya Kureyşanlı olduklarını söylemekte hiçbir sakınca görmemeleri, hatta bazı örneklerde bunu bir iftihar vesilesine dönüştürmeleri, bunun bir ifadesidir.(*)
Yeniden-aşiretleşme meselesini küçümsememek gerekiyor. Sebebini Irak veya Suriye’de yaşanan olaylara bakarak daha rahat anlayabiliriz. Haberlerde sık sık okur veya duyarsınız: “Filan aşiret IŞİD’e karşı ayaklandı” ya da “filan aşiret IŞİD’e katıldı”. Bu tür haberlerin arkasındaki gerçek, genellikle haberin kendisindeki sadelikten uzaktır. Örneğin, IŞİD’e katıldığı söylenen bir aşirete mensup bazı kişiler o sırada gerçekte IŞİD karşıtı saflarda savaşıyor olabilirler. Fakat bu tür haberlerde önemli olan bu değildir. Önemli olan, dün kendilerini aşiret üzerinden tanımlamayan bazı insanların veya toplumsal kesimlerin bugün aşiret üzerinden tanımlanmaya başlamalarıdır. Mesela şehirli orta tabakalar. Eskiden olsa, aşiretle birlikte anılmamaya özel bir özen gösterirlerdi. Fakat bugün giderek artan oranda aşiret çerçevesinde tanımlanıyorlar ve bu durum giderek “normal”leşiyor. Aşiret-üstü eski ortak kimlik değişik nedenlerle çözülünce, bir tür yeniden aşiretleşme süreci başlıyor. Bu durum, küresel ölçekli ulus-altı düzeyde ayrışma eğilimiyle gayet uyumludur. İşte bu nedenle söz konusu eğilimin Kürdistan’daki yeniden-aşiretleşme yönünde etkiler yaratması ihtimalini ciddiye almak gerekiyor.
Hiç kuşku yok ki, Kürtlerin olumsuz etkilere açık olduğu tek alan aşiret değildir. Kürtler, örneğin, devletler arasında bölünmüştür. Bu durum parçalar arasında farklı kültürel şekillenme demektir ve cemaatleşme için harika zeminler sunar.
Kürtler farklı lehçeler konuşurlar ve bu lehçeler, cemaat oluşumları için uygun kültürel koşullar yaratır. Güney’deki Barzan-Süleymaniye ayrışmasının aynı zamanda lehçeler arası bir farka denk gelmesi, sadece bir tesadüf değildir.  
Kürtler farklı dinlere ve mezheplere sahiptir. Bunlar, tarihsel geçmişe sahip cemaatleşmeler demektir ve önümüzdeki dönemde ulus-altı ayrışma eğiliminden güç alabilecek potansiyellere sahiptirler.
Listeyi uzatmak mümkün.  

***

Yukarıdaki örnekler gösteriyor ki, ulus-altı düzeyde ayrışma eğiliminin, çatışan güçler olarak Kürt hareketine ve Türk devletine yansımaları değişik olacaktır. Dolayısıyla taraflar açısından temel sorun, bu yansımaları önceden görmek ve muhtemel negatif etkilerini giderici, buna karşılık muhtemel pozitif etkilerini güçlendirici stratejiler geliştirmektir. Bunu daha başarılı yapan taraf, daha kazançlı çıkacak veya daha az kayıp verecektir.
Görebildiğim kadarıyla, Türk devleti yeni durumu karşılayacağını umduğu bir strateji geliştirmiş durumdadır. Zaman zaman “bölünmemek için büyümek” olarak tanımlanan bu stratejiye göre, Makedonya’dan Batum’a, Lefkoşe’den Süleymaniye’ye kadar Misak-ı Milli diye tanımlanan topraklarda yaşayan değişik gruplar, mümkünse devlet sınırlarının içine katılarak, değilse devlet-aşan sosyal ve kültürel ilişkiler çerçevesinde İslamcı bir iplikle devlete bağlanarak yarı-kıtasal nitelikte YENİ BİR DEVLET inşa edilecektir. Merkezine Asyatik Türklerin yerleştirildiği YENİ BİR ULUS da bu devletin sosyal temelini oluşturacaktır. Bir hahamın çocuğunu bile İmam Hatip Lisesine kaydedebilen yeni milli eğitim sistemi, yeni medya sistemi, yeni sermaye sistemi, Kürtlere sunulan Hamidiyeci “çözüm” önerisi…. bütün bunlar, sözü edilen yeni ulusun inşa edilmesiyle ilgili adımlardır. Şu sıralar daha sıkça duyar olduğumuz “Yeni Türkiye” lafı, bu yeni ulus’u simgeleyen bir slogandır.
Bazı okurlar, tarif edilen devletin sınırlarındaki belirsizlikten ötürü bunun gerçek bir devlet olamayacağını, dolayısıyla böyle bir devlet projesi de olamayacağını düşünebilirler. Eski dünyanın verileriyle bakıldığında doğru görünen bu itiraz, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı yarışı için resmi seçim kampanyasını Almanya’da başlatabildiği bir dünyanın koşullarında yerinde bir itiraz olamaz. Cumhurbaşkanlığı seçiminde daha şimdiden Erzurum ile Hamburg arasındaki fark ortadan kalkmışsa, yarın devlet-aşan sosyal ve kültürel ilişkilerin belirlediği sınırlar ile devletin resmi sınırları arasındaki ilişki de bugünkü gibi kalmayacaktır. Rusya ile Kırım veya Donetsk arasındaki ilişkiler konuyla ilgili bir fikir verebilir. Bugün Rusya ile Donetsk arasında resmi sınır hem vardır hem yoktur. Donetsk resmen Rus toprağı değildir, ama devlet aşan kültürel ve sosyal ilişkilere dayanarak Rusya tarafından Rus toprağı muamelesine tabi tutulmaktadır. Devletin yeni projesinde Silopi ile Zaho veya Nusaybin’le Kamışlı arasındaki sınırlar da böyle düşünülmektedir. 
Buradan yola çıkarak devletin yeni projesinin hem ulus-üstü düzeydeki entegrasyon eğilimine (yarı-kıtasal ölçekte bir devlet) hem de ulus-altı düzeydeki cemaatleşme eğilimine (İslam ipiyle birbirine tutturulmuş cemaatler) karşılık gelen bir proje olduğu söylenebilir.
Bu stratejinin, mevcut koşullarda ne kadar gerçekçi olduğu, söz konusu küresel eğilimlere ne kadar karşılık yaratabileceği türünden sorular ayrıca tartışılması gereken konulardır. Mevcut güçler dengesi ve Türkiye’nin mevcut kapasiteleri göz önüne alındığında, başarı şansı bulunmayan bir strateji olduğunu söyleyebiliriz.
Kürt tarafına gelince, henüz konuyu algılama safhasında oldukları söylenebilir. Bu aşamayı hangi tartışmalarla ve nasıl tüketecekleri ve buradan yeni eğilimlere ilişkin hangi stratejileri çıkaracakları ise henüz belli değildir. Şimdilik belli olan tek şey, Kürt hareketinin liderinin, Kürt hareketini Türk stratejisine eklemlemenin karşılığında kendini Türk siyaseti içinde işlevsel hale getirmeyi, sürecin en kritik adımı olarak takdim ettiğidir. Lider, “hele bunu alalım, gerisine sonra bakarız” havasında konuşmaktadır. Öcalan’a göre, lider bir şey olmuşsa, halk da bir şey olmuş demektir. Çünkü halk demek örgüt demek, örgüt demek de lider demektir. Bu adımın arkasından neler geleceğini bilemeyen Kürt hareketi ise bu belirsizliğin de katkısıyla bir gün mezarlıkta heykel dikerken, diğer gün Mecliste hırsız alkışlamak arasında gelip gitmektedir.
2014-09-09

-------------------------------------

(*) Burada sözü edilen değişimle ilgili daha geniş okumak isteyenler, “Geleneğin Değersizleşmesi: Kürt Hareketinin 1970’lerde Gelenekselle İlişkisi Üzerine” başlıklı makaleme bakabilirler. Büşra Ersanlı-Günay Göksu Özdoğan-Nesrin Uçarlar (derl); Türkiye Siyasetinde Kürtler –Direniş, Hak Arayışı, Katılım; İletişim Yayınları, 2012 içinde s. 93-150.