27 Kasım 2014 Perşembe

Suriye’yi Alevi Esad ailesi mi yönetiyor?



Demir Bilgin

Bana, Suriye konusunda,  sık sık sorulan sorudur: Suriye’yi, gerçekten, Alevi Esad ailesi mi yönetiyor?  Bu konu ve Suriye  üzerinde çok yazdım. Bazen yazdıklarım okunmuyor, bazen de ”sansüre” uğruyor. Herşeye rağmen, Antakya’dan, Ali Emin İleri’nin sorusuna, tekrar da olsa cevap vermek istiyorum. Hayır, Suriye’de Esad ailesi yönetimi hiç bir zaman olmadı. Sembol Esad dışında, ne Baas Partisi, ne Suriye Arap Cumhuriyeti’nin yöneticileri ne de Suriye ekonomisi, Alevilikle, Alevi yönetimiyle bir  ilgisi yoktur. Suriye’yi, emperyalizme, siyonizme karşı, yıllardır, muazzam bir mukavamet gösteren tüm Suriyeliler yönetmektedir. Suriye’yi, yurtsever değerleri ile büyüyen, devrimci, laik Suriyeliler yönetmektedir. Bu mu, şudur:

Bir: Baas partisi; 1943 yılında kuruluyor. Baas, Arapça anlamı ile, ”diriliş, yeniden doğuş” oluyor. Partinin kuruyucuları bir hiristiyan (Mişel Aflak) bir sunni (Selahaddin al-Bitar) ’dir. Baas partisinin teorisyeni, hiristiyan Mişel Aflak’tır. Partinin din konusunda temel ilkesi, şeriata hayır, Laik Suriye’dir.

İki: Baas partisi, Esad’dan önce, 1963’te iktidara geldi. Fikir ayrılıkları yüzünden, parti ülkede tam birleştirici ve istikrarı sağlamada yeterli olmadı. Bu politik istikrarsızlık ortamında, 1970’te, Alevi  Hafız Esad iktidarı devr-alıyor. Hafız Esad dönemiyle birlikte, Suriye ilk kez Süküneti yaşıyor. Sükünet, Alevileri, aileyi, devlet yönetimine  yerleştirmekle sağlanmadı. Sükünet, taifi bir hatla değil, yurtsever tüm Suriyelilerin değerlerine sadık kalarak sağlandı.

Üç: 1970’te Hafız Esad, Suriye’de sembol oldu. Her ülkede, böylesi isimlerle belirginleşmiş semboller olur. Örnek olsun : Küba, Fidel Castro / Raul Kastro. Mısır: Cemal Abdülnasır. Kuzey Kore: Kim il Sung. Irak Kürdistanı: Barzani…

Sembol Hafız Esad ölünce, ”sembol” Beşşar Esad yönetimi alıyor ama devletin yönetim konusunda,” sembollik” dışında, Alevilikle, Alevi yönetimi ile bir ilgisi yoktur. Suriye’de böyle bir şey de olmadı.

Her ülke belirli isimlerle somutlaşır: Örnek olsun, Molla Muistafa Barzani var…Kürdistan Yönetim Başkanı Mesud Barzani var. Başbakan, Neçirvan Barzani var. Kürdistan Bölgesi Güvenlik Konseyi ”şansölyesi”, Mesrur Barzani var… Alevi Esad, bu bağlamda, tam alevi olmamış demektir.

Dört: Baas Partisi Sekreterleri, hem Hafız Esad, hem de Beşşar Esad döneminde sunnidir. Baas partisinin üyelerine bakınız, çoğunluğu Alevi değildir.

Beş: Suriye ordusuna bakalım, sunnidir. Eski Suriye Savunma Bakanı: Davud Rajibi, hiristiyandır. Şu anki Silahlı Kuvvetler Komutan Yardımcısı ve Korgeneral Fahd Jasim: Sunnidir. Suriye başbakanı Wael Nader al-Halqi: Sunnidir. Suriye Dışişleri Bakanı, Walid al-Muallim: Sunnidir…

Altı: Suriye ekonomisi, büyük ticaret kurumlarında sunniler ve hiristiyanlar hakimdir.

Yedi: Suriye’de, dinsel olarak, Aleviler dışında, herkesin tapınağı vardır. Kilisesi ve camisi vardır. Ama, Suriye’de, Alevilerin ”cemevleri” yoktur!
”Suriye’yi Esad ailesi mi yönetiyor?” soruna kısaca cevabım budur.

Sonuç: Suriye’yi, Aleviler yönetmiyor ve hiç bir zaman da yönetmediler. Suriye’de Aleviler, 1922 Fransız işgali döneminde en ağır ayrıma uğradılar. Katledildir. Böylesi bir soykırım tarihi ile, yıllar sonra (1943)  bir hiristiyan ve bir de sunni, Baas Partisini kurup, hem Alevileri, hem de ülkede sömürgecilik altında bulunan tüm halkları birleştirdi. Bu bağlamda, Suriye’de en ”yetim” olan aleviler oluyor.

Suriye’yi, laik anti-emperyalist / anti-siyonist yurtsever bir halk yönetiyor. Suriye’de böylesi bir damar olmasaydı, İsa öncesi, 2500 yıllık Suriye olmazdı…


Sorun için, tekrar, teşekkürler Ali Emin İleri. Cevabımı geniş yığınlara da ulaştırırsan sevinirim. 

26 Kasım 2014 Çarşamba

“Anti-semitizm ve anti-Siyonizm ayrımını bilmek!”




“Anti-semitizm ve anti-Siyonizm ayrımını bilmek!”

BASINA VE KAMUOYUNA

Edirne Valisi Dursun Ali Şahin, 22 Kasım 2014 günü kentte restorasyonu gerçekleştirilen tarihî sinagoga ilişkin bir açıklama yapıp, dedi ki:
“Mescid- i Aksa’nın içinde savaş rüzgârları estiren, bizzat savaş tatbikatı yapan o eşkıya kılıklı insanlar orada Müslümanları katlederken, biz de onların burada sinagoglarını yapıyoruz. İçimde büyük bir kinle söylüyorum bunu…”
Türkiye Hahambaşılığı’ndan, Türk Musevi Cemaati’nden ve genel kamuoyundan gelen tepkiler sonucu ve muhtemelen “yüksek yerlerden” de kulağı çekilince geri adım atmak, suçüstü yakalanan bütün devletlûlar gibi “sözlerim yanlış anlaşıldı/saptırıldı” te’viline başvurmak sorunda kaldı.
Sorun bu değil… Sorun, Türkiye’nin, Siyonist İsrail devletinin işlediği suçlar için Türkiyeli Yahudileri cezalandırmayı düşünecek kertede nefret suçuna yatkın yöneticiler, bürokratlar tarafından yönetilmekte olduğu gerçeği.
Biliyoruz ki bu “münferit” bir olay değil… Bugün Cumhurbaşkanlığı mevkiini işgal eden kişinin, Başbakanlığı sırasında “Ermenistan başka ülkelerin parlamentolarından soykırım kararı geçirmeye çalışırsa biz de Türkiye’deki kaçak Ermenileri geri göndeririz,” dediği hatırlardadır.
Bunlar “nefret söylemi”nin bu ülkenin bütün yönetim kademelerinde işlerlikte olduğunu gösteren “lapsus”lardır. Söz konusu olan “gayrımüslimler” olduğunda sık sık su yüzüne vuran bir lapsus… Kırımlardan, mübadelelerden, sürgünlerden artakalan gayrımüslimlerin bu ülkede, en iyi olasılıkla, “hadlerini bilmeleri”, “düşük profilde yaşamaları” ve “millet-i sadıka gibi davranmaları” koşuluyla “hoşgörü gösterilen” unsurlar olarak gören bir “büyük devlet” kompleksi… “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler!” diye haykıran Mahmut Esat Bozkurt’a kaç adım kaldı?
Ankara Düşünce Özgürlüğü Girişimi olarak Türkiye Musevîlerinin, bu ülkenin, Siyonist İsrail devletinin suçlarından hiçbir şekilde sorumlu tutulamayacak eşit ve tam yurttaşları olduğunu devletlûlara bir kez daha hatırlatmak zorunda kaldığımız için utanç duyuyoruz. İşgal ettiği topraklarda Yahudilerden başkasına yaşam hakkı tanımayan Siyonist fikir ve pratiğe karşı olmak, yani anti-Siyonist olmak başka şey, anti-Semitizm ya da Yahudi düşmanlığı başka şeydir…
AKP yönetici ve bürokratlarının gayrımüslimlere yönelik olarak her fırsatta yineledikleri bu nefret söylemini, bir “devlet tavrı” olduğu bilinciyle, şiddetle protesto ediyoruz.

ANKARA DÜŞÜNCEYE ÖZGÜRLÜK GİRİŞİMİ

Fikret Başkaya, İsmail Beşikçi, Baskın Oran, Doğan Özgüden, İnci Tuğsavul, Sibel Özbudun,
Pınar Ömeroğlu, Nalan Temeltaş, Gül Gökbulut, Nadya Uygun, Fusun Erdoğan, Temel Demirer,
Rafi Hermon Araks, Şanar Yurdatapan, Ümit Kurt, Mahmut konuk, Necati Abay, Attila Tuygan,
Muzaffer Erdoğdu, Serdar Koçman, Fatin Kanat, Mehmet Özer, Ramazan Gezgin, Bülent Tekin,
Bora Balcı, Mete Koçak, Aysel Baytar Önsel, Senay Sevan Özköylü, Eflan Topaloğlu, Yalçın Ergündoğan, Oktay Etiman, İbrahim Seven, Haldun Açıksözlü, Atilla Dirim, Abut Can, Nivart Bakırcıoğlu,
Zeliha Özdencanlı, Muteber Öğreten, Celal İnal, Aziz Tunç, Ahmet Kuzik, Hatice Çevik, Kenan Yenice,
Mert Kaya, Anjel Dikme, Şaban İba, Kadir Akın, Ertuğrul Gümüş, Sait Çetinoğlu, Recep Maraşlı,
Erdal Doğan, Hıdır Karakuş, Ömer Faruk Hatipoğlu, Nüvit Eseryel, Meral Sözer, Yusuf Özden,
Hakan Yücel, Cemil Aksu.





24 Kasım 2014 Pazartesi

Osman Tiftikçi ile söyleşi: Fikret Başkaya



“ Türkiye son 200 yılın en gerici dönemini yaşamaktadır... AKP iktidarı ve T. Erdoğan II. Abdülhamit’in bile gerisine düşmüştür”.


Fikret Başkaya: 1. Son kitabını* zevkle okudum, tebrik ve teşekkür ediyorum. İstersen, genel bir tespitle başlayalım. Son dönemde İŞİD ve benzerlerinin zuhuruyla, bizzat İslam algısıyla ilgili “aşırılıklar” da depreşti, yeniden su yüzüne çıktı. Sanki “işte İslam budur” demeye kadar ileri gidenler çoğaldı. Aslında bu,  Müslüman Arap halklarına dair üretilmiş, Avrupa-merkezli, Oriyantalist önyargıların, kabullerin, basma kalıp düşüncelerin depreşmesi demeye geliyor. Ki bunlar, işte bu toplumların “uygarlık üretme” yeteneğinden yoksun oldukları, modernite ve demokrasi gibi kavramların onların kitabında yazmadığı, Müslüman Arap toplumlarının “özel bir kategoriye” dahil oldukları, ilerleme [progrès] üretemezlikleri, rasyonel düşünce yoksunu oldukları, devrim kavramına yabancı oldukları, eşitsizlik ve adaletsizlik karşısında tepkisiz oldukları... gibi bir dizi bilim ve gerçek dışı kabullere, önyargılara dayanıyor. Tabii bu durumun da dinden, İslam’dan kaynaklandığı, onun doğal sonucu olarak tezahür ettiği ima ediliyor...  Velhasıl, Avrupa-merkezli, Oriyantalist, ırkçı bakış açısının ürünü olan bir İslam-Arap algısı söz konusu...

İşin garip tarafı, bu tür saçma-sapan önyargıların ve kabullerin, sadece bunları üreten Batılılar katında değil, bizzat eğitimli, okumuş Müslüman Araplar tarafından da içselleştirilmiş olması... Oysa ne kadar eski, köklü ve kapsayıcı olursa olsun, din de son tahlilde bir ideolojidir ve bütün mesele onun nasıl yorumlandığı, nasıl algılandığı ve nasıl anlaşıldığıdır. Bu konuda neler söylemek istersin?

Osman Tiftikçi: İslam’ın gelişmeye engel olduğunu iddia eden anlayış 19. Yüzyıl sonlarında Avrupa’da ortaya çıkmıştı. Fransız burjuva aydın Renan’ın şahsında simgeleşmişti bu anlayış. Bu anlayış aynı zamanda bir Hıristiyanlık övgüsüydü. Bu anlayışa göre, İslam gelişmeyi engelleyen bir dindi ve bu anlayış hep var oldu. Müslüman ülke burjuva aydınları katında da rağbet gördü. Bu anlayışa süreç içinde İslam dininin demokrasiyle çeliştiği, kadın haklarıyla çeliştiği, İslam’ın kendi dışındaki inançları zorla yok eden savaşçı, katliamcı bir din olduğu gibi özellikler de eklendi.

Oysa, İslam ülkelerinin geri kalmışlığını, bu ülkelerdeki siyasi düzenleri, İslamı kullanan siyasi oluşumları, bunların kullandıkları yöntemleri dinle açıklamaya kalkmak yanlıştır.  Böyle yapmak özünde dincilerin, dünyayı, evreni, yaşamı dinle açıklamaya çalışmalarından farklı değildir. Toplumsal, tarihi, siyasi olgular dinle değil, günün gerçekleriyle, sınıflar mücadelesi ve bunun ihtiyaçlarıyla açıklanmalıdır. Bu toplumbilimin, tarih biliminin de abcsidir...

Tarihin hiçbir döneminde toplumsal, tarihi gerçeklerden, o dönemin sınıflarından bağımsız bir din anlayışı ve dinî oluşumlar olmamıştır. Ayrıca tarihin her döneminde aynı dinin değişik yorumları hep var olmuştur. Çünkü her sınıf dini kendi ihtiyaçlarına göre yorumlar, biçimlendirir, kendi istemlerini dile getiren bir şekle sokar. Hiçbir zaman iktidardakilerin dini ile ezilenlerin dini aynı olmamıştır. Fransız devrimine kadar bütün halk ayaklanmalarının dini biçimler aldığını unutmamalıyız. Ama bütün savaşlar ve katliamlar ve işkenceler de din adına yapılıyordu. Günümüz için söylersek, emperyalizmin, egemen sınıfların sahiplenip destekledikleri İslami anlayış, kâr için her şeyi mubâh gören, Afganistan’da, Irak’ta, Ortadoğu’da, Kuzey Afrika ülkelerinde olduğu gibi, milyonlarca insanın katledilmesini öngören, faşist insanlık dışı bir anlayıştır. Ama yoksulların İslamı, eşitlikçi, vicdanlı, merhametlidir.

Günümüzdeki İslami oluşumlar ve bunların ideolojileri esas olarak bugüne özgüdür. Bunları 1400 yıl öncesinin sözleriyle fikirleriyle açıklayamayız. Örneğin Asr-ı Saadet diye adlandırılan dönemde mezhepler ve mezhep savaşları yoktu. Daha düne kadar ılımlı İslam, radikal İslam, köktenci İslam, tevhidi hareket gibi ayırımlar da yoktu. El Kaide, Taliban gibi anlayış ve örgütlenmeler 1990’lı yılların ürünüdür. Türkiye’de cemaatler tek parti döneminde filizlenmiş, 1960’lardan sonra toplumsal, siyasi, ideolojik bir güç haline gelebilmişlerdir. Yani İslam hep vardı ama ortaya çıkan siyasi, ideolojik oluşumlar farklı koşulların, sınıflar mücadelesinin farklı ihtiyaçlarının ürünüydüler.

Toplumsal gerçekliklere dini temelde yaklaşım, Türkiye’deki bilimsel birikimin çok gerisinde bir tutumdur. Böyle bir tutum dini sınıfsal çıkarlarına alet eden din tüccarlarının; “bunlar dine düşman, dine hakaret ediyorlar” demagojilerine de pirim vermek olur.

2.  Bu yaklaşım çerçevesinde Taliban, El Kaide, IŞİD gibi oluşumları nereye koyacağız o halde?

Taliban ve El Kaide, Doğu blokunun çökmesinden sonra ortaya çıkan yeni koşulların ürünüydüler. Bu örgütler 1990’lı yıllarda kuruldu. Burada konumuz açısından cevap verilmesi gereken soru şudur: İslam dini bu tür örgütler tarafından neden en geri, en bağnaz, hatta geri bıraktırılmış Müslüman ülkelerde kazanılmış kısmi demokratik hakları, kültürel gelişmeleri, nispi seküler kazanımları da silecek biçimde yorumlandı? Neden bu tür yorumlar ve oluşumlar emperyalizm tarafından, Müslüman devlet yönetimleri tarafından desteklendiler ve bir kısım kitleden rağbet gördüler?

Emperyalizm açısından şunları söyleyebiliriz: Emperyalizmin ideolojik geriliği daha 1980’li yıllara gelindiğinde, İslam ülkelerinde yobazlık derecesine ulaşmıştı. Emperyalizm bu ülkelerdeki anti-emperyalist, sosyalist hareketlere ve ideolojilere karşı, Sovyetler Birliği ve diğer “reel sosyalist” ülkelere karşı dini gericiliğe sarılmıştı. Bazı İslam ülkelerindeki kısmi laiklik  bile emperyalizme dar geliyordu. Türkiye’de 12 Eylül cuntasıyla, Pakistan’da Ziya ül Hak cuntasıyla, Mısır’da Nasır’dan sonra gelen Enver Sedat ve Mübarek yönetimleriyle geliştirilen dini gericiliği, Yeşil Kuşak projesini bu vesileyle hatırlamak gerekir.

Emperyalizm Suudi Vahâbiliğini, Selefilik biçiminde Ortadoğu ve İslam ülkelerindeki antiemperyalist, ulusalcı, demokratik, sosyalist hareketlere karşı zaten kullanmaktaydı. 1960’larda kurulan Rabıta, daha sonra İslam Konferansı gibi örgütlerin ardında Suudi gericiliği vardı. Suudiler bütün İslam ülkelerinde kendilerine yakın İslami akımların tümüne de yardım ediyorlardı.

Vahâbilik 1730-40’lı yıllarda, Arabistan’da kendi devletlerini kurmak isteyen kabilelerin ideolojisi olarak ortaya çıkmıştı. Peygamber soyundan gelen, İslama beşiklik etmiş, başkalarına hükmetmiş bu kabileler, yüzyıllarca Emevi, Abbasi ve Osmanlı egemenliğinde kaldıktan sonra, kendi devletlerini kurmak istediler. İslamı da aşiret, kabile yapısına uygun biçimde en sekter, en geri biçimde yorumladılar. Bunlar kendilerinin egemen olduğu dönemlerin saf İslamını, Kur’an ve Sünnet’ten ibaret olan İslamı, Selefi anlayışı savunuyorlardı. Mezheplere ve İslama sonradan eklenen her şeye şiddetle karşıydılar.

Vahâbi hareket, 1800’lü yılların ilk çeyreğinde Osmanlılar tarafından bastırıldığında, İslam dünyasında başka İslam yorumları da ortaya çıkmıştı. Örneğin Kafkaslarda Şeyh Şamil Vahhâbilik benzeri bir İslami anlayışı zorla yerleştirmeye çalışıyordu. Tatar aydınları ise Kursavî ve Mercanî’nin şahsında İslamı reformist bir yoruma tabi tutmuşlardı. Şeyh Şamil, Kafkas halklarından tepki gördü, Ruslar karşısında yalnızlığa terkedildi ve teslim oldu. Vahâbiliğe yakın bu İslami anlayış Kafkaslarda tutmadı. Ama Vahâbilik, aşiret, kabile yapısının tasfiye edilemediği, yönetimde, işbirlikçi şeyhlerin, kralların var olmaya devam ettiği Arap yarımadasında ve Ortadoğu’da yok olmadı.

1930’lu yıllarda petrolün bulunmasıyla, Vahâbilik büyük bir mali güce de kavuşmuş oldu. Emperyalizm İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu gücü Arap milliyetçiliğine, sosyalist düşünceye, Sovyetlere karşı bir silah haline dönüştürdü. Suudiler farklı İslami akımlara maddi ve ideolojik destek sağlamalarının yanı sıra (örneğin Türkiye’de de 1960’lı yıllardan itibaren bütün cemaatleri maddi olarak desteklediler), İslam ülkelerinde kendi anlayışları doğrultusunda Selefi örgütler de kurdular, kurdurdular. Örneğin Mısır’da Selefi hareket 1950’li yıllardan itibaren örgütlenmeye başladı.

Sovyetler Afganistan’dan çekildikten sonra başlayan iktidar kavgasında, Taliban ve El Kaide örgütlendi. Bu örgütler Selefi denilen İslam yorumu üzerine kuruldu. Çünkü hem ortaya çıkış süreçleri hem de günün koşulları bunu zorunlu kılıyordu. Örneğin Taliban başlangıçta Suudi Arabistan’ın finansal desteğiyle Pakistan tarafından örgütlenmişti. Talebelere sekter, kendi anlayışından başka bütün İslami yorumlara düşman Vahâbî eğitimi verilmişti. Bunun nedeni sadece eğitimin ardında Suudi Arabistan’ın bulunması da değildi. Aşiret yapısının egemen olduğu, dinin en gerici biçimde yorumlandığı, Sovyet işgaline karşı verilen mücadelede ideolojik olarak dinin ön planda bulunduğu, ciddiye alınabilecek bir tane demokratik laik hareketin bulunmadığı Afganistan’da başka bir ideolojik yorum başarılı olamazdı.

İslâmın bu tür yorumuna sarılmak için çok önemli bir neden daha vardı ki, o da İran ve Şiilik faktörüydü. İran devriminden sonra, Suudi Arabistan başta olmak üzere, bütün Müslüman ülkeler İran’a karşı ideolojik ve siyasi mücadele içindeydiler. Doğu blokunun çöküşünden sonra İran’ın Şiiliği de kullanarak, Orta Asya, Kafkasya ve Ortadoğu’ya girme tehlikesi büyüdü. Bu tehlikeyi önleyebilmek için, İslami anlayışta esnek değil, sekter ve sert olmak zorunluydu. Örneğin İslam kardeşliği, değişik İslami anlayışların ve yaşam tarzlarının bir arada bulunması, mezhepsel farkların ortadan kaldırılması gibi anlayışlara pirim vermek hem kapıyı İran etkisine açmak olurdu ve hem de iktidar için mücadele edilen İslamcı yönetimlerle ve örgütlerle savaşmayı zora sokardı. Emperyalizm bu örgütleri kendi egemenliği için rakip Müslümanlarla savaşsınlar diye destekliyordu. Örgütün dışındaki farklı İslami yorumları düşman bellemeden bunu yaptırabilmek mümkün değildi.  İslâmın toplumcu, kollektif, ezilenden yana yorumlarının Suudiler ve Pakistan tarafından emperyalizm destekli olarak örgütlenen bir yapı tarafından savunulmasını beklemek, ölü gözünden yaş beklemekle özdeşti.

Kısacası Taliban, El Kaide türü anlayışlar ve örgütler bir yandan tarihi gelişimin aldığı biçim, diğer yandan da Doğu Blokunun çökmesinden sonra ortaya çıkan yeni koşulların, Suudilerin ve İran’ın birbirine zıt etkilerinin, emperyalizmin ve işbirlikçi devlet yönetimlerinin ihtiyaçlarının ürünü olarak ortaya çıktılar. Bu anlayış ve yapılanmalar, İslam dininin özellikleriyle, vahşetiyle vs. değil, bu maddi olgularla, emperyalizm ve işbirlikçi egemen sınıfların ihtiyaçlarıyla açıklanmalıdır.

Emperyalizm, siyasi İslam, radikal İslam diye isimlendirdiği bu yapılanmalarla, bir taşla birkaç kuş vurdu aslında. Müslüman sömürge ülke halkları ve Batılı ülkelerdeki göçmen Müslüman işçiler, Batılıların gözünde düşman olarak görülmeye başlandı. Yani Batılı halklar devletlerine, düzene ve dinlerine daha çok bağlandılar. Emperyalist devletler terörü bahane ederek bir çok demokratik hakkı gasp ettiler ve yeni baskı yasaları çıkardılar.

Bu anlayışların bazı Müslümanlar, özellikle de gençler tarafından sempatiyle karşılanmasının nedenlerini, emperyalizmin ve işbirlikçi devlet yönetimlerinin dünya Müslümanlarına reva gördüğü baskı ve zulümde, gençliği mahkum ettiği açlık, işsizlik ve gelecek kaygısında aramak gerekir. Kapitalizmin bu ülke halklarına, gençliğine hiçbir olumlu gelecek, sarılabilecek bir ütopya bırakmamasında aramak gerekir. Ben bu gençleri bu İslami örgütlere çeken en önemli özelliğin emperyalizme ve mevcut devlet yönetimlerine karşı savaşmak isteği olduğuna inanıyorum. Bunlar var olandan farklı yeni bir dünya, yeni bir düzen kurmak istiyorlar. Tabii yağmurdan kaçarken doluya tutulup bir yığın pis işe bulaştırılıyorlar ki, orası ayrı...

3. Türkiye’de rejimin dinîleştirilmesi, devlet ve cemaat dindarlığı, mülk sahibi sınıflar ve emperyalizm (ABD] tarafından dinin araçlaştırılması cephesindeki manzarayı nasıl görüyorsun?  

Genel olarak bakıldığında Türkiye son 200 yılın en gerici dönemini yaşamaktadır. Bu süreçte kazanılan kısmi burjuva demokratik, kültürel, seküler kazanımlar yok edilmektedir. Atatürkçüler II. Abdülhamit’i tarihimizin en büyük gericisi olarak bilir. AKP iktidarı ve T. Erdoğan Abdülhamit’in bile gerisine düşmüştür. Abdülhamit bugünkü eğitim sistemini kuran kişiydi. Abdülhamit medrese mezunlarına bürokraside iş vermiyordu. Memur olmak için Mülkiyeyi bitirmiş olmak gerekirdi. Askeri okullarda eğitim dini değildi. Medreseler fiili olarak eğitim sisteminin dışına çıkmıştı. Şimdi tam tersi yapılarak eğitim tümden dînî  hale getirilmeye çalışılıyor. Neredeyse her iki okuldan biri imam hatip. Çocuklar zorla imam hatiplere yönlendiriliyor. Abdülhamit döneminde siyaset, eğitim, hukuk esas olarak dini kurumlar olmaktan çıkmıştı. Şimdi Diyanet devletin en etkin kurumu. Devletin bütün bürokrat kadroları, valiler, kaymakamlar, polis şefleri, Milli Eğitim müdürleri, adalet kurumları dinci kadrolarla dolduruldu. AKP’li olmayan, belli bir cemaatten olmayan kişiler buralarda yer bulamıyor. Hatta Alevi, Kemalist, solcu olanlar uzaklaştırılıyor. Abdülhamitle en büyük benzerlik basına ve düşünceye konulan yasaklar. Sendikal hareket bile dincileştirildi. Memur-Sen en büyük kamu çalışanları konfederasyonu. Hak-İş ikinci büyük işçi sendikaları konfederasyonu. Türk-İş yönetimi AKP’ye bağımlı.  Bu da Türkiye ve  işçi sınıfı tarihinde bir ilk.

Dinin toplum üzerindeki etkisi tarihimizde görülmedik biçimde artmış durumda. Kısacası Türkiye son 200 yılda böyle bir dönem yaşamadı.

Memleket içinde durum böyle. Dış politikada da emperyalizme hizmette kusur etmemekle birlikte kendi aklınca bazı işler çevirmeye, İslam dünyasındaki bazı anlayışlarla özel ilişkiler geliştirmeye çalışan bir dinci yönetim var.

Resmi İslam, yani egemen sınıfların ve emperyalizmin dinciliği açısından meseleye bakarsak durum şöyle görünüyor: 12 Eylül faşizmi ile birlikte dinci politikalar daha öne çıkarılmıştı. Gülen hareketi ve AKP bu politikaların bir ürünü ve aracıydı. Ama emperyalizmin ve büyük sermayenin istediği her halde yukarıda manzarasını çizmeye çalıştığımız durum değildi.
Günümüzde iktidarda olan Resmi İslam yani, TÜSİAD’ın, ABD’nin, ordunun İslamı değil. Günümüzde Cemaatlerin yani İskenderpaşa, İsmailağa, Süleymancılar, Menzil, Erenköy gibi dini yapılanmaların, eski Milli Görüşün İslami anlayışı yönetimde bulunuyor. Gülen hareketi ile  AKP arasındaki kıyasıya mücadele bir yanıyla eski Resmi İslam ile Cemaat İslamcılığı anlayışı arasındaki mücadeledir. Saflara şöyle bir baktığımızda bu rahatça görülür. Gülen’in yanında ABD, Almanya başa olmak üzere, Avrupa Birliği, Türkiye’deki bütün liberal çevreler ve TÜSİAD var. AKP’nin yanında ise - antikapitalist Müslümanlar, Devrimci Müslümanlar gibi küçük çevreleri bir yana bırakırsak-  bütün dini çevreler, MÜSİAD ve tüm İslami sermaye kuruluşları, TOBB, Hak-İş, Memur-Sen gibi kurumlar bulunuyor.
Gülen anlayışı Resmi İslamın günümüzde aldığı biçimdir. Ve bugün bu anlayış AKP tarafından devletten tasfiye edilmek isteniyor. Karşı taraf ise AKP’yi ve T. Erdoğan’ı alaşağı etmek için uygun koşullar arıyor.

Cemaatlere gelince.  Bunlar 28 Şubat sürecinden sonra gerçekten kötü durumdaydılar. İslami alanda AKP ve Gülen dışında kimse bırakılmamıştı. Cemaatler  Gülen hareketini ve AKP’yi kendilerini tasfiye etmeye yönelik planların parçaları olarak görüyorlardı ve desteklemiyorlardı. Ama süreç içinde özellikle AKP’nin 2007 seçim zaferinden sonra, cemaatler ve tüm İslami çevreler AKP etrafında kenetlendiler. O kadar ki, Erdoğan’a ve  Abdullah Gül’e içlerinden çıkmış hainler gözüyle bakan Milli Görüşçüler bile AKP’yi desteklemeye başladılar. Bunlar kendi bağımsız varlıklarına son vermediler elbette. Örneğin Saadet Partisi duruyordu, Milli Gazete’de hükümete muhalefet de yapılıyordu ama AKP’yi yıpratacak en küçük bir davranıştan uzak duruluyordu.

AKP  cemaatler ne isterse yapıyordu. AKP, üzerindeki Gülen vesayetini, denetimini kırabilmek için cemaatlere yaslanmak istiyordu. Bu durum Gülen hareketine baştan beri şüpheyle bakan Cemaatlerin de çok işine geliyordu.

Şimdi Cemaatlerin İslami anlayışı iktidarda. Gezi ayaklanması ve 17-25 Aralık olaylarından sonra bunlar AKP’ye daha çok sarıldılar. Çünkü bugün sahip oldukları konumu bunlar bir daha rüyalarında bile göremezlerdi. Ayrıca bunlar T. Erdoğan ve AKP ile birlikte bütün kirli ilişkilerin içine batmış durumdalar. Onlar da Erdoğan gibi hesap vermekten korkuyorlar.

Cemaatlere ve AKP’ye mevcut konumlarını  sağlayan şey, bir daha tekrarı mümkün olmayan sıra dışı koşullardı. Şöyle ki: Emperyalizm ve egemen sınıflar, Gülen hareketi ve AKP’yi kullanarak devlet kurumlarını ve resmi ideolojiyi yeniden düzenleyen bir süreç başlattılar. Bu süreç içinde eskinin yerini yenisi alırken kaçınılmaz olarak birçok boşluklar ortaya çıktı. Özellikle “askeri vesayeti kırıyoruz” diye, ordunun hırpalanması, mevcut  komuta kademesinin önemli ölçüde tasfiye edilmesi ve sonuçta ordunun siyasetten çekilmesi çok büyük bir boşluk doğurdu. Neredeyse her gün demeç veren, hükümetlerin iç ve dış politikalarına, basına, yargıya  doğrudan müdahale eden, şeriata karşı mücadelenin yılmaz savaşçısı askeriye, şimdi ortalıkta görünmüyordu. Bu boşlukları cemaatler ve Tayyip Erdoğan doldurdu. Öyle ki Tayyip’te, ordunun konumuna sahip olma, saltanatını kurma eğilimleri ortaya çıktı. AKP cuntanın anayasasını, 12 Eylül kurumlarını, yüzde on barajlı seçim yasasını, meclisteki çoğunluğunu kullanarak boşluğu doldurmak için hücum ettiğinde karşı taraf hazırlıksız yakalandı. Medya teslim oldu, TÜSİAD sesini kesti.
Özetle AKP ve cemaatlerin, İslami sermayenin iktidar oluşu özgül koşulların, yeni süreçte ortaya çıkan boşlukların ürünüydü. Eğer emperyalizm ve egemen sınıflar, liberal aydınlar, medya, Gülen örgütü ile birlikte Atatürkçülüğe, “askeri vesayete” tavır almasaydı bu durum gerçekleşmezdi.

Önümüzde AKP’nin alaşağı ediliş sürecinde de bu tür boşluklar doğacağa benziyor. Tayyip ne kadar direnirse bu boşluklar da o kadar geniş olacak gibi görünüyor. Dolayısıyla sol muhalefet için de elverişli koşullar oluşuyor ama mevcut haliyle sol hareketin neler yapabileceğini kestirebilmek çok zor. Fakat Kürt hareketi bu boşlukları ve egemen kesimler arasında çıkan çelişkileri  kullanmada başarılı görünüyor.

4. Söyleşimiz bu aşamaya gelmişken, İslami hareketin geleceği ve ordunun durumuna dair söyleyeceklerini de merak ediyorum doğrusu. Sana göre manzara nasıl görünüyor? Bu ikisiyle ilgili öngörülerin nedir?

Ordu ile ilgili olarak düşünülmesi gereken çok şey var. En başta Türk ordusunun şu özelliklerini unutmamak gerekiyor: Türk ordusu sadece askeri bir güç değildir. Bunun yanı sıra ideolojik bir güçtür. Ordu resmi ideolojinin bekçisiydi. Ordu yakın zamana kadar güçlü bir asimilasyon ve şovenizmi yayma aracıydı. Zorunlu olarak askere alınan gençler burada sıkı bir Türkleştirme çarkından geçiriliyordu. Bu çark artık eskisi gibi işlemiyor.

Bunun yanı sıra ordu ülkemizde önemli bir siyasi güçtür. Milli Güvenlik Kurulu hala fonksiyonel olmaya devam ediyor. Ordu bütün bunlara ek olarak önemli bir ekonomik güçtür. 2002 yılında OYAK Türkiye’nin üçüncü büyük holdingiydi. Silah sanayi ordu vakıflarının, askeri kurumların tekelindedir. Bütün bunların üzerine ordu NATO üyesidir, Pentagonla içi çe bir kurumdur.
Ordunun bu saydığımız özellikleri, ideolojik veçheyi bir kenara bırakırsak AKP iktidarları döneminde de değişmemiştir. Hatta ordu devletin resmi dincileştirme politikalarının özenle dışında tutulmaya çalışılmıştır. Cemaatler orduya hiç yaklaştırılmamış, dindar askeri öğrenci ve subaylar anında ordudan atılmışlardır. Gülen örgütlenmesi de orduya pek sokulmamıştır. Örneğin polis teşkilatına yapılan tarzda Gülenci bir kadrolaşma orduda yapılmamıştır.

Ordu Türkiye’deki düzen için bu kadar önemli bir kurum olmasının yanı sıra, önemli problemlere de sahiptir. Örneğin ordunun Atatürkçülüğü ve Türkiye’deki ulusal, şovenist hareketle ilişkileri, hatta 1990’lı yıllarda ordunun, ADD (Atatürkçü Düşünce Dernekleri), Kuvayı Milliye gibi oluşumlarla bu hareketi bizzat örgütlemeye kalkması egemen kesim ve emperyalizmle sorunlar ortaya çıkarmıştır. Aynı şekilde emperyalizmin Ortadoğu’ya yönelik politikalarının hayata geçmesi, ordunun Kürt meselesindeki tereddütleri yüzünden sekteye uğramıştır.

Bu problemlerin yanı sıra zorunlu askerlik sistemi epey zamandan beri tıkanmıştır. Kürt hareketine karşı mücadelede sergilenen başarısızlık, uluslararası görevleri yerine getirmede ortaya çıkan yetersizlikler, yüzbinleri bulan asker kaçakları ve bitmeyen bedelli askerlik tartışmaları, mevcut sistemin, ömrünü doldurmuş, hantal ve çok masraflı bir sistem olduğunu göstermektedir. Emperyalist ülkelerde olduğu gibi profesyonel orduya geçmek bir zorunluluk olarak kendini dayatmaktadır. Ama 1980’lerden beri bu istenildiği halde bir türlü gerçekleştirilememektedir.

Ergenekon, Balyoz gibi isimlendirmelerle orduda yapılan tasfiyeler, ulusalcıların iddia ettiği gibi ordunun gücünü zayıflatmamıştır. Bu operasyonlarda esas olarak, NATO ve Pentagon’dan Türkiye’deki askeri birliklere uzanan hiyerarşinin dışına çıkarak kendine göre bir şeyler yapmaya çalışan ve şovenist çevrelerle ilişkiler içinde olan askeri kesim tasfiye edilmiştir. Yani ordu sistem içine yeniden oturtulmuştur ve gerekirse darbe yapmak için daha uygun bir işleyişe sahiptir.

Askeri bir darbe şu anki koşullarda çok riskli görünüyor. Çünkü hangi yeni iktidar gelirse gelsin, çözmek zorunda olduğu ilk sorun Kürt sorunudur. Bu sorunu zorla çözmeye kalkacak bir cuntanın Kürtlere sözü geçmez ve Kürtlere sözü geçmeyen bir darbe de darbe olmaz. Ayrıca Kürtlerin direndiğini gören farklı çevreler de direnişe geçeceklerdir.

İslami hareket konusunda şunları söyleyebiliriz: Resmi İslam bu düzen var olduğu sürece devam edecektir. Çünkü emperyalizm ve egemen sınıflar en az iki nedenle dine ihtiyaç duyuyorlar. Birincisi, malum sol, sosyalist harekete karşı mücadele için. İkincisi, ise dini alanı dini görünümlü siyasi muhalif hareketlere, cemaatlere bırakmamak için.

Şu dönemde AKP ile iktidarda bulunan cemaatlerin ve İslami sermayenin, bu konumunu uzun süre koruması mümkün değildir. Erdoğan düşürülecek ve AKP de tarih olacak. Ama cemaatler kalacak. Elbette biçim değiştirecekler, kimileri yok olacak. Örneğin 70’lerin ve 80’lerin güçlü cemaatlerinden Işıkçılar zamanla tasfiye oldular. Muhtemelen yenileri çıkacak. Gene örnek vermek gerekirse, İsmailağa cemaati 12 Eylül’den sonra oluşmuştu.

Cemaatler siyasi partilere bağımlı oluşumlar değildir. Var olabilmek için parti kurmak zorunda değiller. Cemaatler içinde sadece İskenderpaşa cemaati siyasi parti kurmuştur (MSP). AKP de cemaatlerin partisi olarak kurulmamıştı.

Cemaatler yapay kurumlar değil, Türkiye sınıflar mücadelesinin bir dinamiğidir. İslami hareketin gövdesini oluşturanlar da şimdiye kadar bu cemaatler olmuştur. Bu nedenle kendi resmi anlayışını uygulamak isteyen egemen sınıflar, hem bu cemaatlerle mücadele etmek hem de bunlarla işbirliği yapmak zorundadır. Cemaatler de şimdiye kadar emperyalizm ve devletle işbirliği için kapılarını her zaman açık tutmuşlardır.

Cemaatler bir tür esnaf hareketi, devlete ve düzene karşı sağdan bir tür esnaf muhalefeti olarak ortaya çıkmışlardı. Bunlar 1990’lı yıllardan itibaren holding haline geldiler ve bu niteliklerini kaybettiler. Şu anda da muhalefette değil iktidardalar. Bu sınıfsal değişim cemaatleri sol harekete, sendikal harekete, genel olarak demokratik hareketlere karşı daha düşman hale getirmekte, emperyalizme ve düzene daha çok bağlamaktadır. Örneğin AKP’nin Kürt meselesinde bir yandan çözüm süreci derken, aynı anda tek millet, tek bayrak, tek devlet tekerlemesine sarılması, sadece MHP tabanından oy kapmak için değildir. Bu söylem aynı zamanda İslami sermayenin Kürdistan’a yönelik sömürgeci niyetlerden kaynaklanmaktadır.

Cemaatler hem holdingleşip iktidar oldular hem de her türlü pisliğin içine battılar. Dolayısıyla henüz dışa vurulmuyor olsa da, dindar kitle nezdinde değerlerini yitirdiler. Şu anda dini alanda bir muhalefet, muhalif bir örgüt boşluğu var.  Önümüzdeki süreç içinde AKP’nin etekleri altında gelişen ve Ortadoğu’da, Arap ülkelerinde tabanını genişleten, “radikal”, “selefi” diye isimlendirilen anlayışın, Türkiye’de de  ayrı bir örgüt ve hareket olarak ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir.

Bu önemli tespitlerin ve açıklamaların için çok çok teşekkür...

Ben de teşekkür ediyorum...

* Osman Tiftikçi, 1960’lardan günümüze TÜRKİYE’DE İSLAMİ HAREKET
               ( Resmi İslam, cemaatler, tevhidi hareket), Ceylan Yayınları, İstanbul 2014.

                                                    


18 Kasım 2014 Salı

KURSAK İLE BEYİN...




Haci Cirik / Fezali

Kursak ile beyin arası yolda
Başta duran halkı yöneten kişi
Talan eder malı elleri balda
Başta duran halkı yöneten kişi

Benim halkım diye başlar sözünü
Güler ağlar sızlar gizler özünü
Yalan söyler boyar halkın gözünü
Başta duran halkı yöneten kişi

Şükür diye başlar hisse peşinde
Haram vardır ekmek ile aşında
Hayır koymaz vatan toprak taşında
Başta duran halkı yöneten kişi

Mağdur durur hali hesabı başka
Sıfır sayar malı geldikce aşka
Çuval çuval para birikir köşke
Başta duran halkı yöneten kişi

Beri gelin yakın durun milletim
Beni malım mülküm külvetim
Uyu halkım yavrular kalsın yetim
Başta duran halkı yöneten kişi

Fezali söylese dertleri çoktur
Zalimin sözleri bedende oktur
Bu derdin sanma ki çaresi yoktur
Başta duran halkı yöneten kişi

17 Kasım 2014 Pazartesi

MEVLAYA ŞÜKÜRCÜ...


Haci Cirik / Fezali

Havalar bozuldu, yolcu perişan
Mevlaya şükürcü, şeyler çoğaldı.
Baştaki illet, her şeye karışan
Mevlaya şükürcü, şeyler çoğaldı.

Softalar bastırır inadı inat
Hergün harap oluyor kainat
Korkular veriyor kullara sırat
Mevlaya şükürcü, şeyler çoğaldı.

Sahibi belirsiz düzende yaşam
Oyu toplayan, oldu ağa, paşam
Ateşler içinde, Bağdat ile Şam
Mevlaya şükürcü, şeyler çoğaldı

İnsan kanına doymuyor çölleri
Kaçanı saklamaz oldu kırları
Günahsız insan perişan halleri
Mevlaya şükürcü, şeyler çoğaldı.

Kalmadı dünyanın yaşama tadı
Fermanlar kesiyor insana kadı
Kan dökülür neden, Allahın adı
Mevlaya şükürcü, şeyler çoğaldı.

Fezali özünde, insan gerçek yar
Bilesin   insanlar,   insanı   arar
Uyanda  kanayan bu  yarayı sar
Mevlaya şükürcü şeyler çoğaldı.

Fikret Başkaya ile söyleşi...




İŞİD Neyin İşareti?..

Kerem Uslu

Kerem Uslu: Ortadoğu denilen bölgede neden savaşlar, çatışmalar, kargaşa ve kaos bir türlü eksik olmuyor? Size göre ABD ve müttefikleri neden hep gözlerini oraya dikiyor?

Fikret Başkaya: Ortadoğu denilen bölge, başta ABD olmak üzere, NATO’cu cephe için iki bakımdan son derecede önemli: Birincisi, bu bölge siyasi coğrafyası, jeopolitik konumu itibariyle vazgeçilmez; ikincisi de enerji ve maden deposu olarak  hayatî öneme sahip. Bölgede yangının sürekliliği, doğrudan emperyalist çıkarlarla ilgili. Zira enerji (petrol, doğa gaz) kapitalizmin damarlarında dolaşan kan gibi bir şey. Dolayısıyla, kapitalizm için, emperyalizm için vazgeçilmez. Lâkin bu kaynaklar sınırsız değil ve ona sahip olmak isteyen başkaları da var. Mesela Çin... Çin dünya nüfusunun %20’si kadar ama dünyadaki enerjinin sadece %2’sine sahip... Tabii bölgedeki savaşların bir nedeni daha var: Çin ve diğerlerinin sofraya dahil olmasını engellemek. Çin başta olmak üzere, “yükselen ülkeler” de denilen yeni yetme kapitalist güçleri Ortadoğu ve Afrika’ya sokmamak, mümkünse oradan kovmak... Mesela Çin’in Nijerya’da önemli yatırımları var ve bu durum başta ABD olmak üzere, kollektif emperyalizmin diğer bileşenlerini rahatsız ediyor...

ABD ve müttefikleri Nijerya’da da mı savaş çıkaracak demek istiyorsunuz?

Zaten çıkarmış sayılırlar. Boko Haram denilen El- Kaide türevi fanatik dinci örgüt orada neden ve kimler tarafından devreye sokuldu? Taliban Afganistan’da, El-Nusra Suriye’de, İŞİD Irakta ve Suriye’de ne ise, Boko Haram da Nijerya’da aynı şey. Nijerya büyük ekonomik potansiyele sahip bir ülke. Günde 2,5 milyon varil petrol üretiliyor. Çin’in orada daha şimdiden petrol dahil bir çok sektörde önemli yatırımları var. Boko Haram ülkeyi istikrarsızlaştırmak ve Çin’in oradaki büyüyen etkisi kırmak için sahaya sürüldü. Bu dinci fanatik örgütler, Emperyalizm tarafından reel ve potansiyel rakipleri etkisizleştirmek için, rejim değişikliği amacıyla kullanılıyorlar... Bu bakımdan bu savaşlar bildik savaşlardan epey farklı... Dolayısıyla Ortadoğu’da olup-bitenler sadece o bölgeyle ilgili değil.  

Siz yazılarınızda ve konuşmalarınızda sürekli olarak nedensellik hiyerarşisinin önemine vurgu yapıyorsunuz, ve bütün nedenler için asıl nedeni ortaya çıkarmak gerektiğini söylüyorsunuz. Ortadoğu’da olup bitenlerin asıl nedeni ne o halde?

Ortadoğu’nun emperyalist Batı’nın egemenlik alanı olarak kalması ve başka bölgelere de bir atlama tahtası işlevi görebilmesi için, oradaki halkların, ulusların kendi ayakları üstünde durmalarını engellemeleri gerekiyor. Eğer oradaki halklar uluslar, devletler kendi ayakları üzerinde durmayı başarırlarsa, sahip oldukları kaynakları kendi refahları için kullanırlarsa, bu, kapitalist/emperyalist sömürünün sonu demeye gelir. Oysa biliyorsunuz, emperyalist/kolonyalist/ kapitalist Batı’nın 500 yıllık saltanatı, dünyanın geri kalanının kaynaklarının küstahça sömürüsüne, yağma ve talanına dayandı. Mesela İkinci emperyalistler arası savaş (1939-1945) sonrasında Avrupa’nın “şanlı otuz yılından”, işte Alman ve Japon “mucizelerinden” söz ediliyordu... Siz hiç o “şanlı otuz yılın” o “mucizelerin” ne pahasına gerçekleştiğini sorun edene rastladınız mı? “Mucizeler” o yıllarda “Üçüncü Dünya” denilen dünyanın geri kalanının, enerji kaynakları başta olmak üzere, doğal ve beşeri kaynaklarının aşırı sömürüsü sayesinde mümkün oldu. Mesela petrolü sudan ucuz kullanıyorlardı. Stratejik önemi olan diğer madenleri de... Elbet bir gün tarih, yeryüzünün lânetlileri tarafından yeniden yazılacak...

ABD’nin önünü çektiği emperyalist koalisyon - ki, onlara “uygar dünya” veya şimdilerde “uluslararası toplum” da diyorlar- Müslüman Arap toplumların kendi ayakları üstünde durma yeteneklerini yok etmek, bu amaçla da din, mezhep, etnik temelde devletleri, ulusları parçalanmak istiyor... Mesela Jimmy Carter’in başkanlığı döneminde (1977-1981) ABD Ulusal Güvenlik danışmanı olan Zbigniew Brezinski  tarafından Ortadoğu’da 30 yeni devlet kurulması ve o zaman 56 kadar olan devlet sayısını 86’ya çıkarma teklifi yapılmış ve bu teklif 1983 yılında Senato tarafından kabul edilmişti... Şimdilerde o plan dahilinde hareket ediyorlar. Amaç devletleri ve toplumları olabildiğince küçük parçalara bölmek... Din, mezhep ve etnik temelli boğazlaşmaları sıradan bir pratik haline getirmek. Eski dönemin mezhep savaşlarını hortlatmak... Velhasıl, niyet başka, söylenen şey başka. Bütün bu savaşları, kitle katliamlarını, vahşetleri, demokrasi, özgürlük, insan hakları, kalkınma, kadınların durumunu iyileştirmek, “barışı tesis  etmek”, “küresel İslami terörle mücadele” adına yaptıklarını söylüyorlar... Oysa, her söz her ağıza yakışmaz denmiştir...

Aslında Siyonist İsrail’in varlığı da bölgede istikrarsızlık yaratan, dolayısıyla bölge halklarının ve devletlerinin kendi ayakları üstünde durmasını zorlaştıran bir unsur değil mi?

Siyonist rejimin bir işlevi de sizin söylediğiniz gibi, bölgeyi istikrarsızlaştırmak. Bu amaçla sürekli saldırıyor, kolonyalist, ırkçı, yayılmacı bir siyaset izliyor. Zaten İsrail bir bölge devleti de sayılmaz, bölgenin göbeğine yerleştirilmiş yapay bir oluşum. Bir tür “hücre transplantasyonu” sanki ve doku uyuşmazlığı var. Bir bakıma bölgeye taşmış emperyalizm de denebilir. Bu niteliğinden ötürü de tam bir istikrarsızlık unsuru...

Söylemle gerçek, söylenenle yapılan arasında büyük bir uyumsuzluk devam edip gidiyor. Her şey sanki yalan üzerine bina ediliyor... İyi de yalan neden bir türlü teşhir edilemiyor? Bu kadar rahat davranabilmelerinin sebebi ne o halde?

Bunu zihin dünyasını sömürgeleştirmiş olmalarıyla açıklayabiliriz. Medya ellerinde. Gazeteler, dergiler, televizyonlar, büyük haber ajansları ellerinde. Akademi ellerinde. Mantar gibi “düşünce kuruluşu” türetiyorlar... Bu “düşünce kuruluşu” denilenler kimin için düşünüyor?.. Yaptıkları ne demeye geliyor? Medya alanındaki tekel, onlara insanların bilincini istedikleri gibi biçimlendirme imkânı veriyor. Uygarlığın başından beri yalanın saltanatı hiç bu kadar büyük olmamıştı... Medya tam bir yalan makinası işlevi görüyor. Mesela ortalama bir Amerikalı veya Avrupalı, bu saldırı savaşlarının, yıkımların ve katliamların gerçek nedeninden habersiz... Oysa, bütün bu savaşlar yalan üzerine inşa ediliyor. Sadece şimdikiler de değil, mesela Birinci Dünya Savaşının, Avusturya Arşidük’ü François-Ferdinand’ın Bosna’da bir suikast sonucu öldürülmesinden çıktığına inanılır... Oysa, savaşın gerçek nedeni doğrudan kolonyalist/emperyalist çıkarlarla ilgiliydi.  Tabii bir de ve onunla bağlantılı olarak, yükselen sol muhalefeti etkisizleştirmek, devrimleri engellemek amacıyla peydahlanmıştı...

Türkiye’de özellikle de hükümet yanlısı medya ve televizyonların “kadrolu” yazar ve yorumcuları, İŞİD’in Irak’da  Maliki rejiminin Sünni Müslümanlara yönelik ayrımcı ve baskıcı politikasının sonucu ortaya çıktığını söylüyorlar... Gerçekten öyle mi?

Elbette Maliki rejiminin düzgün bir siyaset izlemediği doğru ama Maliki’yi oraya kim neden ve nasıl getirdi? Irak Anayasası neden demokratik bir anlayış yerine din, mezhep ve etnik farklılık üzerine inşa edildi? ABD neden Irak’ı en azından üçe bölmek (Şii Irak, Sunni Irak ve Kürt Irak) için öyle  bir anayasa dayattı ve Maliki’yi iktidara taşıdı. Bütün bunlar planlanmıştı, öngörülmüştü... Durumun yeteri kadar olgunlaştığını düşündüklerinde de İŞİD devreye sokuldu. Ve amaç büyük ölçüde hasıl olmuş sayılır... Irak, peş peşe iki emperyalist saldırıya maruz kalmasaydı, Devlet çökertilmese,  toplum parçalanmasaydı, İŞİD türü örgütler belki yine var olabilirdi ama asla bu ölçüde varlık gösteremezler, etkili olamazlardı. Dolayısıyla orada olup-bitenleri  anlamak için tartışmayı İŞİD’le başlatmak doğru değil...

İŞİD 2006’da El-Kaide’nin desteğiyle Irak’ta “Irak İslam Devleti” adıyla kuruldu. Başlangıçtaki amaç, savaş sonrası dönemde Sünnilerin maruz kaldıkları baskı ve ayrımcılığa ve haksız uygulamalara karşı mücadele etmekti. Zira, yeni durumda Şiiler avantajlı duruma gelmişlerdi. Fakat bu terörist örgüt kitle nezdinde yeterli kabul görmedi. Ve militanları 2013 yılında Suriye’ye geçti.  El Nusra, “Irak İslam Devleti” örgütünün hegemonyasını reddedince de aralarında çatışma çıktı ve iki taraftan 6000 kadar militan öldü... Hareketin lideri Ebu Bekir el Bağdadi, Irak ve Suriye’ de “İslam Halifeliğinin” kurulduğunu ilan etti. Böyle bir hamleyle krizi aşmayı amaçlamıştı. İŞİD iki ülkede yaptığı saldırılar sonucunda önemli bir silah stokuna el koydu ve askeri planda da güçlendi. Bu yüzden İŞİD bilinen anlamda “terör örgütü” denilenlerden farklı duruma geldi. Vahşi eylemlerle bölgeyi tam bir terör iklimine soktu. Eğer, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi emperyalist ülkelerin ve Suudilerin, Katar’ın, Türkiye’nin desteği olmasaydı, bu örgütlerin bu ölçüde etkinlik sağlamaları mümkün olmazdı? Etkisi sınırlı, marjinal örgütler olarak kalırlardı.

Kafa karıştıran bir sorun var o halde. Bir taraftan İŞİD dahil bu örgütler emperyalizm tarafından eğitiliyor, istihbarat desteği sağlanıyor, yönlendiriliyor, bölgedeki gerici monarşiler tarafından finansal ve teçhizat desteğiyle beslenip-büyütülüyor, öte yandan da bunlarla mücadele etmek üzere, işte bilmem ne kadar ülke BM şemsiyesi altında bir koalisyon oluşturuyor? Bu işte bir tuhaflık yok mu?

Bu işte sadece tuhaflık yok, saçmalık da var. Ancak ahmaklar ABD ve peşinden sürüklediği, “uluslararası koalisyon” denilenin gerçekten terörle mücadele diye bir derdi olduğuna inanabilir. Ortada asla terörle mücadele diye bir şey söz konusu değil. Amaç insanları aldatmak, oyalamak, enayi yerine koymak. Eğer gerçekten terörle mücadele yapılmak isteniyorsa, bu “eğit-donat” saçmalığı da ne oluyor denmesi gerekmez miydi? Velhasıl şeyleri adıyla çağırmak gerekiyor. ABD ve bir bütün olarak NATO’cu taife, Irak’ı parçalamak ve Suriye’deki rejimi çökertmek ve parçalamak istiyorsa, ki istiyor, o zaman “İŞİD’le mücadele ediyoruz” demenin bir karşılığı olmaz. ABD istemeseydi İŞİD Musul’u işgal edebilir miydi? Önce işgali özendiriyorlar sonra da “sen ne yaptın” diyorlar. Aslında İŞİD, ABD’nin bölgeye geri dönüşünü sağladı. Ve bu beklenmedik bir şey değildi... Onca silah üretiliyor. Savaş olmadan o üretimi sürdürmek zorlaşırdı. O halde sürekli bir “çatışma ve savaş iklimi” oluşturmak lâzım. Bu savaşların bir nedeni de o...

Söylediklerinizden İŞİD ve benzerlerinin tamamiyle ABD, müttefikleri ve Suudiler tarafından peydahlanılıp-kullanıldığı sonucunu mu çıkarmak gerekiyor? Mesela İŞİD Vahabi Suudi rejimi için de bir risk oluşturmuyor mu?

Söylemek istediğim o değil. Zira, güdümlü hareketler daima güdümlü olmaktan çıkma potansiyaline sahiptirler. Bu, toplumsal harekete içkin (mündemiç) bir şeydir. Zira orada insan iradesi var. Ruhları çağıranın onu geri gönderememe riski de her zaman mevcuttur. Yangını çıkarırsınız ve kendi çıkardığınız yangını söndürmek mümkün olmayabilir. İŞİD’in Suudi rejimi için potansiyel bir risk oluşturduğu doğru ama orta ve uzun vadede ABD’nin Suudileri hizaya getirmek gibi bir amacı olduğu da bir vakıa... Biraz önce söylediğim, bölgede 30 kadar “yeni devlet’ yaratma projesinin bir gereği olarak... Bu da topun ağzında Suudiler de var demektir...

Söylediklerinizden ABD’nin ve peşinden sürüklediği ‘koalisyonun’ İŞİD’le mücadelesinin taktik amaçlı olduğu sonucunu mu çıkarmak gerekir?

ABD, İŞİD gibi bir araçtan neden vazgeçsin. Avcı av köpeğini neden öldürsün? Eğer İŞİD ve benzerleri rejimleri değiştirmenin, devletleri çökertmenin, toplumları istikrarsızlaştırmanın, parçalamanın ve her istendiğinde emperyalist müdahale için “gerekçe” oluşturmanın, savaş çıkartmanın etkin bir aracıysa, ondan neden vazgeçsin? ABD, İŞİD’ e dokunuyor zira onun “sınırı geçtiğini” düşünüyor ve terbiye amaçlı bir müdahale yapıyor.

O zaman İŞİD, ABD’nin bir Truva atıdır mı demek lâzım?

Evet, öyle denebilir. ABD’nin Irak ve Suriye’deki Truva atı... Zira, ABD’nin İŞİD’le mücadelesi taktik amaçlı. Stratejik amaç söz konusu değil. Eğer gerçekten stratejik amaç olsaydı, o zaman “eğit-donat” saçmalığı söz konusu olmaz, doğrudan Suriye ve İran’la ortak mücadele yoluna gidilirdi... Zira İŞİD’le asıl mücadele edenler Suriye, İran ve Lübnan Hizbullah’ı... Oysa, bırakın onlarla işbirliğini, ABD’nin ve koalisyonun asıl hedefinde bu üçü var... İyi de bu bariz çelişki neden sorun edilmiyor? Bu ne perhiz, ne lâhana turşusu demek gerekmiyor mu?

Söylediğiniz mantıklı, zira İŞİD Musul’u ele geçirdiğinde  ABD’den bir tepki gelmedi ama Kuzey’e, Kürtlere yönelince hemen bombardıman başlattılar?

İŞİD’in Kürtlere yönelmesi, ABD’nin projesini zora sokuyordu ve onu durdurmaları gerekiyordu. Bu, ABD’nin çizdiği sınırı aşmak demekti. Başta türlü söylersek, de facto Kürt devletinin varlığına bir tehditti. Bir de orası ABD’nin bir “üssü” konumunda. Acil ve etkili müdahalenin bir nedeni de o...

İŞİD, Suriye’de de Kobane’ye saldırdı ve iki aydır şiddetli bir ölüm-kalım savaşı devam ediyor. ABD’nin Kobane’ye verdiği destek bazı sol çevrelerde rahatsızlık yaratmış gibi görünüyor. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?

Zorunluluk varsa, bu seçenek yokluğu demeye gelir. Tam bir ölüm-kalım hâli söz konusuyken, Kobane halkının elbette ABD desteğini sevinçle karşılaması doğal. Yardım edenle yardım edilenin çıkarlarının ve beklentilerinin çakışması diye bir kural ve kesinlik yoktur. Denize düşen yılana zorunluluktan sarılır ama bu bir risk de içerir, zira yılan tarafından sokulma riski yüksektir. Sürecin seyrini değiştirecek başka bir dış destek mümkün olabilseydi, elbette başka bir tablo ortaya çıkardı. Önemli olan oradaki halkın bundan sonrasını nasıl dizayn edeceğidir... Ama şunu söyleyeyim: Kobene halkı kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadeleyi sürdürmeyi başarırsa, işte o zaman gerçek başarıdan söz edilebilir. Asıl savaş işte o zaman kazanılmış olur... Ve Kobane’nin gerçek başarısı, nihai kurtuluşu, bölgedeki anti- emperyalist, anti- kapitalist mücadelelerin ortaklaştığı durumda mümkün olabilir...

Son olarak: Bölgedeki savaşlar, yıkım, katliamlar, kaos ve boğazlaşmalar nasıl sonlanabilir?

Sürekli savaş ve çatışma halinden sürekli barış haline geçebilmenin zorunlu önkoşulu, bölgeden emperyalizmi ve kapitalizmi def etmektir. Tabii emperyalizmi hedef almak, aynı zamanda bölgedeki emperyalizm uşağı işbirlikçi-gerici- komprador iktidarları da hedef almak demektir... Başkaca bir yol yok. Kimse kendini aldatmasın. Hem emperyalizm orada at oynatmaya devam edecek ve hem de barıştan, demokrasiden, özgürlükten... söz edilecek! Bu mümkün değildir. Daha önce de defaaten söylediğim gibi, kapitalizm varsa emperyalizm de var, emperyalizm varsa savaşlar kaçınılmaz. Malûm, hegemonya da düşmansız yapamaz...  Aslında son dönemin savaşları dünya halklarına karşı yürütülen savaşlar. Küresel elitle, küresel oligarşilerle, bir bütün olarak dünya halklarını karşı karşıya getiren savaşlar. “Büyük insanlık” küresel bir saldırıyla karşı karşıya ve bu “yeryüzünün lanetlilerinin” topluca ayağa kalkmasını gerektiren bir durum... Saldırı ve savaş da sadece silahla yapılandan ibaret de değil. İnsan yaşamını, canlı yaşamı hedef alan kapsamlı bir saldırı söz konusu...

Sorularıma verdiğiniz bu cevaplar için teşekkür ediyorum.

Ben de size...

16 Kasım 2014 Pazar

SEMPOZYUM…





SEMPOZYUM: Rejim, islamlaşma ve Ortadoğu.

22 Kasım 2014 – Cumartesi, saat: 10 – 17.30

Çağdaş Sanatlar Merkezi, Kennedy Cad. No:4.Kavaklıdere / Ankara


Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi.

15 Kasım 2014 Cumartesi

Başpiskopos Adayı...





Başpiskopos Adayı Şer ve Kildanilerin Siirt’te toplu katliamı
Sait Çetinoğlu

Siirt Başpiskopos Adayı...ehri, Bitlis’in güneybatı yönünde 50 km uzaklıkta, Mardin’den 4 günlük yürüyüş mesafesindedir. Botan nehrinin, Sason dağlarının güney yamaçlarında oluşturduğu güzel bir vadi’de bulunur. Bağlar, bademlikler, incir, nar ve fındık ağaçları ile iki katlı evler inşa edilmişlerdir. Bu bir tür alçıdır ve evlerin nemli ve kırılgan olmasını sağlar.1 Uzaktan beyaz evleriyle şehrin güzel bir görüntüsü vardır. Ama bunlar genellikle haraptır ve lağımlar açıktan, yollarda akar. Siirt sancağı 60.000’den fazla Hıristiyan barındırır. Bunlardan 25.000 Ermeni Havari’dir.2 20.000 Yakubi, 15.000’i Kildani bazı Süryani Katolik ve Nasturi vardır. Şehrin nüfusu 1914’te yaklaşık 7442 kişi olarak belirlenmiştir. 3320’si Kürt, 4032 (423 aile) Ermeni’dir. Bu sonuncuların iki kilisesi vardır. Havarilerin Aziz Taddeus ve Katoliklerinki Barthelemeos (ikisi beraber Tatyus Partoğomyos)’a adanmıştır. Bir de Protestan tapınağı vardır.3 Ermeni topluluǧu piskoposluğu komşu Aziz Agop manastırında yerleşmiştir. Bu sayılar diğer toplulukları hesaba katmıyor. Halbuki Siirt Merkez kazası 36 köyü kapsar. Çoğunluğu Kildani ve Yakubi’dir. Bu kazadaki 12.000 Hıristiyan’ın en az 7.000’i Kildani’dir. Çoğu köylüdür. Siirt Kildani topluluǧu başpiskoposu Adday Şer’in sorumluluğundadır. Bu din adamı Musul Dominikan papazlarının eski bir öğrencisidir. Tarih üzerine önemli araştırmaları olan ünlü bir bilimadamıdır.4 Fransız Dominikan ruhbanlarının Siirt’te bir evi vardır. Ayrıca bir manastır ve iki okul (kızlar ve erkekler için), (Presentation) rahibelerinin şehirde dört Hıristiyan kadının yardımı ile idare ettikleri bir yetimhaneleri de vardır. 21 Kasım 1914’te Osmanlıların 1. Dünya Savaşına girişinden üç hafta sonra üç misyonere: Michel de Boisset, Luwiza Sayıǧ ve Chariot, Fransa’ya dönmeleri emredilmiş ve onlar da okulları ve yetimhaneleri Osmanlı tebası ruhanilere ve öğretmenlere terk edip giderler.5 Yönetim Lübnan’da6 Şarfe Manastırını yönetenin kardeşi Süleyman’a geçer. Osmanlı tebası altı rahibe Siirt’te kalırlar. Misyon kilisesi cami olur, okul ise askeri mağaza olur. Artık yetimler ve rahibeler ise polisin tacizine maruz kalmaktadırlar.7
Mayıs 1915’te bir Kürt topluluğu Siirt’e yönelir. Başpiskopos Adday, mutasarrıf Hilmi bey’e 500 lira sunar. O da Kürtleri uzaklaştırır. Belediye başkanı Abdülrezzak bir çok Kildani ailenin dostudur. Bu tarihlerde makamından azledilir ve kini olan Hami efendi atanır. Söylentilere göre bazen Kürtlerin gelişi bazen da askerlerin gelişi haber verilmektedir.
Siirt katliamları 5 Haziran 1915’te birdenbire Cevdet ve kasap taburlarının gelmesi ile başlar. Aslında ordusu Siirt’te çok kalmaz Bitlis’e doğru yol alır. Halil’in [Enverin amcası Halil Kut] 5. Hareket bölüğü ile birleşen Cevdet, Bitlis’i kuşatır. Haziran ortasında orayı yıkar ve Hıristiyan halkı yok eder.
Sağ kalanların anlattığına göre, bu ordunun varlığı Ermeni evlerine hücuma imkan vermiş ve böylece başlatılan olaylar daha sonra alışılmış seyrine varmış. Fransız Dışişleri Bakanlığına daha sonra sunulan bir raporda (16 Ocak 1918’de) Basra’daki Fransız konsülü bir Kildani’nin anlattıklarını nakleder. Ona göre katliam şöyle gelişti: “Siirt’teki Kildani topluluǧunu tamamen yok olmuş farz edebiliriz. Aslında resmi kayıtlar 767 insanın adını bildiriyorlardı. Ama bunlar şehrin bir saat uzağındaki bir tepenin yamacında bir günde kurşuna dizilenlerdir. Sokaklarda ve evlerde öldürülenlerle sayı çok artar. Katliamlar bir aydan fazla sürdü. 1915 Mayıs ortasında başladılar ve Haziran’da ancak bitti. Hiç kimse kurtulmadı. Çeteler şehirdeki Hıristiyanların Kürtler ise köylerdekileri yok ettiler.”8
I.Armalé’nin anlattıkları papaz Na ‘im’in sağ kalan Kildani’lerden topladığı bilgiler ışığında Siirt Hıristiyanlarının yok ediliş safhalarını canlandırabiliriz.9
Alışılmış şema uyarınca 5 Haziran’dan itibaren askerler evleri talan ettiler. İleri gelenler tutuklandı. Aralarında önemli ailelerden Mansur, ‘Abbuş, Kındir, Nasri, Sa ‘do, Hikari’ler vardı. Din adamları da tutuklandı yalnız piskopos Adday kaçabildi ama sonunda yine de öldürüldü.10 Çeteler tarafından kışlalara doldurulup elbiseleri çıkartılmış. Çete birlikleri asker kaçaklarından oluşturulmuştu, bu kaçaklar eşkıya milisini oluşturmak için gizlendikleri yerlerden gelmişlerdi. Siirt’in Müslüman ileri gelenleri onları yönetmekteydi. Milislerin silah olarak bir kılıçları vardı. Dört gün boyunca tutuklulara işkence edilir. 8 Haziran Salı günü Dominikan evine saldırılır, askerler istila eder ve talan başlar. Müdire rahibe Suzan dövülür, birçok genç kız kaçırılır. 9 Haziran’da 7’şer kişilik gruplarla tutuklular, 100 kadar çete eşliğinde Siirt’in bir saat uzağında Zaryebe vadisine11 götürülürler. Mardin’den Mar Afrëm Manastırı´ndan bir Süryani Katolik din adamı kısa bir vaaz verir, insanları İsa imanı içinde ölmeleri için dua eder. Daha sonra hepsi boğazlanır.
Kaynak:  yves ternon mardin 1915 bir yıkımın patolojik anatomisi belge 2013 s 404-407
1 V. Cuinet os. Ct. Vol 2 s. 601.
2 R. Kevorkian os. Ct. S. 502.
3 Age. s. 503.
4 Daha geniş bilgi için bkz., Kuroš Hërmëz Nazlu, Ünlü Asurlar´dan (Kildaniler´den, Süryaniler´den) Seçmeler II, Nsibin Yaynevi, Södertälje, 1996, s. 23-32; Analecta Bollandiana, C. 83, 1965, Brüksel. [ed.]
5 J. M. Mérigoux (Va a’ Ninive) Irak ile dialog Musul ve Hıristiyan köyler (os. Cit pp 459-461).
6 Al-quşara (tercüme B) s. 386.
7 J.M. Mérigoux op cit s.460.
8 MAE A. 394-3 Ermeni katliamında Kildani halkının kurbanları ss. 186-194.
9 J. Na ‘im, Türklerin Katlettiği Asur–Kildaniler ve Ermeniler, os. cit pp 48-96 , ss. 57-58’de Siirt’teki talan ve katliam’ı yöneten ve uygulayan Müslüman ileri gelen ve resmi görevlilerin bir listesi yer alır. [Na ‘im’in listesinde yağmacı ve cellatların başlıcaları olarak yer alanlar: Kaymakam Hilmi, jandarma kumandanı Hamdi, belediye başkanı Hami, belediye görevlisi Emin Basri, Fathullah Efendi, tüccar Hacı Abde Musulli, tüccar Fardo´nun oğlu İbrahim, Fardo’nun yeğeni Aziz´in oğlu Hacı Ömer, Molla Hıdır, Molla İlyas, Hacı İbrahim Hasene, Hamit Ağa ve dört oğlu, Hamdi´nin oğlu Hacı Memed. Ed]
10 Bkz., Anı 31.

11 Günümüzde Siirt´te ünlü Kasaplar Deresi. [ed.]