Prof. Dr. M. Şehmus Güzel
« Türkiye Cumhuriyeti’nde Kürt, Çerkes, Laz, Süryani, Ermeni halklarına ve diğerlerine eziyet ederek ille « Türk ulusu » yaratmak sevdası 1930’ların başından bu yana sürüyor. Bu konuda değerli bilimadamı, iyi insan, bu konularda yol açıcı dostum İsmail Beşikçi’nin bu alanda ilk olma özelliği de taşıyan birçok kitabında dünya kadar bilgi, belge ve yorum bulunuyor. Bugün varılan tarihi aşamada, dünya ve bölge koşulları içinde bu « sevda »da ısrar bana kalırsa intihara benziyor. Evet bu konuda reform yapmak istemeyen her devlet iflas edecektir. Devletlerin iflası onların aynı zamanda intiharı da demektir. »
Bugün kısaca her tarafından çatır çatır çatırdayan « devlet-ulus »tan söz etmek istiyorum. Çatırdayan « devlet-uluslarının » yerle yeksan olmasını engellemek amacıyla Avrupa devletlerinden birkaçı, halkların değişik yönlü mücadeleleri yani « alta »tan gelen, dipten ve derinden akan nehirlerin ittirmesi sonucu « üst »ten kimi düzeltimlere/reformlara gidildi. Evet devlet-uluslarının sür gitmesinin mümkün olmadığını gören kimi devletlerin « akıllı » yöneticileri « paçayı kurtarmak » için devlet-ulus isimli merkezci, asimilasyonist, başa bela, dediğim dedik, kestiğim kestik, astığım astık devlet-ulusu yerine yerinden yönetime, adem-i merkeziyete, desantralizasyona geçerek federal yapılanmaya doğru adımlar attılar. Kimi ismini söyleyerek, kimi söylemeyerek federal yapıyı seçti. Bugün Avrupa Birliği üyesi devletler arasında açıkca federal yapılı Almanya, Avusturya, İspanya, Belçika, İngiltere örnekleri iyi biliniyor. Ama Fransa ve İtalya’daki « bölge » sistemi de ismini söylemek istemeyen bir yerinden yönetim düzenidir....
Elbette bu yeni tür yapılanmalar halkların kendi kaderlerini bizzat tayin etmek arzusunu ortadan kaldıramıyor. Nitekim kimi örneklerinden bildiğimiz gibi federal yapılı devletlerdeki federe devletlerde veya Fransa Cumhuriyeti gibi bölge sistemini benimsemişlerde bölgelerdeki halkların bağımsızlık özlemi sürüyor. Ve bu özlem siyasi yelpazede yankılanıyor, rengini ve sesini buluyor ve duyuruyor. Kendi siyasi partileri içinde bağımsızlık için mücadelelerini sürdürüyorlar. Seçimlere kimi kez katılan kimi kez boykot eden bu partilerin varlığı halkların bağımsızlık özleminin açık ispatıdır.
Burada hemen şunu vurgulamak şart : Devlet-ulus Türkçeleştirilirken « ulus-devlet » biçiminde yazılarak yapılan, bilinçli veya bilinçsiz, açık hataya artık son vermek lazım. Çünkü bu sadece bir çeviri hatası değildir. Bu çok önemli bir konseptin ters yüz edilmesidir. Bir kavramın çarpıtılmasıdır. Bir yaklaşımın tam da ters biçimde anlaşılmasına yol açabilecek koskocaman bir yanlıştır. Hiç kimsenin evet evet hiç kimsenin « ulus-devlet » diye yazmaya hakkı yoktur.
Çünkü devlet-ulus belasını başımıza saranlar ulus-devlet demek niyetinde olsaydılar Etat-Nation veya State-Nation diye yazmazlardı. Hele bu iki sözçüğün arasına o tireyi hiç koymazlardı. Bu tire bu iki sözçüğün çeviriminde sıranın bozulmamasının gerektiği anlamındadır.
Bu kadar da değil. Ulus-devlet diye yazmak aynı zamanda inanılması bile çok zor bir kavram hatasıdır. Çünkü devlet-ulus kavramını icat edenlerin/önerenlerin bu biçimde yazmalarının nedeni belli bir tarihi aşamada kurulan bir devletin kendisine belli bir tanınmışlık, bir meşruiyet kazandırabilmek için ille BİR ULUS YARATMAK İHTİYACINI duyduğunu vurgulamak istemeleridir. Şimdi elbette kimi arkadaş « Ulus zaten vardır » diyebilir. Ben de o zaman « Maalesef birçok devlet kendi ulusunu yaratmak için çok kan döktü, çok eziyet etti, çok insan öldürdü, kimi yüzyıldan fazla bir süre sonra bile bunu başaramadı. » derim. Örneğin İtalya veya Fransa « Cumhuriyet »leri. Ve halklar halk olarak kalmak istediler. Ve kaldılar. « Ulus »u devletlere bıraktılar...
Daha vahimi bu örnekleri ve hele « yayılmacı » niteliği sonucu Fransız usulü devlet-ulusu kopya eden bölgemizin, halklarına düşman devletlerinin bu « kendi ulusunu inşa » işine 1920’lerden, 1930’lardan sonra başlaması ve en çekilmez rejimleriyle halklarını,yani bizzat kendi yurttaşlarını inim inim inletmeleri. Ama bütün bunlara rağmen bunu başaramamaları. Çünkü bu « kendu ulusunu inşa » 19. Yüzyılda mümkün değildi veya çok ama çok zordu, 20. Yüzyılda mümkün olamazdı. Hele 21. Yüzyılda ya iflasla bitecektir. Ya da federal yapıya geçmek zoranda kalacaktır. Bugün Irak Cumhuriyeti’nin iflası bu bağlamda hiç mi hiç yabana atılamayacak bir örnektir. Daha birkaç yıl önce « Irak ulusu » « Irak ulusu » diye diye hançerelerini yırtanların bugün gıkı çıkmıyor. Çünkü Irak Cumhuriyeti’nin diğer halklar yanında Arap ve Kürt halklarını zorla, binbir eziyet ve akıl almaz katliamlarla « eriterek », zorla birbirine benzeterek, tek dil konuşturarak yaratmak istediği « Irak ulusu » « olmadı ». İnşa edilemedi. Serada yetiştirilemedi. Yaratılamadı. Irak Cumhuriyeti isimli devlet-ulus macerası sıfırı tüketti. İflas etti. Bugün onun yerini alan devlet yapısı federal devlet yapısıdır. Evet bunun başka türlü bir biçimde yapılması tercih edilirdi. Halkların ve bilhassa toplumsal sınıfların özlemlerine koşut olarak. Bu önemli, ayrı ve asla ihmal edilmemesi gereken bir konu. Ama bizi burada ilgilendiren Irak sivil ve askeri takımlarının, bu takımlara siyasetbiliminde « elitler », veya sadece « elit », veya « seçkinler » deniyor, bildiğiniz gibi, Fransa Cumhuriyeti kopyacılığında nasıl sınıfta kaldıklarının altını çizmek. Bu takımlar kopyacılıkta bir darbelerini bir 14 Temmuz’da yapmaya kadar bile götürerek işin ölçüsünü kaçırdılar. Sanki devlet-ulus modeli Fransa’da « başarılı olmuş » ta « Irak’ta da başarılı olacak » diye halklarını gözlerini kırpmadan ezdiler. Ezdiler. Halklar direndiler. Direndiler ve saati gelince rövanşını almasını bildiler. Evet Irak’taki merkezi ve hotzotcu devlet aynı zamanda katliamlarla, kitlesel öldürmelerle (Halebçe’yi T büyük harfla Tarih hiç bir zaman unutmayacaktır. Kürt halkı başta bölge halkları ise asla.)
Irak örneği herkese ve hele en başta komşularına örnek olacak mı ? Göreceğiz.
Fransa taklitciliğinde Afrika’dan da örnek verebilirim. Başkenti Niamey’in mütevazi Üniversitesi’nde bir süreliğine ders vermeye gittiğim Afrika’nın ve dünyanın en yoksul devletlerinden ve 1960’dan itibaren bağımsız (Fransa sömürgeciliğinden) Nijer’de (Güney komşusu ve petrol zengini Nijerya Birliği ile karıştırılmamalı) Niamey havalanına indiğimde ilk gördüğüm dev bandrolların Fransızca yazılı olarak « Yaşasın Nijer ulusu » bandrolu olması karşısında ağlamalı mı ağlamamalı mı diye durakladım. Bu ve benzeri ( İşte biri daha « Nijer ulusunu yaratmak için ileri ! ». Pes !) bir dizi bandrol birçok halklı, birçok dilli bu şirin ülkeye tam anlamıyla haksızlıktı(r). Birçok dil kullanan öğrencilerim, değişik birçok halktan çocuklardı. Ben bile o bir süre içinde Nijer’de nüfusun çoğunluğunca konuşulan Hausa halkının dilini öğrenmek üzere ders çalıştım. Epey sözçük ve birçok cümleyi aklıma yazdım. Ama bu devlette Fransızca resmî dildi ve halkın büyük çoğunluğu bu dili bilmiyor(du)... Aklıma elbette hemen Mustafa Kemal’in 1920’lerin başında o zamanki telafuzu ve yazılışıyla « Türkiya Cümhüriyeti » için resmi dil olarak birara Fransızcayı seçmeyi düşündüğü geldi. Bakalım « Nijer ulusunu » yaratmak sevdası ne kadar sürecek. Ama şimdiden yazayım Nijer’de tanıdığım ve oradaki isimleriyle « Çölün Mavi Adamları », giysileri çünkü tümden mavinin değişik tonlarından, Tuaregler, Tuareg halkının en okumuş akıllıları bu konuda hiç te devletle aynı fikirde değiler ve Nijer’in kuzeyinde, kuzeybatısında ve Mali’de ve Tuareglerin bulunduğu diğer bölge devletlerinde seslerini duyuruyorlar.
Umarım buraya kadar anlattıklarımla devlet-ulus yazmak gerektiğini, çünkü bu kavramla kurulan bir devletin « kendi ulusunu » yaratmak için ne yapmak istendiğinin vurgulandığını kısaca anlatabildim. ( Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için Devlet-Ulus isimli kitabıma bakılabilir. Alan Yayıncılık, İstanbul, 1995. Tanımlar için s. 7’den itibaren.)
Türkiye Cumhuriyeti’nde Kürt, Çerkes, Laz, Süryani, Ermeni halklarına ve diğerlerine eziyet ederek ille « Türk ulusu » yaratmak sevdası 1930’ların başından bu yana sürüyor. Bu konuda değerli bilimadamı, iyi insan, bu konularda yol açıcı dostum İsmail Beşikçi’nin bu alanda ilk olma özelliği de taşıyan birçok kitabında dünya kadar bilgi, belge ve yorum bulunuyor. Bugün varılan tarihi aşamada, dünya ve bölge koşulları içinde bu « sevda »da ısrar bana kalırsa intihara benziyor. Evet bu konuda reform yapmak istemeyen her devlet iflas edecektir. Devletlerin iflası onların aynı zamanda intiharı da demektir.
Lenin olsaydı « Ne yapmalı ? » diye sorardı. Ve yanıtını bizzat kendisi şöyle verirdi : « Bu devletleri yıkmalı yerlerine daha adil, daha eşitlikçi, daha dürüst, halklarına eziyet etmeyen, asıp kesmeyen, çıkardığı kanunlara önce kendisi saygılı, yere düşen kadın ve erkekleri ve çocukları tekmelemeyen polislere sahip, kadınlar ve çocuklar başta bütün yurttaşlarına daha saygılı, yerinden yönetilen, federal yapılı, toplumsal demokrasiyi de içersemiş devletler kurmalı veya daha güzeli Ortadoğu Birleşik Devletleri adı altında her halkın kendini özgürce ifade edebileceği, kararlara katılan ve kararları yürüten insanlardan,yurttaşlardan, halklardan oluşan ve güler yüzlü sosyalizme doğru emin adımlarla yürüyen bir yeni yapılanma, federal veya konfederal bir devlet yapısı benimsenmeli. »
Bu mümkün mü ? Evet mümkün. Mutlaka kolay olmayacak ama mümkün. Biz göremeyebiliriz ama torunlarımız görecek. Bundan eminim.
(Bu metin 27-28 Haziran 2009’da Demokratik Halklar Federasyonu tarafından Ankara’da düzenlenen sempozyuma sunduğum « Devlet-Ulus : Kopyacılıktan iflasa » başlıklı tebliğimin girişinin gözden geçirilmiş yeni bir biçimidir. Bu sempozyumu düzenleyen dostlara burada bir kez daha teşekkür etmek isterim. Sempozyuma sunulan tebliğler bütünlükleri içinde yakında ortak bir kitap biçiminde okuyuculara sunulacak. Bunu da şimdiden haber vereyim dedim.)