23 Mayıs 2010 Pazar

PINAR SELEK CASE - BİR İMZA LÜTFEN‏!

Pınar Selek hakkında 12 senedir devam ettirilen dava Yargıtay Ceza Genel Kurulu`na gitti ve Kurulda ilk derece mahkemesinin vermiş olduğu beraat kararını bozup ömür boyu hapis cezasına çevrilmesi yönünde karar verdi. Büyük ihtimal yerel yargıçlar terfilerini belirleyen makama karşı çıkmayıp, görülecek mahkemede ömür boyu hapis cezası yönünde yeni karar verecek.

Pinar'a destek için, Turkiye`de ve yurtdışında destek kampanyaları başlatıldı. En son Alman PEN Vakfı destek kampanyası başlattı. Siz de aşağıdaki linkten metni imzalayabilirsiniz.

http://www.ps-signup.de/

Lütfen yaygınlaştırın.
Sevgiyle kalın,
Mehmet Atak

-------------------------

YARGIYA AÇIK MEKTUP(*)

Mehmet Atak
mehmet_atak1@hotmail.com

Yargı Aktörleri;

Medyanın "taş atan çocuklar" dediği ve sizin kararlarınızda "terörist çocuklar" olarak tanımladığınız çocuklarımızın binlercesi verdiğiniz kararlarla cezaevlerinde imha ediliyor ve binlercesi de imha edilme sırasını bekliyorlar. Ey yargı aktörleri; "terörist çocuk" olur mu? Demokratik Hukuk Devletlerinde yargı çocuklara terörist muamelesi yapabilir mi ya da çocukları terörist eylemlerden cezalandırabilir mi?

Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi'ni Türkiye 2 Ekim 1995'te uygulamaya başlamıştır. Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin 1.maddesine göre; daha erken yaşta reşit olma durumu hariç, onsekiz yaşına kadar her insan çocuk sayılır. 3.maddeye göre; kamusal ya da özel sosyal yardım kuruluşları, mahkemeler, idari makamlar veya yasama organları tarafından yapılan ve çocukları ilgilendiren bütün faaliyetlerde, çocuğun yararı temel düşünce olmalıdır. 13.maddeye göre çocuk, düşüncesini özgürce açıklama hakkına sahiptir; bu hak, ülke sınırlarına bağlı olmaksızın; yazılı, sözlü, basılı, sanatsal biçimde veya çocuğun seçeceği başka bir araçla her türlü haber ve düşüncelerin araştırılması, elde edilmesi ve verilmesi özgürlüğünü içerir. 30.maddeye göre; soya, dine ya da dile dayalı azınlıkların ya da yerli halkların var olduğu devletlerde, böyle bir azınlığa mensup olan ya da yerli halktan olan çocuk, ait olduğu azınlık topluluğunun diğer üyeleri ile birlikte kendi kültüründen yararlanma, kendi dinine inanma ve uygulama ve kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılamaz. 37.maddeye göre; hiçbir çocuk yasadışı ya da keyfi biçimde özgürlüğünden yoksun bırakılamaz. Bir çocuğun tutuklanması, alıkonulması veya hapsi yasa gereği olmalı ve ancak en son başvurulacak bir önlem olarak düşünülüp, uygun olabilecek en kısa süre ile sınırlı tutulmalıdır. Özgürlüğünden yoksun bırakılan her çocuğa insancıl biçimde ve kendi yaşındaki kişilerin gereksinimleri göz önünde tutularak davranılmalıdır. Özgürlüğünden yoksun olan her çocuk, kendi yüksek yararı aksini gerektirmedikçe, özellikle yetişkinlerden ayrı tutulmalıdır.

Çocuk Haklarının Kullanılmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi'nin 7.maddesine göre; bir çocuğu ilgilendiren davalarda, adli merci gereksiz gecikmeyi engellemek için çabuk hareket etmeli ve kararlarının süratle uygulanmasını garanti edecek düzenlemeler sağlanmış olmalıdır. Anayasanın 90.maddesine göre; usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.

Ulusal hukukumuzun üstünde yer alan uluslararası sözleşmelere göre; 18 yaşından küçük insanların suçları ne olursa olsun çocuğun yüksek yararı ve saygınlığı odağında yargılamaları çocuklara özgü mahkemelerde yapılması gerekirken; 18 yaşından küçüklere terörist suçlamaların yöneltilmesi, cezalandırımaları ve Terörle Mücadele Kanunu'nun 9.maddesine göre ağır ceza ve özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde yargılanmaları ve yargılamaların tutuklu olarak sürdürülmesi Anayasanın 90.maddesinin açık ve net ihlalidir. Ülkemizin tarafı olduğu evrensel sözleşmelerin ortaya koyduğu temel ilkere göre, 18 yaşından küçüklerin Dünya'da henüz bir ortak tanımı bulunmayan etnik, dini, ideolojik, siyasi veya felsefi referanslı terör örgüt üyeliği ya da terör örgütü adına veya lehine suç işleme gibi olayların ve "Devletin Anayasal Düzenini yok etmek, TBMM'ni ortadan kaldırmak, Cumhuriyetin niteliklerini veya siyasi düzeni değiştirmek" gibi suçların politik muhtevası, amacı ve sonuçları konusunda fikirlerinin olması ve bu fikirlerini oluşturacak soyutlama yetilerinin ve bilişsel yeterliliklerinin bulunmadığı kabul edilmiştir. Ey yargı aktörleri 18 yaşından küçükleri Terörle Mücadele Kanunu'na tabi tutmanız evrensel sözleşmelere aykrı olduğu gibi, ulusal hukuk sisteminize de aykırıdır. Çocuk Koruma Kanunu'na göre 18 yaşından küçükler çocuk sayılır ve suç işlemeleri halinde yargılamaları çocuk veya çocuk ağır ceza mahkemelerinde yapılır. Yine ulusal kanunlara göre; 18 yaşından küçüklerin seçme hakları bulunmamaktadır. 18 yaşından küçükler herhangi bir sözleşmenin tarafı olamazlar. Ey yargıçlar; o halde aynı hukuk sisteminde seçme ve sözleşme yapma hakkı dahi tanımadığınız 18 yaşından küçüklerin terör, terörizm, terörist gibi kavramların ayırdında olduklarını varsaymanız iki farklı hukuk sisteminin doğması değil midir?

Yargı aktörleri, sayıları 4 bine varan TMK Mağduru Çocuklar’ın yarısının dosyalarında somut delil bulunmadığı halde, nasıl iddianameler hazırlanmış, davalar açılmış, duruşmalar yapılmış, cezalar verilmiş ve Yargıtay bu cezaları onamıştır? Avukatların Anayasa’ya aykırılık dilekçeleri neden Anayasa Mahkemesi’ne havale edilmemiş, işleme bile konulmamıştır?

Yargı aktörleri inandığınız hukuk sistemini ve adına kararlar verdiğiniz toplumu ikiye bölmekten vazgeçin...Terörle Mücadele Kanunu ile bu toprakların bir kısım çocuklarını ideolojiyi adalete önceleyen bir zihniyetle çifte istisnaya tabi tutmaya ve onları hukuksuz bırakmaya son veriniz... Aksi taktirde sadece hukuktan istisna ettiğiniz çocuklar imha edimeyecek ,"Devletin Ve Milletin Bölünmez Bütünlüğü" adına bu yaptıklarınız en çok da savunduklarınızın zedelenmesine yol açacağı gibi yargı olarak kendi kendinizin inkarı da kaçınılmaz olacaktır....

***
JEAN SEBERG’İ UCUZLATAN FBI’DI, PEKİ PINAR SELEK’İ KİM? /
PINAR SELEK’İ MÜEBBETLE UCUZLATMA (!?) KAMPANYASI‏

Sanırım İvan İllich’in mezun olan öğrencilere diplomalarını yırtmalarını teklif etmesini, ezberlerimiz dahilinde mecazi bir fantezi olarak değerlendirip geçiştirmek yerine, keşke adam akilli düşünsek.

Namlı Yargıtay 9. Ceza Dairesi, “Patlamanın bombanın mı yoksa LPG'nin mi sebep olduğunun tam olarak tespit edilemediği” gerekçesiyle Pınar Selek hakkındaki 'Ceza verilmesine gerek olmadığı' yönündeki kararını bozmuştu. İkinci kez açılan davada, İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde Pınar beraat etti ve bilirkişi raporları açıkça “bomba değil” dedi. Ama Yargıtay 9. Ceza Dairesi kararı bir kez daha bozdu ve Pınar hakkında yine ağırlaştırılmış müebbet istedi. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun, Pınar’ın beraatını talep eden Yargıtay Başsavcılığının itirazını da reddetmesiyle Pınar’ın hukuka uysun, uymasın yeniden yargılanması kesinleşti.

Yargıtay 9. Ceza Dairesi, yerel mahkeme kararı üzerine, Pınar’ın dosyasına temyiz incelemesi başlattı. Ve yerel mahkemenin kararına Selek, Kadriye Fikret Sevgi, Abdülmecit Öztürk, Maşallah Yağan ve Heval Öztürk yönünden 'bozma kararı' verirken, Alaattin Öget ve İsa Kaya yönünden ise 'onanma' karar verdi. Kararda, Selek'in 'sosyolojik araştırma yapma' adı altında silahlı terör örgütü üyeleriyle irtibata geçip Fransa ve Romanya'ya giderek burada siyasi eğitim aldığı ve “Leyla” kod adıyla, "İstanbul'da Azat” kod adlı örgüt mensubu ile irtibat kurup Yurtseverler Birliği adı ile askeri kanat oluşturarak bomba imal ettiği, diğer sanık Abdülmecit Öztürk ile beraber Mısır Çarşısı'ndaki Ünlüoğlu Büfesi'ne bomba koydukları" iddia etti.

İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi Pınar’a dair Yargıtay’ın yeniden ağırlaştırılmış müebbetle yargılama talebini reddedebilirdi ama ast-üst, terfi-merfi meseleleri vardı…

Yargının güç vasileri Alkibiadesçe bir hırçınlıkla “yargının bağımsızlığı elden gidiyor” diye figan ediyor, mevcut durumda çok manasiz. Çünkü yargi tam bağımsız, “hukuk”tan bağımsız. Ama onlar için bu mühim değil, çünkü dertleri tıpkı TSK gibi siyasi bir güç vesayeti aslinda.

Bu coğrafyada Demirel’in cumhurbaşkanı Mesut Yılmaz’ın başbakan, Ecevit’in yardımcısı olduğu, Genelkurmay 2. Başkanı Cevik Bir'in "İrtica hala en büyük tehlike” dediği, yargıtay başsavcısı Vural Savaş’ın “Tum yurttaşların parmak izinin polisin elinde olması halinde, terör, mafya, karapara vb olaylar daha cabuk aydınlanır” açıklamasını yaptığı, enflasyonun %90 olduğu 9 Temmuz 1998'de televizyonlar yayınlarını keserek 'son dakika' anonsuyla İstanbul'da meydana gelen büyük bir patlamayı duyurdu. Kentin en kalabalık yerlerinden Mısır Çarşısı'ndaki patlamada yedi kişi ölmüş, 127 kişi de yaralanmıştı.

İki gün sonra, 10 Temmuzda olay yeri inceleme tutanağına patlayıcı madde izine rastlanmadığı rapor edilmiş olduğu halde, medyada dönemin tabiriyle “beyaz türk” görünümlü güzel bir kız “bombacı kız” sıfatıyla lanse edildi ve olay PKK’ye mal edildi. Ben Pınar Selek adlı bir insanin varlığından böyle haberdar oldum.

Olayın bundan sonrası bana hep, bariz farklılıkları olsa da Jean Seberg’in acı serüvenini çağrıştırdı. (Merak edenler Romain Gary’nin Seberg’in intiharından sonra yayınladığı “FBI’in Jean Seberg’i Ucuzlatma Kampanyası” kitabin okuyabilir)

Marx, “insanların belli bir sosyal grubun içinde ‘gömülü’ oldukları için, dünyayı bu grubun çıkarları açısından görecekleri”ni söyler. Pınar Selek eğitimli ve gelir düzeyi yüksek bir ailedendi İstanbul'da doğmuştu, iyi bir öğrenim görmüştü (Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü, ayni üniversitede Sosyoloji yüksek lisansı, Fransa'da Sophiantipolis'de UDEL Unt'de Ekonomi Politik dersleri). Ondan beklenen statükonun içinde ve buna paralel kendi statükosunun devamı ve büyümesi için çalışan bir “cici kiz” olmasıydı.

Ama o tıpkı Jean Seberg’in “amerikanın masum yüzü” olarak lanse edildikten sonra Kara Panterler’e yardım etmesi gibi, tabi olması gereken statükonun (!) dışladığı insanların yanında, bizzat o statükonun karanlık yüzünü işaret eden bir figur oldu. Yani “tehlikeli”, yani “ucuzlatılması gereken”…

Ötekileştirilenlerin ve birbirini ötekileştirenlerin ortak atölyesi olan "Sokak Sanatçıları Atölyesi"nin kuruluşuna öncülük etti. Sosyolog kimliğiyle toplumun ezdiği, kırdığı, yok etmeye çalıştığı insanların hayatına girmeyi tercih etti. O insanları anlamaya çalıştı. Ötekileştirme ve paralelindeki şiddetin aileden orduya, işyerinden okula dek yayıldığı hatta bu kurumlar aracılığıyla üretilip meşrulaştırıldığı bilinciyle, Foucault’un iktidarın da iktidarla mücadelenin de mikrodan makroya geliştiği tezini sanırım çok iyi kavramış biri olarak bu atölyede sokak çocuklarıyla, şiddete maruz kalan kadınlarla, travestilerle, etnik ötekileştirilenlerle çalıştı. Ve tercihinin bedeli odetilmeliydi!

Travestiler ve transseksüellerin ötekileştirilmesini incelediği "Maskeler, Süvariler, Gacılar: Bir Alt Kültürün Dışlanma Mekanı " (Aykırı Yayınları ) adlı bir kitap yazdı. Selek bu kitapta, başına gelenleri ise benim Foucault’un ardından keşfedip, uzunca bir süre taktığım ve çok şey öğrendiğim R.D. Laing'in 'Yaşantının Politikasi" kitabından yaptığı "Bir oyun oynuyorlar. Oyun oynamadıkları üzerine bir oyun oynuyorlar. Şayet onlara onlar olduğunu göstersem, kuralları yıkacağım ve beni cezalandıracaklar. Onların oyununu oynamalıyım oyunu gördüğümü görmeksizin." alıntısıyla özetliyor. Ardından “Devlet, egemenler ya da iktidar, adına ne derseniz deyin temelde tekil bireylerden kolektif özneler üreten yapılardır bunlar. Din, aile, eğitim gibi özünde rıza üretmeye ayarlı araçların yanında ataerkillik, militarizm, savaş gibi şiddet üreten ve uygulayan araçlarla da gerçekleştirirler, bireyleri kolektif öznelere dönüştürme süreçlerini.” dediği “Barışamadık” (İthaki Yayınları) ve özelde TSK’yi genelde militarizmi deşifre ettiği “Sürüne sürüne Erkek Olmak” adlı iki kitap daha yazdı.

Hapiste olduğu ve çıktığı süreçlerde de devam ederek statükoyu rahatsız eden “Acil Barış Çağrısı” bildirisi, Genelkurmay Muhtırası’na karşı “Yurttaş Bildirisi”, “Hrant Dink'in düşüncelerine katılıyoruz, bizi de yargılayın” bildirisi, ''Savaşın değil, barışın dilini konusalım' bildirisi, “Türkiye Kyoto’yu İmzala!” bildirisi, “301. madde kaldırılsın” bildirisi, "Herkesin demokratik toplumsal yasama katılabilmesi ve toplumsal barışın sağlanması için, devletin tüm kurumlarının da gerekli yasal düzenlemeleri ve projeleri vakit geçirmeksizin gerçekleştirmesini istiyoruz" bildirisi, “Kadın ve İnsan Hakları Mücadelesine Destek Verin!” bildirisi, “Eren Keskin’le Dayanışmaya!” bildirisi, “Düşünüyorum, suç işledim” bildirisi, “İs Yaşamındaki Cinsiyet Ayrımcılığına Karşı” bildiri, “Kürt Sorunu Çözülsün” bildirisi, “Öldürmeyi reddetmek suç değildir - 318'e HAYIR!” bildirisi gibi pek çok bildiriye imza attı. Hatta başörtüsü yasağının utanç verici bir hak ihlali olduğunu işaretlemek için türbanlı 'ayrımcılığa' ve 'ötekileştirmeye' karşı dayanışma fotoğrafı çektirdi. Vicdaniredcileri, antimilitarizmi destekledi, “evlilik” kurumunu mahreminden sıyırıp riyasını ifşa etti…

Ve DGM kararıyla, 11 Temmuz 1998'de Pınar Selek tutuklandı. Duruşmalarda Selek ısrarla kendisine komplo kurulduğunu söyledi, diğer sanıklar da Selek'i tanımadıklarını. Ama… Davada iki ayrı iddianame ve çok çelişkili ifadeler vardı, pek çok belge de sahte olarak polis tarafından pek de ihtimam göstermeden düzenlenmişti. Avukat Ergin Cinmen, 12 Eylül dönemi de dahil olmak üzere mahkemelerde savunma yaptığını da belirterek "Bu güne kadar hiçbir davada Adalet Bakanlığı'nın, İçişleri Bakanlığı'nın bu kadar ilgi gösterdiğine tanık olmadım. Dava ile hiç ilgisi olmayan kurum ve kişilerden dosyaya Pınar Selek'in suçlu olduğunu kanıtlamaya çalışan belgeler geldi ve mahkeme dosyasına girdi. Bu garip işlemleri kim hangi amaçla yaptırıyor? Ulaşamadığımız bir andıç bu davada da var mıdır diye düşünüyorum. 2006'da Pınar'ın şahsında Türkiye'yi yaralamayacağınız bir karar vereceğinize inanıyorum" diyordu. Benim aklımda en çok kalan ise babası Alp Selek’in mealen "İnsan pek çok yolla öldürülebilir ama en önemli yok etme yargı kullanılarak yapılandır. Mahkemenizden bu tür yasal öldürmelere iyi bir ders vermesini bekliyoruz" sözüydü.

2000 senesinin aralık ayında gönderilen bilirkişi raporunda patlamanın tüp gaz kaynaklı olduğu tespiti bir kez daha yapılınca, Selek tahliye edildi. Çıkışta tutuklu kaldığı 2.5 seneyi kayıp olarak görmediğini söylüyordu: "İnsanları okumayı öğrendim. Ben kadınlara okuma-yazma öğrettim, onlar da bana Kürtçe..." diyordu.

Tahliye davanın sonu demek değildi. Yargılama, dosyanın bilirkişiye gidip dönmesini beklemekle sürdü. Davaya toplam 13 rapor gönderilmiş, hiçbiri çelişkiyi çözememişti. 28 Aralık 2005 tarihli duruşmada söz artik savcıdaydı. Selek'le birlikte beş sanığın müebbet hapis cezasına çarptırılmasını talep ediyordu. Bunun üzerine 200'den fazla aydın Selek'i desteklediklerine dair bildiri yayımladı. Yurtdışından da destek yağdı.

Sekiz senelik dava maratonu 8 Haziran 2006 tarihinde bitti. Duruşmaya Selek, antimilitaristlerin İzmir'de düzenlediği etkinliğe katıldığı için gitmedi. Son sözlerden sonra yargıç kararı açıkladı: “Tüm araştırmalara rağmen çelişkilerin giderilmesinin mümkün olmayacağı, bu haliyle patlamanın bombadan mı, gaz kaçağından mı kaynaklandığının tam olarak tespitinin mümkün olmadığı nazara alınarak Selek ve Abdülmecit Öztürk'ün cezalandırılmalarını gerektiren kesin ve inandırıcı delil elde edilemediği...”

Mahkeme Selek'le ilgili 'örgüte yardim ve yataklık' suçlamasıyla ilgili yargılamayı ise zamanaşımı nedeniyle ortadan kaldırdı. Dava sona erdiğinde Selek "Şu anda boşluk duygusu içindeyim. Hep söylediğim bir şey vardı. Hukuk mücadelesine inanıyorum. Hiçbir zaman kendimi sanık gibi hissetmedim. Benim davam Türkiye'nin demokratikleşme surecinin bir parçasıydı. Ama bu sonucu annemin görmesini çok isterdim. Annemin haberleri izlediği televizyonlar “Pınar Selek'in tepe yönetici olduğunu ve göreve Öcalan'ın isteği üzerine getirildiğini” iddia ediyordu. Hatırladım şimdi. Keşke o da görebilseydi.."

Selek davası (maalesef hala devam) demokratikleşme sürecinin bir parçası olmakla kalmadı. Ayni zamanda süreç içinde Jean Baudrillard ve Edward Said’in “Yeniden Kodlama” tezlerine nefis bir örnek olarak iyi bir coğrafya medyası tahlili de sundu/sunuyor. Ama yukarıdaki iki sosyologun da, farklılıklarla olsa da söyledikleri gibi insanlar meydanin inanırlılığına inançları olmasa bile, ezberlerini bozup statüko içindeki rahatlarından vazgeçmek istemiyor, medya da eşyanın tabiatı gereği kendi karanlık yüzünü manşete taşımamıştı.

Özellikle bilim tarihi üzerine yazan Thomas Samuel Kuhn "yanlılık etkeni”nden söz eder: Newton fiziğine inanan bilim adamı, dünyayı Newton fiziğinin içinden görür. Bu kuramın eksikliğini ifade eden farklı görüşleri kabul etmez. Dünyayı Einstein fiziği açısından görense, bu kuramın savlarına göre değerlendirir. Kuhn’un tezini “bilim adamları”ndan “insanlar”a genişlettiğimizde etrafımızdaki dünyayı “kalıp” içinde algıladığımızı söyleyebiliriz. Buna bir "model" de diyebiliriz. Bu model bir nevi "harita" fonksiyonu görür; ve karşılaşılan hangi olayların "olumlu", hangilerinin "olumsuz" sayılacağını gösterir.

Selek ait olması “gereken”(?) topluluğun kalıplarını sorgulamış ve bu kalıplara uymamıştı. Yani olumsuzdu. Statükonun ana kalıplarında “öteki” olmadığı için de “içten bir tehlike”ydi. Ehlileştirilmesi gerekirdi. Selek mihnet etmedi, üzerindeki tüm statükonun şiddetine rağmen ahlaklı olmakta ısrar etti. Varlığına dair geri adım atmadı, tövbe edip “cici kız” olmadı. Selek’in tehlikesi “statükonun içinden olmasına rağmen”di, ama bu “öteki” olmama durumu yaşamına uygulaman şiddete rağmen, onu en azından faili meçhullükten kurtardı.

Devletin aktörleri statükolarını koruyan ezberleri bozma adına “tehlike” gördükleri Hrant Dink’i fazla göz önünde olduğu için doğrudan değil de, TCK 301’le işaret ederek, mahallenin küçük milliyetçi taşeronlarına havale etmişlerdi (işin asli o kadar basit olmasa da). Bir baksa “tehlike” Pınar Selek de şimdi hakkında yeniden açılan dava ve tabii necip basınımızın işaret etmesiyle bence benzer bir durumda. Yıldırım Türker bu konuda “Büyük gazetenin, Selek'in saçının bir teline zarar gelirse bundan sorumlu olacağını buradan ilan ediyorum. Beğenmediklerini mahallenin katillerine işaret edip sonra da mahalle baskısının yakıcılığından yakınarak demokratlık taslamak çıkmaz sokaktır” yazmıştı bir önceki sefer. Hiç bir şey bağışlanmış bir diri cana değmez ama kullanmak zorunda kalmamak dileğiyle elimizde müstakbel bir delil olarak dursun.

Pınar bir süredir Berlin’de PEN bursiyeri olarak bir kitap yazıyor, aynı zamanda Strasbourg’da siyaset bilimi doktorası yapıyor. Yargının siyasi güç vesayeti adına hukuktan neredeyse tam bağımsızlığını ilan ettiği şu günlerde ben Pınar’a dönme derim, kendi deyimiyle “Kafka’nın Davası’nın içine düşmeye”, hiçbir şey diri bir cana, gasp edilmiş hürriyete değmez. Hrant hala taş gibi göğsümüzde otururken, gelme Pınar!

Elimden hiçbir şey gelmez ki demeyin en azından http://www.pinarselek.com/ gidip tanıklığınızı yazabilirsiniz.

---------------------
(*)Pınar Selek vakai hakkında yazdığım ve Birgün'de yayınlanan yazı.

Hiç yorum yok: