9 Aralık 2008 Salı

SÖYLEŞİLER : VİR-GÜL-ÜNE DOKUNMADAN





M. ŞEHMUS GÜZEL İLE SÖYLEŞİLER ÜZERİNE SÖYLEŞİ

NURİ BEYAZ


M. Şehmus Güzel’in SÖYLEŞİLER : VİR-GÜL-ÜNE DOKUNMADAN isimli yeni çalışması Kaldıraç Yayınevi tarafından 1 Kasım 2008’den itibaren okuyuculara sunuldu.

Güzel, yazar, sanatçı, şair, öğretim üyesi, ozan ve müzisyen kadın ve erkek birçok kişiyle değişik konularda gerçekleştirdiği söyleşileri belli bir tarihi düzene göre derlemiş, toparlamış 192 sayfalık bir kitap haline getirmiş. İyi de etmiş. Ve bilhassa sohbetlerde söylenenlerin virgülüne bile dokunmadan sunuyor. Kitabın ismi de buradan ve kullanılan bu yöntemden geliyor zaten.

Bu kitap özellikle önce bu açıdan dikkat çekiyor. Çünkü önemli olan söyleşmek değil sadece, söyleşilenlerin aynen okuyucuya aktarılmasıdır da. Bilim adamı olarak M. Şehmus Güzel bu konudaki titizliğini bu çalışmasında da sürdürüyor.

Söyleşilerin konuları arasında tarih var, özellikle ve elbette toplumsal tarih. Onun yanında şiir var. Sanat, bilhasssa resim, tiyatro ve müzik de var. Ve hepsini kucaklayan ve söyleşi yapılanlarınkilerini de içeren hayat var : Hem onların hayatları hem de bizimki. Çünkü kitap söyleşilerden bile oluşsa Türkiye’nin yakın geçmişinden günümüze kültürel, siyasi ve toplumsal gelişmeleri irdeliyor. Nitekim bizzat kendisi de tarihçi ve işçi tarihi üzerine çalışmaları bilinen yazarın, tarihçi ve bilim adamı Taner Timur’la yaptığı söyleşiyle kitabını başlatması bir rastlantı değil. Yazar böylece toplumsal tarihin önemini vurgulamak fırsatını yakaladığı gibi, söyleşilerin toplumsal tarih için önemli bir araç niteliği taşıdığını gösterme olanağı da buluyor.

Güzel, Ahmet Kaya ile Paris’te gerçekleştirdiği « yorgun muhabbet »te onunla sanatcılığı ve sanat anlayışı üzerine ve Almanya’nın 1970’leriyle 1980’lerin sonundaki durumunu kıyaslamasına ilişkin meseleleri konuşuyor. Güzel daha çok dinliyor. Az soru soruyor. Bu söyleşide Ahmet Kaya’nın dünyaya bakışını ve genel değerledirmesini de özetle öğreniyoruz. Ahmet Kaya’nın dostluğu, içtenliği, hatta bir yerde saflığı ve açık yürekliliği bu satırlara yansıyor.
Söyleşi yapılan ozanlar arasında Abuzer Karakoç ile Mehmet Koç da var : Her biri kendi serüvenlerini, müzikle tanışmalarını, ilk konserlerini, ilk albümlerini, ilk siyasi eylemlerini, ilk göz ağrılarını ilk kodes deneyimlerini aktarıyor...Seslerini duyabiliyoruz böylece. Hani biraz daha ısrar etsek türkülerini de dinleyecekmişiz gibi bir hava esiyor...

Müzisyenleri Okay Temiz’le yapılan ve birçok açıdan orjinal nitelikler taşıyan bir söyleşi tamamlıyor : Okay Temiz’in hayatı a’dan z’ye gözler önüne seriliyor : Okay’ın ağzından ve en şirin yönleriyle. Babası subay, annesi müzik meraklısı ve müzisyen bir çocuğun geçmişi ve günü son derece çarpıcı deneyimlerle dolu. Traktörle okula gitmesi örneğin...1950’lerde Ankara’daki « gece hayatı »...Dönemin Başbakanı Adnan Menderes’le karşılaşması. Okay’ın jaz merakı...Konservatuar’dan « atılması »...

Şair olarak Ataol Behramoğlu ve Halil Uysal’ı buluyoruz : Ataol şiiri ve şairi anlatıyor. Ruscadan çevirilerini de. Nâzım Hikmet’in eşinin kitabını çevirisine ilişkin çalışmasını da. Dünyaya ve ülkeye ve hayata nasıl baktığını da. Nasıl bakılması gerektiğini de. Ve örneğin edebiyat alanında « rüzgarın doğudan estiğini » söylüyor. Son derece isabetli bir tesbit.

Halil Uysal ise çocukluğu ve Nâzım Hikmet şiirleri sayesinde şiirle ilk ilişkileri yanında, bilhassa 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sırasında Ankara’da Hukuk Fakültesi’nde okuyan askeri bir öğrenci olarak yaşadıklarına ilişkin anı ve deneyimleriyle dikkatinizi çekecek. Türkçeye hediye ettiği sözcükleri ve Fransızca şiirden ve şairlerden hırsızlanan şiirleri de anlatıyor Uysal. Türkiye’de pek az bilinen veya hiç bilinmeyen veya bilindiği halde üstü kapatılan ya da kapatılmak istenen meseleler bunlar.

Türkiye’nin en iyi yazarlarından olan ama değişik nedenler sonucu henüz ve maalesef yeterince tanınmayan Sevim Burak konusunda M. Şehmus Güzel’in Burak’ın dostu ve oyunlarını Paris’te ve başka mekanlarda başarıyla sahneye koyan oyuncu ve tiyatro yönetmeni Luiz Menase nam-ı diğer Lulu ile yaptığı söyleşi ise Sevim Burak’ı tanımak isteyenler için mutlaka alınması gereken bir « ilaç » : Yemeklerden önce veya sonra. Artık nasıl uygun görürseniz..

Elias Petropulos’u Güzel’in anlatmasını rica ediyorum. O da anlatıyor : « Elias, kendisini ‘İstanbul diyen tek Yunanlıyım’ diye tanımlayan ve yeri doldurulamaz (söyleşi yapıldıktan bir süre sonra vefat etti) dev bir yazar olarak çıkıyor karşımıza : Hem büyük ve geniş açılı bir yazar, hem de çok iyi bir aydın. Hani ‘bilmediği şey yok’ denir ya işte o türden bir aydın. Hem okumuş hem de yazmış ama yalancı dünyadan bıkmamış sevimli bir insan. Elias, ‘İyi giyinmeyi, çıkmayı, çıkıp dolaşmayı, güzel kadınları hele Akdenizli olanlarını, içmeyi ve iyi yemek yemeyi, hele peynirli makarnayı, çok severdi ve bizzat kendisi de Ege ve Akdeniz yemeklerinin en iyisini yapardı. Makarnanın üstüne peyniri rendelemesini seyretmenizi ne kadar çok isterdim. Uzo yerine rakıyı tercih ederdi. Paris’te geniş bir çevreye sahip şık bir Yunanlıydı ve en yakın arkadaşları arasında birçok Türk vardı : En başta Abidin ve Güzin Dino, sonra yakın komşusu Yüksel Arslan ve diğerleri . Yaşar Kemal Paris’e uğradığında Elias ile muhabbet ederdi. Abidin’le birlikte olunca her şeyin tadı daha Adanavari bir hava alıyordu elbette. »

Petropulos’un Avrupa’yı ve onun içinde Almanya ile Fransa’yı karşılaştırması ve hatta kapıştırması ve hatta karmançorman etmesi yanında her iki devletteki ve Avrupa’daki medyaları, aydınları, sinemaları yerden yere vurması da göz ardı edilmemeli. Avrupa Birliği’ne ilişkin yorumları da ilgi çekici : Birçok açıdan. Ama Ege’ye ve iki yakasındaki karşılıklı komşularına gelince elinde değil ille Türkiye’yi tutacak. Evet bir Yunanlı için inanılır gibi değil : Türkiye’yi onun kadar seven de az bulunur hani. Alem adammış Elias. Güzel’in yalancısıyım. Ama Petropulos da söyleşisinde bunları ispat edici birçok şey anlatıyor.

Güzel’in söyleşi yaptıklarından biri de iyi yazar ve öğretim üyesi Nedim Gürsel. Güzel’e onu soruyorum. İşte yanıtı :

« Nedim artık bilinen ve tanınan bir yazarımız. Yazdıkları ve yaptıklarıyla. Söyleşimizde bunları biraz daha açmaya ve açıklamaya çalıştık. Nedim de Elias’la arkadaşlık etmiş bir dosttur. Nedim, bir ara Yunanlı bir hanımla evli olduğu için Paris’teki ‘Küçük Yunanistan’ı iyi tanıyordu. Hatta o günlerde Paris’te yaşayan birçok arkadaşına ‘Yahu madem Türkiye’ye gidemiyorsunuz bari bir Yunanlı kızla evlenin, böylece tatilinizi Yunanistan’da geçirir ve hiç olmazsa hasret giderirsiniz, çünkü Yunanistan Türkiye’ye çok benziyor’ diye sevimli, epey ‘uyanık’, ama sonuçsuz tavsiyeler yapıyordu. Nedim’le yazarlık, kimi yapıtlarındaki bir tür masum veya utanğaç cinsellik ve benzeri binbir konuda söyleştik. Aydın ve aydının sorumluluğu konusunda da. Ataol Behramoğlu’nun bu konularda söyledikleri de son derece dikkat çekici ve yararlı. »

Paris uzun zaman ressamlarımızın birinci durağı ve sık sık ta son durağı oldu. Çok eskilere gitmeden 1940’ların sonundan itibaren gelenleri düşünecek olursak, işte ilk akla gelenler Selim Turan’lar, Avni Arbaş’lar, Nejad Devrim’ler, Abidin’ler, Remzi Raşa’lar, Albert Bitran’lar, Hakkı Anlı’lar, Mübin Orhon’lar, Ömer Uluç’lar, Ömer Kaleşi’ler, Utku Varlık’lar, Yüksel Arslan’lar... Hepsi evet hepsi buraya geldiler, burada tuval açtılar, çizdiler ha çizdiler, ressamlıklarını ispat ettiler ve belli bir süre sonra, epey perişanlık ta çektikten sonra, nihayet sadece ressamlık yaparak geçinebilmek olanağını elde ettiler. Bu bir tür « milli piyango »ydu. Kendilerini sevdirmesini ve saydırmasını bildiler. Böylece zamanlarının tümünü hayatlarını adadıkları sanatlarına, resime ayırabildiler. Bu herkes için ve her zaman o kadar kolay bir iş değildir. Bilen bilir. Bu akım içinde ve gençlerden iki isim seçmiş M. Şehmus Güzel. Onları kendisinin tanıtmasını rica ediyorum :

« Evet Paris’te 1980’lerden bu yana demir atmış, kendilerine bir mekan ve çevre yaratmış iki ressamımızı seçtim. Biri erkek, biri kadın. İkisi de son derece dost, iyi sanatçı ve gerektiği zaman ellerini ateşe sokmaktan çekinmeyen iki aydın : Biri İsmail Yıldırım, öbürü Ody Saban. Resimleri ve yaşamları birbirinden çok farklı. Zaten birbirine benzemelerinin bir anlamı da olmazdı. O açıdan anlattıkları da çok farklı. Ody benim sevdiğim ‘delilerden’dir. ‘Deliliği’ biraz Abidin’i anımsatır. Yeri gelmişken eklemeliyim, Abidin de Ody’nin resmini beğenirdi. Ody, kadınlar ve kadınlık konusunda söyledikleri ve çizdikleriyle daha çok tanınmayı hakeden bir sanatçı. Hayatı da başlıbaşına bir roman. Hangimizin hayatı roman değil ki ? İsmail’in hayatı da öyle. Nitekim söyleşilerimizde her ikisinin hayatından kimi dilimleri bulacaksınız. İşin çarpıcı bir yanını da böylece keşfediyoruz : Ody’nin İsrail’de bir « tur » attıktan sonra, İsmail’in ise Lübnan’da Filistin özgürlük savaşçılarının yanında savaştıktan ve savaş koşullarında bile resim yapmayı ihmal etmeden, Paris’e gelmiş olmalarıdır. Bu iki iyi sanatcının ayrı ayrı zamanlarda ve ayrı ayrı biçimlerde Paris’e gelmeleri Paris’in önemli özelliklerinden birini bir kez daha sergiliyor : Evet Paris işte biraz da budur : Yolların, yaşam çizgilerinin ve mesleklerin kesiştiği bir başkent. Bir ugrak. Bir durak. Kimi kez çok uzun ve hatta son durak. Şimdi her ikisi de Türkiye’de de tanınıyorlar. Çünkü her ikisi de resimlerini seven çevreler tarafından benimsendiler. Bir sanatçı için önemli olan meselelerden biri budur : Çevresini, sevenlerini bulmak. İsmail ve Ody’nin ortak noktalarından biri de şudur : İkisinin de paylaşmayı bilmeleri. Ody son derece ve hakikaten cömertttir. İsmail de kendince öyledir. Atölyesinin « kapılarını açık » bıraktığı günlerden birinde ziyaretine giderseniz eli boş çıkamazsınız. Aklınızda bulunsun. »

Güzel’e kitabına ilişkin birkaç soru daha sordum, burada söyleşiler üzerine söyleşimizin bu bölümünü olduğu gibi takdim etmek istiyorum :

- Neden bu kadar kapsamlı bir söyleşiler dizisi yapmak ihtiyacı duydunuz ?

- Mina Urgan, Bir Dinozorun Anıları’nda bir yerde aynen şunları yazıyor : « Belleksiz bir toplum olmamızı önlemek için, herkesin anılarını yazmasını yararlı buluyorum. » Bu son derece yerinde bir tavsiye. Bunu daha önce ve daha sonra ben de ve uzun yıllardan beri yorulmadan bütün eşe, dosta önerdim ve hala öneriyorum. Ancak gerçekçi olmak lazım, geçen zaman içinde gördüm ve gördük : Türkiye’de anılarını yazmak meraklısı çok değil. Söze dayalı, herşeyi sözle aktarmaya alışkın olduğumuz için sözün yeteceğini sanıyoruz. Bunun özünde eleştirilecek hiç bir yanı da yoktur. Ve hatta ne iyi ki bunu bilebiliyoruz bile diyebiliriz. Ancak sadece bununla yetinilmesi sorun yaratıyor. Sadece sözün ve sözlü aktarımların yeteceği kanısında değilim. Söz uçuyor yazı kalıyor. Öteden beri bilinen bir şeydir bu. Hele sonbaharda, hele kışın : Ölü yaprakların alıp götürdüğü sözleri, sözcükleri, cümleleri işte her geçen gün hep beraber üzüntüyle görüyoruz. Evet bu beni üzüyor. Eh o zaman birilerinin öbürlerinin yerine yazması gerekiyordu. Yakınımda bulunan ve yapıtlarını okuduğum, izlediğim, gördüğüm, dinlediğim ve beğendiğim kadın ve erkekler için bu işi bizzat üstlenmek, benim açımdan, biraz önce isimlerini andığımız değerli sanatcılarımızın, yazar, şair ve müzisyenlerimizin sözlerini kalıcılaştırmak arzusuna tekabül ediyor. Elbette aralarında sıkı ve sahici yazarlar bulunuyor. Ama onlar kitapta yer alan konuşmalarımızı pek yazmıyorlar. Veya isterseniz yazmıyorlardı diyelim. Çünkü belli olmaz bakarsınız birkaçı önümüzdeki zaman dilimi içinde anılarını yazmaya başlayabilir. Bu kitap bu işe de yararsa ne mutlu bana. Konuştuklarımın kimi ise hiç yazmıyor. Bakın İsmail Yıldırım, Ody Saban (kimi makaleleri olsa bile), Mehmet Koç, Abuzer Koç ( birkaç yıl önce yitirdik), Ahmet Kaya (onu da yitireli sekiz yıl oldu biliyorsunuz) hiç yazamadılar veya bu konularda yazmaya fırsat bulamadılar. Bu söyleşilerin onların sözlerini taşımasını ve meraklılarına ulaştırmasını birincil amacım sayıyorum. Bu işi bunun için yapmış olmak benim açımdan gerekliydi. Elbette yeterli değil. Çünkü her birinin anlatabilecekleri ve söyleyebilecekleri daha dünya kadar şey vardı ve birçoğu için hala var...Yani bu söyleşilerle her şey çözümlenmiş te olmuyor. Daha yürünecek epeyce yolumuz kalıyor...

- Söyleşilerin ne tür öneminden veya önemlerinden söz edebiliriz ?

- Kanımca sanatcıları, bilim kadın ve adamlarını, yazar ve şairleri kısacası yaratıcıları tanımak için onlarla söyleşi yapılması çok yararlı yöntemlerden biridir : Onları ve yapıtlarını tanımak veya biraz daha iyi tanımak için bu tür söyleşilere ihtiyacımız olduğundan eminim. Kendini anlatan, yazan anlamında, çok az sayıda sanatçı vardır. Hele Türkiye’de. Kimi yazarımız, şairimiz bazı yapıtlarında kendilerine, geçmişlerine ilişkin birkaç noktaya değiniyorlar. Ama bu genel olarak yetersiz kalıyor. Ayrıca hiç bir sanatçı ve yaratıcı neden ve nasıl yarattığını, neden ve niçin yarattığını yazmıyor. Bu konudaki istisnalar kuralı bozamıyorlar. İşte bu nedenle de onları konuşturmak gerekli oluyor. İşte söyleşi zamanlarında, ve o zaman ve sadece o zaman, onlarla yapılan söyleşiler sayesinde onlar ve yaptıkları veya yapacakları hakkında yeni ve hatta yepyeni birçok şeyi öğrenmek mümkün oluyor. Veya olabiliyor. Bunları her söyleşiyi okuduğunuz zaman siz de göreceksiniz. Örneğin Taner Timur gibi ciddi bir bilim adamı sayesinde toplumsal tarihin resmî tarihle hesaplaşması gerektiği sonucuna ulaşabiliyoruz. Bu yabana atılır bir saptama değildir. Evet herkes veya çok sayıda kadın ve erkek resmî tarih(ler)in devlet-ulus(lar) tarafından nasıl "yaratıldığını", uydurulduğunu dememek için bilmeyebilir, bilmez de, bu durumda bunu Taner Timur gibi bir bilim adamının ağzından öğrenmek az şey midir? Değildir elbette. Ressamlar, yazarlar, müzisyenler, ozanlar ve şairler ile yaptığım söyleşiler onların sanatlarını, onların ağızlarından, kenarından köşesinden bile olsa aralamak ve ilgilenenlere bir parça bile olsa anlatmak, açıklamak amacını taşıyor : Nasıl yaratıyorlar? Neden yazıyorlar? Ne tür yöntemler kullanıyorlar ? Neden bu yolları kullanıyorlar ? Ve bir dizi soru daha...Bunların ve benzeri birçok sorunun yanıtını aramak başlıbaşına bir serüven. Şairle şiiri, yazarla boş kağıt önündeki ilk çeyrek saati, daktilosu ve şimdilerde artık bilgiSARAYI, ressamla tabloları, müzisyenle sözleri ve çalgıları arasındaki ilişkiler, "doğum sancıları" ve daha binbir macera var anlatılanlarda. Kimi bakımdan birçoğunda kesişen ortak şeyler de bulabiliyoruz. Bu söyleşilerde mutaka sizin de dikkatinizi çekti : Çocukluğun ve çocukken yaşanılanların önemi sanatçılığa giden yollarda epey belirleyici. Belki de epeyden biraz daha fazla belirleyici. Öte yandan söyleştiklerimin tümüne yakını ve hatta tümü bile diyebilirim, anlattıklarıyla toplumsal tarihe katkı yapıyorlar : Öyküleri, yaşadıkları ve/veya yaşayamadıkları ile. Çünkü burada söyleşi yaptığım ressamlar, şairler, ozanlar, müzisyenler, türkü sanatcıları ve yazarlar öyle sıradan kişiler değil : Okuyucular da görecekler ve bana hak vereceklerinden eminim. İsimlerini andıklarımız anlattıklarıyla bilgi hazinemizi genişletiyorlar : Yakın hatta çok yakın siyasi tarihimizin kimi "anahtarlarını" bize sunuyorlar. Bu "anahtarlarla" istediğimiz kapıları açmak artık bize kalıyor : Bana ise « Haydi hep beraber nice yolculuklara, söyleşiler eşliğinde » demek kalıyor.

- Son bir soru olarak söyleşilerinizi yaparken nasıl bir metod kullandığınızı açıklamak ister misiniz ?

- Hayır açıklamak istemem « bu bir meslek sırrıdır » demek var ama demiyorum. Böyle bir yanıt size ve bu söyleşimizi okuyacaklara karşı hoş olmaz. Dahası bu söyleşimizi okuyucakların da umarım kendi çevrelerinde bu veya benzer yöntemi uygulayarak konuşturmak isteyecekleri insanları konuşturmalarını, şiddet kullanmadan bilhassa ( !), çok isterim. Dolayısıyla söyleşi yönteminde dikkat edilmesinin yararlı olacağını umduğum birkaç « anahtarı » onlarla paylaşmak benim için bir zevk olacaktır. En başta söyleşiye gitmeden önce söyleşi yapılacak kişinin hayatını ve yapıtlarını iyi tanımak lazım. Öyle « kafadan » ve artık klasikleşmiş, hatta gına gelmiş sorularla kalkıp söyleşi yapmak için yola çıkmamak gerektiğine inanıyorum. Yazarsa yapıtlarını, ressamsa eserlerini, müzisyense müziğini, türkülerinin sözlerini, tiyatro sanatcısıysa oyunlarını bilmeden söyleşiye gitmek ve ona özgeçmişini anlattırmak onunla söyleşi anlamına gelmez. Tartışmak ta dahil hazırlıklı olmak lazım söyleşiye. Bu bir futbol veya boks maçı değildir ama okuyucuya kimi konularda açıklayıcı, hayatında ve kültürel eylemlerinde işine yarayıcı unsurlar sunucu bir armağan olmalıdır. Bunun için de gerekirse söyleşi yapılanla tartışmaktan kaçınılmamalıdır. Dostunuz bile olsa. Tabii nazikçe. Söyleşilerde bir başka altın kural « susmayı bilmek »tir. Söyleşilerdeki en önemli altın kural da budur. Söyleşi yapılanla aşık atmak için söyleşi yapılmaz. Söyleşinin amacı onu konuşturmaktır. İki kulağımızın bir ağzımızın olması bu işte çok işimize yarar/yarıyor. Kulaklarımızı dört açmak diye yeni bir kural getirmek, yeni bir deyiş önermek bile olası. Gözlerimizi kabatmadan elbette. Söyleşi yapanların kiminin vazgeçemediği, hele televizyonlardakilerin maalesef gelenekselleştirdiği gibi sürekli olarak « Bakın ben de ne kadar çok biliyorum » havası verilmesinden özenle kaçınılmalıdır. İki de bir söyleşi yapılanın sözü kesilmemeli, kusuru olursa/varsa kusuru yüzüne vurulmamalıdır.. Oraya bağcıyı dövmeye değil üzümünün tadına bakmaya gidildiği unutulmamalıdır. Bu deyiş burada elbette fırsatçı anlamda kullanılmıyor, rasyonel/akılcı anlamda kullanılıyor. Bunun tersi hem ayıptır, hem de işin amacına ters düşer. Zaten bizde iyi bir kural biçimine dönüştürülmüş hoş bir deyiş vardır : Konuşanın sözü kesilmez denir. İşte unutulmakta olan bu kuralı anımsamak ve bizzat uygulamak gerekiyor. Kanımca o zaman okuyucunun işine yarayacak, yol gösterici ve kalıcı bir söyleşi gerçekleştirmek olanağı bulabileceğiz. Bu amaçla herkese iyi söyleşiler diliyorum. Hele uzun kış gecelerinde. Televizyonlarınızı lütfen kapayınız, nene, dede, anne, baba, amca, teyze, dayı, abla ve yaşlıları konuşturunuz, seslerini kaydediniz önerisini de yapmama lütfen izin veriniz. Kolay gelsin. Başarılar herkese..

M. ŞEHMUS GÜZEL
SÖYLEŞLER : VİR-GÜL-ÜNE DOKUNMADAN
KALDIRAÇ YAYINEVİ, İSTANBUL, 2008.

Elias Petropulos’la söyleşiden ilginç birkaç parça :

“PARİS BÜYÜK BİR YOL KAVŞAĞIDIR”

- Sayın Elias Petropulos, 20 yıla yakın bir süredir Paris'te yaşıyorsu­nuz. İlginç gözlemleriniz olduğunu sanıyorum. Fransa ve Fransızlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

- Paris'te yaşıyorum, çünkü Pa­ris büyük bir yol kavşağıdır. Paris'­te Fransızca ya da Fransızlar için kalmadığımı özellikle belirtmeliyim. Fransızlardan nefret ediyorum. En­telektüel liberalizmlerinden de tiksiniyorum. Bana sorarsanız, Fran­sız düşüncesi 30 yıldır ölü durum­da. Başka birçok uygarlığın hayra­nıyım. Örneğin Alman uygarlığı... 1983-84 yıllarında Berlin'deydim; orası bugün gerçekten özlem duydu­ğum tek kent. Yine de, herşeyden önce İtalyanları beğeniyorum. Gü­nümüzün en uygar ulusunun İtalyanlar olduğunu düşünüyorum.

- Fransız düşüncesinin öldüğü kanısına neden ve nereden varıyorsunuz?

- Örneğin son 30 yılda doğru dürüst yeni bir şair bile çıkaramadılar. Hele Fransız sinemasından hiç söz etmeyelim. Tamamen yok olmuştur. Bugünkü Fransız sinema­sı bombok, beş para etmeyen bir sinemadır. Fransa'da Sovyet sinema­sını çok beğeniyorum. Dünyanın en iyi sineması Sovyet sinemasıdır.

-1944’te 16 yaşındaydınız ve ülkenizde nazilere karşı direniş hareketine katıldınız..
Evet, 1. ve 2. direniş hareketleri­ne katıldım. Geçen yıla kadar dire­nişe katıldığımdan hiç söz etmemiş­tim. En yakın arkadaşlarım bile ya­şamının bu bölümünü bilmiyorlar­dı. 1. direniş Almanlara, nazilere karşı düzenlenendir. Öldürücü, çok zor bir hareketti. En küçük hata ölümle sonuçlanabiliyordu. Çok can kaybettik. 1947-49 arasındaki 2. direniş, yani bizim iç savaşımız, ise ilkinden çok daha acımasız, çok da­ha sert ve öldürücü oldu. Faşist Yu­nanlılar ve Yunan ordusu, naziler­den, Alman ordusundan, hatta SS'lerden çok daha korkunç ve acı­masızdılar. Nitekim bu direnişte da­ha fazla kayıp verdik.

- Neden Yunanlılar birbirlerine karşı daha insafsız davrandılar?

- Çünkü bu olay, önce İngiliz li­beralizminin karşı saldırısının bir parçasıydı. Sonra Truman doktrini ile ABD devreye girdi. Amaç, solu, direniş hareketini yok etmek, solcu­ları ve direnişçileri ortadan kaldırmaktı. Hepimizi tek tek öldürmek istiyorlardı. Yunanistan'da solun kökünü kazımak istiyorlardı. Zor bir dönemdi. Acılıydı.

BERLİN İSİMLİ KENT

- Biraz önce en çok sevdiğiniz kentin Berlin olduğunu söylediniz. Berlin’de Türklerle, Türkiyelilerle karşılaşıp, tanıştığınızı biliyorum.

- Evet. 1983-84 yıllarında Berlin’de Kreuzberg’te kaldım. Sanatçılar Vakfı gibi bir kurumun konuğu oldum. Çok rahattım. 40 km x 50 km boyutunda, Paris’ten çok daha yaygın ve geniş olan Berlin’in bu alabildiğine büyük ve çok ünlü mahallesi Türklerin, her görüşten ihtilalcilerin (Petropulos “gauchistes” diyor.Bu sözcüğü Türkçeye “aşırı solcular” veya “ihtilalciler” biçiminde çevirmek olası. Ben ikincisini tercih ediyorum. MŞG), artistlerin, punkların, yani her türlü marjinalin yaşadığı, inanılmaz havası, inanılmaz derecede renkliliği olan bir yer. Çok ilginç ve çok güzel bir yer.

- Bugünlerde Paris’te Berlin deyince akla Wim Wenders’in son filmi Der Himmer Über Berlin geliyor. Bu filmi gördünüz mü?

- Hayır, hayır. Bu herifi hiç sev­mem ve büyük bir sinemacı olarak kabul etmiyorum. Ondan önce, kamuoyunca pek tanınmayan Ale­xandre Klunge gibi gerçekten çok büyük Alman sinema ustaları var.

Kanımca en büyük Alman sinema­cısı Klunge'dir. Wenders yüzde yüz tüccar. Amerikalılara satılmış, çok iyi "public relations" (halkla iliş­kiler) içinde, her yerde tanıdığı olan inanılmaz ölçüde cambaz bir sine­macı. Ama asla büyük sinemacı de­ğil. 16-17 yaşındaki kızların belki hoşuna gidebilir ama, bana hiçbir şey vermiyor. Oysa Alexandre Klunge gerçekten büyük sinemacı ama, tanınmıyor. Doğal. Çünkü burjuvazi özgür düşünceleri sevmi­yor ve engelliyor. Oysa Wenders ka­pitalistlerin parasıyla çalışmakta.

- Neden Fransız sineması öldü diyorsunuz?

- Fransız sineması diye bir şey yaşamıyor da ondan. 30 yıldır zevkle izlenebilecek bir Fransız filmi bulamadım. Biliyorsanız, siz üç film ismi verin.

- Şu anda örnek ve isim vermem biraz zor. Ben de Fransız sinemasının şu anki konumunu pek sevmiyorum. Fransız sineması son yıllarda çok geveze bir sinema oldu. Film yerine roman çekiliyor. Çok konuşulan, sinema dilinden uzak ürünler. ABD filmlerinin bastırmasının da etkisiyle. Ama yine de sizin Fransız sinemasının ölüm nedenlerini belirtmenizi rica ediyorum.

FRANSIZ SİNEMASINDAN FRANSIZ BASININA

-Bakınız şu son haftalarda Paris’te birçok iyi nitelikli İtalyan ve Po­lonya filmleri var. Ama Fransız ba­sınında bunlara ilişkin dişe dokunur bir şey yayımlanmıyor. Fransız ba­sını dünyanın en aptal, en milliyet­çi hatta en faşist basınıdır. En başta Le Monde gazetesi. Dünyanın en sağcı gazetesidir. Daha da komiği, Le Monde'un kendisine dünyanın en büyük gazetesi havasını vermeye çabalamasıdır. Oy­sa en büyük basın Alman basını. Büyük basın ve en büyük gazeteci­lik “okulu” İngiliz basını ve gazeteciliği. Zaten dünyada gazeteci­liği kuranlar da İngilizlerdir. Al­manya ve İtalya'da da kökeni geç­mişe uzanan ciddi, yetkin bir gazetecilik geleneği ve "okulu" vardır. Fransa'da böyle bir şey yok. Bu ül­kede gazetecilik laf ebeliğinden baş­ka bir şey degil. Örneğin Liberati­on'u ele alalım. Kurulduğu yıllarda (1970’li yılların başları) ihtilalci (Petropulos “gauchiste” sözcüğünü kullanıyor.MŞG) bir gazete iken daha sonra Paris ve Lyon kapitalistlerince, patronların­ca satın alındı ve patron gazetesine dönüştü. Bugün ABD gizli servisleri­nin emirlerine göre yayın yapıyor. Dahası, her gün binlerce baskı ku­suru, dil ve dilbilgisi yanlışı ile do­lu berbat bir gazete.Liberation "okuma-yazması olmayan" gazete­cilerin gazetesidir.Zaten artık almı­yorum. Büyük gazete, örneğin Almanya'nın Die Zeit'ıdır. Brüksel'­in Le Soir’ı da daha ciddidir. Hollanda basını, Londra’da The Times, Milano basını vb. anılmaya değer.­Liberation,Roma’da yayımlanan Republica'nın çok kötü bir kopya­sı. Sadece o mu, Fransa'daki küçük boy basının tamamı, geçenlerde ya­yımına son veren Le Matin, Le Qu­otidien de Paris ve diğerleri de Republica’nın çok kötü örnekleridir. Le Monde kendine bir snop havası vermek istiyor, ama tutturamıyor. Çünkü Fransızların snop olma yeteneği yok. Snop olmaya hakları da yok. Fransa inanılmaz bir çöküntünün, gerilemenin öncül yıllarının içinde şu sıralar. Le Monde’da da her gün binlerce hata yapılıyor. Hatalarını yüzlerine vuran bir mektup gönderseniz, asla yayınlamazlar, kaybolur gider.

Fransa basınının bu içler acısı kötü durumu nedeniyle Le Canard Enchainé gibi bir gazete var. Bu çok mucizevi bir gazete değil. Bir kligin, yobaz bir tarikatın gazetesidir. Fransa basınında diğer gazetelerin bıraktığı boşluk sayesinde yaşayabiliyor.

- Le Canard Enchainé’ye, “büyük basın”ın ele almak istemediği borsa skandallarını ve siyasetcilerin yolsuzluklarını ve rüşvet olaylarını araştıran bir gazete olması nedeniyle Fransa basının “baş belası” diyebilir miyiz?

- Evet, elbette. İtalya veya Almanya’da Le Canard Enchainé gibi bir gazete yok. Çünkü bu ülkelerde “büyük basın” çok iyi ve gerçek gazetecilik yapıyor. Bu ülkelerde basın görevini hakkıyla yerine getiriyor. Bugün örneğin Berlin basını çok ciddi siyasi ve edebi eleştirileriyle burjuvaziyi sarsıyor.
(...)
(Kitapta: sb 43-46’da.)

M. ŞEHMUS GÜZEL
SÖYLEŞİLER : VİR-GÜL-ÜNE DOKUNMADAN
KALDIRAÇ YAYINEVİ, İSTANBUL, 2008.

Sanatcıları, bilim kadın ve adamlarını, yazar ve şairleri, yaratıcıları tanımak için onlarla söyleşi yapılması çok yararlı yöntemlerden biridir : Onları tanımak veya biraz daha iyi tanımak için. Sadece bu kadar da değil : Yeni veya yepyeni birçok şeyi öğrenmek için de.

Taner Timur gibi ciddi bir bilim adamı sayesinde toplumsal tarihin resmî tarihle hesaplaşması gerektiği sonucuna ulaşabiliyoruz. Resmî tarih(ler)in devlet-ulus(lar) tarafından nasıl "yaratıldığını", uydurulduğunu dememek için, öğrenmek az şey mi?

Ressamlar, yazarlar, şairler ile yaptığım söyleşiler onların sanatlarını kenarından köşesinden aralamak amacını taşıyor : Nasıl yaratıyorlar? Neden yazıyorlar? Ve benzeri birçok sorunun yanıtını aramak başlıbaşına bir serüven. Şairle şiiri, yazarla boş kağıt, ressamla tabloları arasındaki ilişkiler, "doğum sancıları" ve daha binbir macera var anlatılanlarda.

Çocukluğun ve çocukken yaşanılanların önemi de elbette.

Dahası anlattıklarıyla toplumsal tarihe katkı yapıyorlar : Öyküleri, yaşadıkları ve/veya yaşayamadıkları ile.

Çünkü burada söyleşi yaptığım ressamlar, şairler, türkü sanatcıları ve yazarlar öyle sıradan kişiler değil : Siz de okuyunca göreceksiniz ve bana hak vereceksiniz. Anlattıklarıyla bilgi hazinemizi genişletiyorlar : Yakın hatta çok yakın siyasi tarihimizin kimi "anahtarlarını" bize sunuyorlar.

Bu "anahtarlarla" istediğimiz kapıları açmak artık bize kalıyor : Haydi hep beraber nice yolculuklara, söyleşiler eşliğinde.


Kaldıraç Yayınevi,
hüseyinağa mahallesi, topçekenler sokak, no : 18/1
beyoğlu/istanbul
telefon ve faks : 0212 251 68 61
http://www.kaldiracdergi.com/
http://dk.mc271.mail.yahoo.com/mc/compose?to=kaldiacdergi@gmail.com
ilişki kurulması gereken : ÜLKÜ GÜNDOĞDU

ANKARA İRTİBAT : Mithatpaşa Cad. No : 34/F Daire : 33
kızılay/ankara,
telefon ve faks : 0312 434 39 71

Hiç yorum yok: