1 Ocak 2009 Perşembe

Yeni Yıla Nasıl Girdiniz


A.Kadir Konuk / Yenihayat1@t-online.de

Ben giremedim, yatay geçiş yaptım. Oğluma ve annesine patatesli el böreği, tavuklu pilav, kızarmış tavuk eti hazırladım, içki yoktu masada, olsaydı tek başıma içecektim, yalnız içmeyi sevmiyorum, sohbetsiz, insansız içki neye yarar?

Gece saat 10’a kadar Ben Armin ve annesi ile kağıt oynadık, adam bizi yendikçe neşeden dört köşe oldu. Sonra onlar gittiler, biraz kitap okudum, saat 24’te milletin tonla parayı nasıl maytap yapıp gökyüzüne fırlattığını izledim pencereden ve on dakika içinde dumanlaşan paranın sadece küçük bir bölümünün bile ömrümün sonuna kadar bana yetebileceğini düşünerek yattım. Sabah yine erkenden dürttü cinler, uyandığımda baktım, girmişiz!

Nereden mi anladım girdiğimizi?

İki yıldır elektrikli fırınım yoktu, iki gözlü bir ocakta yapıyordum yemeklerimi ve su böreği, şekerpare, fırında köfte, patlıcan söyürme, karnıyarık yapamıyor, üstelik ekmeğimi et kızartma makinesinde yani gril denilen alettin üzerinde pişiriyordum. Ben Armin’le annesi koca bir paket getirmişlerdi, paketi sabah açmamı da sıkıca tembihlemişlerdi. Baktım mutfakta üstünde iki gözü olan küçük bir elektrikli fırın duruyor. Armin’le annesinin yıl başı armağanı bana. O zaman anladım ki yeni yıla girmişiz.

Fırın evime girdiyse ben haydi haydi yeni yıla girerim değil mi?

Yeni yıla girerken eski yıldan bir şeyleri taşıdım elbette kendimle birlikte.

Televizyonum yok, televizyon izlemeyi de sevmiyorum. Televizyonum olsaydı, Kürtçe bilmediğim halde sadece Kürtçe şarkı-türkü dinlemek için şeş tiviyi açardım. Ama yine de bir Kürtçe CD’yi dinledik hep birlikte. Ben Armin göbek bile attı kıvrak müziklerle.

İnternetten öğrendim, gazetelerin hepsi manşetlerine başbakanın sözünü taşımışlar, ama taşırken düşürüp bir yerlerini kırmışlar sözün. Bu nedenle söz aşağıdaki biçimlerde yer almış manşetlerde:

Taraf: TRT Şeş bi xêr. Hürriyet: TRT Şeş Bê xêrbê. Akşam: TRT Şeş bi heyr be. Milliyet: TRT Şeş bê xerbe. Sabah: TRT serx erebe. Radikal: TRT Şeş bi xwêr be. Star: TRT Şeş bi xêr be. Bugün: TRT Şeş bi xwêr be“

Değeri sağlığında pek bilinmeyen, güzel insan Feqi Hüseyin Sağnıç Köln’deki evimi şereflendirdiğinde „Ağabey, Kürt dilbilimciler bir araya gelseler, ortak bir sözlük yaratsalar, herkes tek kanaldan dili öğrense ne olur“ demiştim, gülmüş, „Kadir oğlum, biz daha harflerin üzerindeki şapkalarda anlaşamıyoruz, dilin hepsinde nasıl anlaşalım“ demişti.

Daha önce gazetede yazmıştım, ama Feqi’yi anınca içimden yine yazmak geldi onun fıkrasını.

O gece köşe yazımı bitireyim diye sohbetten on dakika ayrılma izni istemiştim.
„Ne yazacaksın Kadir oğlum“ diye sormuştu.
Dedikoduyla ilgili bir yazı yazacağım, dedim.
Dur sana bir fıkra anlatayım öyle yaz dedi ve başladı anlatmaya:

Bir zamanlar Van’ın bir köyünde bir imam varmış, bu imam öyle dedikoducu biriymiş ki, tüm köyün halkını birbirine düşürmüş, onlar da gidip valiye şikayet etmişler. Vali çağırmış imamı, sen dedikodu yapıyormuşsun demiş, azarlamış, imam bu dedikodu sözünün ne anlama geldiğini bir türlü anlayamamış, bükmüş boynunu, ‚Vala vali pasam’ demiş, ‚Xeci dedi ben dedi, ne dedi onu dedi, ama vallah ben kimseye gomadi!“

Ben de bu yazıyı öyle yazıyorum işte. Ne denildiyse o. Kimseye bir şey yapmaya niyetim yok, böyle biline.

TRT6 ile Türkiye eline öyle bir değnek aldı ki iki ucu boklu, ortasına it sıçmış türünden bir değnek. Atsa atamaz, tam tutmaya kalkışsa bu haliyle tutamaz, ama değnek gerekli.

Onların durumu böyle, bizde de genel bir alışkanlık var, bizim dışımızda yeni bir şey yapıldığında hemen karşı çıkıyoruz.

Genç okurlar şaşıracaklar biliyorum, İstanbul’a ilk boğaz köprüsü yapılacağı duyulunca önce devrimciler ve sosyal demokratlar karşı çıkmışlardı buna. Aylarca tartışılmıştı bu konu, köprü yapılmıştı sonunda, devrimciler ve sosyal demokratlar da o köprüden tıpış tıpış geçmişlerdi. Sonra aynı çevreler bir köprü yetmiyor, neden ikincisi yapılmıyor demeye başlamışlardı.

Şeş tivi bilinen bütün devletçi özelliklerine karşın bir rekabet ortamı yarattı. Şimdi eski Kürt televizyonları kendilerini daha iyi izlenir hale getirmekle yükümlüler. “Halkımız seyretmesin, o televizyonlarda çalışanlardan hesap sorarız” demek bir işe yaramaz. Halkımız yıllardır Türkçe yayın yapan Türk kanallarını “zevkle” izliyor. Algılayabildiğim kadarıyla Kürt halkının önemli bir kesimi dizi hastası olmuş.

Avrupa’da ilk Kürt televizyonu kurulduğu zaman gazetenin ücretli elemanıydım ve gazete bürosunda, gündüzleri kitaplıkta sakladığım, geceleri odama kurduğum bir aç kapa yatakta yatıp kalkıyordum. Gazeteci arkadaşlarım başlangıçta yayınları sonuna kadar izliyorlardı. İkinci haftada öteki kanallara zıplamaya başladılar, sonraki yıllarda Kürt televizyonunda sadece önemli buldukları programları izler oldular ve en çok izledikleri de Türkçe yayın yapan Türk kanallarıydı. 14-18 saatlik çalışma gününden sonra insanın canı tartışma değil film çekiyordu elbette.

Saatler, evet saatler boyunca süren hamasi tartışmalar yapılıyordu o günlerde. Hem de tartışılan konuların uzmanları değildi konuşan insanlar. Geçmiş günleri anımsayanlar o günlerde belirli insanların her programa çıkarıldığını, onların da yahu kardeşim bu alan benim alanım değil, nasıl geleyim, ne söyleyeyim demek yerine toplantılara gittiklerini, hukuk, sağlık, politika, edebiyat, önlerine ne gelirse konuştuklarını bilirler, millet de çabucak bıktı bu çok bilenlerin hiç bir şey söylemedikleri programlardan.

Müneccim eli koklamış gibi olmasın ama yakında devlet Kürtçe gazete de çıkartır, dergi de. Bazı günlük gazeteler de Kürtçe ek vermeye hazırlanabilirler. Piyasa getirisi olan bir piyasa. Bence bir tane şeş tivi yetmez. Şimdi Kürt işverenler birbiri ardına açmalılar televizyonlarını.

Rekabet sanatta yaratıcılığı da zorlar. Avrupa’daki Kürt televizyonu gerçek profesyonel bir çalışma tarzını tutturabilirse ötekinin karşısında rakip olabilir. Değilse kısa bir süre sonra halkın hepsi hain, kalleş olarak adlandırılmamak için “Gizli” biçimde de olsa TRT6’yı izleyecek, ‘aha inek yanlış söyledi’ diye gülecek, kendi aralarında sözün doğrusunu tartışacak, böylece Kürtçelerini de ilerletecekler.

Halkı o kanaldan uzaklaştırmayı hedefleyen tehdit, hesap soracağız gibi sözler insanları belki ürkütebilir, ama süreç içinde bunlar da pek etkili olmaz, ters etki yaratır. Sorun yasaklarla değil, güzellikler yaratarak çözümlenebilecek bir sorun bana göre. İşin içinde ‘Hain’ olarak adlandırılmak olmasaydı bir çok sanatçı şimdi o televizyonun kadrosuna katılmıştı. Bu yılın içinde herkesi şaşırtabilecek isimler gidecek o televizyona, göreceksiniz.

Bir söze değinmek istiyorum.

“Rojin ve Akbal’ı Kürtler yarattı” deniliyor.

Rojin’i yakından tanımıyorum, ama Nilüfer’in neler yaşadığını az çok biliyorum, birazının tanığıyım. Ayrıca Nilüfer’in geçen yılın son gününde yazdığı, beybun’da da yayınlanan mektubunu da çok olumlu ve terbiyeli buluyorum.

Hiç bir sanatçıyı hiç bir ulus, örgüt yaratmaz, yaratamaz. Hayır, kimse hemen yerinden hoplamasın, sinirlenmesin, gerçek bu. Sanatçıyı yaratan kendi iç dünyasıdır ve o kendini yaratmaya başladığında onu engelleyebilecek hiç bir güç yoktur. Bu nedenle sanatçı özgürdür, aykırıdır.

“Onları Kürtler yarattı” sözlerini ileri süren çevrelerde “Onları meşhur mu edeceğiz” kuralının kesin geçerliği vardır ve önleri açıldığında oralardan bir yığın yazar, şair, sanatçı gün yüzüne başlarını uzatabileceklerdir. İsteyenlere bunları tek tek kanıtlayabilirim.

Belirli bir alanda biraz sivrilenlerin, biraz isim yapanların hemen o alandan alınıp, yaptığı işle, yetenekleriyle hiç ilgisi olmayan alanlara gönderilmelerinin adı o çevrelerde “Bürokratlaşmamaları için rotasyon”dur. Bizzat sayın Öcalan’la da “Neden gazeteci yetiştirilemiyor” diye sorduğunda tartıştığım bu ters uygulama yüzünden yeterli profesyonel gazeteci ve televizyon çalışanı yetiştirilememiştir. Bu meslekleri biraz öğrenenler de tuhaf bir biçimde başka alanlara kaydırılmışlardır.

Kimse sözümü yanlış anlamasın, üç ayda bir insanı mükemmel bir gerilla, bilgisayarda haber yazabilen bir büro çalışanı haline getirebilirsiniz, ama hiç kimseyi kendisinde yetenek yoksa sanatçı yapamazsınız. Gazetecilik, TV sunuculuğu, kameramanlık, rejisörlük öğrenilebilen meslekler. Okulda, yada pratikte öğrenir insan bunları. Kendini geliştirir, ustalaşır. Ama sanatçılık böyle değil, kimse yeteneği olmayan birini gel seni sanatçı yapayım diyerek sanatçı yapamaz. Bu nedenle kimse kimseyi yaratmıyor, yaratmadı. O kişilerde ses olmasaydı, sanatçı yeteneklerini beyinlerinde taşımasalardı kimse onları yaratamazdı. Onları, hem de binbir çile içinde yaratan kendi çalışmaları ve yetenekleridir.

Bir ses sanatçısının yaratıcı ortamları yakalayabilmesi önemlidir. Bir kuşun kanadına türkü yakılabileceği gibi savaşın yıkımları da pekala türkü olabilir. Araştırmak, incelemek, biriktirmek, gezmek, görmek de sonuçta gelir kesenin dolu yada boş olmasına dayanır.

Bir anımı anlatmak istiyorum sizlere. Sonra yine döneceğim konuya. İsimlerini vermeyeceğim, ikisi de yaşıyor hâlâ. Birinin eskiden müzik stütyosu vardı ve o günlerde Kürtlerin kendilerine ait bir stütyoları yoktu, bu nedenle Kürt ses sanatçıları ona geliyorlardı. Stütyo sahibi Almanya’da sazı ilk kez bir Alman tevizyonunda orkestra ile birlikte kullanan Türk bir saz, ses ustasıydı ve o günlerde nereye çağrılsa siyaset ayrımı yapmadan, biraz da en az ücretle gider, insanları neşelendirirdi. Öteki ise sesi de kendi de güzel bir Kürt kadın ses sanatçısıydı, hâlâ da öyle.

Stüdyoya gittim, stüdyonun sahibi sinirden kuduruyor. Kadın sanatçıya kaset dolduruyorlarmış, bir sorumlu gelmiş, ‚Yav üç gündür ne yapıyorsunuz burada, dolduracağınız aslı astarı bir kaset, iki saz çalmak için üç gün mü gerekiyor’ demiş, bizimki de pazardan sepete elma doldurmuyoruz, bu kasetin üzerine benim firmamın, bu sanatçının ismi yazılacak, rasgele nasıl yapabilirim bunu diye çıkışmış, kapışmışlar.

Sevgili ses sanatçısı Kürt kadın bu yazıyı okursa anımsayacaktır o günleri ve hüzünle gülümseyecektir, biliyorum. Ona bir zamanlar sahnede biraz hareketli olmalarını, türküleri öyle hazırolda söylememeleri gerektiğini söylemiştim de ‚Beni mahvederler’ demişti, gülmüştük. Sonra sahneler hareketlendi, giysiler değişti, sanatçılar daha mı canlı oldu ne.

Biliyor musunuz, bizler bir zamanlar balerinlerin resimlerini de gazetemizde ‚Açık’ diye kullanamıyorduk, şimdi o günlere bakıp devrim oldu diyebiliyorum.

Bir de TV’de güzel Kürtçe programlar yapan, kendisi de güzel bir sevgili Kürt kadın vardı, bir gün baktım, anaaa, makyaj yapmış, öyle çıkmış sahneye, bir de yakışmış, bir de güzelliğine güzellik katmış, gazetedeki arkadaşlara onu gösterip devrim oldu demiştim. Bir TV programına katılmak için TV binasına gittiğimde bize menemen pişirmişti, onu yanaklarından öpmüş, devrim yaptın diye kutlamıştım, hüzünle ‚Yine karşı devrim kazandı Kadir ağabey’ demişti, orada bulunan erkekler de keyifle gülmüşlerdi.

Kürt televizyonunun nerelerden nerelere geldiğini bilen bilir. Bir zamanlar sanatçılar hem makyajcı, hem sanatçı, hem sunucu, hem editördü orada. Otuz kişinin yapması gereken programları bizimkiler iki üç kişiyle beceriyorlardı. Sanıyorum bu eksiklik hala devam ediyor.

Bir de duyduğum bir olay var, suç varsa anlatanın boynuna.

O günlerde bir Alman program yapımcısına video kasetleri vermişler bu kasetlerden bir program yapmasını istemişler ve ne kadar zaman gerektiğini sormuşlar. Adam, iyi bir program için bir hafta gerekir deyince bizimkiler, olur mu biz bunu akşam yayına koyacağız demişler, adam da bunu mesleğine hakaret saymış, istifa etmiş gitmiş. Bizimkiler de kesmişler, biçmişler programı akşama yetiştirmişler.

Kürtler televizyon kurdular, gazeteler çıkardılar, büyük başarılara imzalarını attılar, ama onları geliştirmek, profesyonel hale sokmakta aynı başarıyı gösteremediler. Sanıyorum bunun nedenini de en iyi kendileri açıklarlar.

Yani dedikodu yapmak istemiyorum.

Yukarıdaki sözlerle uğraşıyordum, geçen yıldan kalma bir gazeteden bir söz düştü gözlerimin önüne:

« Parasız yaşanır, ama onursuz yaşanmaz. »

Yani sanatçılara deniliyor ki, kendinizi para ile şeş tiviye sattınız!

Güzel bir söz, oldukça idealist, kulağa da hoş geliyor, ama ayakları yerde değil, havada bir söz. Gerçekleri yansıtmıyor.

Bu sözün sahibi arkadaşın yeme, içme, giyme, gezme, telefon, elektrik, su, sağlık, kira, cep harçlığı içinde yer aldığı örgüt tarafından karşılanıyor. O da yapılan bu harcamaları paradan saymadığı için kendince parasız yaşadığını ve onurunu koruduğunu düşünüyor.

Yaşamları boyunca bir işte para kazanmak için çalışmamış insanların rahatlığı duruyor bu sözde. Bir gün iş arama, bir lokma ekmek için para kazanma derdine düştüklerinde aynı sözü söyleyebileceklerini hiç sanmıyorum. Çünkü para kazanmak için iş bulmak gerek. İş bulabilmek için kapı kapı dolaşmak, rica etmek, yeteneklerini yazılı sunmak da zorunlu. Süflü, kişiliği beş para etmez bir dönercinin yanında bulaşıkçılığa razı olabilirsiniz, ama o sizi beğenmeyebilir.

Yakından tanıyanlar bilirler, benim boyacılık, duvar kağıtçılığı, marangozluk, marleycilik, çinicilik, bilumum inşaat işlerinden anlama, oymacılık, ayakkabı boyacılığı, simit satıcılığı, aşçılık, gazetecilik, yazarlık, eğitimcilik gibi yığınla mesleğim var. Devlete karşı mücadelede bunlarla doyurdum karnımı. Bok temizlemek de bir iştir, benim bir süre yaptığım gibi kapıcı yardımcılığı da, bulaşıkçılık da. Onun bunun emrinin altında çalışmak insanın onurunu kırar bal gibi. Ama para kazanılmak zorundadır, çünkü parasız asla yaşanılmıyor. Saydığım meslekleri yaparak yarattım ben kendilerinden hiç bir gelir elde edemediğim kitaplarımı.

Kaldı ki bu arkadaşların bir çoğu mültecisi oldukları Alman devletinin onlara sağladığı sosyal yardım parasını da paradan saymıyorlar her halde. O yardımla yaşıyorum ben de ve bu durum beni çalışarak, bok temizleyerek de olsa çalışarak yaşamaktan fazla yaralıyor. Ne zaman o resmi dairenin kapısının önüne gitsem geriye hasta olarak dönüyorum.

Eğer toplumun dışında değilsek, eğer dilenmeden yaşamayı düşünüyorsak, en azından günlük geçimi kimselere muhtaç olmadan sağlayabilecek kadar para kazanmak gerekir. Sonuçta herkesin içine bir şeyler tıkması gereken bir midesi var değil mi ?

İşte ol nedenlerle, demem o ki, şeş tivide para alarak türkü söyleyenleri ben hain saymıyorum. Kaldı ki aynı insanlar yakın bir zamana kadar para alarak gecelerde, festivallerde de şarkı söylüyorlardı ve böyle yapmaları asla onur kırıcı bir davranış sayılmıyordu.

Sanatçılar devletin sözlerini yinelemedikleri, o sözleri desteklemedikleri sürece benim açımdan hiç bir sorun yok. Ama neden, niçin açtıkları belli olan, şeş tividen yağ çıkarmaya çalışan yayıkçı Tayyip Erdoğan’a ve neresine ne olduysa birden « Ana dil kutsaldır » diye bağırmaya başlayan Abdulkadir Aksu’ya söyleyecek bir çift sözüm var.

“TRT Şeş bi xer be »
dedi başbakan. Ana dilin bir hak olduğunu keşfetti Aksu.

Ne diyorduk biz eskiden?
Ocağın batmaya...
Şimdi değişti o söz, ocağınız bata!
Söndürdüğünüz ocaklar kadar sönsün ocağınız !
Oğlunuza, kızınıza ağlayasınız!
Kara yerlere yeksan olasınız da toprak sizi kabul etmeye !
Keskin küreklerin ağzına gelesiniz! (Birini toprak kabul etmeyip hortlayınca, toprağa değmemiş keskin kürekle öldürmek gerekirmiş. Öyle diyor İslamın süflü bilginleri.)
Yanlarınız çürüye kara yataklarda da 12 yaşında hapse tıktırdığınız bir Kürt genci gelip öl demeden ölemeyesiniz!
Ben Kırklar Tepesi’nin gölgesinde büyümüşüm, gargışım, ilenmem, bedduam tutar, üç sözcüğün üçü aynı kapıya çıkar, lanettir !
İnandığınız tanrının laneti üzerinize ine !
Ve sonra, gorgabor olasınız, mezar taşınıza en büyük puntolarla XQW yazıla!
Ve gidip Arasat’ta üç harf arasında kalasınız, zebaniniz bir Kürt ola!

Yeni yıl ceninden özürlü de olsa bir çok çocuğa gebe.
Bakalım doğacak çocuklar neye benzeyecekler.

Bu arada ben hala eski slogandayım, unuttum sanmayın.

Bu yıl da her yazım onlarla son bulacak. Geçen yıl güç katmayanlar umarım hiç değil bu yıl omuz verirler.

Zindanlar boşalsın! Siyasi genel af!

Hiç yorum yok: