15 Kasım 2008 Cumartesi

AHMET KAYA İÇİN

Prof. Dr. M. ŞEHMUS GÜZEL

Can adamdı. Candan adamdı. Mütevaziydi. Kalender tanımlamasına en iyi uyan birkaç insandan biriydi Ahmet Kaya. Kararlı. İnançlı. İnanmış. Kavganın içindeydi.

Türküleri hep ağlamaya yakın duran kızğınlık ve isyan, red ve başkaldırı tomurcuklarının yeşerdiği güzelliklerdir. Türküleri bizimle kardeştir. Sesinde hep bir melankoli duyumsanır ve o nedenle mutlaka ağlatırdı dinleyicilerini. Başı dumanlıydı Ahmet Kaya’nın. Başkaldırıya davet ediyordu.

Türkülerinde gerçek yaşam var. Mücadeleler yüklü yaşam. Dertler ve arzular taşıyan. Ve asla yorulmayan. İsyanlara gebe yaşam. Onun için Ahmet Kaya « Başkaldırıyorum »u en iyi söyleyendi. Söylemek için çünkü bilmek lazım. Bilmek için çünkü yapmış olmak, yaşamış olmak gerekir. Ahmet Kaya hem oydu hem de bütün bunlara sahipti. « Ağladıkca dağlarımız yeşerecek göreceksiniz » diyen ozandır Ahmet Kaya. Ağladıkça...

Duyarlıydı. Çok duyarlıydı. Türkülerinin, sözcüklerinin toplumsal, kültürel ve siyasi eylemlerden daha etkili olduğuna inanıyordu. Öyle olduğunu sanıyordu. Sanatçıyı sanatçı yapan özelliklerden biri budur işte. Evet duyarlıydı Ahmet Kaya : Halkına, geniş çok geniş toplumsal ailesine, kendisine ve ailesine yapılanlara, yapılan haksızlıklara, sömürüye, küçük görmelere, kimliklerin rededilmesine umursamaz kalamıyordu. Duyarlılığı buralardan geliyordu. Bu da sanatcının özüdür.

Ahmet Kaya ozandı. Çeketini yağmura asar. Ağzından ayışığı fışkırır. Kunduralarını güneş ışıklarıyla boyar. Gençliğini kimse bilmez. Bir o bilir. Bir o.

Türküleri gerçek hayattır : Fransa’da Renaud, Şili’de Victor Jaro, ABD’de Bob Dylan ve Joan Baez ile kardeştir. Anlatıcısıdırlar gerçek insanların yaşamını türkülerinde. Yaşanan yaşamı seslendirirler. Palavra yok burada. Gerçek hayat var.

Ahmet Kaya Kürttü. Özgürlük hayranı ve Kürt halkının davasının inanmış ve kararlı savunucularındandı.

Ahmet Kaya ile 8 Ağustos 1989’da Paris’in güney banliyölerinden Gringny’de bir dostunun evinde tanıştım. O günlerde kısa bir süre için yurtdışına çıkmıştı. Ve 29 Temmuz 1989 tarihli Hürriyet gazetesi uydurma bir haberle Ahmet Kaya’nın « Fransa’ya iltica ettiğini » yazmıştı. Ahmet Kaya bir basın toplantısıyla hemen yalanlamıştı bu asparagası, ama buluşup bu uydurma haberin nedenlerini konuşmak ve biraz sohbet etmek istedim. Öyle de yaptık. O günkü konuşmamızda Avrupa’ya yıllar sonra yeniden gelmesi vesilesiyle neler duyumsadığını da anlattı. Verdiği konserlerde dinleyicilerin tepkilerini de aktardı. Daha 15-16 yaşındayken bir süre yaşadığı Almanya ile 1989 Almanya’sı arasında karşılaştırmalar da yaptı. Ahmet Kaya o gün birkaç saat süren söyleşimiz sırasında birçok şey anlattı. Ve bir ara aynen şunları söyledi : « Türkiye’nin insanlarını, devrimcilerini ve emekçilerini özledim. » Ülkeden ayrılalı daha birkaç hafta olmuştu ama o özlem duyuyordu : Ülkesine ve ülkesinin sevimli insanlarına. (Bu söyleşinini tümünü Söyleşiler : Vir-Gül-Üne Dokunmadan isimli kitabımda bulabilirsiniz. Kaldıraç Yayınevi, İstanbul, 2008.) Ahmet Kaya’nın 1999’da Paris’e yeniden gelişi ve 16 Kasım 2000’de vefatına kadar süren dönemi anlamamız için bu sözleri son derece açıklayıcıdırlar. Evet Ahmet Kaya ülkesine ve sevimli insanlarına hayrandı, Aşıktı. Duyarlılığının kaynağı oradaydı, onlardaydı.

1989’dan 1999 sonuna kadar Türkiye’de kaldığı süre içinde birçok konser verdi. Birçok şey yaptı. Keselerini açıp önüne dünyalar kadar para dökmelerine rağmen, gazino ve/veya barlarda türkü söylemedi. Kural sahibiydi Ahmet Kaya. Kurallarına sayğılı. Dinleyicileriyle ve hayranlarıyla ilişkisini sıkı ve sahici konserleri ve kasetleriyle sürdürdü.

Sonra yeniden Paris’e geldi. Neden geldiğini artık anlatmıyorum. Biliyorsunuz mutlaka. Ve sorumlu olanların pis sırıtmalarını gözlerimizin önüne getirmek mümkün. Yılmaz Güney, Nazım Hikmet gibi halkla en iyi ilişkileri kurmuş olan bir sanatcımızı daha yurt dışına çıkmak zorunda bıraktıkları için kına yakmışlardır emin olunuz. Ama Ahmet Kaya Avrupa’da bütün duyarlılığını ve bütün zekasını halkının hizmetine sunmaktan çekinmedi. O halkını seviyordu. Halkı da onu. Boş durmadı : Konserler, konserler yine konserler...televizyon ve radyo programları. Ziyaretler. Yeni insanlar. Yeni yüzler. Düş kurmayan gerçek yüzler.

Birçok tasarısı da vardı Ahmet Kaya’nın. Tıpkı Yılmaz Güney ve Mahmut Baksı gibi kafasında binbir proje. Sinemayla ilgileniyordu örneğin. « Yılmaz Güney’in Umut filmiyle başlattığı anlayışı ileriye taşımayı » hedefliyordu. Temmuz 1999’da Yeşim Ustaoğlu’nun Güneşe Doğru filmi üzerine Paris’te sohbet ederken, şunları söyledi : « Gecekondu evindeki sahneler teknik bakımdan yetersiz. Bizzat bir evde çektiklerini sanıyorum. Oysa bir ‘plato’ yapılsaydı ve orada çekilseydi o sahneler daha yerinde olurdu. Kameralar iyi kullanılmamış. » Bu filmin konusuna ilişkin olarak ta şunları belirtti : « Kürtler bugün kentlerde esrar, uyuşturucu, kadın ticareti ve benzeri pis işlerde çalıştırılıyor, böylece yok edilmeye çalışılıyorlar. Bu tipler gösterilmeliydi. Benim için çelişki metropollerde. Böyle bir filmi gecekondudan başlatmak gerek. » Bu konunun Zeki Demirkubuz’un Masumiyet filminde işlendiğini hatırlatmam üzerine Ahmet Kaya, bu filmi çok beğendiğini söyledi ve şunları ekledi : « Evet, haklısın, doğru. Zeki Demirkubuz iyi bir sinemacı. »

Klipler yanında uzun filmler yapmak istiyordu. Daha çok şey yaratacaktı Ahmet. Konserlerden, turlardan vakit kalsaydı. Kimse ona ayrılan zamanın kıt olduğunu bilmiyordu. Bilmesi de mümkün değildi. O koşturuyordu, zamanla yarışıyordu.

Ahmet’in derdi başkaydı : Boğaziçi’nden, ailesinden, eşinden ve çocuğundan uzakta olmak. « İstanbul’da bir seslenince sesim öte yakadan duyulur » diyen Ahmet Paris’teydi ama Paris onda değildi. Ahmet yalnızdı Paris nam rüküşte. Bu kentte kardeşlerim,yalnızlık, sokaklara, caddelere, meydanlara, lokantalara, sinema salonlarına ve evlere sinmiştir. Ve bu yalnızlıktan kurtulmak mümkün değildir. Hele siz de yalnızsanız. İyi ve yakın dostlarının yol arkadaşlığı, yoldaşlığı da Ahmet’i bu yalnızlıktan kurtarmaya yetmiyordu. Yetemezdi. Bu Ahmet Kaya sokağa çıktığında tanınmışlığa, lokantaya gittiğinde büyük bir sevgi ve çoşkuyla karşılanmaya alışmış Ahmet Kaya’dır. Bu Ahmet Kaya ki bir yere çıktığında birçok ardakaşı, eşi ve dostuyla gitmeye alışkın Ahmet Kaya’dır : Paris’in yalnızlık kokan akşam saatlerine ayarlayamadı kendini. Avrupa türü yaşam biçimi Ahmet için değildi. Daha önce Yılmaz Güney için olamadığı gibi. Zordu bu yaşam biçimi. Tatsızdı. Akşam yalnızlıklarının ağırlığında kaldırılması olanaksızdı...

Ama ne olursa olsun Ahmet Kaya Nazım Hikmet’le dolaştı Paris sokaklarını, gençliğini yaşadı... Ve sonra zamanı gelince Yılmaz Güney’le buluştu : Pere Lachaise’de şimdi iki sevimli insan, iki devrimci, iki çok iyi sanatcı komşudur. İnanmayacaksınız belki ama yattıkları mekanlar birbirine iki adımlık mesafededir. Yılmaz’ı ziyarete giden Ahmet’e Ahmet’i ziyarete giden Yılmaz’a ugramadan ayrılamaz oradan. Ve kimi bir de bakarsınız herbirine üç gül bırakır : Biri kırmızı, biri sarı, biri yeşil. Birkaç adım ötede bakarsınız pat diye karşısınızda Edith. Hangi Edith mi ? Edith Piaf ! « Serçe » Edith evet, ta kendisi. Ahmet Kaya gibi sokakların dilini konser salonlarına taşıyan sanatcı. Sevimli. İnce. Güleç. İşte bir ağaç altında Yves Montand ile Simone Signoret. Burası Paris tamam, buna bir itirazımız yok. Ama bakar mısınız lütfen : Edith gerçek soyadıyla Gassion : Biraz İspanyol, biraz Berberi, biraz İtalyandır. Yves asıl adıyla Yvo Livi ise işte ismi üstünde ya, tamamen İtalyan : Babası Mussolini faşizminden başını ve çocuklarını kurtarıp Marsilya’ya sığınmış İtayan Komünist Partisi ve daha sonra Fransız Komünist Partisi militanı sıkı bir adam. Anası tam bir « mamma ». Aynı mekanda Auguste Blanqui’yi de buluyoruz : « Le partageux de La Commune de Paris ». « Sosyalizm ve Barış mücadelesinin eşsiz militanı Henri Curiel »i de. Marx’ın genç ve güzel kızı Laura ile damadı Paul Lafargue’ı da. İkinci Savaş yıllarının Direnişçilerini ve isimli isimsiz binlerce ihtilalciyi de. Herkes burada. Jim Morrison bile gelmiş : Ta ABD’lerden kalkıp, koşarak. ABD’de kalsaydı kimbilir kaç yıl hapis cezası kesilecekti : Nedensiz ! Abdurrahman Qassımlo ise biraz yukarıdaki tepede yatıyor. Yoldaşlarıyla. Ülke özlemi baki. Ahmet Kaya yalnız değil. Bu doğru. Ama bu kadar erken gelmek mi gerekiyordu randevularına ?

Çok genç ayrıldı Ahmet. Çok genç evet : 43 Yaşınızda elveda demek ölüm değil haksızlıktır. Bunun adı ölüm olamaz. Kaya’yı anlamak ve anısını yaşatmak umuduyla tarihini, gerçek hayatını, sanatını yazmak isteyenlerin, isteyeceklerin onun bütün söylediklerini ve yaşadıklarını inceleyeceklerinden eminim. Kültürel dünyamızda çok kısa zamanda çok büyük bir çıkış yapan ve sınırlı zamanına dünya kadar iş sığdırmasını bilen Kaya’nın ciddi araştırmalara ve bilimsel tezlere konu olacağından eminim. Genç kuşak araştırmacıların bu işi en iyi biçimde kotaracaklarını umuyorum. Bize gelince, pencerelerimize bakmalıyız her sabah kuşluk zamanlarında : Ahmet Kaya’nın boncuktan kuşları konmuş olabilirler çünkü her an.

« Bana Diyabakır’dan, Bitlis’ten bir avuç toprak, İstanbul’dan bir soluk lodos getir » diyor Ahmet Kaya : Ziyaretine gelecekler/gidecekler artık bilmiyorduk diyemezsiniz.

« Ağladıkça /geceyi tutacağız /görecek göreceksiniz /Ağladıkça /dağları gececeğiz /görecek göreceksiniz. »

1 yorum:

Komünist Gündem dedi ki...

Kemal Doğan / O CEKET DEĞİL, KAFA TUTTU

Seni Unutmadık, unutturmayacağız....




Ahmet Kaya Malatya'da beş çocuklu bir ailenin en küçüğü olarak 1957 yılında yaşama gözlerini açtı.Dünyaya geldiği andan itibaren yüz yıllık bir yalnızlığa yelken açtı.Yanımızdaykende bizden uzaktaykende başı dikti ; onun içindirki bu meleketin ,devrimcileri, demokratları Ahmet Kayayı bir an bile olsa unutmadılar. O hayattayken çok güzel şarkılar söyledi.Şarkılarıyla umutsuzluğun nüksettiği zamanlarda bir kardelen çiçeğiydi adeta. Devrimin , mücadelenin zor sokaklarından koparıldığı, korkunun ve iteatin karanlık yıllarında, korkuya ve haksızlığa karşı, bir bayrak gibi dalıverdi hayatımıza.Bir biri ardına yasaklanan konserleri, bir türlü bastırılamayan kelimeleri ile her zaman yanımızdaydı.






Bağlamanın bu ülkede Devrimle olan bağı, tarihin hiç bir döneminde koparılamadı.Çünkü o bağlamanın sesi , halkın umudu oluyordu.Nefret ettiği her şey nefret edilesi, sevdiği her şey sevilesiydi.Boğazlara düğümlenen acıyı, şarabın fena kırmızı olduğunu, devrimcinin sevgisinin sonuna kadar olduğunu bir kez daha söyledi. Aşkı acı anlattı; nasıl başka türlü bir şey olabilirdi aşk bu memlekette ? Acı günlerin güzel şarkılarını söyledi.Kavgadan uzak değildi.Egemenler hiç sevmezdi onu çünkü o ceket değil kafa tuttu.Onun içindirki bu ülkenin devrim tarihini yaratanlar, mücadeleye omuz verenler, hatta yorgun demokratlar bile Ahmet Kaya'yı unutmadı, unutturmadı. Bağlamayı ilk kez babası boyu, kadar bir bağlamayla eve geldğinde tanışır.Mutluluğun bu olduğunu düşünür.24 Temmuzda ,bir işçi etkinliğinde sahneye çıktığında henüz 9 yaşındadır. Yaz tatillerinde dayısının yanında çalışır.O dönemde tutuklanan abisine hitaben ilk parçasını besteler. " Bir Wolkswagen alacağım, adını Başar koyacağım " der. Abisinin tutuklanması onda derin izler bırakır.






Artık o da bol paçalı pantolonlar giyen uzun saçlı 68'lilerden etkilenen bir gençtir. Babasının çalıştığı fabrikadan emekli olmasıyla İstanbul'a yerleşirler.Türkülerden, Devrimci marşlardan, Ruhi Su ve Z.Livaneli'den müzikal anlamda etkilenir.Ama kendi sesini aramaktadır.Bütün boş zamanlarında bağlama çalıp şarkılar söylemektedir. İlk kasetini 1985 yılında çıkartır.Albumün adı " Ağlama Bebeğim"dir.Bu arada Üniversite öğrencileri, dar gelirliler,12 Eylül darbesinden nasibini almış çeşitli kesimler,tutuklu yakınlar onun dinleyici profilini oluşturur.Varoşlarda yükselen ses Ahmet Kaya'dır.Kısa bir süre sonra ikinci albümünü çıkartır.Üçüncü albumü "Şafak Türküsü"yle ülkenin gündemine oturur.Albüm, idam cezaları ve hapishanelerde bulunan binlerce insanın ve onların ailelerinin sesidir. Olgunluk çağında ülkesinin içinde bulunduğu olumsuzluklara,mevcut gidişhatta ve sistemin bozukluğuna karşı şarkılarıyla mücadele etmeye çalışan bir muhaliftir.Başı zaman zaman derde girer, bir çok yerde konserleri yasaklanır.






Albümleri sakıncalı bulunarak toplatılır.Bu süreçin yansıması kaçınılmazdır.Yeni albumünün adı " Başım Belada"dır.O yüzden profesyonel müzik yaşantısı boyunca onun müzüğine çeşitli isimler bulunsada Ahmet Kaya kendisini toplumcu gerçekçi sanat katogorisinde görmüştür. Türkiyede her söylediği söz ve şarkı olay olan Ahmet Kaya hakkında bir çok dava açıldı ve kendi deyimiyle Emniyetler onun ikinci adresi oldu.Buna rağmen kimliğini hiç bir zaman inkar etmedi. Magazin Gazetecileri Derneği Gecesi'nde Kürtçe şarkılar söylemek istediğinive elbet o şarkıların kliplerini yayınlayacak kanalların çıkacağını söylemesi sonrasında, milliyetçi hezeyanlar içinde linç edilmeye çalışıldı.Salon bir anda karışmış, çatal fırlatmalar, küfürler ...






Ahmet Kaya hakkında yurt dışında verdiği konserlerden dolayı vatana ihanet suçlamasıyla davalar açıldı.Ama biz Nazım Hikmet'in şiirinden kimin vatan haini olduğunu iyi biliriz. 16 Kasım günü saat 6'da toprağından uzakta kalp krızı geçirerek ölümsüzlüğe gitti.O bizi hiç unutmadı, demokrasi mücadelesine omuz vermiş herkesle kol kola yürümek istemişti. O şimdi Paris Komünarlarıyla Pere Lachaise mezarlığında yatarken, bize Devrimci Duruşu ve sesi kaldı.