1 Nisan 2011 Cuma

Libya’ya emperyalist saldırı: Garp cephesinde yeni bir şey yok...


Fikret Başkaya

“Bir gün iki haydut [Pekin’deki] Yazlık Saray’a girdi. Biri yağmaladı, diğeri ateşe verdi. İki muzafferden biri cebini, diğeri sandığını doldurup ellerini sallayarak, güle oynaya Avrupa’ya döndü. İşte iki haydutun hikayesi böyleydi. Biz, Avrupalılar uygarız ve bize göre Çinliler barbardır. İşte uygarlığın barbarlığa yaptığı bu. Tarih önünde bu iki hayduttan birinin adı Fransa, diğerinin adı da İngiltere’dir”.

Victor Hugo [Yüzbaşı Butler’e mektup]

Victor Hugo yukarıdaki satırları 1860 yılında İmparator Xianfeng’in rezidansının İngiliz ve Fransız askerleri tarafından ele geçirilmesi üzerine yazmıştı. Acaba bu gün Libya’da olup-bitenlere dair de bir şeyler yazsaydı, meramını nasıl anlatırdı dersiniz? Mesela şöyle yazar mıydı: “Başını ABD’nin çektiği bir emperyalist çetesi Libya’yı ‘adam etmekte’ kararlı...” Avrupalıların yeryüzünün efendisi oluşunun tarihi Kristof Kolomb’un [1492] macerasıyla başladı. Amerika kıtasına ayak basan ilk konkistatörler, kıta halkına cennet vâdettiler. Bunun için Hıristiyan olmaları yetiyordu. Slogan da az-çok şöyleydi: Hıristiyan ol ruhun cennete gitsin... Avrupalı ‘Fatihler’ Amerika kıtasına ayak bastıklarında, Kuzeyden güneye Amerika kıtasının nüfusu 80 milyondu. XVI. yüzyılın ortalarında, yaklaşık 60 yıl sonra kıtanın nüfusu 10 milyona inmişti... Aslında bu Avrupalı fetihçilerin [Konkistatörlerin] sözlerinde durduklarını gösteriyor... Öylesine hızlı ve ‘etkili’ bir jenosit uyguladılar ki, yaklaşık yarım yüzyılda 70 milyon insanın ruhunu Hıristiyan cennetine göndermeyi başardılar. Sonra sıra Afrika kıtasına gelecekti. İkinci jenosit Afrikalı siyahlara uygun görüldü ve köleleştirme ve köle ticareti sonucu koskoca kıtanın dokusu yırtıltı... Sanayi devriminden sonra sıra Avrupa dışı dünyaya uygarlık götürmeye gelmişti ve buna uygarlaştırıcı misyon deniyordu... Beyaz Adam kendini dünyayı uygarlaştırmaya memur edilmiş sayıyordu ve bir süre ‘uygarlaştırdılar...’ İkinci emperyalistler arası savaştan sonra sıra kalkındırmaya gelmişti ve otuz-kırk yıl kadar da kalkındırdılar... Son otuz yıldır da küreselleştiriyorlar ama bu arada başka hayırlı işler yapmaktan da geri kalmıyorlar. İnsan hakları götürüyorlar, demokrasi götürüyorlar, barış götürüyorlar, ‘sivilleri koruyorlar’, tabii bunlara uygarlığı terörizm belasından kurtarmak da dahil... İnsanî misyonlar birbirini izliyor ve “insânî yardım” götürmek için de “insânî müdahale ” [savaş olarak okuyunuz...] gerekiyor... Elbette uygarlık timsâli Batılılara da yakışan odur...

Velhasıl Garp cepnesinde yeni bir şey yok! Batı’nın zenginliği, dünyanın geri kalanının boyunduruk altına alınmasının, köleciliğin, yağma ve talanın, jenositlerin, katliamların, bazı uygarlıkların tarihten silinmesinin, sömürgeciliğin ve emperyalizmin sonucuydu ama Batılılar bunu hiç bir zaman kabul etmediler. Tam tersine, kendilerini hep ‘büyük insanlık’ karşısında alacaklı saydılar. Oradaki mantık da kabaca şöyleydi: Avrupalı, “öteki halklara” manevî şeyler veriyor, onları medeniyete sokuyor, kendi medeniyetinin ürünlerine onları ortak ediyordu... Oysa, karşılığında aldığı şeyler, sömürge ve yarı-sömürgelerden gelen maddi şeylerdi ve hiç bir zaman kendi sunduğu manevî şeylerin karşılığı olamazdı... Aslında bu, egemenlik ilişkisinin değişmez kuralıdır. Egemen olan, manevî zenginliğin taşıyıcısı ve sahibi olduğuna inanır... Ve karşılığında “önemsiz” maddi şeylere hakkı olduğunu düşünür...

Emperyalist Batı, şimdilerde Güney denilen Asya’nın, Afrika’nın, Latin Amerika’nın doğal kaynaklarını yağmalamadan mevcut ayrıcalıklı konumunu devam ettiremez. Yaklaşık son iki on yıldaki emperyalist saldırının sıklaşmasının ve yoğunluğunun artmasının asıl nedeni bu... Batı’nın, şu anki üretim ve tüketim hovardalığını ve çılgınlığını devam ettirebilmesi için, değirmenin suyunun kesilmemesi, suyun akmaya devam etmesi gerekiyor ve değirmenin suyunun nereden geldiği mâlûm... Aksi halde TC’nin de bulaştığı emperyalistler koalisyonunun Libya’ya saldırısını anlamak ve açıklamak zorlaşırdı... Irak’a, Afganistan’a, Somali’ye, vb. peşi sıra yapılan önceki saldırılar, kollektif emperyalizmin [ABD, AB ve Japonya] yeryüzünün doğal ve beşeri kaynaklarını sömürme, yağmalama ve talan etme gereğinin bir sonucu olarak gündeme geldi... Velhasıl Batı, yeryüzünün lânetlilerinin yaşadığı bölgelerdeki, doğal kaynaklara, yeraltı ve yerüstü zenginliğine [petrol, doğal gaz, stratejik madenlere: kobalt, uranyum, krom, menganez, platin, vb.], biyolojik zenginliğe el koymadan mevcut emperyalist status quo’yu sürdüremez. Bunun için söz konusu kaynakların asıl sahipleri olan halklar tarafından kullanılmasını engellemek gerekiyor. Bu amaç için de emperyalist yalanlar üretiliyor. Yalan medya tarafından üretilip, hızla yayılıyor, ve yalanın yarattığı durumdan uluslararası toplum denilen ‘rahatsız’ oluyor, ‘Dördüncü kuvvet’ de denilen medya işini tamamlayınca, sıra Birleşmiş Milletler’in devreye girmesine geliyor ve NATO’lu veya NATO’suz bir saldırı başlatılıyor, üstelik saldırılara şiirsellikle yüklü adlar da bulunuyor... Bu da tabii ‘uygar Batılılara’ yakışan bir şeydir...

Bu vesileyle bazı şeylere açıklık getirmek önemlidir: 1. Birleşmiş Milletler Örgütü, birleşmiş milletlerin değil, devletlerin örgütüdür, netice itibariyle halkların örgütü değildir. Bütün devletlerin de değil, bazı devletlerin [ABD, İngiltere, Fransa başta olmak üzere] emperyalist ülkelerin çıkarlarının bekçiliğini yapan bir örgüttür. Asıl misyonunu gizlemek için de insâni bir dil ve retorik kullanmaktadır, güya insânî misyonlar üstlenmektedir, dünya barışının güvencesidir, vb.... İlk [Irak] Körfez Savaşı BM onayıyla gerçekleşti ve 11 yıllık amborgo sonucu 1 milyon çocuk öldü... Bu örgütün araçlaştırdığı “insânî söylemler” sadece ahmakları aldatmak içindir... O halde doğrusu nedir denecektir? Doğrusu kapitalizmin var olduğu bir dünyada, emperyalizm kaçınılmazdır, emperyalizmin olduğu yerde de savaş kaçınılmazdır, velhasıl emperyalizm savaşsız, hegemonya da düşmansız yapamaz, düşman ‘yaratmanın’ yolu da şeytanlaştırmaktan geçiyor ve bu işi de yalan makinası medya yapıyor...; 2. Şu Uluslararası toplum denilen de Başta ABD olmak üzere Batı Avrupa’nın büyük ve küçük emperyalist ülkeleri, Japonya, Kanada ve Avusturalya’dan ibarettir. Velhasıl bıktırıcı bir şekilde sözü edilen uluslararası topluma Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinin halkları dahil değildir... Bu yüzden neden söz ettiğini bilmek önemlidir; 3. NATO, emperyalist bir askerî saldırı paktıdır. Misyonu ve varlık nedeni her zaman ve her koşulda emperyalist tekellerin, devasa oligopollerin kârını güvence altına almak, kapitalizmin bekçiliğini yapmaktır. Barışın değil, savaşın hizmetindedir. NATO sadece Sovyet sistemine karşı kurulmuş bir askerî pakt değildi. Aksi halde Sovyet sisteminin çökmesinden sonra lağvedilmesi gerekirdi. NATO, kapitalizmin reel ve potansiyel “düşmanlarına” karşıdır, dolayısıyla Batılıların sosyalizm düşmanlığı ve Üçüncü Dünya [Güney] düşmanlığı bir ve aynı şeydir. Aksi halde NATO’nun Afganistan’dan, Libya’ya ne işi var denecektir? Başlarda NATO, Batı Avrupa ülkelerinde işçi sınıfının muhtemel bir kalkışmasını ezmek üzere peydahlanmıştı.

Eğer hafıza-ı beşer nisyan ile mâlûl olmasaydı...

Libya’ya emperyalist saldırının gerekçesi sivilleri korumakmış!.. ABD Irak’ı oraya demokrasi ve özgürlük getirmek, Irak halkını Saddam’dan kurtarmak için işgal etti ve operasyon 2 milyon sivilin ölümüyle sonuçlandı... Sanırsınız ki, emperyalist efendilerin hâlisâne insânî kaygıları var... O zaman Birleşmiş Milletlerin ivedilik ve öncelikle Bahreyn ve Yemen için bir karar çıkartmsası gerekmez miydi? Zira orada her şey apaçık ortada olduğuna göre... Bırakın karar çıkartmasını Amerikan uşağı Suudiler, hakları ve özgürlükleri için ayaklanan halkı katletmek için ABD onayı ve himayesinde Bahreyn’e asker ve askerî malzeme sevkediyor. Bu durum Birleşmiş Milletler şartına göre derhal müdahaleyi gerektirmiyor mu? Zira, Birleşmiş Milletler şartı, dış müdahale söz konusu olduğunda, bunu dünya barışına bir tehdit sayıyor ve müdahaleye cevaz veriyor. Lâkin bu koşul Libya için oluşmuş değil. Libya petrol zengini bir ülke olmasaydı siviller sorun edilecek miydi? 1856 yılında Emperyalist İngiltere ve Fransa, Osmanlı İmparator’luğuna saldırdıklarında gerekçe ‘Hıristiyan azınlıkları korumaktı’... Asıl amacın neyi korumak olduğu ilerleyen dönemde anlaşılmadı mı?

Saldırı için önce bir medya yalanı üretiliyor, insanlar yalana inandırılıyor ve arkasından emperyalist saldırı geliyor. ABD’nin yüz yıllık tarihi, medya yalanları üzerine çıkarılmış savaşların tarihidir. Irak için üretilen yalanlar 1898’deki ABD-İspanya Savaşı’ndakinin bir tekrarıydı. 15 Şubat 1898'de Amerikan zırhlı savaş gemisi Maine, Havana Körfezinde infilak ederek batmıştı ve inflak sonucu 260 asker ölmüştü. Amerikalılar geminin gövdesine İspanyollar tarafından mayın yerleştirildiğini ileri sürerek, bunu bir savaş gerekçesi yapmışlardı. Bu amaçla kamuoyu aldatılmış/kandırılmış, insanlar savaşa ikna edilmişti. Maine’in infilak sonucu batışıyla ilgili yalan sadece gazeteler tarafından büyütülmekle kalmadı, yalanı büyüten gazetelerin tirajı da yalanla birlikte büyüdü... Nitekim, New York Journal’in tirajı önce 30 binden 400 bine çıktı, arkasından da 1 milyon sınırına dayandı. Aradan 13 yıl geçtikten sonra [1911] geminin, makina odasındaki patlamadan kaynaklanan bir kaza sonucu infilak ettiği resmen kabul edildi... Önce bir yalan üretiliyor, yalanın ortaya çıkması ihtimaline karşı da acilen müdahale başlatılıyor. Afganistan’a saldırı öncesinde Taliban, eğer New York’taki Dünya Ticaret Merkezi suikastında Bin Ladin’in dahli olduğu kanıtlanırsa, uluslararası bir mahkemede yargılanma sözü verdikleri halde bombardımanlar hemen başlatıldı. Benzer bir durum Saddam Hüseyin için de geçerliydi. Saddam Hüseyin Birleşmiş Milletler denetçilerinin dönüşünü ve daha bir çok şeyi kabul etmişti ama bütün bunlar Bağdat’a ve öteki Irak kentlerine bomba yağmurunu engellemeye yetmedi. Kaddafi de ateş kes ilan edip, uluslararası gözlemciler gönderilmesini kabul ettiği halde, akıl almaz bir hızla ülkeye bomba yağmuru başlatıldı... Aynı şekilde arabulucuların girişimleri de reddedildi... Neden? Şu açık nedenle ki, asıl amaç başkaydı ve asıl amaç ekonomik/jeostratejik emperyalist çıkarlardı... Bölgenin denetimini elde tutmak, Siyonist rejimin güvenliğini sağlama almak, Siyonist rejime ‘dost’ olmayan rejimlerden [ İran, Suriye, Libya] kurtulmak ve işe en ‘kolay lokma’ olandan başlamak... Oralara Karzai türü kuklalar yerleştirmek...

Savaş çıkarmanın, Libya’ya saldırmanın emperyalizm için saymakla bitmez “yararları” var. Birincisi, Libya en önemli petrol ülkelerinden biri. Son tahminler Libya’nın petrol rezervinin 60 milyar varil, doğal gaz rezervinin de 1500 milyar metre küp olduğunu gösteriyor. Libya dünya rezervlerinin %3,5’una sahip ama Orta Doğu ve Orta Asya bölgesi dünya rezervlerinin %60’na sahip.. Savaş petrol devleri, silah tekelleri, inşaat firmaları için tam bir ganimet demeye geliyor . Her savaşta yeni silahlar deneniyor, her savaşta savaş baronlarının kârı büyüyor, silahlanma yarışı tırmanıyor, büyük inşaat firmaları aç kurtlar gibi savaş çıkmasını bekliyor... Onlar için savaş demek yıkılanın yeniden inşası, yani kâr demek... Petrolün çokuluslu petrol devleri için nasıl kârlı bir şey olduğunu görmek için basit bir hesap yeterlidir. Libya’da bir varil petrol üretmenin maliyeti sadece 1 dolar ve şimdilerde petrolün varili dünya piyasalarında 100 doların üstünde satılıyor... Petrolün özelleştirildiği durumda bunun nasıl astronomik bir kâr oranı demeye geldiği açık değil mi? Elbette Ayaklanma öncesinde de petrol tekelleri Libya petrolüne el koymuş durumdaydı. Fransız Total, İtalyan ENI, İngiliz British Petroeum [BP], China National Petroleum [CNPC], bir İspanyol konsorsiyumu olan RESPOL, Amerikan ExxonMobil, Occidental Petroleum, Hesss ve Conoco Phillips... Ayaklanma, durumu belirsiz ve istikrarsız hale getirdi ki, her biri diğeri aleyhine payını güvence altına alma ve artırma peşinde... Kaldı ki, ABD Kuzey Afrika’daki Çin varlığından da rahatsız. Aynı şekilde başta Fransa olmak üzere bölgedeki İtalyan ve İspanyol nüfuzunu da etkisizleştirme hesabı var. Gözden kaçan bir şey de Libya petrolü büyük petrol tekellerinin yağmasına açılsa da, Libya Ulusal Petrol Şirketi [ CPN] dünya sıralamasında 20’inci ki, bu şirketin özelleştirilmesinin nasıl iştah kabartıcı olduğunu da unutmamak gerekir...

Önümüzdeki dönem emperyalizmle yeni bir kapışma dönemi olacak. Emperyalizm saldırmaya mecbur, zira başka türlü yapamaz. Üç kıtanın doğal kaynakları üzerinde denetim kurmadan varlığını sürdürebilmesi mümkün değil. Ve Üçüncü Dünya halklarının, ezilen-sömürülen halkların buna izin vermesi, saldırılar karşısında sessiz ve tepkisiz kalması da mümkün değil.. Şimdilerde XX yüzyılın ilk on yılları ve sonrasına benzer bir döneme giriliyor. Bu sefer radikal bir anti-emperyalizmi, radikal bir anti-kapitalizmi ve kavramın jenerik anlamında üniversalist/komünist perspektifi, eşitlikçi, özgürlükçü, paylaşımcı, bölüşümcü, dayanışmacı, çevre duyarlılığı yüksek yeni bir kültürü içselleştirmiş halk hareketlerinin, politik hareketlerin, olayların seyrini sürekli ve kalıcı olarak değiştirmesi mümkündür. Emperyalist hesapları ve planları boşa çıkarmak, saldırının muhatabı olan kitlelerin iradesi dahilindedir ve ellerinin armut toplamadığını göstermeleri de imkânsız değildir... Son bir şey daha, Libya’ya emperyalist saldırı, Tunus ve Mısır halklarının yaktığı ateşi söndüremeyecek...

Hiç yorum yok: