16 Ekim 2010 Cumartesi

“Laz Aydınları Nereye Koşuyor?” veya “Başkası Olma, Kendin Ol” (*)



Ali İhsan Aksamaz
xvalamgeri@gmail.com

Lazlar, sınır bölgesi halkı olmalarının, her an el değiştirebilecek bir geçiş bölgesinde yaşamalarının bedelini kuşkusuz binlerce yıldan beri ödedi. En son olarak, Türkiye’nin Sovyetler Birliğiyle olan kuzey sınırı, “Soğuk Savaş Dönemi”nde NATO ve VARŞOVA paktlarının sınırlarından birini oluşturmakla kalmıyor, bir yarısı Türkiye’de diğer bir yarısı Sovyetler Birliğinde kalan Sarp(i) köyünde yaşayan Lazları da ikiye bölüyordu.

Lazlar, yeni sınırların sebep olduğu insanî, kültürel, dilsel, ekonomik vb. acı ve diğer olumsuzluklara katlanmakla, yöreden toplu göçler yaşamakla kalmamış, bir de yaşadıkları coğrafyalarda kendilerine yönelik resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerinin uzun süreli beyin yıkamalarına maruz kalmışlardır.

Günümüzde geçmişe yönelik olarak akıllar bulanık olsa bile, 20. yüzyılda Lazlar da toplumsal mücadelede önemli adımlar attı. İlk akla geliveren; Rusya’da Çarlık otokrasisine karşı Bolşevikleri destekmiş ve Büyük Ekim Devrimine de katılmış olmalarıdır. 14 Temmuz 1919'da TKF’nin kurucu komitesini Mustafa Suphi, Maksut Ekşi, Ali Rıza Keskin, Mustafa Börklüce, Murat Sarı ve Kadir Erzurumlu ile birlikte oluşturan Osman Topçuoğlu, Rize/ Pazar kökenli Laz bir Bolşevik’ti. Osman Topçuoğlu, yoldaşları ile birlikte Anadolu ve İstanbul’u karış karış dolaşmış, buralarda faaliyet gösteren çeşitli sosyalist gruplar, sendikalar ve öncü işçilerle bağlantı kurmuş, örgütlenme çalışmalarına başlamıştır. Bütün bunların sonucunda, 10 Eylül 1920’de yetmişbeş delegenin katılımı ve sosyalist grupların da bir çatı altında toplandığı 1. Kongreyle, “Komünist Enternasyonal” tarafından da tanınmış olarak ve “kendi Kızıl Ordususuyla” TKF kurulmuştu. Bu hareketin Kırım’da yayınlanan “Yeni Dünya” adlı yayın organı ise, Laz kayıkçılar tarafından Anadolu’ya taşınıyordu.

Lazların, küçük kayıklarla yaptıkları denizcilik faaliyetleri, Türkiye'nin Kurtuluş Savaşı sırasında oldukça önemli bir yere sahiptir. Büyük miktarda silah ve mühimmat, Batumi'den Samsun'a Laz takalarıyla getirildi. Sovyetler Birliği Önderliği, Anadolu’da emperyalistlere körü körüne boyun eğecek bir yönetim ve anlayışın hakim olması ihtimalinden çok fazla tedirginlik duyuyordu. Bu sebeple de, Ankara ile dostluk ilişkilerine katkı sağlayabilecek her olay, olgu ve sürece sıcak baktı; destekledi. Ankara’yı İngiliz Emperyalizmin safına yaklaştırabilecek her olay, olgu ve sürece ise, kaynağı ne olursa olsun, gücü yettiğince engel olmaya çalıştı; güney sınırlarını güvence altına almak istiyordu. O dönemde, Doğu Karadeniz’de Lazlar arasında da ciddi bir örgütlülüğü olan TKF’nin de aynı çizgide hareket ettiğini akıldan uzak tutmamak gerekir.

Sovyetler Birliği önderliğinin Türkiye ile dostane ilişkiler geliştirmek istemesi, Ankara yönetimine yönelik politikalarına yansımakla kalmamış, TKF’ye yönelik politikalarını da gözden geçirmesine yol açmıştır. TKF’nin tarihi, Lazların yakın tarihlerine ilişkin birçok bilinmezi de içinde barındırır. TKF önderliğinin katledilmesinden sonra ortaya çıkan “sisli bir alan” içinde hem TKF ve hem de Lazların TKF içindeki yerleri unutturulmaya çalışılmıştır. TKF, dönüşmüş ve yerel yeraltı kadroları da işte böylece evrilmiş ve ebedi bir “uykuya dalmıştı”!

İskender T’sitaşi, Xasan Helimişi ve parti disiplini içinde illegalite şartlarında Doğu Karadeniz’de Lazlar arasında çalışan diğer Komünist Laz kadroların TKF içindeki yeri neydi? Xasan Helimişi, TKF’den ayrı, tek başına romantik bir şair mi?! Mç’ita Murun3xi adlı Lazca gazete, Lazlar arasında ne gibi bir etkiye sahipti?

İstanbul’dan Anadolu’ya silâh ve cephane ile personel kaçırılmasında da Lazların kan ve teri vardır. Lazların Kurtuluş Savaşı’na her cephede verdiği anlamlı destek, Arhaveli İsmail’in şahsında Nazım Hikmet tarafından daha sonra destanlaştırılmıştır. Sovyetler Birliği Lazları da, Hitler Faşizmine karşı şehitler verdiler.

İş Kanununun olmadığı, çalışma saatlerinin oniki saati aştığı, tatil gününün olmadığı, kadınların doğum izni haklarının, geçim endeksinin olmadığı, sendikanın adının anılamadığı 1929 yılında, İzmir’de kurulu olan İngiliz-Amerikan ortaklığı Glen Tobacco’da “Sendika Kadınlar Komitesi”ni örgütleyerek emek tarihinin en anlamlı sayfalarından birini yazan öncü kadın emekçilerden birisi olan Laz Safiye Topçuoğlu’nu hatırlamamak mümkün mü?!

Türkiye Lazlarının kendi tarihlerini, geleceklerini ve akrabaları ve komşularıyla geçmişte ve günümüzdeki ilişkilerini sorgulayan makaleleri kaleme almaya başlamaları çok yenidir. Lazca üzerine ve Lazca yazmaları da yenidir. Ogni Kültür Dergisi’nin ancak altı sayı sürebilen yayın hayatına Kasım 1993’de başlamasıyla birlikte; Lazlar entelektüel anlamda da olsa, birçok alandaki kolektif bilinç kaybına rağmen, el yordamıyla gelecekleriyle bugünlerini birleştirecek olan geçmişleriyle yeniden köprüler oluşturmanın yollarını arama ihtiyacı duymaya başladılar.

Emek mücadelesine ışık tutacak ve destek sunacak makaleler bakımından yetersiz kalmasına ve diğer eksikliklerine rağmen; Ogni Kültür Dergisi, Lazların entelektüel düzeyde yeniden ciddiye alınmalarında ve hesaba katılmalarında birçok çevre ve alanda etkili olmuştur. Zuğaşi Berepe, Birol Topaloğlu ve Kazım Koyuncu’nun tanınır hale gelmelerinde, Ogni Kültür Dergisi’nin payı büyüktür.

Sovyetler Birliğinin çöküşü ve “Soğuk Savaş”ın bitişine kadar, bilen biliyordu ama “Laz” adı çoğunlukla “Karadenizli” yerine kullanıldı. “Lazca” ise, yine çoğunlukla “Türkçenin Doğu Karadeniz şivesi” diye bilindi. Laz, en fazla komik fıkraların aktörüydü. Bir de halk arasında Lazlar kim, diye sorulduğunda “Pontus Krallığı” işaret edildi bilmeden. Ogni Kültür Dergisi’yle başlayan yeni dönemde, Lazların Doğu Karadeniz ve Güney Kafkasya’nın yerli halkı olduğu ve Lazcanın da Megrelceyle kardeş dil olduğu anlaşıldı. Resmî ideoloji ve tarih tezleri büyük ölçüde başarılı olmuştu, ancak Lazca hâlâ yaşıyordu ve gelecek kuşaklara geliştirilerek aktarılması bir görev olarak bu halkın içinden çıkan insanların ilgi ve desteğini bekliyordu. Ogni Kültür Dergisi’nin yayınlanması, yöreye ilişkin resmî ideoloji ve tarih tezlerine ciddi bir meydan okumaydı.

Resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri, Türkiye’nin yerel dil ve kültürlerinin yaşatılması, geliştirilmesi ve kurumsal olarak gelecek kuşaklara aktarılmasını engellemekle kalmadı, bu dilsel ve kültürel farklılıkların geliştirilip yaşatılmasına yönelik geçmişte edinilmiş bilgi, tecrübe ve mücadele birikiminin ortaya çıkmaması ve sahiplenilmemesi için kolektif bir hafıza kaybına sebep oldu; korkular oluşturdu. Günümüzde bu dilsel ve kültürel zenginlikler yok olma noktasına geldi.

“Sağ”ın her zaman resmî ideoloji ve resmî tarih tezlerini savunduğunu biliyoruz. “Sol” ise, eskiden, somut öneri ve projeler yerine, “Milliyetler Meselesi”nin “Sovyet deneyiminde olduğu gibi, devrim ile çözümleneceğini” savunurdu. Sovyetler Birliği çözüldüğünde görüldü ki, bu sorun orada da çözülememiş! Bunun da ötesinde “Sol” da pratikte, tıpkı “Sağ” gibi, CHP’nin tek parti yönetiminin şekillendirdiği resmî ideoloji ve tarih tezlerinin pekiştirilmesinden öte bir davranış sergileyemedi. Özetle; “Milliyetler Meselesi” sahipsiz ve emperyalist- kapitalizmin kullanımına oldukça da açık olduğu için, tehlikeli bir konudur.

“Milliyetler Sorunu”na, emperyalist-kapitalizme karşı farklı halkların birliği ve mücadelesine katkı sağlayacak bir anlayışla bakılır, bu yolla çözüm yolları aranırsa, bu sorun çözüm yoluna girebilecektir. Değilse; bugüne kadar olduğu gibi, Abhazya örneğinde de somut olarak yaşadığımız üzere, konu emperyalist- kapitalizmin elinde önemli bir enstrüman olarak halkların boğazlaşmasına yol açacaktır.

Bu çalışmada; geçmişte dili ve kültürü yok sayılan, emek mücadelesindeki yeri unutturulan, asimile edilmeye çalışılan ve günümüzde ise, emperyalist- kapitalizmine hizmet ettiği aşikâr çeşitli resmî ideoloji ve resmî tarih tezleriyle bir yerlere eklemlendirilmeye çalışılan Lazların durumuna ve onları bekleyen tehlikelere dikkat çekmek istedim. Ancak; resmî ideoloji ve resmî tarih tezleri yalnızca Lazlara yönelik çalışmamaktadır. Kafkasya ve Doğu Karadeniz’in Gürcüleri, Abhaz-Abazaları, Megrelleri, Svanları, Çerkesleri, Pontusluları, Hemşinlileri, Çeçenleri, Ermenileri ve Müslüman veya Hıristiyan bütün halklar da aynı tehlikelerle karşı karşıyadır. Unutmayalım; bu konu, ülke ve bölgemizin çözümlenememiş “Milliyetler Sorunu”nun günümüze yansımasından başka bir şey değildir.

Dünya, “Soğuk Savaş Yılları”nın dünyası değildir. O dönemin, üzerinde uzlaşılmış saflaşma ve yapıları artık çatırdamaktadır. Dünyada ve yaşadığımız ülke ve bölgede her alan ve her anlamda köklü değişiklikler yaşanmaktadır. Ulaşım ve iletişim zor ve tehlikeli olmaktan çıkmıştır. Ufukta enerji, su kaynakları ve ham madde kaynaklarını ve aktarma yollarını sağlamlaştırmaya ve güvenliğini sağlamaya yönelik yeni saflaşmalar, ittifaklar ve çatışmalar görünmektedir. Konuya Türkiye’deki Kafkasyalılar açısından bakarsak; emperyalist - kapitalizmin ne anlama geldiğini bilmeyen, geçmiş bilinci olmayan ve geçmişle arasında sağlam köprüler oluşturması gerektiğini aklına bile getiremeyen; bu günü analiz edemeyen ve dostunu ve düşmanını tanımayan ve geleceğe ilişkin öngörüleri olmayan; program, plan ve projesi bulunmaksızın dar bir grubun adını duyurmak, fiyaka yapmak, nemalanmak ve benzerlerine üstünlük sağlamak için atılan her adım başarısız kalmakla, mücadele ruhunu zayıflatmakla, insanları saf değiştirmeye itmekle kalmayacak, yeni ve yeniden etnik boğazlaşmaların da tohumlarını atmış olacaktır.

Aynı ülkeye yurttaşlık bağıyla bağlı Kürt, Gürcü, Ermeni, Abhaz-Abaza, Çerkes, Pontuslu, Hemşinli, Çeçen, Laz vd. aydınlar öncelikle kendilerini geleceğe taşıyacak dilsel ve kültürel varlıklarını yaşatmanın, geliştirmenin ve kurumsal olarak gelecek kuşaklara aktarmanın, birlikte üretme ve paylaşmanın yollarını hep beraber aramalıdır. Hem Türkiye’de emperyalistlerin kışkırtacağı etnik boğazlaşmaların önüne geçmek ve kendi varlıklarını geleceğe taşımanın yollarını açmak ve hem de Kafkasya’daki muhtemel olumsuz gelişmelere yönelik bir nebze olsun olumlu bir örnek oluşturmak ve kendilerinin de söyleyebilecekleri olduğunu göstermek için ortak bir paydada buluşmalıdırlar.

(26 III 2010)

(*) “Doğu Karadeniz’de Resmi İdeolojiler Kuşatması” adlı kitabın ikinci baskıya önsözünden.

Hiç yorum yok: