30 Kasım 2008 Pazar

Beşikçi Eleştirilerine Cevap



İsmail Beşikçi

Özgür eleştiri bilimin ilerlemesinin, bilimsel düşüncenin gelişmesinin, demokrasinin kurulmasının çok önemli bir şartıdır. Özgür eleştiri olmadan, düşün özgürlüğü olmadan bilim yönteminin gelişmesi mümkün değildir. Hatta, düşün özgürlüğü olmadan, düşün özgürlüğü kurumlaşmadan sosyal bilimlerin mümkün olmadığını söylemek de gerekli olmaktadır.

Herhangi bir düşüncenin, görüşün bilimsel olabilmesi için, o düşüncenin kamuoyuna açıklanması gerekir. Kamuoyuna açıklanmayan görüşler, düşünceler bilimsel değildir. Çünkü, kamuoyuna açıklanmadığı için eleştiri süzgecinden geçmemiştir. Bir düşüncenin, görüşün kamuoyuna açıklanması, isteyen kişilerin, onu eleştirebilmesi anlamına gelmektedir.

Eleştiri ne zaman yararlı olur?. Örneğin, siz, yazıyla, kitapla veya bir konuşmayla düşüncelerinizi açıklıyorsunuz. Sizi eleştiren kişi düşüncelerinizi kavramışsa, yazılarınızdan, kitaplarınızdan, konuşmalarınızdan alıntılar yaparak bu görüşleri, düşünceleri eleştiremeye çalışıyorsa, bu çok yararlı bir eleştiridir, eleştiri budur. Bunun hem eleştirilen kişiye, hem de düşün hayatına yararı büyüktür. Ama, sizin yazılarınız, görüşleriniz, düşünceleriniz yeteri kadar kavranmamışsa, düşünceleriniz, yazılarınız, onlardan alıntılar yapılarak eleştirilmiyorsa, sadece, yazının genelinin yarattığı bir izlenimden kalkarak tepkisel bir durum ifade ediliyorsa, bu tutumun bir yarara yoktur. Bunun eleştirilen kişiye de düşün hayatına da bir yararı olmaz. Bu tür yazılar da zaten eleştiri değildir. Bu yazılara, bu sitemlere cevap vermek anlamlı da değildir. Bu süreçten bir şey çıkmaz.

1990’larda, Kürtlerin asimilasyonunun dile getiren yazılar yazılırdı. Bu yazılardan dolayı soruşturmalar, davalar açılırdı. Cumhuriyet Savcılığı, “asimilasyon diye bir politikamız yok, sanık Kürtlerden, Kürtçe’den söz ederek suç işliyor” şeklinde iddianameler yazardı. Biz, savunmalarımızda, asimilasyonu gösteren birçok belgeyi gösterir birçok olayı anlatmaya çalışırdık… Duruşmalar sonunda bir mahkumiyet kararı çıkardı. Bu mahkumiyet kararında, sizin olgulara ve belgelere dayalı savunmalarınız hiç dikkate alınmaz, “devletin asimilasyon politikası falan yok, Kürtlerden, Kürtçe’den söz eden sanığın su işlediği kanaatine varılmıştır” denirdi. Bu tutum neyi gösteriyor? Belgelere ve olgulara dayalı savunmaların değil, önyargıya dayalı iddiaların belirleyici olduğunu gösteriyor. Bu mahkumiyet kararı temyiz edilirdi.Temyiz başvurusunda, asimilasyon uygulamaları, daha etraflı bir şekilde belirtilirdi. Buna rağmen temyiz mahkemesi de, belgelere ve olgulara dayalı savunmaları dikkate almaz, hüküm mahkemesinin ön yargılı kararını onaylardı.

Beşikçi’ye yapılan eleştirilerin bir kısmı böyle. Beşikçi’nin yazdıklarına değinilmiyor. Abdullah Öcalan’ın tutumuna ve düşüncelerine eleştiri yapılmasına tepki duyuluyor. “Şu kadar milyon insan Öcalan’ın arkasında… Böyle bir öndere neden eleştiri yapılıyor? vs.

Salih Agiri Quseri’nin bazı soruları var. Bunları irdelemek gerekir. Diyaspora’daki Kürtler ne yapabilir? deniyor. Burada, diyaspora kavramının doğru kullanıldığı kanısında değilim. Diyasporadan söz edebilmek için, yurt dışındaki bütün Kürtleri kucaklayan bir örgütün varlığı gerekir. Kürtlerde böyle bir örgüt yok. Her örgüt kendi yandaşlarıyla ilgileniyor. Diyaspora, yurt dışındaki bütün örgütlerin dışında, bütün Kürtleri kucaklayan bir örgütün varlığın gerekli kılar.

Yurt dışındaki Kürtler, bulundukları ülkelerde, basınla, üniversiteyle, sivil toplum kurumlarıyla, insan hakları kurumlarıyla iş çevreleriyle ilişkiler içinde olmak, bu ilişkileri güçlendirici bir süreç yaşamak durumundadır. Kürt sorununu bu çevrelere anlatabilmek, önemlidir. Kürt sorununu o ülkenin diliyle anlatmak tercih edilir. Tercüme söz konusuysa, Kürtçe’den o ülkenin diline tercüme yapılmalıdır. Bir Kürt’ün, Kürt sorununu yaşadığı ülkedeki herhangi bir yöneticiye veya herhangi bir kişiye, kurum yetkilisine Türk diliyle anlatması sağlıklı bir yol değildir. “Kendi ülkenizde baskı var diye konuşmuyorsunuz, konuşamıyorsunuz, burada da mı Türk polisi var?” şeklinde bir tepkiyle karşılaşabilirsiniz.

Bu durumda sizi dinleseler bile ciddiye alınmazsınız kanısındayım.

Bu konuyla ilgili bir olayı anlatmayı gerekli görüyorum. 1985-1988 yıllarına, Bulgaristan’da, devletin, orada yaşayan Türklerin isimlerini Bulgar isimleriyle değiştirmek gibi bir politikası vardı. Bulgar isimleri almayanlar baskıyla karşılaşırlardı. Belene Kampı’ndan söz ediliyordu. İsim değişikliğini kabul etmeyenler, Bulgar ismi almak istemeyenler, Belen Kampı’na gönderiliyorlarmış. Orada baskı, zulüm var, O yıllarda, Bulgar ismi almak istemeyenler çok büyük kitleler halinde Türkiye’ye göçüyorlardı. 500 binin üzerinde Türk insanı Türkiye’ye göçmen geldi. Gelenler, basına, Bulgar ismi almak istemeyenlere nasıl zulüm yapıldığını anlatıyorlardı. Bir akşam TV de, Bulgaristan’da gazetecilik yapan bir kişi Bulgar ismi almak istemeyenlerin nasıl zulüm gördüğünü anlatıyordu. İşkenceler, baskılar hakkında açıklamalar yapıyordu. Ama Bulgarca konuşuyordu. Koğuşta 30 kişi kadar vardık. TV’de haber izlerken böyle kalabalık oluyorduk. Her koğuşta TV yoktu. O zaman, Gaziantep Özel Tip Cezaevi’ndeydim. Arkadaşlar Bulgarca konuşan bu Türk’e ciddiye almadılar. Açıklamalarına da ilgi göstermediler. Ertesi akşam, aynı baskılardan dolayı Türkiye’ye gelen başka bir Türk’le röportaj yapılıyordu. Bu kişi Türkçe konuşuyordu, fakat, Türkçeyi çok zor konuşuyordu. Kırık-dökük bir Türkçe’si vardı. Ama ısrarla Türkçe konuşuyordu. Bu tutum arkadaşların çok hoşuna gitti. Arkadaşlar bu Bulgaristan göçmenini dikkatle dinlediler, söylediklerini de dikkate aldılar. Yurt dışındaki Kürtler, Diyarbakır’da veya İstanbul’da yaşıyormuş gibi, kendi arkadaşları, kendi gettoları içinde değil biraz da bulundukları ülkenin insanları içinde, o insanlarla sık sık görüşerek yaşamalıdır.

“Yurt dışındaki Kürtler ne yapmalıdır?” sorusunun yanında, “DTP ne yapmalıdır?” şeklinde bir soru da var. Demokratik Toplum Partisi’nin iki milyona yakın, iki milyonun üzerinde oyu var. Bunu bir irade beyanı olarak değerlendirmek mümkündür. DTP bu iradeyi kendi temsil etmelidir. Bir siyasal partinin bu iradeyi, cezaevinde, devletin çok sıkı denetimi altında tutulan bir kişiye, PKK lideri Abdullah Öcalan’a teslim etmesi yanlış bir tutumdur.

Sosyal sorun nedir? Sosyal yaşamda gelişmeler, doğallıktan saptığı zaman, olması gereken, olağan olan gerçekleşmediği zaman sosyal sorun ortaya çıkar. Kürt sorunu denildiği zaman ise, kanımca şu anlaşılır: Öbür halklar açısından, örneğin, Araplar, Farslar, Türkler, Ruslar, Almanlar, İngilizler, İspanyollar vs. doğal olan, olağan olan, olması gereken bir yaşam tarzına Kürtler sahip değildir. Bu haklar Kürtlere yasaklanmıştır. Kürtlerin bu doğal hakları gasp edilmiştir. Bu bir sorundur. Bu, sosyal ve siyasal, içerikleri olan bir sorundur. Sorunu inkar etmek, gizlemek için, devlet yalana dayalı çeşitli politikalar da üretmektedir. Bu politikalar, uygulamalar, yalanın başka bir yalanla gizlenmeye çalışılması, yalanın bir yönetme yöntemi olarak kullanılması, sorunu gittikçe ağırlaştırmıştır. Sosyal sorun budur. Sorun şüphesiz, Kürtlerin kendisi değildir. Devlet, Kürtlerdeki doğal gelişmenin, olağan gelişmenin, olması gerekenin önünü tıkadığı için, olağandan, doğal olandan bir sapma olduğu için, sorun ortaya çıkmaktadır. Rohat Miran’ı bu şekilde cevaplamak mümkündür.

Ziya Gökalp Üzerine…

Abdullah Öcalan’ın Ziya Gökalp ile ilgili düşüncelerine de değinmek gerekir. PKK lideri Öcalan, “Beşikçi Kürtlerin Ziya Gökalp’idir” diyor. Başlıca üç ana konu üzerinden bu karşılaştırmayı irdelemekte yarar vardır.

1. Ziya Gökalp 1908’de, Jön Türk hareketinden hemen sonra, Diyarbakır’da, İttihat ve Terakki Fırkası’nın görüşlerini dile getiren yayın organları kurdu. Peyman bunlardan biridir ve Kürtçe-Türkçe yayımlanmaktadır. Ziya Gökalp 1910 yılında, İttihat ve Terakki’nin Selanik’de düzenlenen kongresine katıldı ve fırkanın merkez-i umumisine seçildi. 1910-1911 yıllarında Genç Kalemler Dergisi’nin yazarları arasında yer daldı. Ali Canip Yöntem ve Ömer Seyfettin’le birlikte, Türkçe’nin sadeleştirilmesi konusunda yazılar yazdı. Fuat Köprülü, Mehmet Emin Yurdakul, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi yazarlarla birlikte, milli edebiyat akımının geliştirilmesinde rol aldı. Türkocağı tarafından yayımlanan Türk Yurdu dergisi’nde ve Sırat-ı Mustakim’de, Türkleşmek, İslamlaşmak ve Batılılaşmak yolundaki düşüncelerini açıkladı. “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Batı medeniyetindenim” diyordu.

Ziya Gökalp, (1876-1924) İttihat ve Terakki Fırkası’nın çok önemli kişilerinden, elemanlarından biriydi. Dr. Nazım’la ve Dr. Bahattin Şakir’le birlikte, merkez-i umumi’nin önemli üyelerindendi. İttihat ve Terakki, gerek muhalefette olduğu yıllarda (1908-1913) gerek iktidar olduğu yıllarda (1913-1918) devletin kendisiydi. Ziya Gökalp sadece görünür devletin değil, görünmeyen devletin, illegal devletin de önemli bir elemanıydı. Teşkilat-ı Mahsusa’nın, kuruluşu, faaliyetleri Ziya Gökalp’in duygu ve düşünceleriyle yakından ilgiliydi.

İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı Devleti’nin Türk etnisine dayalı olarak yeniden organize edilmesi gibi bir düşüncesi vardı. Sermayeyi millileştirmek istiyordu. Bu, Ziya Gökalp’in temel düşüncelerinden biriydi. Rum-Pontus sürgünleri, Ermeni soykırımı, Asuri-Süryani soykırımı bu çerçevede benimsenen politikalar ve uygulamalar oldu. Birinci Dünya Savaşı başlar başlamaz, yüzbinlerce Rumun, Pontusun Ege adalarına, Yunanistan’a sürgün edildiği biliniyor. 1915 de Ermeni soykırımı gerçekleşti. Mübadele ise 1922 sonlarında itibaren gelişen bir süreçtir. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu, Kızılbaşların Müslümanlığa asimilasyonu yine bu çerçevede gündeme geldi. İttihat ve Terakki döneminde, Alevi-Bektaşiler konusunda incelemeler yapan Baha Sait’in, Ziya Gökalp tarafından görevlendirilen bir kişi olduğu bilinmektedir. Baha Sait Dağıstanlı bir ordu mensubudur. Ordudan ayrılıp İttihat ve Terakki’nin görüşleri doğrultusunda araştırmalar yapmış, Alevilik konusunda çalışmış bir kişidir.

Ziya Gökalp sadece İttihat ve Terakki döneminde değil, Cumhuriyet döneminde de iktidara çok yakın olmuştur. Ziya Gökalp ölünceye kadar, Mustafa Kemal’e çok yakın bir kişi olmuştur.

Ziya Gökalp 1908’den önce, Halil Xayali ile birlikte, Kürt dili için alfabe çalışması da yapmıştır. Nihat Sami Banarlı, (1907-1974) Resimli Türk Edebiyatı Tarihi (Cilt II s. 1111, Milli Eğitim Bakanlığı Yay. 1987) bu durumdan esefle söz eder. Türk Edebiyatı uzmanı Nihat Sami, Ziya Gökalp’in bu tutumunu ruhsal bir dengesizlikle açıklıyor: “Bir şifahi rivayet de Gökalp’in, dört-beş ceddi bilinen, eski bir Türk aileye mensup olmasına rağmen, bir aralık, Kürt dili için alfabe hazırlayacak kadar yanlış bir hareket yapmasının ondaki bu ruh buhranını körüklediğini söylüyordu”

Ziya Gökalp İttihat ve Terakki’ye katıldıktan sonra Kürtlerle, Kürt diliyle ilgili incelemeleri durdurmuştur. Hatta, Halil Xayali, müştereken yaptıkları Kürt alfabesinin bir örneğini istediğinde, “kayboldu” diyerek kendisin vermemiştir.

Bu koşullar altında, yani, iktidara çok yakın olan bir kişiyle, Beşikçi arasında benzerlik kurulması ne kadar anlamlıdır? Düşünelim ki, 1960’ların başında, yani Beşikçi bu konulara ilgi duymaya başladığı yıllarda, Kürtlerin varlığı yokluğu tartışılıyordu. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkesin Türk olduğu, Kürtçe diye bir dil olmadığı temel bir devlet görüşüydü. Kürtlerden, Kürtçeden söz edenler çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşılaşırdı.

2. Ziya Gökalp’in, kendi Kürt kimliğiyle ilgili bazı sorunları var. Ziya Gökalp, Kürt diye bir halk yoktur, herkes Türk’tür, Kürtçe diye bir dil yoktur vs. demiyor ama Kürtlerin Türkleşmesine arzu ediyor. Türkleşmelerinin Kürtlerin hayrına olacağını söylüyor.

Ziya Gökalp’in, Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik tetkikler isimli bir çalışması var. Bu çalışma kendisine ısmarlanan bir çalışmadır. Bu ısmarlamayı Dr. Rıza Nur yapıyor. Dr. Rıza Nur o zaman Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekilidir. (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı) 21 Aralık 1921 de bakanlığı atanan Dr. Rıza Nur, Ziya Gökalp’den Kürtler hakkında bir araştırma yapmasını istiyor. Dr. Rıza Nur araştırma isteğinin gerekçesini şöyle anlatıyor:

“Sıhhiye vekili iken, iskanın da o vakit bu vekaletle ait olmasından istifade ederek Ziya Gökalp’e, Kürtler’i tetkik ettirdim. Maksadım bu gibi malumatı toplayıp vaziyeti ilmi, iktisadi bir surette öğrendikten sonra, Kürtlere Türk olduklarını anlatmak için teşkilat yapıp faaliyete geçecektim. Bugün Kürt denilen bu adamların çoğunun Türk olduğunu çoktan bilirim. Yalnız onlara bunu bildirmek, öğretmek lazımdı. Türk zavallıdır. Hadi Mısır’da, Cezayir’de, yüzbinlerce Türk’ü kaybetmişiz, Araplaşmışlar. Fakat Kürdistan henüz elimizden de çıkmamıştır ve anayurttu Türkleri Kürtleşmeye bırakmışız.” (Doğu Mecmuası, Sayı 12, Ekim 1943, s. 14-15)

Dr. Rıza Nur, konuyla ilgili olarak, Hayat ve Hatıratım kitabında da şunları söylüyor:

“Kürtler meselesi beni üzüyor. Bir şey yok ama bir gün milli davaya kalkacaklar, Bunları temsil etmek (asimile etmek) lazım. Tetkikata başladım. Diyarbekir’de olan Ziya Gökalp’e de para yollayıp Kürtlerin coğrafi, lisani, kavmi, içtimai ahvalini tetkik ettirdim. Bir rapor gönderdi. Maksadım oranın, bir Makedonya olmadan, kökünden meselenin halli idi.” ( Hayat ve Hatıratım, Cilt 3, Altındağ Yayınevi, İstanbul 1968, s.906)

Görüldüğü gibi, ısmarlama çalışmanın esas amacı, Kürtlerin asimilasyonu için sağlam bir zemin oluşturmaktır. Ziya Gökalp’in hazırladığı bu rapor dört nüsha çoğaltılmıştır. Bir nüsha Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e verilmiştir. İkinci nüsha Dr. Rıza Nur’da kalmıştır. Üçüncü nüsha Alevi-Bektaşi incelemeleri yapan Baha Sait’e verilmiştir. Dördüncü nüsha ise Ziya Gökalp’de kalmıştır.

Ziya Gökalp’in Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler kitabı ilk olarak 1975 yılında Komal yayınevi tarafından basılmıştır. Bu kitap 1992 yılında, Sosyal Yayınlar tarafından yeniden basılmıştır. Kitabı Sosyal Yayınlar için yayına hazırlayan Şevket Beysanoğlu, “Eser hakkında Birkaç Söz” başlıklı giriş yazısında, (s.5-8) Komal Yayınevi tarafından basılan kitabın raporun tamamı olmadığını, Sosyal Yayınlar’ın raporun tamamın yayımlamaya çalıştığını vurgulamaktadır.

Bu raporun 1922 yazında ve sonbaharında hazırlanmış olması muhtemeldir. 1922 sonbaharında, Ziya Gökalp Diyarbakır’da, çarşı-pazar dolaşarak, kahvehanelere girerek Kürtlere Türklüğü telkin ediyor. Şerafettin Güneli, (Şerafettin Menda)’nin, Dr.Cemşid Bender’e gönderdiği mektuplarda, Ziya Gökalp’in bu çabaları açık bir şekilde dile getiriliyor. 1928 doğumlu Şerafettin Menda bu konularla ilgili olarak, ailesinden duyduklarını, anılarını anlatmaya çalışıyor. Şerafettin Menda, Kasım 1992 başlarında ve 6 Aralık 1992 tarihinde, Dr. Cemşid Bender’e iki mektup göndermiştir. Cemşid Hoca bu mektupların birer kopyasını bana da verdi. Bu mektuplarda, Ziya Gökalp, Kürtlere Türklüğü telkin ediyor.

Örneğin, Karakeçili Aşireti mensuplarıyla Ziya Gökalp’in tartışmaları dikkate değer tartışmalardır. Ziya Gökalp Karakeçililer için, “Siz Türksünüz, Kürtleştiniz” diyor. Onlar da “anamız, babamız, atalarımız tek kelime Türkçe bilmezler, biz Kürdüz” diyorlar. Ziya Gökalp onlara ısrarla Türklüğü anlatıyor.

Görüldüğü gibi Ziya Gökalp’in kendi kimliğiyle sorunları var. Beşikçi’nin kendi kimliğiyle bir sorunu yok ki…Türk egemenlik sistemi, Türk olmayan halkları asimile edebilmek için yoğun bir çaba içindedir. Devletin “ötekiler”e, öteki kimliklere uyguladığı baskı politikaları, elbette, Türk kimliğiyle ilgili bazı sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Bunlar devlet politikasından, uygulamalardan kaynaklanan sorunlardır.

3. Ziya Gökalp’in damadı, Ali Nüzhet Göksel, Ziya Gökalp’le ilgili bir yazısında şunları yazıyor:

“Şark vilayetlerindeki aşiretlerin iskanı meselesini, Rıza Nur benimsedi. Ve ilmi bir şekilde resmen işe başlamak üzere Ziya Gökalp’den bir tetkik eseri istedi. Gökalp de Diyarbakır ve havalisinden başlayarak, aşiretler arasında bulunan ve Türklüklerini muhafaza edenlerle, iktisadi sebepler yüzünden Kürtleşen Türklerin dillerini, tarihlerini, ırk ve adetlerini göz önüne alarak bunları Türkleştirmek hususunda bazı etnografik tetkiklerle işe başlaması metotlarını yüz sayfalık bir deftere yazıp Rıza Nur’a gönderdi.

Bu tetkik Vekiller Heyeti’nce çok beğenildi. Atatürk takdir etti. Gökalp’e 300 (üç yüz) lira gönderdiler ve ayrıca bütün vilayetlerden bir tetkik seyahatına çıkması için arzularını sordular. Gökalp o zaman hastaydı. Elinde çalışacak seçkin gençler yoktu. Bu seyahatı sulh zamanına bıraktılar. Gökalp öldü.”
(Doğu Dergisi, Sayı 12, Ekim 1943, s. 14, sözeden Şevket Beysanoğlu, y.a.g.e. s.8)

1922 sonları. Ortalama bir memurun maaşı herhalde, üç-dört liradır.

Öcalan, Eleştirileri Hazmetmek Durumundadır

Öcalan çok konuşan bir liderdir. Kanımca bu kadar çok konuşması gerekli değildir. Bunu, “Öcalan susturulsun” şeklinde yorumlamak yanlıştır. PKK lideri bunu kendiliğinden idrak etmelidir. Çünkü Abdullah Öcalan, herhangi bir cezaevindeki 300 kişiden biri değildir. Veya herhangi bir koğuştaki 30 kişiden, 40 kişiden biri değildir. Tek başına bir cezaevinde tutulmaktadır ve devletin çok yoğun, çok sıkı denetimi altındadır. Böylesine ağır bir denetim altında ne konuşabilirsiniz? Ancak devletin istediği gibi, devletin istediği şekilde konuşabilirsiniz. Başka bir olasılık var mı?

Öte yandan Öcalan, kendi tutumuna ve düşüncesine yapılan eleştirileri hazmetmek durumundadır. Örneğin, Öcalan şunu söyleyebilmelidir: Beşikçi’nin düşüncelerine katılmıyorum. Ama Beşikçi özgürce konuşabilmelidir, yazabilmelidir…Bu kadarı elbette yeterli değildir. Böyle dedikten sonra, karşı olduğunu söylediği düşünceleri, o düşüncelerden, yazılardan alıntılar yaparak eleştirebilmelidir. Eleştiriler üzerine sadece tepki göstermek anlamlı, doğru bir tutum değildir

Öcalan,
konuşmalarında, demokrasi kavramını çok kullanmaktadır. Özgür eleştiri kurumlaşmadan demokrasi kurulamaz. Öcalan, PKK’lilerin kendisini eleştirememesinden de kuşku duymalıdır. PKK’liler, Öcalan’ı eleştiremiyor ama, şu veya bu şekilde PKK’den ayrılan bazı kişiler, çok sert kavramlarla Öcalan’ı eleştirmeye, suçlamaya başlıyorlar. Bu da sağlıklı bir tutum değildir. O halde, PKK içinde eleştiri kurumunu yaşama geçirmek kaçınılmaz olmalıdır.

Öcalan’ın, “bana hücre cezası verdiler”, “bana yine hücre cezası verdiler” şeklindeki açıklamalarının bende yarattığı bir izlenim var. Buna da değinmek gereğini duyuyorum. Benim bildiğim, yaşadığım hücre cezalarının çok yoğun yasaklarla geldiğidir. Ziyaretçi yasağı, avukat görüş yasağı, mektup yasağı, havalandırma yasağı, günlük gazete yasağı…

Bir dolu yasak. Hücre cezası aldığınız, hücreye konulduğunuz zaman bu yasaklarla birlikte yaşardınız. 1982-1984 yıllarında Çanakkale E Tipi Cezaevi’ndeydim. Bir ara D-9 koğuşunda kaldım. Kalabalık bir koğuştu. Havalandırma duvarları 8-9 metre yüksekti Sadece gökyüzü görülüyordu, bir de havalandırma üzerinden geçen martılar…Ağaç vs. görünmüyordu. Ağaçların üç dalları bile görünmüyordu. Kanımca cezaevi köylük bir alana yakındı. Zaman zaman eşek anırmaları, inek böğürmeleri sesleri duyardık. Bu sesler, içerdekileri dışarıyla ilişkilendiriyordu.

Tek tip elbiseden dolayı direniş başlayacaktı. O günlerde bir gün, savcı bizleri havalandırmada toplayarak, cezaevinde nasıl yaşamamız gerektiğine dair emirler, direktifler verdi. Bu direktiflere, emirlere göre yaşamadığımız zaman karşılaşacağımız yasakları saydı. Konuşmasını şöyle bitirmişti. “…Eğer bu direktiflere uymazsanız, sizi, inek böğürmelerine, eşek anırmalarına hasret bırakırım.” Hücre hapsiyle tehdit ediyordu. Hücreye konulduğunuz zaman her yerle irtibatınız kesiliyordu. Cezaevi yönetiminin rahatsız olalım diye çıkardığı metelik gürültülerden başka ses de duyamıyordunuz. Gökyüzü de görünmüyordu, çünkü havalandırmanın üzeri kapalıydı.

Öcalan, hücre cezası verildiğinden şikayet ediyor ama, avukatlarıyla da görüşebiliyor. Bu, cezaevlerinde infaz ilişkilerinde epeyce “demokratikleşme” yaşandığını göstermektedir. Bu da iyiye doğru bir gelişme…

29 Kasım 2008 Cumartesi

Hiç yorum yok: