3 Haziran 2009 Çarşamba

“Şu Çılgın Türklerin” STK’ları


“..Sanatçılar gösteri yapıyor, üniversite hocaları cüppeleriyle Anıt kabir’e şikayete gidip bildiri yayınlıyor, darbeciler için Atalarından yardım istiyor... 150 sivil toplum örgütü Ergenekoncuları desteklemek için miting yapıyor ve mitingde konuşan “biz çılgın Türkleriz” diyor... STK denilen bu darbeci örgütlerin asıl kaygısı ne dersiniz?..”

Fikret Başkaya

Herşey devlet için, devlet içinde, devletin ihtiyacı kadar’ cumhuriyet rejiminin vazgeçilmez sloganıydı. Herhangi birşey ‘eğer devletimiz için gerekiyorsa’ mümkün ve muteberdi. Cumhuriyetin bu sloganı tersinden okunduğunda ‘devlet dışında hiçbirşey’ demektir. Durum böyledir ama yere göğe sığdırılamayan bir modernlik, çağdaşlık söylemi geçerlidir. Oysa cumhuriyetin ‘modernliği’ toplumu değil devleti angaje ediyordu ve kelimenin gerçek anlamında moderniteyle ilgili değildi.

Atatürk İnkılapları denilenin yegane misyonu da devleti takviye etmek, devletin toplum üzerindeki denetimini ve baskıcı ‘yeteneğini’ kuvvetlendirmekti. 1923 de değişen sadece devletin adıydı... Devlet toplum ilişkisinin mahiyeti ve yönü sadece eskide olduğu gibi kalmadı, devletin baskıcı niteliği takviye edilerek toplum tam bir cendereye sokuldu. Böyle bir rejimde devletten görece bağımsız halk temelli ‘sivil’ örgütlere yer yoktu. Daha doğrusu hiçbir özerk, farklı, orijinal, ayıkırı düşünce ve devletten ‘görece bağımsız’ muhalif örgütün yaşamasına izin verilmezdi. Eğer devlete ‘sivil toplum örgütü’ veya örgütleri gerekiyorsa, devletimiz gereğini yapardı. Türk Ocakları, Halkevleri, Köy Odaları tam da ‘devletimizin’ bu ihtiyacına cevap veren kuruluşlardı. Aslında bunlara uygun düşen adlar: Devlet Ocakları, Devlet Evleri, Devlet Odaları olabilirdi ve asıl misyonları ideolojik endoktrinasyondu. Çok partili sistem denilene geçildiği 1945 sonrasında özellikle de ‘soğuk savaşın’ kızıştığı 1960’lı yıllarda devletimizin gözde ‘STK’sı Ülkü Ocakları olacaktı. Şimdilerde Alperen Ocakları ve Atatürkçü Düşünce derneği söz konusu geleneğin devamıdır. Elbette 1945 sonrasında tek parti diktatörlüğündekinden farklı bir STK yapılanması ve işleyişi söz konusu olacaktı.

Küresel kapitalizm çağında STK’lar neden önem kazandı? Misyonları nedir? STK söylemi ne demeye geliyor?

Bu sorulara cevap vermeden önce STK’dan ne anlaşılması gerektiği üzerinde kısaca durmak gerekiyor. Sivil toplum, devlet dışında olan toplum sınıflarını ifade ediyor. Sivil toplum örgütü de toplumum belirli sınıflarının, gruplarının, kesimlerinin çıkarlarını gerçekleştirmek amacıyla oluşturulan örgütlere deniyor, en azından teorik olarak öyle olması gerekir. Mesela işçilerin sınıfsal çıkarlarını gerçekleştirmek, işçi haklarını savunmak üzere kurulan işçi örgütleri [eğer gerçekten işçi örgütüyseler] bir sivil toplum örgütü sayılması gerekir. Bu durumda işçi örgütü sermaye sınıfının karşısında konumlanmıştır ve sermaye sınıfına ve devlete karşı sınıfın haklarını, çıkarlarını savunur, savunması gerekir, işçi sınıfının durumunu iyileştirmeyi amaçlar. Bu niteliğinden ötürü de demokratik kitle örgütüdür, misyonu ve varlık nedeni, haklar ve özgürlükler alanını genişletmektir. Topraksız köylülerin toprak reformu ve tarımsal iyileştirmeler amacıyla kurdukları bir örgüt veya ürünlerini değerlendirmeyi amaçlayan üretim kooperatifi bu anlamda bir sivil toplum örgütüdür. Eğitimin demokratikleştirilmesi amacıyla oluşturulan bir örgüt, ifade ve örgütlenme özgürlüğü alanını genişletmek üzere kurulan bir dernek, hapse atılan çocuklarla ilgili bir girişim [zira çocukların gideceği yer mapusane değil, okul ve oyun alanları oması gerekir], vb. sivil toplum örgütü sayılır, sayılması gerekir. Başka türlü ifade etmek istersek, demokrasi, özgürlük ve eşitlik alanını genişletmeyi, toplumu daha eşitlikçi ve demokratik ve rahat yaşanır duruma getirmeyi, bir bütün olarak yaşam standardını yükseltmeyi amaçlayan, toplumun defavorize unsurlarının oluşturdukları örgütlerin, kuruluşların ve girişimlerin gerçek anlamda sivil toplum örgütü sayılması gerekir. Velhasıl bilinen anlamda ‘profesyonel politika’ kulvarının dışında olmakla birlikte, politikayla ilgili, sınıf mücadelesinde taraf kurumlar, örgütler, girişimler, gerçek anlamda sivil toplum örgütleridir.
Oysa şimdilerde sivil toplum örgütü [bizde sivil toplum kuruluşu, STK] denilenler ekseri küresel kapitalizmi ve devletleri, geçerli egemenlik ilişkilerini meşrulaştırma işlevi görüyor. Bu yüzden ‘sivillikleri’ tartışmalıdır. Küresel kapitalizmin ve devletlerin araçlaştırdığı, ingilizce de NGO [non -governmental organizations- hükümet dışı örgürler] denilen örgütler apolitik oldukları ve öyle kaldıkları sürece muteber sayılıyorlar. Amaç söz konusu örgütlerle katılım yanılsaması yaratmak, demokrasinin temellerini hızla aşındıran bir süreç hızla yol alırken, demokratikleşme yolunda ilerlendiği yanılsaması yaratmak, olup-biteni meşrulaştırmaktır. Kapitalist sömürü, yağma ve talan geniş toplum kesimlerini açlık ve sefalete mahkûm ederken, açlıkla mücadele amacıyla kurulan ‘iyilikçi’ yardım örgütleri, aynı şekilde kapitalist sömürü doğa tahribatını derinleştirirken, kapitalizmin adını anmayan çevre koruma amaçlı STK’lar, apolitilik olarak kaldıkları ve kapitalist sömürüyü yok saydıkları sürece muteber sayılıyorlar ve kurulu düzen tarafından desteklenip-ödüllendiriliyorlar. Dolayısıyla tam bir ilişki tersliği söz konusu... Eğer kapitalizm, mantığının ve işleyişinin bir sonucu olarak göreli ve mutlak yoksulluk yaratmadan ve çevre tahribatını derinleştirmeden yol alamıyorsa, kapitalizmi yok sayarak yapılanlar ne anlama gelebilir? Bu tür STK’lar ‘sorunlar çözülüyor’ izlenimi ve yanılsaması yaratırken, aynı zamanda ‘katılım’ izlenimi ve yanılsaması da yaratıyorlar. Sömürü düzenini, sermayenin egemenliğini meşrulaştıran bir de think tank veya bizde ‘düşünce kuruluşu’ denilenler var. STK’lar sistemi pratik planda meşrulaştırıp kabullendirme işlevi görürken, think tank’lar gönüllü kulluğu sağlamanın hizmetinde... Büyük sermaye ve/veya devlet tarafından finanse edilen, asıl misyonları sermayenin saldırısını meşrulaştırıp- kabullendirmek olan NGO’ların, STK’ların teşhir edilmesi büyük önem taşıyor. Gerçek anlamda sivil toplum ve sivil toplum örgütleri ancak canlı bir politik tartışma ve faaliyet ortamında mümkündür oysa egemen STK söylemi apolitik sivil toplum örgütleri demek... O halde gerçekten sivil toplum örgütü sayılması gerekenin sınırı nerede başlıyor? Birincisi, sivil toplum örgütünün sivil toplumun bir bölügünün özel çıkarını savunurken, bunun emekçi toplum çoğunluğunun genel çıkarıyla çelişmemesi gerekir; ikincisi, söz konusu örgütün egemen ideolojiden [bizde resmi ideolojiden] bağımsızlaşması gerekir; üçüncüsü, devlet ve sermaye sınıfı karşısında maddi özerkliğe sahip olması, söz konusu iki odağa finansal planda bağlı olmaması gerekir. Dördüncüsü de devletle bilinen ilişkilerinden ötürü sermaye örgütlerinin sivil toplum örgütü tanımının dışında tutulması gerekir... Bu günün dünyasında sözünü ettiğimiz bu dört kritere uygun STKlar çok sınırlıdır, dolayısıyla STK tanımına dahil edilen örgütlerin büyük çoğunluğunun gerçek anlamda STK sayılması mümkün değildir. Bir kere sivil toplum örgütü denilenler finansal planda sermayeden devletten ve uluslararası kurumlardan doğrudan, ya da vakıflarlardan besleniyorlar. Finansal planda özerk olmayan kurumların, örgütlerin, girişimlerin başka alanlarda özerk olmaları mümkün değildir. Bilindiği gibi, finanse eden yönetir kuralı geçerlidir. Resmi ideolojiyle arasına sınır koymayı başaramayan, resmi ideolojiden bağımsızlaşamayan örgütlerin eninde sonunda rejim tarafından araçlaştırılmaları, kullanılmaları, manipüle edilmeleri kaçınılmazdır. Konumu gereği tüm işçilerin çıkarlarını savunması gereken bir sendikanın sadece kendi çatısı altındakilerin çıkarını savunması, sınıfın diğer kesimlerinin sorunlarına, bir bütün olarak toplumun sorunlarına yabancılaşması onu gerçek anlamda sivil toplum örgütü [sendika] olmaktan çıkarıyor. Böyle bir örgütün inandırıcı olması ve etkinlik sağlaması mümkün değildir.
Herkesin STK’sı kendine...

Türkiye’de devletin niteliğinden ötürü sivil alan son derece dar ve kuraktır. Rejim, özerk olan herşeye düşmandır. Özgür düşünce ve özerk kurumlar rejim tarafından büyük bir tehlike olarak görülür, takip edilir ve denetim altında tutulur. Mümkün olsa devlet dışında hiçbir kurumun yaşamasına izin verilmezdi. Genel yaklaşım da “eğer devletimize STK gerekiyorsa, onu da biz yaparız” şeklinde ifade edilebilir. Devlet engel olamadığı zaman manipüle etme, faaliyeti zorlaştırma yoluna gidiyor, başaramazsa cezalandırıyor, nihai olarak da yasaklıyor. Aslında farklı düşüncenin hain, muhalifin düşman, özerk örgütün tehlikeli sayılması, sistemin paradigmasıyla tutarlıdır. Bir kere devlet-millet özdeşliği varsayılıyor. Mustafa Kemal :”
“Geçen yıl içinde, parti ile hükümet teşkilatını birleştirmekle vatandaşlar arasında ayrılık tanımadığımızı fiilen göstermiş olduk” [1] derken, aslında devlet, millet, hükümet, parti özdeşliğine gönderme yapıyordu. Tam bir teklik söz konusuyken, çıkarları çatışan sınıflar da olmadığına göre, farklı, aykırı düşüncelere, bir sürü örgüte, vb. gerek olur muydu? Sınıfsız kaynaşmış bir kütle söz konusu değil miydi?.. Parti kişi partisi devlet de parti devleti olunca geriye devlet dışında birşey kalmıyordu.

Türkiye’de STK’lardan söz ederken bu durumu gözden uzak tutmamak gerekir. Aksi halde 28 Şubat darbesi için nerdeyse tüm büyük STK’ların darbeciler tarafından seferber edilmesini, şimdilerde bir kısım “STK” nin Ergenekon’a desteğini anlamak zorlaşır. Oysa, sivil toplum kuruluşlarının hiç bulaşmaması, olabildiğince uzağında durması, tam tersine karşısında yer alması gerekenin darbeler ve darbeciler olması gerekmez mi? Darbe yanlısı, darbeyi destekleyen bir örgüt hâlâ sivil toplum kuruluşu [STK] adını hak eder mi? O zaman bunlara başka bir ad bulmak gerekecektir, mesela, DDDK gibi... açılımı şöyle : Darbeci, Demokrasi Düşmanı Kuruluş... 23 Mayıs 2009 tarihli gezeteler 9 sivil toplum örgütünün bir araya gelerek, “ Kriz varsa çaresi de var” adıyla bir kampanya başlattıkları haberini veriyordu. Kampanya ‘Türk halkını tüketime çağırıyor ve beş hafta sürecek seferberliğin ilk haftasında eve kapanma pazara çık’ diyecek deniyordu. Söz konusu 9 sivil toplum örgütü: TOBB, Türk-İş Konfederasyonu, Hak-iş Konfederasyonu, Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu [TESK], Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu [TİSK], Kamu Sen, Türkiye İhracatçılar Meclisi [TİM], Türk Sanayici ve İşadamları Derneği [TÜSİAD], Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği [MÜSİAD]. Türkiye’nin en büyük STK’larının kapitalizmin krizine mucizevî bir çözüm bulduğu anlaşılıyor. Lâkin işçilerin, memurların çıkarlarını savunmak durumunda olan işçi STK’ları denilen sendikaların, patron STK’larıyla bu mucizenin aktörleri arasında yer alması, STK ve STK söyleminin ne menem bir şey olduğu hakkında fikir veriyor. Bir işçi örgütünün kapitalizmin krizi hakkında ve krize çözüm konusunda sermaye örgütleriyle aynı yaklaşıma sahip olması mümkün ve maktıklı mıdır? En kritik konuda dahi kendi safını belirlemekten aciz bir örgüt gerçekten işçi örgütü sayılacak mıdır? Böyle bir fotoğraf karesinde yer alan bir işçi konfederasyonu olabilir mi? Türkiye’de oluyor ve neden olduğu devletin niteliğini angaje eden tartışmaya gönderme yapıyor.
“Şu çılgın Türklerin STK’ları...”

Militarizm, bağnaz milliyetçilik ve körletici resmi tarih ve resmi ideoloji tarafından rehin alınmış bir toplumda, sivil toplum örgütü [STK] denilenlerin bu sefil durumunu anlamak zor değil... Aslında rejime modernlik [çağdaş diyorlar] demokratiklik görüntüsü veren cila kazınır, resmi söylemin dışına çıkılabilirse, Türkiye’nin 780 bin kilometre karelik bir kışla olduğu görülecektir. Sivil toplum örgütü [STK] denilenler işte bu kışlada sivillik yapıyorlar...
Demokrasi söylemi ve bir dizi kurum ve mekanizma, rejimin gerçek niteliğini gizleme işlevi görüyor. Böyle bir rejimde Ergenekon tutuklamalarından ve yargılamalarından ‘Çılgın Türklerin’ rahatsız olmaması mümkün mü? Sanatçılar gösteri yapıyor, üniversite hocaları cüppeleriyle Anıt kabir’e şikayete gidip bildiri yayınlıyor, darbeciler için Atalarından yardım istiyor... 150 sivil toplum örgütü Ergenekoncuları desteklemek için miting yapıyor ve mitingde konuşan “biz çılgın Türkleriz” diyor... STK denilen bu darbeci örgütlerin asıl kaygısı ne dersiniz? Cumhuriyetin kazanımlarının ve laikliğin tehlikede olduğunu sanıyorlar ve darbeyle tehlikenin bertaraf edileceğinden de kuşku duymuyorlar. Daha önce de yazdım, bunların asıl kaygısı cumhuriyetin kazınımlarıyla, laiklikle, vb. ilgili değil. Cumhuriyetle elde ettikleri statülerini, ayrıcalıklarını, dokunulmazlıklarını kaybetme korkusu onları meydanlara, Anıt Kabire taşıyan. Müesses nizamın, nomenklatura’nın efendileri iktidarlarını korumanın darbeden başka yolunun kalmadığını düşünüyorlar. Zira darbeler halkı işin dışında tutmamın, halkı işe karıştırmamanın, demokratik açılımların önünü kapatmanın en etkin aracı... Bu yüzden miting alanından darbecilere selam yolluyorlar. En büyük korkuları muhtemel bir demokratik açılım. Müesses nizamın tüm kurumları yüksek yargı, barolar, üniversiteler, devlet aydınları, ‘bir kısım medya’, tiyatro sanatçıları, vb. teyakkuzda... Laikliğin elden gitmekte olduğunu sanıyorlar.
Bu anlı şanlı kurumların yüksek memurları, ünlü sanatçılar, barolar, YÖK üniversitesinin ünvanlı memurları hayatlarında bir kerecik merak ve zahmet edip şu laiklik denilenin ne menem bir şey olduğuna dair azıcık kafa yormuşlar mıdır? Hiç böyle bir şeye ihtiyaç duydukları olmuş mudur? Korumak için çırpındıkları ‘cumhuriyetin kazanımları’ denilenin gerçekten ne olduğunu, kimin kazanımı olduğunu, cumhuriyetle kimin neyi kazandığını sorun etmişler midir? Edebilerler miydi? Resmi tarihin, resmi ideolojinin rahle-i tedrisinden geçmiş beyinleri hurafeler ve resmi yalanlarla iğfal edilmiş bu zevatın o tarakta bezi olması mümkün müdür?
Öyle bir Barolar Birliği ki, darbecileri korumak için seferber oluyor. Siz hiç bu dünya’da böyle birşey duydunuz mu? Ergenekoncular için ayağa kalkan bu hukukçular taifesinin başka bir konuda mesela işkence, “faili meçhul” denilen devlet cinayetleri, düşünce özgürlüğü, devlet tarafından ‘kaybedilenler’, vb. söz konusu olduğunda hiç başını kaldırdığını duydunuz mu? Duymazsınız çünkü bu ülkede hukuk adeletin tecellisi için değil, kutsal devletin korunması ve kollanması içindir... Elbette kutsal devletin de kimin devleti olduğu mâlûm...
Lâkin artık hiçbir şey eskisi gibi değil ve olmayacak, “memleketin sahiplerinin” rahatı bundan sonra daha çok kaçacak, velhasıl ‘Çılgın Türklerin’, Ergenekoncuların ve Ergenekoncu STK’ların işi zor... Gemi su almaya başladı ‘netekim’...
-------------
1. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri 1919-1938, 2. baskı 1961, Haz: Nimet Arsan, s. 392.

Hiç yorum yok: