1 Ocak 2009 Perşembe

Radikal Eleştiri Zamanı





Fikret Başkaya


1.Yaklaşık son otuz yılda kendinden menkul, ‘kendi kendini düzenleyen piyasa ekonomisi’, sadece en rasyonel değil, aynı zamanda alternatifsiz, insan doğasına en uygun sistem, velhasıl insanlığın yegâne ufku olarak sunulmak istendi. O kadar ki, hızlarını alamayıp ‘tarihin sonunu’ ilân edecek kadar ölçüyü kaçırdılar... Bu amaçla ısmarlama üzerine oluşturulan neoliberal ideolojik tezler devreye sokuldu. Oysa, insanlık tarihi hiçbir dönemde, piyasaya dayalı kapitalist sistem kadar irrasyonel, akıl dışı, akla, mantığa, sağduyuya ve iz’âna aykırı bir toplum düzenine şahit olmadı. Rasyonel [aklî] olmak şurada dursun, piyasaya dayalı kapitalizm, kendi kendini yok edecek virüsü bünyesinde barındırıyor. Zira, kapitalist sistemde tam bir araç/amaç tersliği söz konusu veya öküz arabanın arkasına koşulmuş durumdadır. Şu basit nedenden ötürü ki, kapitalist sistemde üretimin birincil [öncelikli] amacı insan ihtiyaçlarını tatmin etmek değil, kâr etmektir. Kullanım değeri değil, değişim değeri üretmektir. Her kapitalist kâr etmek, pazarda satmak üzere mal ve hizmet [meta] üretiyor, dolayısıyla kapitalist sistemde kullanım değeri, değişim değerine tâbi veya onun bir tür türevi durumundadır. Birincisi, üretimin asıl amacı kâr etmektir; ikincisi, elde edilen kârın en büyük bölümü de vahşi rekabetten ötürü yeniden yatırılmak, sermayeye dönüştürülmek durumundadır. Bu da, kâr amacıyla üretimin, üretim için üretim biçimini alması demektir. İşte, araç/amaç tersliği veya öküzün arabanın arkasına koşulmuşluğu durumu dediğimiz bununla ilgilidir. Netice itibariyle her seferinde daha çok üretmek zorunluluğu var ama üretilenin de tüketilmesi şartıyla... Genişletilmiş ölçekte yeniden üretim veya aynı anlama gelmek üzere, her seferinde daha çok üretim ve tüketim sarmalına hapsolmuş bir sistemin bir geleceği olması mümkün değildir. Kapitalizm durmayı, kendi kendini sınırlamayı beceremediği için, insanlığı ve uygarlığı yıkıma sürüklüyor. Böylesi bir sistemin insanı insanlıktan çıkarmadan, doğa tahribatı yaratmadan, insanlığı ve uygarlığı tehlikeye atmadan yol alması mümkün değildir? Bu tehlikeli gidiş pek kaygı konusu yapılmıyor zira yıkım, sistemin yükseklerinde yer alan ve yıkımın sorumlusu olan küresel oligarşi tarafından şimdilik pek hissedilmiyor... Fatura yeryüzünün lânetlilerine kesiliyor. Lâkin belirli bir eşik aşıldığında, faturayı herkesin ödemesi gerektiğinde, yıkım sistemin yükseklerinde de hissedilir duruma geldiğinde, artık çok geç olabilir ve geriye kurtarılacak bir şey kalmayabilir...

2. Şimdilerde reel ekonomide deprem yaratan finansal kriz tartışılıyor ama insanlar krizin ne olduğunu şirketlerin baş ekonomistleriyle, egemen medyanın köşe yazarlarından ve kapitalizm hakkında fikir sahibi olmayan iktisat profesörlerinden öğreniyor. Kapitalizmin ne menem bir şey olduğundan habersiz olanların kapitalizmin krizine dair söyleyecek sözü olabilir mi? Aslında söz konusu olan ne sadece finansal krizdir, ne de bir resesyondan [durgunluktan] ibarettir, söz konusu olan kavramın gerçek anlamında depresyondur. Otuz yıldır kendinden menkûl, kendi kendini düzenlediği tevatür edilen piyasanın her türlü sorunu çözeceğini ileri sürenler, şimdilerde tam bir pişkinlikle tam tersini söylüyorlar... Söyleyene değil söyletene bak denmiştir... Egemen çevrelerde dillendirilen özetle şöyle: sermaye piyasalarının kendi kendini düzenlemede yetersiz kaldığı; finansal akışkanlığın ölçüyü kaçırdığı, işadamları cenahının gözü doymazlığı ve ahlâk zaafı... Gelir dağılımı bu ölçüde bozulur, emekçi halk çoğunluğunun satın alma gücü bastırılırsa, insanların kapitalizmin ürettiği mal ve hizmetleri satın alamaz duruma gelmelerinde şaşılacak ne var? Aslında başlangıçta söz konusu olan [subprime, morgage veya ipotek krizi] bir borç krizidir ve satın alamaz durumda olanları borçlandırmakla ilgiliydi. Kapitalistlerin yoksullaştırdıkları insanlara söyledikleri şu idi: satın alamıyorsan kredi al, borçlan... Ellerinde o kadar büyük finansal sermaye birikmişti ki, mutlaka satmaları, değerlendirmeleri gerekiyordu, zira değerlendiremezlerse sermaye değersizleşecekti... Bu yüzden ödeme gücü olmayanlar borçlandırıldı. O halde sanal ekonomi [économie virtuelle] denilenin gerçek dünyadaki [reel ekonomi] karşılığı, tüm dünyadaki satın alma gücünden başka bir şey değildir. Aradaki fark şimdilerde olduğu gibi devasa boyutlara ulaştığında, bir düzeltme operasyonu kaçınılmazdı ve şu anda yaşanan odur ama düzeltmenin faturasını işçiler, daha geniş anlamda emekçiler, velhasıl yeryüzünün lânetlileri ödemek koşuluyla. Elbette emekçi halk sınıflarının, ortaya çıkmasında hiçbir sorumlulukları olmayanların, krizin faturasını ödemeleri bir zorunluluk değil... Faturayı sahibine iade etmek de mümkün. Bunun için kapitalist sınıfın üretim araçları üzerindeki mülkiyet tekeline son vermek üzere sahaya çıkmak gerekiyor. Bir kutupta zenginlik yaratabilmesi, karşı kutupta yoksulluk ve sefalet yaratmaya bağlı olan kapitalizmin dışına çıkmaya cüret ve cesaret edildiğinde, velhasıl paradigma değiştiğinde, artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Bunun için asıl tartışılması gerekeni gerektiği gibi tartışabilmek yeterli bir başlangıç olabilir...

3. Bu vesileyle şu soru akla gelir: neden hiç kimsenin istemediği, arzu etmediği ama bedelini emekçi sınıfların ödemek zorunda kaldığı krizler ortaya çıkıyor? Bu sorunun cevabı, kapitalist üretim tarzının mantığında, temel hareket yasalarında, Marx’ın kapitalist birikimin temel yasası dediğinde saklıdır. Zira orada yine Marx’ın tam bir açıklıkla ifade ettiği gibi, sosyal üretim koşullarının kapitalist sınıfın özel mülkiyetinde olduğu durumda, üretimi artırmayı amaçlayan tüm araçlar, üretici [sınıf] üzerinde birer sömürü ve baskı aracına dönüşüyor. Dolayısıyla, şimdilerde dillendirildiği gibi kapitalistleri insafa ve sorumlu davranmaya davet ederek, sorunun üstesinden gelinebileceğini düşünmek, bir şeyi olmadığı yerde aramaktır. Zira, kapitalizm ahlâk, merhamet gibi kavramlara yabancıdır, bu tür kavramlar ve kaygılarla ilgili değildir. Daha da ötede, her bir tekil kapitalistin süreci etkilemesinin mümkün olmadığı bir durum söz konusudur. Tekil olarak her bir kapitalistin bireysel iradesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Yıkıcı, vahşi bir rekabet ortamında faaliyet gösteren her kapitalist, her türlü yola başvurarak toplam artı-değerden daha büyük pay almak, sermayesini büyütmek üzere, hiç durmadan ileriye doğru kaçmak zorundadır. O, kör gidişin bir unsurundan başka bir şey değildir. Başka türlü ifade edersek, yok olmamak için büyümek zorunda olan biridir... Marx, Kapital’in Almanca birinci baskısı için yazdığı önsözde bu duruma açıklık getiriyor:

“Olası bir yanlış anlamayı önlemek için bir noktayı belirtmek isterim. Kapitalisti ve toprak sahibi soyluyu, hiç bir şekilde pembeye boyamadım. Ama burada kişiler, ekonomik kategorilerin temsilcileri oldukları, belirli sınıf ilişkilerini ve sınıf çıkarlarını kişiliklerinde topladıkları ölçüde ele alınıp incelenirler. Toplumun iktisadî biçimlenişinin evrimini doğal tarihin bir süreci sayan bana göre, bireyi, o kendini öznel olarak bu ilişkilerin üzerine ne denli çok çıkarırsa çıkarsın, toplumsal olarak yaratığı kaldığı bu ilişkilerden... sorumlu tutulamaz.”

Bu yüzden kapitalistlerden ahlâkî bir davranış beklemek, olsa olsa kara mizah alanını ilgilendirebilir... Gayet açık bir nedenden ötürü ki, orada değeri, ‘zenginliği’ yaratan insan faaliyeti meta kategorisine indirgenmiş durumdadır... Bir amaç değil araçtır... Eğer bir gayri ahlâkilik söz konusuysa, o zaman yapılacak şey, soruyu gerektiği gibi sormaktır: Onu ahlakî olmaktan çıkaran nedir? Üretim ilişkilerini, üretici sınıfın [işçi sınıfının] üretim araçlarına yabancılaşmışlığı durumunu atlayarak, yok sayarak, sorunların çözülebileceğini ileri sürmek, en iyi koşullarda ahmakları aldatmaya yarayan ideolojik bir manipülasyondur. Zira işçi, başkası için mal üretirken insanlığından oluyor, hayatını kazanırken kaybediyor...


Kapitalistleri, son otuz yıldır lânetlenen devlet müdahaleleri, devlet düzenlemeleri mi insafa getirecek? Kapitalizm hakkında asgarî bilgi sahibi olan biri için bu sorunun cevabı asla olabilir. Zira, söz konusu olan bir üretim tarzıdır ve kapitalist üretim tarzı ekonomik, politik, ideolojik... kertelerin veya belirleyiciliklerin diyalektik bir bütünüdür. Dolayısıyla ne devletten ayrı, devletten bağımsız bir ekonomi [ekonomik sistem] söz konusudur, ne de ekonomi dışında bir devlet mümkündür. Başka türlü ifade edersek, devlet kapitalizmdir, kapitalizm de devlettir... Eğer öyleyse devleti kim düzenleyecek? Devletin niteliği burjuva olarak kalmaya devam ettikçe, yapılan tüm düzenlemeler, sistemin mantığının ve işleyişinin bir gereği olarak, kapitalist sınıfın çıkarını gözetmek durumundadır. Bu yüzden son dönemde peş peşe açılan ekonomi paketleri, sadece sermayenin imdadına yetişmeyi, sıkışan sermayeye nefes aldırmayı, emekçi sınıflar aleyhine olmak üzere sermayeye yeni değerlenme alanları açmayı amaçlıyor. Gerçek durum öyledir ama söylem farklıdır. Sık sık, herkes elini taşın altına koysun, koymalı... deniyor. Taşın altındaki el her zaman aynı el değil mi? Başka türlü olabilir mi? İşte işsizliği önlemek, istihdamı artırmak için programlar, paketler gündemde... Aslında bütün bu paketlerin, programların birincil amacı, sermayenin kârını güvence altına almaktır. Sermayenin ürettiği mal ve hizmetlere talep yaratmaktır... Söz konusu paketlerin hazırlanmasında krizin yükünü taşımak durumunda olan emekçi halk çoğunluğunun bir dahli var mı? Kapitalizm reforme edilebilir değildir. Hep ekonomik büyümeden, ekonomik büyüme oranlarını yükseltmekten söz ediliyor. O kadar zamanda ‘yüksek büyüme oranları’ insanlığın hangi temel sorununu çözdü? Toplumsal ve ekolojik kötülüklerin gerisinde kârı azamileştirmek dışında hiçbir amaç taşımayan ekonomik büyüme yok mu? Hastalığı müzminleştiren ilaç hâlâ neden derdin şifası gibi sunulabiliyor? Kapitalizmin insanlığın ihtiyacı olmayan şeyleri yanlış yöntemlerle ürettiği artık ortada değil mi?

4. Fakat ‘büyük insanlığın’ yüzleşmek durumunda olduğu kötülük sadece ekonomik krizden kaynaklanan sosyal nitelikteki kötülükler değil. İnsan ve toplum yaşamının tüm veçhelerinde görüntü giderek kararmakta, ekonomik krize ekolojik kriz, enerji krizi, gıda maddeleri krizi, iklim krizi, atmosfer krizi, vb. de eşlik ediyor ve tüm bu krizler karşılıklı olarak birbirini derinleştiriyor. Elbette yeryüzünün doğal ve beşeri zenginliğinin %85’nin dünyanın ayrıcalıklı %15 tarafından sahiplenildiği bir dünyada, neoliberal efendilerin vaat ettiği demokrasi, barış ve insan hakları sadece bir retorik olarak kalmaya mahkûm. Böyle bir dünyada barıştan ve demokrasiden söz etmek abestir ama savaş istisna değil kuraldır. Zira % 15’in ayrıcalıklı konumunu ve statüsünü devam ettirebilmesi, % 85’i sofradan uzak tutmakla mümkündür. Bunun da yolu savaştan geçiyor. Dünya nüfusunun %85’ini oluşturdukları halde kaynakların ancak %15’ine sahip olanlar, sahip oldukları kaynakları kendi refahları için kullanma iradesini ortaya koyduklarında, emperyalizmle çatışmayı da göze almak durumundalar. Nitekim dünyanın birçok bölgesindeki savaşlar ve çatışmalar doğrudan bu durumla ilgili. İşte Afganistan, Irak, Afrika’daki çok sayıda savaş ve çatışma yeryüzünün lânetlilerini sofradan uzak tutmak için çıkarılan savaşlar ve o amaç için peydahlanan çatışmalar. Demokrasiye gelince, ekonomik planda özerk olmayan birinin politik planda özerk olması mümkün değildir. Nüfusun %1’nin zenginliğin %25’ine, nüfusun %20’sinin gelirin %85’ine el koyduğu bir ülkede ve bir kişinin 58 milyar dolarlık servete sahip bir dünyada demokrasi, barış ve insan hakları ancak bir retorik olarak mümkündür...

5. Artık XXI’inci yüzyılın başında insanlığın ve uygarlığın kritik bir eşiği aşmakta olduğunu söylemek, karamsarlık tohumları ekmek, felâket tellâllığı yapmak değildir. Söz konusu olan kritik bir kavşaktır ve kavşaklar durulan değil, istikâmet değiştirilen yerlerdir. Zaten fazla seçenek de yok, seçenekler ikiye inmiş durumda: ya mevcut yıkıcı, akıl dışı eğilimler ve süreçler, velhasıl kör gidiş kaldığı yerden pupa yelken yol almaya devam edecek bu sağa viraj almak demektir ki, kâbusun büyümesi, yıkımın derinleşmesi ve hızlanması anlamına gelecektir: açlık, sefalet, boğazlaşmalar, devlet terörü, savaşlar, ekolojik yıkımın derinleşmesi... ; ya da aracın direksiyonunu sola çevirmek... Ufukta bu ikisi dışında bir ara yol, üçüncü bir seçenek yok. Fakat kör gidişi durdurup aracın direksiyonunu sola çevirmek de yeterli olmayacak. Dolayısıyla üç düzeyde radikal dönüşüm gerekiyor:1. Araç değişmek durumunda; 2. Aracın istikâmeti değişmek durumunda; 3. Direksiyondakiler değişmek zorunda. Velhasıl insanlığın sosyalizm dışında bir seçeneği yok. Bu aşamada sosyalist deneylerin iflasından hareketle bu seçeneğin de gündem dışı olduğu söylenebilir, söyleniyor ve söylenecektir. Oysa ortada tam bir yanlış değerlendirme ve yanlış anlama var: iflas eden XX. yüzyıl ‘sosyalizmleri’, sosyalizmin karikatürü bile değildi. Dolayısıyla biz geleceğin sosyalizminden, XXI. yüzyıl sosyalizminden söz ediyoruz. Geleceğin sosyalizmi XX. yüzyıldakiler gibi olmayacak, reel sosyalizm denilene benzemeyecek, benzememesi gerekiyor... Söz konusu deneyler iflas etti zira, kapitalizmin mantığından radikal bir kopuş söz konusu değildi. Kapitalizmin üretim ve tüketim modelini taklit ederek, onu yeni bir söylemle [sosyalist] yeniden üreterek, yeni, farklı, orijinal bir toplum düzeni kurulamazdı... Kapitalizmin mantığından radikal bir kopuşun söz konusu olmadığı koşularda, çelişik olarak kapitalist anlamda bile ekonomik etkinliği gerçekleştiremediler, demokrasiyi ihmal ettiler. Politik planda da anti-demokratik ve totaliter rejimler olmaktan kurtulamadılar. Velhasıl hiçbir zaman paradigmatik bir kopuş söz konusu olmadı. Sadece temel üretim araçlarını devletleştirmek ve merkezi plan, sosyalizm yolunda ilerlemek için yeterli değildi. Zira, devletleştirmek sosyalleştirmek değildir. Elbette üretim araçlarının mülkiyetinin kapitalist [burjuva] sınıfının elinden alınması sosyalizm için olmazsa olmaz koşuldur ama kapitalist sınıfın mülksüzleştirilmesi zorunlu ve otomatik olarak mülkiyet sorununun çözüldüğü anlamına gelmiyor. Bu vesileyle mülkiyet kavramıyla ilgili bir hatırlatma yapmak uygun düşüyor, zira mülkiyet kavramıyla ilgili tam bir yanlış anlama veya kafa karışıklığı geçerli. O kadar ki, mülkiyet nerdeyse tabu mertebesine çıkarılmış durumda... Mülkiyet demek, başkasının emeğini sömürmeye imkân veren üretim araçlarına sahip olmak demektir. Yoksa şahsi veya ailevî kullanım için sahip olunan şeyler mülkiyet kavramının dışındadır. Bir insanın özel kullanımı için gerekli araçlar: bir çiftçinin iki öküzü, traktörü, kendine yetecek kadar toprağı, kap/kacak, halı/kilim, buzdolabı, çamaşır makinası, ev, araba, vb. mülkiyet değildir. Mülkiyet sahibi olmak bulaşık makinasına sahip olmak değil, bulaşık makinası fabrikasına sahip olmaktır. Sınır, başkasının emeğinin sömürüldüğü yerde başlıyor... Reel sosyalizmler denilen sosyal formasyonlarda geçerli olan, nihai amacı emperyalist Batı’nın üretim ve tüketim düzeyini yakalamayı amaçlayan bir tür kalkınmacılıktı. Oysa, Batılı sömürgeci/emperyalist devletlerin daha önce yaptığını yapmak, onları aynı temel üzerinde taklit etmek hem mümkün değildi, hem de arzulanır bir şey değildir. Böylesi bir yönelimle yeni, farklı, orijinal, daha güzel bir dünya [un monde meilleur] kurulabilir miydi? Böylesi bir projeden hareketle her türlü yabancılaşmadan arınmış, kadınların ve erkeklerin emansipe [özgürleştiği] olduğu, her türlü ayrımcılığın, hiyerarşinin ve sosyal eşitsizliğin ortadan kalktığı, sömürü ve baskıdan arınmış bir insan toplumuna giden yol aralanabilir miydi? Elbette bununla bu işin kolay olduğu söylenmek istenmiyor, zira orada söz konusu olan, kökleri binlerce yıl gerilere giden bir sınıflı toplumun yerine yenisini sınıfsız toplumu kurma teşebbüsüyle ilgilidir, dolayısıyla söylenmek istenen rotayı şaşırmamak gerektiğidir... Kaldı ki, kapitalizm koşullarında zaten kalkınma diye bir şey yok ve mümkün de değildir. Orada söz konusu olan sermayenin büyümesi, sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesinden başka bir şey değildir. Bu yüzden mevcut haliyle ekonomik büyüme denilen bırakın arzulanır bir şey olmayı, tüm kötülüklerin kaynağıdır...

6. Sosyalizm, klasik liberalizmin vaatlerinin bir yanılsama olduğunun anlaşılması üzerine, liberalizme radikal bir eleştiri olarak sahneye çıktı. Zira, bir politik felsefe ve bir ekonomik doktrin olan liberalizm, insan özgürlüğü [emansipasyon] sorununu veya bireyin özgürleşmesini bir amaç [finalité] olarak değil, bir araç olarak görüyordu. Adalet ve genel toplum çıkarını gerçekleşmeyi vaat ediyordu ama ona ulaşmak için, Eski Rejim döneminde gelenek, despot ve Kilise [din] tarafından bastırılmış, boğulmuş kişisel [bireysel] aklı özgürleştirmeyi ve bireysel girişimin önünü açmayı yeterli koşul sayıyordu... Dolayısıyla geleneksel [eski] bağımlılıklardan kurtulduğu söylenen bireyin neyin içine düştüğü gerçeğini, bireyin nasıl yalnızlaştığı/çaresizleştiği, ne tür bir can pazarına düştüğü gerçeğini, kapitalist sistemin dayattığı vahşi sömürüyü, baskıyı ve yabancılaşmayı yok sayıyordu. İşte sosyalizm kapitalizmin yeni dönemin ‘modern barbarlığını’ aşmayı amaçlayan, son tahlilde bir ücretli kölelik düzeni olan kapitalizmin ötesine geçme perspektifine sahip bir özgürleşme [emansipasyon] felsefesi olarak ortaya çıktı. Fakat sosyalist örgütler ve reel sosyalizmler tuhaf bir şekilde çocuğu leğendeki kirli su ile atmak gibi bir yanlışa düştüler. Demokrasiyi ve özgürlüğü hafife aldılar veya savsaklamakta bir sakınca görmediler. Oysa, bireysel özgürlüğü ve gerçek demokrasiyi hafife alan, önemsemeyen bir sosyalizm mümkün değildir.

Büyük Fransız Devrimi’nin sloganları olan özgürlük, eşitlik, kardeşlik insanlığın önünde hâlâ gerçekleşmesi gereken başlıca amaç olarak duruyor. Velhasıl insanın yabancılaşmadan kurtuluşu sorunu, insanlığın çözmek durumunda olduğu temel sorun olmaya devam ediyor. Lâkin, kapitalizmin neden olduğu kötülükler sadece sosyal ve insânî mahiyette değil. Şimdilerde ekolojik yıkım, insanlığı ve uygarlığı yok oluşun eşiğine taşımış durumda. İşte böylesi bir dönemde radikal eleştiri hayati önem arz ediyor. Teorik radikal eleştiriye eşlik eden pratik radikal eleştiri vakitlice gerçekleşmezse, insanlığın geleceği ilelebet kararabilir... Bu derecede teknik gelişmişlik düzeyine ulaşmış bir insanlığın kendi kendini yok etmekte olduğunu iddia etmek saçma görünebilir. Kapitalizm koşullarında bilimin ve teknolojinin kâr etmenin, yok etmenin hizmetinde olduğu hatırlanırsa, telaşın ve kaygının haklılığı anlaşılacaktır. Demek ki, önümüzdeki dönemde politik mücadele iki amacın gerçekleşmesi perspektifine sahip olmak durumunda: 1. İnsanı yabancılaşmadan kurtarmak, özgürleştirmek; 2. Tam bir varoluş [existencielle], yok oluş sorunu haline gelen insanlığın ve uygarlığın geleceğini kurtarmak.

Böyle bir hayati misyonu omuzlayacak muhtemel aktörler ne yazık ki, henüz ortada görünmüyor. Burjuva partileri iddia edildiği gibi ‘kamu çıkarını gerçekleştirmeyi amaçlayan politik formasyonlardan çok parti başkanlarının şirketi durumunda. Burjuva politikacıları da politikacıdan çok profesyonel futbolculara benziyor. Türkiye’deki durumu anlamak için bir adım ileri gitmek gerekiyor zira bizde siyasi partiler sadece şirkete benzemiyor, aynı zamanda asıl devlet partisinin taşeronu olmaktan kaynaklanan bir zaafla da mâlûller... Bizde siyasi partiler profesyonel politikacıları ve yakın çevrelerini zenginleştirmek, bu amaçla bütçeyi ve hazineyi yağmalamak için var... Sosyalist muhalefet, sosyalist ve komünist partiler başlangıçtaki radikal perspektife ihanet ettiler, ücretli kölelik rejimi olan kapitalizmi yıkıp, komünist toplumun yolunu aralama perspektifini bir yana bırakıp, burjuva düzeninin birer unsuru, bileşeni haline geldiler. Söylemleri farklı olsa da kapitalist sömürüyü, bir bütün olarak kapitalizmi ve emperyalizmi meşrulaştırmanın araçları haline geldiler. Bu örgütlerin teşhir ve mahkûm edilmeleri gerekiyor. Zira, ideolojik bulanıklık yaratarak, muhtemel radikal oluşumların önünü kesiyorlar, değilse zorlaştırıyorlar.

7. Mevcut gidişin, geçerli süreçlerin ve eğilimlerin sürdürülemez, kabul edilemez, katlanılamaz, abes, vb. olduğunu söylediğinizde tuhaf bir ‘tepkiyle’ karşılaşıyorsunuz... Bu durum değişmelidir, hem de bu vakitlice gerçekleşmelidir dediğinizde, cevap hazır: insan bencildir, insanı değiştiremezsin, vb. Bu tavır, kökleri çok gerilere giden egemen ideolojinin neden olduğu ideolojik köleliğin bir sonucu. Her şeyin değiştiği, değişmek durumunda olduğu bir dünyada, insan bundan neden muaf olsun? Kaldı ki, kapitalist çağın ‘modern’ insanı kadar değişmiş başka bir canlı türü var mıdır? Şu anın insanı onun değişmiş hâli değil mi? Neden başka türlü de değişmesin? Farklı bir toplumsal düzen, farklı bir yaşam tarzı düşüncesi, kavramın olumsuz, [pejoratif] anlamında ütopik sayılıyor. Doğal kaynaklar ve üretim araçları toplumun ortak malıdır, dolayısıyla ortak kullanımına sunulmalıdır dediğinizde bir elin beş parmağı aynı mı? deniyor... Bunu diyenle dedirten arasındaki ayrımı gözden uzak tutmamak gerekir... Oysa sadece kendi çıkarını düşünen, kendi çıkarının peşine koşan insan [homo economicus] burjuva filozoflarının bir uydurmasıydı. Bu gün bu görüş yaşanan süreç tarafından tam bir kesinlikle yalanlanmış durumda. Üstelik genetik alanındaki gelişmeler tarafından da yalanlanmış durumda. Bir yalanlama da Marx tarafından Feuerbach Üzerine Tezler’in altıncısında mevcut: “... Ama insan özü, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Bu öz aslında, toplumsal ilişkiler bütünüdür.” [2]. Velhasıl başka bir dünya, başka bir toplum, başka bir insan hem mümkün hem de arzulanır bir şey. O zaman geriye potansiyeli gerçekleştirmek için sahneye çıkmak kalıyor... İnsanın rüştünü ispatlamasının başkaca bir yolu da yok...

Notlar:

(1 ) Le Capital, livre I, p. 6.
(2) K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], Sol yayınları 5. baskı, Ankara, 2004, s. 23.

Hiç yorum yok: