4 Ocak 2009 Pazar

Bir İnsanın Ölümü





A. Kadir Konuk / Yenihayat1@t-online.de

Dünyaya geldiğimde birilerine yaşamımı onlara bağlı geçireceğime ilişkin bir senet imzaladığımı hiç anımsamıyorum. Dostluklarım ise karşı taraf bitirmediği sürece benim için geçerlidir! Dost bildiklerim bana sövmeye başlamadıkları sürece başkalarının onlara yanımda sövmesine asla izin veremem.

Şimdi işin felsefi sorusu:
İnsan ne zaman ölür?
60’ında mı, 70’inde mi, ne zaman?
Ama bu insanın biyolojik ölümüdür, her canlı için geçerlidir bu ölüm, günü gelen gider.
Benim sorum başka.
İnsan gerçekten ne zaman ölür?
Tanrıya inanan insan onu reddettiği gün ölmüş, sonraki düşünceleriyle kendisini yeniden yaratmıştır dersem kızan olur mu?
Birini delice seversiniz, adına aşk dersiniz bunun, o gider başkasını sever, içiniz ölür.
Ama öyle ölü kalmaz orası, sonra yeni tohumlar çıkarırlar başlarını dışarıya, yeni aşklar başlar, insan yeniden dirilir.
Birine sonsuz inanç beslersiniz, gün gelir o kişi düşündüğünüzün tam tersi harekette bulunur, yıkılır içinizde onu koruduğunuz kaleler, yine ölür içiniz, ama çok sürmez insanın yeniden dirilmesi.
Kısaca insan bir kez ölmez yaşamında, bin kez ölür, bin kez dirilir. İşte bunun toplamı yaşamdır. Sonra geride bıraktığı, kendi bedeninde yaşanmış ölümlere bakar, gülümser, adını anılarım koyar.
Anılar insanın unuttuklarından, bilerek-bilmeyerek öldürdüklerinden arta kalan, taşlı taşsız mezarlardır.
Yaşamın posasıdır aslında anı denilen şey. Artık hiçbir işe yaramaz onlar. Sadece bazıları için iç çekilir, o kadar.
İnsanın içi öldüğünde bedeni ölüme yatmış demektir.
Şiir ölür, öykü, roman, felsefe ölür insanın içi öldüğünde.
Bu nedenle ölüme yatan insan ‘İçim üşüyor’ diye yakınır.
Haydi, düşünün bakalım, siz yaşamınız boyunca gerçekten kaç kez öldünüz?
Ölenlerden biri mi olmak isterdiniz yoksa şimdiki siz mi?
İnsan içinde yarattığı putları öldürdükçe dirilir her gün. Güne bir başka bakmaya başlar.
Bu nedenle gelişen insan sevgisinden, insana saygıdan nasibini almamış, onu her kılığa sokabilen felsefe insanın son halinin göstergesidir. Putlara bağlı, tanıkları putlar olan, kendini putlarla ifade eden felsefe ölü ruhların felsefesini oluşturur.
Yaşamış olsalardı kendi düşüncelerinde önemli değişikliklere gidecek olan geçmiş yüz yılların filozoflarının düşünceleriyle günün insanını felsefe adına mahkum etmeye kalkışmak gericilik değilse tutuculuğun piridir.
Bunlar günde yaşamaz, geçmişte yaşamayı yeğlerler ve sözleri güne ilişkin gibi görünse de özleri geçmişte kalmıştır.
İç dünyasında özgürleşen insan öğrendiklerine, öğrenebileceklerine, bunları kendileştirip yaşama uygulamasına bağlıdır, geçmişe değil. Bu nedenle iç dünyalarında özgürleşebilen insanlar sözlerine geçmiş yüzyıllardan tanıklar göstermekten çok ben böyle düşünüyorum diye başlarlar.
Sahi sizin felsefeniz güne nasıl bakıyor?
Yeni putlar yarattınız mı kendinize? İlk çıkışlarında değil, sonradan başkaları tarafından “izm”leştirilmiş hangi çizilmiş sınırların içinde daralttınız yaşamınızı? Kime tapmaya başladınız düşünce uğruna? Hangi ustanın izindesiniz?
İyi ama neden hep bir şeylerin sizleri yönetmesine gerek duyuyorsunuz?
Neden kendinizi kendiniz yönetemiyorsunuz?
Neden öldüremiyorsunuz içinizdeki kalıplaşmış düşünceleri?
Özgür insan öncelikle kendi iç savaşını kendisine karşı kazanabilen insandır. İnsanların bilinemeyenlerden yola çıkarak kendilerine tanrılar yaratmaları bir başka olgudur, ama düşünen insanın bir başka insanı putlaştırması, kendine tanrılaştırması köle ruhun tam da kanıtıdır.
Düşünebiliyor musunuz, bir roman yazarı olarak roman kahramanımın aracılığıyla tanrıyı, onun peygamberini, kitabını eleştirebiliyor ama sıra Marx’a gelince ona dokunamıyorum. İlahları koruyanlar kızıyorlar çabucak.
Artık bunu somut biçimde örnekleyebilirim.
Son romanım “Tanrının Son Sözleri”ni bitirdim. Türkiye’de devrimci bir yayıncıya göndermeden önce öteki romanlarımda asla yapmadığım bir iş yaptım, yüzden tanımadığım birkaç insana okumaları, düşüncelerini belirtmeleri için gönderdim. Bazıları okudu, bazıları okuma zahmetine katlanmadılar. Okuyanların ortak düşüncesi romanın –bazı yazım hataları dışında- çok güzel-evet çok güzel- olduğuydu, ama bu romanın yayınlanabileceğini düşünmeyenler ağırlıktaydı. Çünkü söz konusu olan İsa ve tanrısı olsa da konu dinle ilgiliydi.
Bu değerlendirmelerden sonra romanı devrimci yayıncıya gönderdim. Kısa bir süre sonra gelen yanıt özetle şöyleydi.
“Roman akıcı bir dille yazılmış, güzel bir kitap, beğendik. Ancak bu romanı yayınlayabilmemiz için aşağıda belirttiğimiz bölümlerin çıkarılması gerekiyor.”
Bölümler belirtilmiş.
Bu bölümlerde Marxizm’in gerçek yaşamda başarısızlıkları açıkça görülen bazı söylemleri eleştiriliyor. Yayıncı bu bölümleri burjuvazinin Marksizm’e saldırısına destek anlamında yorumluyor.
Romanın kahramanı eski bir Katolik, üstelik Alman, Almanya’da yaşıyor, devrimci düşüncelere de sahip, ama sorgulayıcı bir kişiliği var. Yayıncı bırakalım bir Türk yada Kürt’ü bir Alman’ın bile Alman olan Marx’ı eleştirmesine katlanamıyor.
Yazdığım kitaptan değil bölümler, bir satır bile çıkarmayacağımı belirttim, yayıncı da hakkını kullanarak kitabı basmadı.
İşin ilginç olan yanı bu gelişmelerden sonra bana kırılmasıydı. Bir edebiyat sitesinin benimle yaptığı söyleşide kitaplardan söz etmiş, “Şimdi tepesinde bir Deli Dumrul olmayan bir yayın evi arıyorum” demiştim. Yayıncı arkadaş bu sözü beğenmedi, elinde bulunan “Zula” isimli öykü kitabımı da bu söz nedeniyle basmayacaklarını belirtti. Aslında bu davranışıyla köprü başını tutmuş bir Deli Dumrul olmayı kabul ediyor, şakadan anlamadığını da göstermiş oluyordu.
“Zula” Almanya’da basıldı, “Tanrının Son Sözleri” de gelecek aylar içinde Almanya’da yayınlanacak. Hazırlıkları sürüyor.
Yayıncı kitabı, yayın evimizin çizgisine uygun değil diyerek reddetseydi bunu anlayabilirdim. Çünkü daha önce bazı yayın evlerine öykü kitabımı göndermiştim, kusura bakmayın biz öykü yayınlamıyoruz yanıtını almıştım, ne küsmüş ne de darılmıştım.
Ama yayıncının tabuları kendisinin de güzel bulduğu bir kitabın yayınlanmasını engelliyor. Şakaya ise asla gelmiyor. Çünkü alışılmış düşünceye göre Marxistler şakayı sevmezler, ciddi, asık yüzlü insanlardır onlar. Birine samimiyetinize güvenip bir şaka yapmaya kalksanız “Aslında gerçek düşüncen ne, onu söyler misin” diye çıkışanları bile bulunur bu dünyada.
Tuhaf olan şey o kitapların yazarı olan kişi, yani ben de kendimi Marxist düşünceye inanan biri sayıyorum. Ama demek ki ben iyisinden değilim.
Felsefe bu!
Başkalarını kıyasıya eleştirme özgürlüğü olan felsefe kendine yönelince Kuran’laşıyor.
Düşünüyorum hala. Kahramanı Hitler olan bir roman yazsaydım, onunla Stalin’i karşı karşıya getirseydim, Hitler’den de Marxizm’i övmesi mi beklenecekti acaba?
İnsan öncelikle kendisiyle gırgır geçemiyorsa başkalarıyla da geçemez, çekinir. İyi bir güldürü yazarının ilk saldıracağı kişi kendisidir.
Ama öyle düşünmeyenler de var elbette. Bırakın şakalaşmayı, senin düşüncelerine katılmıyorum demek bile bazı insanlar için yıkımla eş değerli olabiliyor.
İnsanı yarattığı söylenen tanrı onu cehennemiyle korkuttuğu için çirkindir. Aforoz etmek, toplum dışı bırakmak çirkin olduğu için insani değildir. Boyun eğmeyeni hain ilan etmek de içinde çirkinliğin bir çok biçimini taşır.
Böyle düşünüyorum.
Bu yazıyı yazdığım anda düşüncelerim böyle. Yazıdan hemen sonra ileriye yönelik değişiklikler olabilir, tehlikeli değil, yaşamın kendisi ölüme kadar değişikliktir. Ölüm artık canlı olmayan organizmada kendi değişikliklerini gerçekleştirir. Bunlar beni hiç ilgilendirmez, çünkü o zaman ben olmayacağım.
Bu sözleri benden önce birileri daha mı söylemiş?
Olsun, ne çıkar, şimdi ben söylüyorum ve o düşünce benim oluyor. Tanık gerekir mi?
“Azrail” insanın içi üşümeye başlayınca gelir, bilmiyor musunuz?
İnsanın içi boşsa, sevgiden, güzelliklerden yoksunsa üşür.
Önümüz bahar, doğa öldürdüklerini değil, yeni tohumları diriltecek yine, göreceksiniz. Daha önce ölenler yeni tohumların sadece gübresi olabilecekler.
Tabularınızı öldürün!
Totemlerinizi yıkın!
İdeallerinizi siz yönetin, onların sizi teslim almalarına, dünyanıza sınırlar çizmelerine izin vermeyin!
Böyle yaptığınızda çevrenizde güneş, çevrenizde ay, çevrenizde tüm güzelliğiyle doğa…
Daha özgür olduğunuzu anında hissedeceksiniz.
Böyle yaptığınızda İstanbul’da yaşadığı evinde yalnız ölen, cesedi 9 gün sonra bulunan ama gazete haberlerine göre “Sevenleri tarafından” toprağa gözyaşlarıyla verilen bir gazeteci olmaktan kurtulur, yalnız ölebileceğinize de inanırsınız.
Yalnız, ama kölelikten kurtulmuş…
Yalnız, ama özgür…
Çünkü ölüm geldiğinde yalnızlık zaten bitmiştir.
Yalnızlıktan, aforoz edilmekten, terk edilmekten korkmayın, başkaları neşelenecek, başkalarına şirin görüneceksiniz diye kendinize ihanet etmekten korkun!

Şimdi yukarıdaki düşünceler ışığında felsefi bir soru:

Civan Haco, Türkçe yayın yapan Hülya Avşar’ın şovuna katılıp Kürtçe türkü söylediğinde hain sayılmadı, şeş tiviye gider Diyarbakır türküsünü söylerse neden hain olacak?

İnsana özgürlük yakışır, kölelik değil.
Yıkın tabularınızı, totemlerinizi, mabetlerinizi!
Felsefe budur, gerisi laf-ı güzaf!

Zindanlar boşalsın! Siyasi genel af!

Hiç yorum yok: