21 Ocak 2009 Çarşamba

Kötü Şarkıcı




A.Kadir Konuk / Yenihayat1@t-online.de

Hiç istemediğim halde üzdüğüm insanlardan özürüm olsun, önce bir fıkra anlatayım.
Tıklım tıklım dolu salonun sahnesinde sesi berbat ama bacakları güzel uyduruk bir şarkıcı ne zaman programını bitirmeye kalkışsa dinleyiciler “İsteriz” diye tempo tutuyorlarmış. Haber yazmak için orada bulunan gazeteci yanındaki genç adama “Ama bu kadın gerçekten kötü söylüyor şarkıları, neden durmadan yeniden istiyorsunuz” diye sormuş.

“Ah abi” demiş genç adam, “Sen asıl bundan sonra sahneye çıkacak olanı gör, o daha beter. Bunun hiç değil bacakları güzel!”

Oysa benim bacaklarım da güzel değil, çarpık çurpuk. Ama okurlar ille de “Geri dön” şarkısını söylediler ısrarla.

“Hep birlikte isterüüüz diye bağırıyoruz” yazdı e-mailinde sevgili Yener Orkunoğlu. Şarkıcı oradan geldi aklıma.

Doğrusu bunu beklemiyordum. Üç günde belimi büktünüz, aynada kendi yüzüme bakamaz oldum.

Yaşamımda ilk kez bir yazıyı ağlayarak yazıyorum. Sevilmek, aranmak ne güzelmiş meğer, unutmuştum.

Siteden ayrıldığımı belirttiğim yazıdan sonra siteye gelen yorumların, yüzünü bile görmediğim sevgili şefim Hasret Birsel’in benim için tam bir “Sevgi darbesi” yazısının dışında dost insanlar telefonla aradılar, e-mailler gönderdiler, üç günde beni yerin dibine geçirdiler. Ne korkaklığım kaldı, ne kaçaklığım, ne dönekliğim, ne yarı yolda bırakmalarım…

Hele de Türkiye’de yaşayan, kendilerini benim kızlarım sayan, yüzlerini görmediğim, mahkum yakını o iki liseli genç kızın sözleri…

Biliyorum yüreğinde insan sevgisi taşımayanlar “Gene kendini konuşturdu, insan bu kadar tutarsız olmaz, gidiyorum deyip kendini dayattı” diyecekler.

Umurumda değil. Bana sevgilerini bu kadar açıkça söyleyen insanların varlığı bütün utançları ortadan kaldırmaya yeterli.

Bir sevgili dostum, “Hem mazoşist, hem sadist olamazsın” dedi.
Hem kendine hem bizlere eziyet etme!

“Siz güçtünüz, sestiniz kalın bence Kalmalısınız” diye seslendi bir şair kadın binlerce kilometre öteden.

Mehem ben neymişem? (Annem meger-meğer demez mehem derdi)
Simit sattığım günlerde bir simitçi ustam vardı, Ecem emmi derdik ona, Erzincan’ın en güzel simitlerini, döner lavaşlarını o yapardı. Acemistan’dan geldiği söylenirdi, bilmezdik Acemistan nere.

Ecem emmi kızdığı, burnundan soluduğu anlarda, şu godugumun Ecemistanında mene bir mezer bulunmadı, geldim bu puştların götüni gohlirem, derdi.

Hayır, konuyla ilgisi yok bunların, elimi yazıya alıştırmaya çalışıyorum. Baskılara dayanamayıp döndüm ya, dönek oldum ya, yer ısıtıyorum, yüzümün kızarıklığını gidermeye uğraşıyorum.
Geçmişte sevgililerimden ayrıldığım anlarda, kapıyı kapamadan önce “Gidiyorum, söyleyecek bir sözün varsa şimdi söyle” demiştim, yanıt derin bir sessizlik olmuştu her defasında. Kal deseler kalır mıydım, bilemiyorum.

Anam, babam, çocuklarım, ailem olan, içinde ömrümün en genç yıllarını geçirdiğim, uğruna “Ölümlere gidip geldiğim” siyasi örgütümden istifa ettiğim zaman, eskiden beni salonlarda ayakta alkışlayan binlerce insanın arasında yığınla sevenim vardı, biliyorum, ardımdan kimse kal dememişti.

Yıllarca içlerinde çalıştığım gazetelerden ayrılırken iş arkadaşlarım da kal diye ısrar etmemişlerdi hiç. Beni seven okurlar olduğunu biliyordum, ama onlar da gazeteleri mektup yağmuruna tutmamış, yazarımızı isteriz dememişlerdi. Diyenler olduysa bundan benim haberim olmadı, darılmasınlar.

İlk kez, inanın bana ilk kez böylesine bir okur sevgisiyle karşılaşıyorum. Beybun sitesinin dışında yazılarımı gönderdiğim iki sitenin yöneticileri de kal diye seslendiler ilk günden.
Erkekler de ağlarlar, hem de zırıl zırıl ağlarlar, diye eğittiğim sulu gözlü yüreğim ha patladı ha patlayacak!

Bir konuya açıklık kazandırmalıyım.

Korktuğum, mücadele etmekten yıldığım için almamıştım ayrılma kararını. Başta beybun sitesi olmak üzere internet sitelerine izinle, davetsiz gelen bir konuktum, ev sahiplerimin benim yüzümden rahatsız edilmelerini istemediğim için aldım o kararı. Başkalarını üzmek, başkalarına sorunlar yaratmak işim değil, böyle anlarda kendi içime yöneliyor, zaten aksi olan suratım daha da aksileşiyor, berbat bir adam haline geliyor, acılarını özel yaşamımda yaşıyordum. Geçmişte bu nedenlerle kendime yöneldiğim anlar oldu, yeniden aynı duyguları yaşamak istemedim, bundan çekindim açıkcası.

Yazılarımı açık ismimle yazıyorum, her tür eleştirinin, küfrün, beğeninin bana yönelmesi gerekirdi.

Bazı dostlarım yazılarımı doğrudan, çok açık sözlerle yazmak yerine, sözcükleri yazılarımın içine yedirmemi önerdiler.

Ezop devri kapandı zannediyordum. 2009 yılında o zıkkım düşünce özgürlüğünü yaşayabileceğimi düşünmüştüm, yaşasın dilim özgür oldu diye seviniyordum.

Ağalık devri kapanmamış, yeni anladım.

Yine de yazacaksam düşündüğüm gibi, açıkça yazmayı yeğlerim. Belası sevdam olsun.

Gene başladım işte!

Anam da öyle derdi: “Ağzını kapasalar gerin durmuyor!”

Can çıkıyor da huy çıkmıyor, neylersiniz. Siz bilmiyorsunuz ben neler çektim bu dilimin yüzünden.

En iyisi yine bir fıkra anlatayım.

Efendim, şehirler arasında yük taşıyan eski bir kamyonun parçaları bir gün isyan etmişler. Ne bu lan demiş lastikler, mecbur muyuz yıllarca bu yükleri taşımaya, ya biz, demiş balatalar, yandık ulan yandık bu manyak şoförün fren sevdasından, rot bağırmış, direksiyon haykırmış, vites kolu zırlamaya başlamış, amortisörler inlemiş, tahtaları parçalanmış kasa ağıda başlamış, birden bir nara patlamış orta yerde:

Susun ulan, diye bağırmış mazot deposu, her benzinlikte bana giren hortumlar hanginize girdi?
Cinsiyetçi olmadı değil mi?

Ne bileyim ben, Türkiye AB’ye girecek denilince cinsiyetçi olmuyor, (AB ülkelerinin arasına katılacak denilmesi gerekiyor) ama hortum mazot deposuna girince cinsiyetçi olabilir.

Sizlere teşekkür ediyorum.

Tartışmalar gelir geçer. Belki beş-on yıl sonra olmayacağım bu dünyada, kimse de anımsamayacak, ama en azından küçücük de olsa sevgi kalabilmeli yüreklerde. Bana yeniden yaşattığınız, yeniden var olduğuna inandırdığınız insan sevgisi…

Gerisi laf-u güzaf!

Gelelim şu ünlenen af öykümüze.

İsteyen istediğine af isteminde bulunsun, sonuçta hepimiz aynı noktada birleşeceğiz. Niye mi?
Nasrettin Hoca öyle söylüyor da ondan. Bu fırkayı çok uzun yıllar önce bir gazetede yazmıştım, yine başım belaya girmişti. Ama yeri geldi, cuk oturur.

Nasrettin Hoca yetişkin oğluna kız istemeye gitmiş. Eve girmiş, oturmuş, yekten, bizim oğlan sizin kızla evlenecek, demiş.

Hocayı döverek atmışlar kapıdan dışarı. Komşuları görmüşler, ne iş hoca diye sormuşlar. Kız istemeye gittim, dövdüler, demiş hoca ve olayı anlatmış.

Ama kız böyle istenmez ki hoca, demişler, izin ver biz gidip isteyelim.

Komşular gitmişler kız evine, Hoca da gidip evin penceresinin altına siperlenmiş. Komşular oturmuşlar, dereden tepeden konuşmuşlar, kahvelerini içmişler, sonra, biz buraya hayırlı bir iş için geldik, sizin kızı bizim Hocanın oğluna Allah’ın emri, peygamberin kavliyle istiyoruz, demişler.

Hocanın oğlundan iyisini mi bulacağım, demiş kızın babası, ama Hoca öyle demedi.

Hoca dayanmış pencereye, öyle de olsa, böyle de olsa benim dediğim olacak, bizim oğlan sizin kızla yatacak, demiş.

Sizin isteminiz, isteme biçiminiz ne olursa olsun, her hangi bir af çıkması halinde bundan içerideki her kes yararlanır.

İdam hücrelerindeydik. O günlerde it osurdukça idam cezası veriyordu askeri mahkemeler. Yeni idam cezaları verildiğinde hep birlikte idamlara hayır sloganını haykırıyorduk. Omuzu kalabalık askeri hakim kalemini ben mahkeme salonunda yokken kırmıştı, gıyabımda idam cezası aldığımı gazeteden öğrendiğimizde koğuş arkadaşlarım haydi gel senin sloganını atacağız demişler, beni pencerenin önüne dikmişler, hep birlikte idamlara hayır diye bağırmıştık. Boynuma takılmak istenilen yağlı ipi hissetmiş, acayip olmuştum.

O günlerde faşistlerden bir kaçına da idam cezası verildi. Tartışmaya başladık. Şimdi bu sloganı yine bağıracak mıydık?

Nirengi burasıydı. Biz genel olarak mı idamlara karşıydık, bize verilen idam cezalarına mı?
Genel olarak idam cezasına karşıysak faşistlere verilen idam cezasına da karşı çıkmamız gerekiyordu. Onları asın bizi asmayın diyemezdik. Yaşamak en temel insan hakkıydı.
İşkence insanlık suçuydu, idam cezası ise asılma anına kadar süren gizli ve aşağılık bir işkence türüydü. Ben asılacağı günü en kısa süre bekleyenlerden biriyim, bekleme sürem önemli bir bölümü tek kişilik hücrelerde, yaklaşık 7 yıl sürdü.

Biz genel olarak idama karşıydık. Bu nedenle faşistlere idam cezası verildiği günün akşamında hep birlikte yine bağırdık!

İdamlara hayır!

İdam cezası kaldırıldı Türkiye’de. Şimdi sokaklar infaz yeri. Serseri bir slogan çınlıyor meydanlarda: “Yargısız infazlara hayır!”

“Yargılı” olanlara “Evet” anlamına mı geliyor bu?

Doğrusu; “Gerekçesi ne olursa olsun tüm cinayetlere hayır” olmalı değil mi?

Çünkü düşüncesi ne olursa olsun, insan yaşamı kutsaldır! Bütün demokratik ülkelerin anayasalarında böyle yazar.

Prensip olarak siyasi tutsaklara af istemekle başladım bu işe. Olaya en çok adli tutuklu, hükümlü yakınları sahip çıktılar. Yorumlardan herkes onların siyasi konularda pek de bilgili olmadıklarını gördü. Ben bir yılan da olsam, onların istemlerini dillendirdiğim için bana da sarıldılar. Dinci-faşist kesimler de insanların bu istemlerini kendi kanallarına akıtmak için hemen çalışmaya giriştiler.

Sol partiler, solcu yazarlar, gazeteciler susuyorlar. Onlar hala işin ayıp boyutuyla uğraşıyorlar, yada bir yerlerden kalk borusu çalınmasını bekliyorlar.

Üstelik bu kesimler kendisi demokrat olmayan bir hükümetten demokratik açılımlar yapmasını beklemeye de devam ediyorlar. Anayasa değişikliği yapılmalı, demokratik haklar verilmeli, Kürt dili özgür bırakılmalı…

Ama yukarıda sayılan hakları istedikleri, elde etmek amacıyla kendi bildikleri doğrularla mücadele ettikleri için zindanlara doldurulmuş siyasi tutsaklar yatmalı içeride, onlar için af istemek ayıptır. (!)

Bu sitenin yazarları, okurları olarak istiyoruz bu affı, ayıbı boynumuza olsun, bir gerdanlık gibi göstererek taşırız o ayıbı.

Şimdi yine benim geri dönmeme geliyorum.

Benim için bir zevk, bazı okuyucular için işkence olan yazılarıma sizlerin sevgisiyle dönüyorum. Anladım, inanın anladım, bu kadar yol geldikten sonra geri dönülmezmiş. Bıktırıncaya, kovuluncaya kadar kalırım artık. Belayı siz çağırdınız geriye, katlanacaksınız.
Umarım ve dilerim zor anlarımda da yanımda olur, beni sevgi dolu dayanaklardan yoksun bırakmazsınız.

Gelinen noktadan geri dönülemeyeceğini sevgi dolu tokatlarınız sonucunda anlamış bulunuyorum. Yüzümün kızarıklığı, alev alev yanması bundandır.

Efendim, Türkiye’nin başbakanı olma şerefine ulaşmış, aynı zamanda hemşerim olan, Erzincanlı, eski sebze hali müdürü Yıldırım Akbulut da bir zamanlar öyle demişti. Transseksüel kardeşlerim fıkradan lütfen alınmasınlar.

“Yıldırım Akbulut bir gün işe giderken yolda otostopçuluk yapan erkekten dönme iki kadını (Onlara şimdilerde transseksüel deniliyor) arabasına almış. Bir süre gitmişler, kadınlardan biri, biliyor musunuz, biz dönmeyiz, demiş.

Yıldırım Akbulut gülmüş, bu kadar yol geldikten sonra zaten dönülmez, demiş.”

Bu kadar yol geldikten sonra dönülemeyeceğini ben de anlamış bulunuyorum. Şimdi geriye yüzü de, bacakları da, sesi de güzel bir kadın şarkıcıdan miras, kulaklarımda inleyen şarkı kalıyor.

“Dönülmez akşamın ufkundayım, vakit geç/Bu son fasıl ey ömrüm, nasıl geçersen geç!”

Sanıyorum, dönek olmadan önce bir sloganda kalmıştık.

Zindanlar boşalsın! Siyasi genel af!

Zindanlar boşalsın, genel af!

Hiç yorum yok: