2 Ocak 2012 Pazartesi

Devrim üzerine söyleşi II

“Örgüt Paradoksu” Üzerine

Fikret Başkaya - Gün Zileli





GZ: Söyleşimizin önceki bölümünde “örgüt paradoksu”ndan söz ettin. Bunu biraz açar mısın?





FB: İstersen ondan önce önemli gördüğüm bir hususa açıklık getirelim. Devrimci çevrelerde “devrimi örgüt yapar” şeklinde bir anlayış var. Bir örgüt kurulacak, büyüyecek, olgunlaşacak ve zamanı geldiğinde de devrim yapacak... Aslında bu, devrim hakkında yanlış bir anlayışın ürünüdür. Devrim sosyal eylemin sonucu olan bir dönüşümdür ve ancak geniş halk kitlelerinin yapabildiği bir şeydir. Dolayısıyla, politik volontarizm, kitlelerin kendi bilinçli eyleminin yerini alamaz. Başka türlü ifade edersek, politik eylem hiçbir zaman sosyal eylemin yerini alamaz. Tabii bu tür bir devrim anlayışı da, Rusya’daki durumun yanlış anlaşılmasından ve orada olup bitenlerin “evrensel değeri olan bir şey” sayılmasından kaynaklanıyordu. Şubat’taki bir sosyal devrimdi ve yol almaya devam ediyordu. Ekim’dekiyse iktidarın Bolşevikler tarafından ele geçirilmesiydi, yânî politik bir eylemdi. Dolayısıyla Ekim’de Bolşevikler devrim yapmadılar, hükümeti ele geçirdiler. Şubatta devrim patlamıştı, Çarlık devrilmişti, lâkin henüz yeni bir rejim kurulmuş değildi. Emekçi kitleler özgürlük, sosyal eşitlik, ifade ve örgütlenme özgürlüğü, refah, insanca yaşama, “kendileri olma” talebiyle ayaklanmışlardı, gerçek bir demokrasi istiyorlardı.

İktidarın Bolşevik parti tarafından ele geçirilmesi devrim sürecinde bir “andı”... Lâkin resmi tarih, devrimi Şubat’tan değil de Ekim’den başlattı. Asıl devrim yok sayıldı. Biliyorsun, her zaman ve her yerde resmi tarih “egemenlerin istediği tarihtir”, onların işine gelen bir tarih versiyonudur. Tabii Bolşevikler iktidarı ele geçirir geçirmez ilk yaptıkları iş, devrimin kaynağı ve anası olan Sovyetleri tasfiye etmek oldu. Sovyetler yeni ve orijinal bir kitle örgütlenme modeli olmaktan çıkarıldı, önce içi boşaltıldı, sonra da tümüyle tasfiye edildi. Lenin Şubatta: “ Bütün iktidar Sovyetlere” demişti, Ekimden sonraysa slogan: “ Bütün iktidar Bolşevik Partiye” biçimini aldı…Bu arada neyin değiştiğini merak eden var mı? Gerçek durum böyleydi ama retorik farklıydı... Yeni rejime “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği” dense de, kurulan yeni rejimde artık Sovyetlerin hiçbir dahli olmadığı gibi, rejimin sosyalist bir rotada ilerleme imkânı da daha baştan yok edilmişti... Ve o aşamadan sonra ne yapıldıysa, sosyalizmin, marksizmin ilkelerine karşı yapıldı. Oysa eleştirel tarih son derecede önemlidir. Ekim Devrimi’nden bir süre sonra iktidar Lenin’in liderliğinde bir “komiserler konseyinin” iktidarına dönüştü. Taktik gerekçeler ilkelerin önüne geçti ve daha baştan devrim, sosyalizm/komünizm perspektifine yabancılaştı... Elbette rejim bir dizi iç ve dış olumsuzlukla cebelleşmek zorundaydı ama bu “zorunluluğu erdeme” dönüştürmeyi gerektirmiyordu. Dolayısıyla sapma Stalin’le başlamadı. Maalesef sosyalizm ilkelerine yabancı bir dizi uygulama daha Lenin zamanında başladı. İfade ve basın özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü yasağı, parti kurma yasağı, vb. Lenin zamanında yürürlükteydi. 1921’de “eğilimler” yasaklandı, ölüm cezası yeniden kondu... Rosa Luxemburg sapmayı çok erken bir zamanda [1918] fark edip mahkûm etti. Leninist iktidarı: “ bir klik hükümeti, bir diktatörlük, aslında proletaryanın değil, bir avuç burjuva politikacısının diktatörlüğü, jakoben egemenliği” olarak tanımladı.

Peki örgüt önemsiz midir? Asla değil, tam tersine örgüt vazgeçilmezdir ama örgüte hak etmediği misyonlar yüklememek kaydıyla. Örgüt devrimci süreci hızlandırabilir, devrim sonrasında “hedef şaşmasını” engeleyebilir ama devrim yapamaz. Tabii eğer varlık nedenine yabancılaşmışsa, bürokratlaşıp-yozlaşmışsa olumsuz şeyler de yapabilir... Örgüt paradoksundan kastettiğim şu: Örgüt başlangıçta bir amaç için kuruluyor ama gerçekten amaca uygun olarak kurulup-kurulmadığı tartışmalıdır. Diyelim sosyalist/komünist bir toplumsal düzen kurma, bu amaçla da burjuva düzenini aşma perspektifi olan bir örgüt kuruldu. Gerçekten o amaca uygun olabilmesi için sosyalist ilkelerle uyumlu bir yapı ve işleyişe sahip olması gerekir. Daha baştan bir farklılığa, orijinalliğe sahip olması gerekir... Bilinen, “geleneksel” örgüt modellerinin dışında farklı bir şey olması gerekir. Eğer burjuva örgüt modelini alır, onu taklit edersen, daha baştan amaca yabancılaşmak kaçınılmazdır. Zira burjuva toplumunun ayakları seni sosyalizme/komünizme taşımaz. Alet benim elimde iyi işler, demek saçmadır... Ben yaparsam iyi olur, demenin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Tarihsel sol bugüne kadar nasıl örgütlenmeliyiz, amaca uygun bir örgüt modelini ve işleyişini nasıl oluşturabiliriz sorusunu pek sormadı... Esas itibariyle ve genel bir çerçevede burjuva örgüt modelini benimsemekle yetindiler. Örgütün hayati önemini kavramakta başarısız oldular... Oysa devrim anlarında spontane olarak ortaya çıkan, Rusya’da Sovyetler, başka yerlerdeki işçi konseyleri, vb. den hareketle farklı bir örgütsel işleyiş modeli geliştirmek amaçla daha uyumlu olabilirdi.

Bir parti kuruluyor, bakıyorsun, iç işleyişi düzen partilerin nerdeyse aynı... Keskin bir hiyerarşi, bilen-bilmeyen, anlayan-anlamayan, yetkili-yetkisiz, buyuran-buyrulan, vb. Hiyerarşi, “etkinliği” sağlamanın güvencesi sayılıyor... Daha örgüt kurulup organları oluştuğunda, partiyle kitle arasında bir kopuş, bir yabancılaşma ortaya çıkıyor. Resmen kurulmadan önceki mücadele yeteneğini ve düzeyini bir daha yakalamak pek mümkün olmuyor... Burjuva partilerindeki gibi bir işleyiş ortaya çıkıyor. Bunu herhangi bir örgütte de görebilirsin. İllâ bir sol siyasi parti olması gerekmez... Örgütün yönetim, denetim, disiplin ve başka kurulları seçilip göreve başladığı andan itibaren örgüt cansız/ruhsuz bir bürokrasiye dönüşüyor. Örgüt yaşayan bir “canlı” olmaktan hızla uzaklaşıyor. Birinci mesele bu.

Bürokratik yozlaşmanın ikinci bir nedeni daha var. Bir örnekle ne demek istediğime açıklık getireyim: Diyelim, bir madende çalışan işçiler, uzun çalışma sürelerine, düşük ücretlere, iş güvenliği zaafına, vb. karşı bir direnişe geçiyorlar. Bu mücadele sürecinde biri ve/veya birileri ön plana çıkıyor, cesareti, basireti, dürüstlüğü, kararlılığı, davaya inanmışlığı ve meramını anlatma yeteneği sayesinde etkinlik sağlıyor. İşçiler onun bu yeteneğini, karizmasını mücadelelerinde daha etkin kullanmak üzere onu madenin dışına çıkarıyorlar ve “profesyonel olarak” o işi yapmasının daha yararlı olacağını düşünüyorlar. Zamanla benzer bir mücadele başka maden ocaklarında da büyüyor, bütün sektörü kapsar hale geliyor ve bizim “profesyonel”, kurulan işçi örgütünün [sendikanın] yöneticisi veya başkanı oluyor. Kentin merkezi bir yerindeki rahat bir büroda, artık bütünüyle farklı bir kültürel-psikolojik, sosyal çevrede yaşamaya başlıyor. Kendisi gibi profesyonel sendikacılar, öğretmenler, üniversite üyeleri, gazeteciler, sanatçılar, tiyatrocular, politikacılar ve devlet yetkilileri, bakanlar ve üniversite öğrencilerinin yaşam alanlarına dahil oluyor. Avukatlar, sekreterler, hizmetliler istihdam ediyor... otorite kulllanmaya, emir vermeye ve yönetmeye alışıyor. Hiyerarşik ilişkileri vazgeçilmez sayıyor...Maden ocağının her türlü risk ve zorluğundan uzak bir sosyal çevrede yaşamaya başlıyor... Ve içinden çıktığı sosyal çevreye yabancılaşıyor... Burjuvalaşıyor, belirli bir eşik aşıldığında da artık burjuva sınıfına mensup biri olup çıkıyor... Lâkin retorik değişmiyor... “İşçi sınıfının yüksek çıkarları vurgusu” eksik olmuyor... Velhasıl örgüt bürokratlaşıyor, yozlaşıyor ve başlangıçtaki amaca yabancılaşıyor... Zaten sistemi değiştirmek gibi uzun erimli bir amaç için oluşturulmuş bir örgütün zaman içinde “kendisi için örgüt haline gelmesi“ büyük bir olasılıktır. Ve belirli bir sınırdan sonra örgütü yaşatmanın bizzat kendisi bir amaç haline geliyor... İşte “örgüt paradoksu” dediğim bu. Örgütün, varlık nedenine yabancılaşması durumu...

GZ: Tuhaf olan, bizde bir kısım solun, Türkiye’nin resmi tarihini sorgulamaya girişirken (ki bu olumlu bir şeydir), solun kendi resmi tarihine toz kondurmak istememesidir. Üstelik bu tutum, birkaç sol örgütle de kısıtlı değildir. Stalinist olmayanlar bile bu konuda bir hayli tutuk. Sanki bu resmi tarihi irdelerlerse bütün temellerini kaybedeceklermiş gibi bir ruh hali içindeler. Dolayısıyla resmi sol tarihinin üzerine bir kapanma söz konusu. Aman dokunmayın, yoksa biteriz. Eğer senin varlık sebebin bu tarihse veya bu tarihin yalanları ve efsaneleleri ise zaten bitmişsindir aslında. Böyle yaparak kendi bitişini ilan ediyorsun. Oysa hiçbir şey kutsal değil. Üstelik böyle yaparak o tarihteki olumlu şeylerden yararlanmayı da önlemiş oluyorsun. Çünkü var, olmaz olur mu? Bir sürü olumlu şey var. Girsene içine, olumsuzu eleştirip olumluyu ortaya çıkartsana. Bir din mi bu?


Bu nereden geliyor? Stalinist gelenekle izah etmek işin epey kolayına kaçmak olur. Bence sorun yine senin işaret ettiğin örgüt paradoksunda. Devrimi kitlelerin değil de örgütün yapacağına inandıklarından, örgütün temelini oluşturan tarihi irdelemenin örgütün temellerini yıpratacağını düşünüyorlar. Oysa hiç de yıpratmaz, eğer düzgün, devrimci, kendine güvenen bir tutum alırsan. Kaldı ki, yıpratsa ne olur? Demek ki, örgütü yanlış bir şeyin üzerine inşa etmişsin. Kumdan bir tepenin üzerine inşa ettiğin o örgüt en ufak bir sarsıntıda zaten yıkılacak. İşte koyu muhafazakârlığın temeli.


Oysa devrimcilik, salt bir düzeni yıkmaya kalkışmakla kısıtlanamaz. Devrimcilik, aynı kararlılıkla kendini de irdelemeyi, yanlışların üzerine kararlılıkla gitmeyi gerektirir. Lenin döneminde bu vardı. Her ne kadar, senin belirttiğin gibi, Bolşevikler sırf iktidarda tutunmak uğruna toplumdaki özgürlükleri ilga etmek gibi korkunç (ve devrimi bitiren) bir hata içine girmişlerse de parti içi demokrasi bir süre daha devam edebildi. Bizzat Lenin kaç kez “hata ettik, girdiğimiz bu yol yanlıştı, haydi dön geri ediyoruz” diyebilmiştir. Ama o Lenin olduğu için bunu diyebildi, lider olarak büyük bir özgüvene sahipti. Bununla birlikte, Bolşevik partisinin içinde önemli teorisyenler, şahsiyetler de vardı, birbirleriyle kıyasıya tartışmaktan, farklı farklı tezlerini ortaya sürmekten kaçınmazlardı. Giderek bu da sönümlendi elbette ama tarihe korumacı bir biçimde bile bakılsa en azından bunların görülmesi gerekir.


Belirttiğin nokta çok önemli. Toplumda özgürlükleri, ne gerekçeyle olursa olsun ilga etmek devrimin hayat damarlarını kesmekle aynı şeydir, kesin bu. Bir tek parti merkez komitesi konuşacak, bir tek o ne yapılması gerektiğini vazedecek, geri kalanlar, toplumun büyük çoğunluğu da hiç düşünmeden, tartışmadan, neyin doğru yanlış olduğunu irdelemeden yukardan gelen bu emirlere uyacak. Mümkün mü böyle bir devrim? Böyle bir devrimin mümkün olmamasını bırak bir yana, o emirlerin gerçekten hayata geçmesi mümkün mü? Konuşmanın, düşünmenin kısıtlandığı yerde sadece kapıkulluğu ortaya çıkar ve toplumun en müptezel unsurları böyle bir ortamda en büyük inisiyatifi kazanır. Kısacası, devrimi bitirmek istiyorsan insanları korkut, bastır, parti emirlerini sorgulamasız uygulamaya zorla. Daha başka bir şey yapmaya gerek yok. Ne beyaz tehlikesi, ne karşıdevrimci casusluk faaliyetleri, ne dış müdahale, ne emperyalist abluka devrimi bitirebilirdi; nitekim biteremedi de. Devrimi bitirenler, devrimin canlı organizmalarını kesip atan, Sovyetleri içi boş bir kabuk haline getirenler, devrim için canını veren işçilere, bahriyelilere, köylülere, bir devrim yapmaya cesaret eden halk kitlelerine değil, eski Çarlık düzeninden devraldıkları polis kadrolarına, Bolşevizm adına her türlü pisliği yapabilecek dogmatik kapıkullarını ekleyerek kurulmuş Çeka’lara, GPU’lara, NKVD’lere güvenenler olmuştur.


Şimdi de, bu örgüt paradoksuyla monolitik örgüt anlayışı arasındaki bağlantıya değinelim biraz diyorum. Kendine, kendi varlık nedenine yabancılaşan örgüt, hemen ilk adım olarak kendi içindeki farklı sesleri de bastırmaya girişmedi mi, girişmez mi?

FB: “Nasıl bir örgüt istiyoruz?” sorusu, “ Nasıl bir toplum düzeni istiyoruz, nasıl bir toplumda yaşamak istiyoruz?” sorusundan bağımsız değil. Bu sorulardan biri sorulunca, diğerinin akla gelmesi gerekir. Biri diğerini imâ etmek durumunda. Soru bu şekilde sorulduğunda, durumu biraz daha net görme olasılığı artar. Oysa bu güne kadar geçerli genel yaklaşım az-çok şöyleydi: “ Bir örgüt kurulacak ve iktidar alınacak…” Mesele böyle anlaşılınca, örgüt bir araç olmaktan çıkıp, bizzat kendisi bir amaç durumuna geliyor. Tabii bu tür bir anlayış, daha önce söylediğimiz gibi “devrim nedir?” sorusunun savsaklanmasına neden oluyor veya aynı anlama gelmek üzere devrimin neyin yolunu açacağı sorusu gündemden düşüyor. Bu durum aynı zamanda neden bir örgüt fetişizmi yaratıldığını da açıklıyor. Örgütü kim neden bir fetiş haline getiriyor? Kim neden yüceltiyor? Bu işi, varlıkları örgütün varlığına borçlu olanlar yapıyor. Batı dillerinde permanents denilen profesyoneller kendi konumlarını meşrulaştırıp-garantiye almak için, örgütü fetişleştiriyorlar. “Benim örgütüm her zaman haklıdır, benim örgütümün yaptığı her şey doğrudur, o halde tartışmadan muaftır…” biçiminde bir anlayış yerleşiyor. Bu örgüt içinde bireyin varlığının yadsınması, bir tür “hammadde” mertebesine indirgenmesi demeye gelir. Aslında fetişleştirilen örgüt değil, örgüt bürokrasileri, örgütün profesyonellerinin konumu, statüsü ve iktidarıdır…Her ne surette olursa olsun devrimci bir örgüte “profesyonelliği” sokmak devrime elveda demektir. Profesyonelliğe ancak istisnai olarak başvurulması gerekir. Böyle bir örgüt devrim yapamaz ama devrimden sonra parti-devlete dönüşme iltimali çok yüksektir. O zaman yapılacak iş, olabildiğince profesyonelliğin yerine rotasyonu ikâme etmek olabilir. Örgüte insanlar gönüllü olarak katıldıklarına göre, rotasyon yöntemiyle örgütsel faaliyetlere de pekâla katılabilirler. Böyle bir uygulama, yöneten-yönetilen, buyuran-buyurulan ikiliğini büyük ölçüde ortadan kaldırabilir. İlke şöyle formüle edilebilir: “Her parti üyesi her türlü parti faaliyetini ifâ etmek hak ve yükümlülüğüne sahiptir. Görev dağılımı gönüllülük ve rotasyon esası dahilinde yapılır…” Partide elbette karizmatik şahsiyetler olur/olabilir ama burjuva partilerindeki gibi karizmaya dayalı bir yapı ve işleyiş sosyalist/ komünist toplumu hedefleyen bir örgütün itibar etmesi gereken bir şey olmamalıdır. Profesyonelliğe karşı çıktığında cevap hazır: “Sen profesyonelliği yanlış anlıyorsun!” Örgüt içi “iktidarı” elinde tutanlar, “neyin nasıl yapılacağını bilenler” değil mi profesyoneller? Elbette bunların mutlaka geçimlerini örgütten sağlamaları gerekmiyor ama ekseri örgütten sağlıyorlar ve demokratik tartışmaları engelliyorlar.

Parti’nin önemi abartılınca ve her örgüt devrimi kendisinin, sadece kendisinin yapacağına inandığı koşullarda, benzer örgütler arasındaki rekâbet de patalojik bir hâl alıyor. Tabii bu tür sapma ve anlayışların temelinde de Sovyet deneyimi, Bolşevik parti ve Komintern pratiği yatıyor. Komintern’in “evrensel” olduğu tevatür edilen bir örgüt modeli vardı. Tüm komünist partiler, dünyanın neresinde olursa olsun o modele göre örgütlenmek durumundaydı ve örgüt bir fetiş mertebesine yükseltilmişti. Bu saçma bir anlayıştı ve daha baştan sosyalizm/komünizm perspektifine yabancılaşmış bir dizi örgütün kurulması/ kurdurulmasıyla sonuçlandı. Bu, olmayacak duaya âmin demek gibi bir şeydi… Bir çokuluslu şirketin şubeleri gibi devrimci parti kurulur muydu? O toplumun gerçekliğine daha baştan yabancılaşmış bir örgüt şeylerin seyri üzerinde ne kadar etkili olabilirdi? Sonucun tam bir hüsran olması kaçınılmazdı… Komintern geleneğiyle radikal bir hesaplaşmayı başaramayan hiçbir sol örgütün hayırlı bir şey başarması mümkün değildir.

Önemli bir husus da parti içi, örgüt içi demokrasinin vazgeçilmezliği meselesidir. Kendisi demokratik bir işleyişi özümleyip, içine sindirip, bir varoluş ilkesine dönüştüremeyen hiçbir örgüt “devrimcilik” iddiasında bulunamaz. Genel olarak sol örgütler demokrasinin hayâtî önemini kavramanın hep uzağında kaldılar. Anti-demokratik bir örgüt, demokratik/sosyalist bir topluma giden yolu aralayabilir mi, o yönde etkili olabilir mi? Eline ilk fırsat geçtiğinde anti-demokratik, baskıcı bir rejim kurmaya yeltenmez mi? Devrimi dejenere edip “tuhaf bir otokrasiye” dönüştürmez mi? Örgütlerin yönetici kesimlerinin demokrasiden neden nefret ettiklerini anlamak zor değil. Zira varlıklarını demokrasi yokluğuna borçlular da ondan. Etrafına bak anlarsın… 40 yıl boyunca örgüt yöneticisi olanlar var… El insaf denecektir. Osmanlı İmparatorluğunda bile padişahların tahtta kalma [aritmetik] ortalaması 17 yıl 3 ay… Bu adamlar ne menem bulunmaz hint kumaşları ki, 40 yıl bir örgütün tepesinde kalıyorlar! Tabii demokrasiyi küçümsemenin mâzeretini de bulmuşlar… Demokrasi burjuva demokrasisi denilip, küçümseniyor, lânetleniyor. Burjuvazi demokrasiyi kendi iktidarı ve sınıfsal çıkarı için araçlaştırıyor, dejenere ediyor, insanları aldatmanın ve oyalamanın bir aracına dönüştürdü diye demokrasiye elveda demek mi gerekiyor… Tam tersine, burjuva düzenini, sınıflı toplumu aşma parspektifine sahip bir sosyalist/komünist/devrimci örgüt için demokrasi soluduğumuz hava, içtiğimiz su, yediğimiz ekmek kadar vazgeçilmezdir… Sizin sosyalist-komünist toplum dediğinizin son tahlilde üç ayak üstünde oturması gereken bir sistem olması gerekmiyor mu: Sosyal eşiklik, demokrasi ve doğayla uyum… Burjuvazinin çıkarı demokrasinin engellenmesini, sosyalist/komünist proje sahiplerinin yararı da demokrasinin gerçekleştirilmesini gerektirmiyor mu? Aksi halde adı ne olursa olsun söz konusu olan burjuva bir örgüt olabilir ve o tür örgütlerin toplumu ”farklı” bir yere taşıması mümkün değildir. Söylemek istediğimi özetlemek gerekirse, geçmiş deneyler muvacehesinde örgüt sorununu ikircikli olmayan bir tarzda tartışmak ve gereğini yapmak gerekiyor. Eğer soruyu soracak yüksekliğe çıkmışsan, bu, cevaba yaklaştığın anlamına da gelir… Amaca uygun örgütler oluşturmak bizim irademizi aşan bir şey olmadığına göre…

GZ: Kırk yıldır değişmeyen liderler… Bunun, örneğin Kuzey Kore’de en son sınırına vardığını görüyoruz. Bir nevi padişahlık düzeni. Baba ölünce yerine oğul geçiyor, o ölünce de onun oğlu. Demek artık örgüt fetişizmi kalıtım fetişizmine dönüşmüş. Belki bu Kore’de kültürel bir şeydir bu ama bizimkiler de utanmasalar bunu yaparlar, eminim. Artık bu, işin iyice absürd bir noktaya vardığını gösteriyor. Bunları da görecekmişiz. Herhalde Marx dirilip durumu görse hemen bir kere daha ölürdü, adına yapılan saçmalıkları görünce.


Söylediklerine tamamen katılıyorum ama bu tür örgütlerin yaratılmasında, şeflerin yanısıra, bu tür örgütlere katılan devrimci radikallerin de günahı az değil. Lider tapıncı sadece yukardan yaratılmıyor. En alttaki üyenin de bu işte dahli var. Otoriter-merkeziyetçi anlayışlar toplumun en küçük hücrelerinin içine sızmış. Örneğin, insanlar inisiyatifi hemen “çok bilenlere” bırakma eğiliminde. Rotasyon yapsan bile bunun gereğince işlemediğini görebiliyoruz. Rotasyonla görev alanların içinde aktif olanlar hemen inisiyatifi ele geçirebiliyorlar. Diğerleri gönüllü olarak kenara çekiliyor ve nasılsa işi götüren birileri var diye sorumluluğunu yerine getirmiyor. O zaman da ortaya “invisible” (görünmez) yönetimler çıkıyor. Üstelik bu görünmez yönetimlerden hesap sormak da bir hayli zor, çünkü görünürde herkes eşit ama bazıları daha çok eşit!


Gönüllülük esasına dayalı, özyönetimsel, özinisiyatifli örgütler gerçekten işletilebilirse ortaya harikalar yaratan bir örgüt çıkacağını düşünüyorum ama insanlar henüz bu noktada değil. Belki de eski merkeziyetçi örgütsel anlayışlar içimize işlemiş. Bu durumda yapılması gereken iki şey var: Birincisi, eski merkeziyetçi, anti-demokratik, monolitik örgüt anlayışını net bir şekilde eleştirmek; ikincisi ise, yeni ve alternatif örgüt anlayışını en ayrıntılı bir şekilde ortaya koyup bu örgütün özünü oluşturan devrimci insanların özinisiyatifi gerçekten özümsemeleri için esaslı bir kültür devrimi gerçekleştirmek.


Devrimcilik genelde lafta kalıyor. Sol kitlemiz, komünistlerimiz ve anarşistlerimiz özünde son derece muhafazakâr. Hakim düzenle mücadele etmek istiyorlar ama kendi zaaflarıyla mücadelede isteksizler. O zaman hakim düzenle de mücadele edemiyorlar. Örgüt anlayışını sorgulamayı bırakın, yanlışlanmış teorik temelleri sorgulamaya da yanaşmıyorlar. Aslında bu, tam anlamıyla konformist bir tutumdan kaynaklanıyor. Çünkü sorgulamak rahat kaçırır, huzursuz eder insanı. Şimdi ne gerek var bütün bunlara, şurada geçinip gidiyoruz işte. Bugünkü sol örgütleri şöyle bir gözden geçirelim. Hiçbirinde var mı bir kıpırdanma? Kendi örgütlerinin teorik temeli yerlerde sürüklendiği halde var mı bunlar üzerinde bir tartışma? Örgüt ilk orijinal çıkışından fersah fersah uzaklaştığı halde var mı bu konuda bir gözden geçirme önerisi? Örgütün geçmişi yıkıntılarla dolu olduğu halde var mı bir değerlendirme çabası? Bunların hiçbiri yok. Çünkü eğer böyle şeylere girişirlerse örgütlerinin temelinin yıkılacağını düşünüyorlar. Diyelim ki yıkılsın. Neden korkuyorsun ki? Eğer yanlışsa, bırak yıkılsın. Evet anlaşılıyor, senin dediğin gibi bunlar bu işin rantını yiyorlar, mirasyedi bunlar. Devrimci falan değiller aslında.


Evet, aşağıdan gerçek bir kültür devrimi gerekiyor. Bu yıkıntıyı başka hiçbir şey süpürüp atamaz. Çağrımız, bütün sol ve devrimci hareket çapında bir “devrimci baharı”, aşağıdan bir kültür devrimi olmalıdır. O zaman o mirasyediler, o ömür boyu liderler, o muhafazakâr, sahte devrimci liderler kaçacak delik arayacaklardır; işte o zaman gerçekten devrimci örgütlerin yaratılması için koşullar oluşmuş olacaktır.

FB: Marx, Paris Komünü’yle ilgili bir yazıda, sol ve işçi örgütlerindeki yozlaşmaya karşı üç önlem önermişti: 1. Profesyonellerin [ permanents] kalifiye bir işçiden daha yüksek ücret almaması; 2. Örgütsel görevlere getirilenlerin rotasyonla yenilenmesi, iki seferden çok seçilmeme gibi; ve 3. Seçilenlerin gerektiğinde her an geri çağrılabilmesi, yani görevden alınabilmesi… Senin de söylediğin gibi, bugün bu üç önlem etkin bir biçimde uygulanabilse bile bürokratik yozlaşmaya karşı etkili olmanın uzağında. Sendikada profesyonel çalışana ortalama ücreti ödemek bir çözüm değil, çünkü reel geliri artırmanın sayısız yolu var… Sendika yönetiminin örgüt kaynağını kullanma konusunda geniş bir hareket serbestisi var. Şu anda ortalama bir sendika yöneticisinin toplam kazancı bir asgari ücretlinin 20 katına kadar çıkabiliyor... En yüksek devlet bürokratından bile daha yüksek gelire sahipler… Bu adamların hâlâ işçi sınıfıyla, onun sorunlarıyla ilgili olduğunu düşünen var mı? Aslında sendika bürokrasileri tartışmasız burjuvaziye mensuplar… Dolayısıyla bu önlemin göstermelik olarak uygulanmasının bir kıymet-i harbiyesi yok. Rotasyon da o kadar etkili değil… Eninde sonunda örgütler reel olarak aynı kişiler tarafından yönetiliyor… Doğrudan müdahil olmadığında, “bir bilen” olarak sürece dahil oluyorlar… Seçilenlerin geri çağrılmasına gelince, bunun pratikte uygulaması yok gibi…

O zaman bu işin içinden nasıl çıkılabilir? Şunu söyleyebiliriz ki, bir takım örgütsel ilkeleri vâzetmek ve onları uyguluyormuş gibi yapmakla bürokratik yozlaşmanın üstesinden gelmek mümkün değilse de, en azından bunun yürümediğini tespit etmek önemli. Yâni işe sorunu tespit ederek başlamak önemli. O zaman hiyerarşik olmayan bir işleyiş modeli nasıl olabilir sorusunu sormak mümkün olabilir... Bence iki şey yapılabilir: Birincisi, örgütte doğrudan demokrasiyi esas alan, sürece örgütün tüm üyelerini dahil edecek bir yöntem geliştirmek olabilir. Ama bunun için her bir bireyin gerçek anlamda yurttaş bilincine sahip olması gerekir. Tabii bu delegasyon sistemini bütünüyle dışlamayı gerektirmez ama delegasyona istisnai ve sınırlı durumlarda baş vurmak kaydıyla… Olabildiğince her karara herkesi dahil etmek. Yönetici olanla olmayan ayrımını silikleştirmek… Fransızcada bizdeki yurttaş kelimesinin karşılığı olan citoyen, sitenin yâni devletin [kamunun densin] sorunlarıyla, başka türlü söylersek politikayla ilgilenen, kamusal soranlarla ilgili olan anlamındadır… Bizde insanlar apartıman yönetimine bile ilgi duymuyorlar… Sahip oldukları bilinç, yurttaş bilincinden çok bir tür, sığıntı, mülteci veya misafir bilincinin ortalaması gibi bir şey… O zaman tabii burjuva politikacılarının istedikleri gibi at oynatmaları mümkün hale geliyor… Böyle bir kültür üzerine inşa edilen sol örgütler de aynı şeyi başka bir dil ve retorik kullanarak yapıyorlar… İnsanların politik-kamusal sorunlara ilgisi ekseri “uzaktan bir ilgi” ve kendilerini sürecin dışında görüyorlar… Bu durum bir tek devrim öncesi ve devrim anında değişebilir… Doğrusu, bir kültür devrimi gerekiyor. İnsanın kendine, topluma, doğaya, yaşamın anlamına dair farklı bir bilince ulaşması anlamında… Ama o zamanlarda değişebilmesi için bile şimdiden bir şeyler yapmak gerekiyor… İdeolojik mücadeleyi büyütmek gerekiyor, ideolojik köleliği teşhir etmek gerekiyor… Gerçekten demokratik-eşitlikçi-dayanışmacı, kardeşliği esas alan bir toplum düzeni için mücadele eden bir örgütün, bunu önce kendi bünyesinde, kendi iç işleyişinde gerçekleştirmesi gerekmez mi? Aksi halde bir inandırıcılığı da bir işlevselliği de olması mümkün değildir… Farklı “bir şey” yapma iddiasında olanların “farklı” olduklarını, kelimenin gerçek anlamında “radikal” olduklarını kanıtlamaları gerekir… Uzun lâfın kısası, örgüt sorununa dair bir tartışma açmak mümkün olmadığına göre…

Bir de tabii disiplin meselesi var, disiplin illâ bir dış zorlayıcılığa mı dayanmak zorunda. Ben iyi ve güzel şeylerin zorlayıcı bir “dış disiplin” sonucu değil, “iç disiplinin”, “öz disiplinin” sonucu olduğunu düşünüyorum. Uzağa gitmeye gerek yok, seni ve beni ve bizim gibi başka insanları yaptıklarımızı yapmaya zorlayan bir “dış disiplin” bir “dış zorlayıcılık” yok ama yaptıklarımızı büyük bir heves ve zevkle yapıyoruz… Demek ki, geçerli durumun dışında “başka türlü yapmak” pekâlâ mümkün… İstersen biraz örgüt disiplini sorunu üzerinde duralım. Bu konuda neler söylemek istersin?

GZ: Devrimi Yeniden Düşünmek-I’de de sen bu konudan söz etmiştin aslında, kendi çalışma tarzından örnek vererek. Senin de yer aldığın, 1965 yılındaki Dönüşüm olaylarına nasıl katıldığımı düşünüyorum da… TİP’e gider gelirdim ama aslında doğrudan bir disiplin bağım yoktu, üye de değildim. Bir gün Kızılay’da dolaşırken benim gibi gençlerin Sergen pastanesinin Kızılay’a bakan aralığında solcu bir gazete sattıklarını gördüm. İçinde ne yazdığını bile bilmiyordum. Bozkurt rozetliler de kaldırımın öbür ucunda bir karşı saldırı ya da gösteri düzenlemekle meşgullerdi. “Bizimkiler”i yalnız bırakamazdım. Bu benim içimden gelen bir güdüydü. Hemen ben de Dönüşüm satanların arasında yerimi aldım. Bana ne bir emir veren oldu, ne de herhangi bir örgüt disiplini vardı üzerimde. Ama beni oraya sevkeden sorumluluk bilincimdi. 19 yaşında bir gençte de vardı bu bilinç ya da istersen güdü diyelim. Şimdi buradan, yıllarca sonra tanık olduğum bir başka olaya geçeyim. 1990’lı yıllardı. Londra’nın Haringey semtinde yürüyordum. İki örgüt sorumlusu bir genci kenara çekmiş sıkıştırıyorlardı. İster istemez kulak misafiri oldum. “Yürüyüşe neden gelmedin” diye soruyorlardı gence, o da hık mık edip duruyordu, bazı gerekçeler bulmaya çalıştığı belliydi, “annem hastaydı” falan. Sorumlular (bunu laf gelişi söylüyorum elbette; aslında sorumsuzlar demek daha doğrudur), gence, eğer böyle davranmaya devam eder, yürüyüşlerden falan kaytarırsa örgütün olanaklarından yararlanamayacağını ihtar ediyorlardı. Buyrun işte, örgüt disiplini. Hangisi tercih edilir? Özdisiplin ve özsorumluluk yoksa geri kalanı bir dayatma, hatta zorbalıktır. Efendim, çelik disiplinmiş. Sen insanları sorumluluk bilincinden yoksun bırak, hamura çevir, ondan sonra da çelik disiplinden söz et. Bunun adı çelik falan değil, bal gibi bürokratik disiplindir ve ordu disiplininden hiçbir farkı yoktur. Böyle dayatılan bir disiplin karşısında insanlar, bir askerden farksız bir şekilde, boyun eğermiş gibi gözükürler, ilk fırsatta da kaçar giderler.


Aslında bu tür “öncü” örgütlerin derdi insanları mücadeleye sevk etmek falan da değil, onlar için önemli olan, insanları dayatmalar yoluyla etraflarında tutmak, en azından kendi hegemonyalarında kalmalarını sağlamaktır. Zaten artık bugün bu tür örgütler neredeyse tamamen mücadelenin kenarlarına sürülmüş durumdalar. Bugün şurda burda ellerinden geldiği kadar mücadele etmeye çalışan insanlar, bu örgütler kendilerini zorladığı için değil, gerçekten mücadele etmek istedikleri için gidiyorlar şuraya buraya, ya da bir şeyler yapıyorlarsa düzene teslim olmadıklarından, olmak istememelerindendir bu.


Marx’ın önlemleri, ilk elde, alelacele düşünülmüş şeyler. Senin de belirttiğin gibi, yaşananlar ve deneyimler çerçevesinde oldukça geçersizler. Dediğin doğru; devrim dönemleri her şeyin çehresini değiştiriyor, öyle dönemlerde en ilgisiz bir insan bile bir kahramana dönüşebiliyor ama oturup böyle bir devrim dönemini beklemek de elbette saçma bir şey.


Öyle sanıyorum ki, kültürümüzden de gelen bir şeyler var. Hani sık sık “memur zihniyeti” ya da tavrı denir ya, doğru bu. Memur, inisiyatifi daima amirinden bekler. Buna alışmış bir yapımız var. Daha aile içinde başlıyor bu inisiyatifsizlik. “Çoğunluk” filmi bunu o kadar güzel anlatıyor ki. Baba otoritesi, öğretmen otoritesi, müdür otoritesi vb. Böyle gidiyor. Otoriteye alışmış insan inisiyatif kullanmaktan allahtan korkar gibi korkar. Bir tür konformizme de tekabül eder bu.


O halde bugün işe, bu kültürel öğeleri yıkan bir kültürel yenilenmeyle başlamak gerekiyor. Merkezler mümkün olduğunca devreden çıkarılmalı. Herkesin kendi çapında ve kendi bulunduğu yerde bir örgüt olduğunu kavrayacak bir pratik ortaya konmalı. Bilinmeyen bir yerlerde bir örgüt, her şeyi mükemmelen tasarlayan bir merkez yok. Örgüt de sensin, merkez de sensin. Harekete geç, sorun neyse ortaya koy. Birkaç arkadaşınla bir araya gel, işe bir yerinden giriş. Yukarlardan talimat bekleme. Örgütün diğer elemanlarına da örnek ol. Herkes senin gibi davranırsa inan ki, bu örgüt harikalar yaratır. Bürokratların, “her kafadan bir ses çıkmasın” uyarıları saçmadır. Keşke gerçek kafalar olsa da bunların her birinden bir ses çıksa. Keşke herkes kendi yeteneklerini serbestçe ortaya koyup bir yerlerde bir şeyler yapsa. Kısaca söyleyecek olursam, “örgüt disiplini” denen şey, toptan kısıtlayıcıdır. Tahrir Meydanı’nda yaralılara bakmak için çadır kuran doktorlar kimseden emir almadan yaptılar bunu. 1917 Şubat devriminden sonra derebeylik malikânelerine saldıran köylüler, fabrikaları işgal eden işçiler, cepheyi terk eden askerler de kimseden talimat almamışlardı, cephede ve cephe gerisinde örgütlenen birlerce komite tam bir özinisiyatifin ürünüydü. Daha sonra uydurma SBKP tarihi kitaplarının, bütün bunların Bolşevik Partisi tarafından yapıldığına ilişkin söylenceleri tamamen mistifikasyondur.

FB: 1970’li yılların ortalarında “yapısal krize” giren kapitalist dünya sistemi, son otuz yılda dayattığı neoliberal saldırıya rağmen bir türlü krizden çıkmayı başaramıyor… Başarması da mümkün değil. Lâkin “herkesin krizi kendine” denecektir. Krize reğmen 2011’de, dolar milyarderlerinin sayısı 214 artışla 1210’a çıktı… Bir yılda 214 yeni milyarder türedi… Dolayısıyla kriz her kesim için farklı anlam taşımak zorunda… Artık sistem “sıkışma” halinde. Böyle bir konjonktür, saldırının savaş biçimini almasını gerektirir. Emperyalizmin 500 yıllık saltanatı dünyann geri kalanının doğal ve beşeri kaynaklarının yağmalanmasına dayandı… Şimdilerde doğal kaynaklar, enerji kaynakları, stratejik hammaddeler ‘kıtlaşmakta’. Bu durum başlı başına emperyalist savaş nedeni demek. Zira, emperyalist statükonun varlığı, söz konusu kaynaklara “ulaşmakla” mümkün…Başkalarının [yeryüzünün lânetlilerinin] kendi kaynaklarını kullanmalarının engellenmesiyle yâni… Dolayısıyla yeni savaşlar gündemde… İkincisi, yeryüzünün ezilen/sömürülen halkları ve sınıfları da artık dayanma ‘kapasitelerinin’ sınırına ulaşmış durumdalar. Saldırı karşısında sessiz ve tepkisiz kalmaları artık mümkün değil. Dolayısıyla saldırı savaşlarının devrimlere dönüşme potansiyeli yüksek… Aynı şekilde, isyanların, başkaldırıların devrimlere evrilme potansiyeli de yüksek… Tabii sadece bir potansiyelden söz edebiliriz. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kesin ama sürecin nasıl bir seyir takip edeceği, tarafların neyi nasıl yapabileceğine bağlı olmaya devam edecek. İşte iradi müdahale tarihin böyle dönemlerinde hayatî önem kazanıyor. Öyle ki, insanlığın ve uygarlığın geleceği, ezilenler/sömürülenler cephesinin basiretine ve politika yapma yeteneğine indirgenmiş görünüyor…

GZ: O zaman, böyle bir döneme hazırlanmamız, bunun için düşünsel planda büyük bir atılım başlatmamız ve toplumsal devrimi esas alan, ideolojik ayrılıklardan ve didişmelerden uzak, geniş, rahat, özinisiyatife dayanan bir örgütlenmenin ilk adımlarını atmamız gerekiyor.


Gerçekten devrim istiyorsak devrim için hazırlanmak en doğrusu…

2 Ocak 2012

Devrim üzerine söyleşi 1:  http://ortaklikicin.blogspot.com/2011/12/devrim-uzerine-soylesi.html?utm_source=BP_recent

Hiç yorum yok: