25 Aralık 2008 Perşembe

Cumhuriyet, Neden “Kopuş” Değildir?





Fikret Başkaya

”…1923’de Cumhuriyetin ilanı da bir darbenin sonucudur. Ondan sonrası 1908-1913 döneminin de gerisinde koyu bir tek parti diktatörlüğü, benim ‘Orijinal Bonapartizm’ dediğim tuhaf bir otokrasiydi. Cumhuriyet rejiminin ‘cumhurla’, halkla ilişkisinin yönü cumhuriyetten [rejimden] halka [cumhura] doğruydu. Aynı imparatorluk döneminde olduğu gibi... Hiçbir aykırı sese tahammül edemeyen, ifade özgürlüğünün kırıntısına izin vermeyen, her türlü muhalefetin yasaklandığı, dernek kurmanın mümkün olmadığı bir rejim, sadece padişah sahneden çekildi diye cumhuriyet sayılabilir miydi?..”


Türkiye’de rejimin niteliğini tartışmaya niyetli birinin iki şeyden sakınması gerekiyor. Birincisi, resmi tarihten ve resmi ideolojiden uzak duracak; ikincisi, Avrupa-merkezli olmayan, Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmadan arınmış bir yaklaşıma sahip olacak. Aksi halde yapacağı tahlilin bir kıymet-i harbiyesi olması mümkün değildir. O halde bu sorunu tartışırken ‘kritik’ olan husus nedir? “Eski Rejim’den” bir kopuş olmadı dendiğinde, böyle bir tespitin temel dayanağı nedir?

Osmanlı imparatorluğu, mâlûm olduğu üzere, klasik imparatorluklar sınıfına dahil bir imparatorluktu. Bu tür imparatorluklarda birincisi, devlet kutsaldır. Neden kutsal sayıldığı, sayılması gerektiğinin tahliline burada girmemiz elbette mümkün değil. İkincisi, köklü bir devlet/ halk yabancılaşması söz konusudur. Bu tür imparatorluklar kurulur, yayılır ve kendi iç çelişkilerinin sonucu olarak da çürür ve çöker. Fakat Osmanlı imparatorluğunun tarih sahnesine çıktığı dönemde yeni bir durum ortaya çıkmıştı. Hemen hemen aynı dönemde yeni ve orijinal bir üretim tarzı olan kapitalizm de tarih sahnesine çıkmıştı. Mantığının ve temel eğilimlerinin ve dinamiklerinin bir sonucu olarak, kapitalist üretim tarzının kapitalist olmayan [prekapitalist] üretim tarzlarını, sosyal formasyonları kendi mantığıyla uyumlandırması, dönüştürmesi, biçimlendirmesi, biçimsizleştirmesi söz konusudur. Dolayısıyla Osmanlı sosyal formasyonu ikili aşınmaya maruz kaldı. Kapitalist üretim tarzının ve onun emperyalizminin etkisine maruz kalan Osmanlı yönetici eliti [egemen sınıfı], söz konusu aşınmayı durdurmak, mümkünse tersine çevirmek üzere önce ‘kendine dönme ‘girişiminde’ bulundu, baştaki duruma dönmeyi’ denedi. Böyle bir şeyin mümkün olmadığının anlaşılması için fazla zaman gerekmedi. Zira hem geri dönüş, geride kalmış olanı ihya etmek mümkün değildir, hem de zaten arzulanır bir şey de değildir. O zaman olumsuzluğu bertaraf etmek, imparatorluğu yaşatmak üzere Avrupa’nın sömürgeci/emperyalist ülkelerine benzeme tercihi gündeme geldi. İşte Nizam-Cedid denilen sayfa böylece açılmış oldu. O aşamadan sonra peş peşe Batı’dan bir dizi kurum, kural, mekanizma ve söylem, kılık-kıyafet, ‘davranış kalıbı’,vb. ithal edildi. Bütün bunlarla amaçlanan, hiçbir zaman Eski Rejimi [Ancién Régime] dönüştürmek, yeni bir şey yapmak değildi. Yeni kurumsal yapılar, söylemler, vb. yeninin değil, eskinin hizmetindeydi. Peş peşe gündeme gelen yenilikler, işte Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, vb. devletin niteliğinde, devlet anlayışında, devlet/toplum ilişkisinde bir yenilik anlamına gelmiyordu. Eğer ortada bir yenileşme vardıysa, bu devlet aygıtını angaje ediyordu. Başka türlü ifade etmek gerekirse, amaç devleti takviye etmekti. Dolayısıyla, kavramın gerçek anlamında bir modernite söz konusu değildi. Üstelik yeniliklerin mimarı olan padişah ve adamları, önemli bir entellektüel devrim olan moderniteden ve aydınlanmadan dahabersizdiler. Öyle bir kaygıları ve amaçları yoktu, olması da mümkün değildi. Aynı şekilde klasik liberalizmle de ilgili değillerdi. Bir politik felsefe ve ekonomik doktrin olan liberalizmden de haberdar değillerdi. Mâlum, modernite devrimi ve klasik liberalizm bireyi önemli sayarken, Osmanlı yenilikçi elit devleti kutsamaya devam etti... Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Zira, modernite Eski Rejimi yıkmayı, ondan kurtulmayı amaçlarken, Osmanlı ‘yenilikçilerinin’ yegane amacı devleti, imparatorluğu, velhasıl Eski Rejimi kurtarmak,yaşatmaktı... Durum böyleyken, Osmanlı İmparatorluğunda Eski Rejimi dönüştürmekte çıkarı olan yeni bir sosyal sınıf ortaya çıkamadı. Bunun başlıca iki nedeninden söz edilebilir. Birincisi, Osmanlı imparatorluğunda sosyal artığın merkezileştirilmesi esastır ki, bu devlet dışında bir sosyal sınıfın ortaya çıkmasını zorlaştırıyordu.

İkincisi de, Batı’da ortaya çıkan kapitalizm ve onun emperyalizmi ve sömürgecilik [elbette Osmanlı İmparatorluğu hiç bir zaman sömürge statüsüne indirgenemedi, aksi halde ortada imparatorluk diye bir şey kalmazdı ama bu onun kapitalist sömürüye maruz olmadığı anlamına gelmez, velhasıl tipik bir yarı-sömürge statüsü söz konusuydu...] Bütün çevre ülkelerde olduğu gibi, kapitalist üretim ilişkilerine ‘özel bir nitelik‘ kazandırdı. Osmanlı imparatorluğunda kapitalist üretim tarzındakinden farklı olarak, devlet yönetici sınıftır. Orada egemen sınıftan ayrı bir bürokrasi yoktur. Bürokrasinin varlık nedeni devletin de varlık nedenidir. İşte devletin kutsallığı oradan gelir. Netice itibariyle Osmanlı İmparatorluğunda ortaya çıkan muhalefet, bir iç muhalefetti. Bu bakımdan Padişahın da, ona muhalefet edenlerin de [Genç Osmanlılar, daha sonra İttihatçılar, vb.] yegâne kaygısı ve amacı devleti kurtarmak, yaşatmaktı. Muhalefet de bizzat kendi varlık nedeni olan devleti kurtarmaktan başka bir perspektife sahip değildi. Dolayısıyla yapılan yenilikler gerçek anlamda yeninin hizmetinde değil, eski yapıya birer yama niteliği taşıyan şeylerdi... 1876 da Mithat Paşa’nın girişimiyle ilan edilen Birinci Meşrutiyet olsun, 1908’deki İkinci Meşrutiyet olsun, devleti dönüştürme amacı taşıyan politik müdahaleler değildi. 1908’de Jön Türklerin [İttihatçılar] yaptığı da bir darbeydi. Anayasal monarşiyi dayatıp, padişahın yetkilerini sınırlasalar da, devlet anlayışı ve zihniyetinde kayda değer bir değişiklik söz konusu değildi. Zaten 1913’den itibaren anayasal monarşinin de içi boşalacaktı. Ondan sonrası tam bir diktatörlüktü. 1923’de Cumhuriyetin ilanı da bir darbenin sonucudur. Ondan sonrası 1908-1913 döneminin de gerisinde koyu bir tek parti diktatörlüğü, benim ‘Orijinal Bonapartizm’ dediğim tuhaf bir otokrasiydi. Cumhuriyet rejiminin ‘cumhurla’, halkla ilişkisinin yönü cumhuriyetten [rejimden] halka [cumhura] doğruydu. Aynı imparatorluk döneminde olduğu gibi... Oysa, ilişkinin yönünün cumhurdan, [halktan] devlete doğru olması gerekirdi... Gerçi müthiş bir modernist, modernleşmeci söylem geçerliydi ama söz konusu söylem tam bir retorikti ve başta yönetici bürokratik elitin adamları olmak üzere, kitleleri aldatmayı amaçlayan bir ideolojik manipülasyondu. Bırakın cumhurun iradesinin tecelli etmesini, süreci belirler duruma gelmesini, cumhur [halk] devlet tarafından bir tür rehin alınmıştı.

Hiçbir aykırı sese tahammül edemeyen, ifade özgürlüğünün kırıntısına izin vermeyen, her türlü muhalefetin yasaklandığı, dernek kurmanın mümkün olmadığı bir rejim, sadece padişah sahneden çekildi diye cumhuriyet sayılabilir miydi?

Padişahın yokluğu, artık iktidarın veraset yoluyla sürdürülmemesi demekse, Mustafa Kemal’in ebedi şef ilan edilmesi bir tür padişahsız padişahlık rejimi değil midir?

Bir cumhuriyette ebedi şef olur mu?

Eğer Mustafa Kemal yüz yıl yaşasaydı ki, bu teorik olarak mümkündür, 1981 yılına kadar devletin başında kalacaktı. Osmanlı imparatorluğunda padişahların tahtta kalışının aritmetik ortalaması 17, 3 yıl olduğu hatırlanırsa... Anayasa’da gerçi hakimiyet bilâ kayd-ı şart milletindir yazlıydı ama bunun hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktu. Dikta rejimlerinin yasallığı bir retorikten ibarettir. Zaten anayasa rafta bir metin olarak kalmıştı... Meclis de bilinen anlamda bir meclis değildi. Mustafa Kemal’in bizzat atadığı üyelerden oluşan bir meclisti... Ben buna meclis-i memuran demekte bir sakınca görmüyorum...

Türkiye’de kavramın gerçek anlamında bir parlamento hiçbir zaman varolmadı... O dönemde ne yapılmışsa, devleti takviye amacıyla halkı zapt-ü rapt altına almak amacıyla yapılmıştı. Devlet anlayışında, devlet ricalinin topluma bakışında ve devlet/toplum ilişkisinde Eski Rejim’dekinden farklı yegâne şey söylemin, retoriğin değişmesi, modernleşmeye yapılan aşırı vurguydu. Bilindiği gibi Osmanlı imparatorluğunda ve benzer imparatorluklarda köklü bir devlet/ halk yabancılaşması söz konusudur. Bizde söz konusu yabancılaşma cumhuriyetin ilanından sonra da devam etti ama bir farkla: Cumhuriyet rejimi halkı ‘adam etmek’ istiyordu...Öte yandan sınıfsal ilişkiler düzeyinde de hiçbir yenilik söz konusu değildi. Üretim ve mülkiyet ilişkileri olduğu gibi kaldı. Emekçi halk çoğunluğu [küçük ve yoksul köylüler ve işçiler] lehine en küçük bir değişiklik söz konu olmadı ama toprak ağalarının lehine düzenlemeler unutulmadı. Kır kesiminde küçük ve yoksul köylülerin akıbeti toprak ağalarına, mütegallibeye ve jandarmaya teslim edildi. Cumhuriyet rejiminin övünç kaynaklarından biri de kadınlara seçme ve seçilme hakkının birçok Avrupa ülkesinden önce tanınmış olmasıdır. Kullanılmadıktan sonra bir hakkı şeklen tanımanın bir kıymet-i harbiyesi olur mu? Dernek kurmanın, parti kurmanın, kendini ifade etmenin, muhalefetin, basın özgürlüğün, akademik özgürlüğün, vb. mümkün olmadığı, daha da önemlisi seçimlerin olmadığı koşullarda kadınlara seçme seçilme hakkı tanınsa bunun ne önemi var? Velhasıl Cumhuriyet denilen rejimin cumhuriyetle ilgisi, görüntüden, söylemden ibaretti ve gerçek dünyada bir karşılığı yoktu.
Eğer Eski Rejim’den gerçek anlamda bir kopuş olsaydı, başka bir ifade ile gerçek anlamda bir modernite devrimi yaşansaydı. Kavramın gerçek anlamında bir Cumhuriyet söz konusu olsaydı, rejim bir dizi tabu yaratmaya zorlanmaz, böyle bir şey asla söz konusu olmaz, Mustafa Kemal putlaştırılmazdı.

Devletin kutsal sayıldığı bir modern devlet, bir cumhuriyet olabilir mi? Kişi kültüne dayalı bir rejim kendini cumhuriyet sayabilir mi, eğer sayarsa insanların böyle bir şeye inanması mümkün müdür?

Türkiye’deki rejimin adından başka cumhuriyete benzeyen yanı rejime modernlik görüntüsü veren bir dizi sözde modern-demokratik denilen kurum, mekanizma ve söylemin varlığıdır. Oysa, bütün bu kurumsal yapılar, mekanizmalar ve söylemler, aslında asıl işlevlerinin tersini gerçekleştirmek için varlar: Rejimin gerçek niteliğini gizlemek, bu amaçla mistifikasyon yaratarak başta diplomalı taife olmak üzere kitleleri oyalamak, aldatmak için... Cumhuriyetin ilk iki on yılında oluşturulan resmi ideoloji, entellektüel ve düşünsel alanı çoraklaştırarak rejime yönelik eleştirinin önünü kapatıyor, bilince çıkarılmasını, anlaşılmasını engelliyor. Böylesi bir körlük, Türkiye’nin 780 bin kilometre karelik bir ‘kışla’ oluşunu, halkın devlet tarafından ‘rehin alınmışlığını’ ve bunun sayısız olumsuzluklarını bilince çıkarmayı zorlaştırıyor ve tabii geciktiriyor. Mesela bir muasır medeniyet seviyesini yakalama ve aşma tekerlemesi var...

Muasır medeniyetin ne olduğunu gerçekten tartışan var mı? Neden tartışılmaz? Öyle bir şey mümkün mü? Arzulanır bir şey olmalı mıdır? Ağzını açan devlet ‘büyüğü’, politikacı, kapitalist patron, v.b., söze Atam izindeyiz, bize gösterdiğin yolda muasır medeniyet seviyesini yakalamakta kararlıyız... diye başlıyor... Ata’nın gösterildiği söylenen yolun nereye çıktığını merak eden var mı? Neden yok?

Sanıyorum yazının başında Türkiye’de geçerli rejimi anlamak isteyen, resmi tarihten, resmi ideolojiden ve Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmadan uzak durmalıdır derken, neyi kastettiğim anlaşılmıştır...

Hiç yorum yok: