21 Şubat 2012 Salı

Netekim... bugünkü dersimizin konusu: “Hukuk Devleti”



















Fikret Başkaya         

“Şeyleri değiştirmek mümkün olmadığında, kelimeler değiştirilir”(*)
                                                                                                                                                                              Yüksek devlet ricâlinin adamları [kadınlar pek yoktur], siyasetçiler, akademisyenler, köşe yazarları ve televizyon yorumcuları, “konunun uzmanları” ve  ne demekse “terör uzmanları”... söze: “ Türkiye bir hukuk devletidir”le başlıyorlar. Sanırsınız ki, bu dünyada hukuku olmayan bir devlet mümkündür... Bu, sirke ekşidir demek gibi bir şey. Siz hiç sirke diyenin onun ekşiliğini de telaffuz ettiğini duydunuz mu? Eğer hukuku olmayan bir devlet mümkün değilse, şu “hukuk devleti” meselesi de ne demek oluyor? Daha önce hukuk devleti değil miydi? Ne zamandan beri hukuk devleti oldu? Ne değişti de hukuk devleti oldu? Kenan Evren anayasasında öyle yazıldığı için mi? Kelimelerin ve kavramların önüne niteleme sıfatları boşuna eklenmez. Amaç bir şeyi, bir olguyu, olduğundan farklı  [yeni/daha iyi] bir şeymiş gibi göstermektir. Şimdilerde pazarlama uzmanları bu işi çok iyi yapıyor. Esasen ideolojik manipülasyon uzmanlarının yaptığı da zaten bir tür pazarlamadır... Cunta anayasasının ikinci maddesinde: “Türkiye bir hukuk devletidir” deniyor. Oysa söz konusu anayasa devlet terör rejimini kurumsallaştırmak amacıyla yapılmıştı. Eğer öyleyse 1982 anayasının ilgili maddesinde: “Türkiye bir devlet terör rejimidir” yazılması gerekmez miydi? Söz konusu olan, varlığı ve bekâsı evrensel hukuk ve adalet ilkelerinin inkârına dayalı bir rejim değil miydi? O halde ideolojik manipülasyonun bu kadar kolay yapılması nasıl açıklanacak. Her halde bu durum, politik kültürün azgelişmişliğiyle, entellektüel gerilikle açıklanabilir...
Türkiye’de olup-bitenleri anlamak gibi bir kaygısı olanların öncelikle resmi ideoloji ve  resmi söylemle arasına mesafe koyması ve tabii her söylenene de inanmaması gerekiyor. Okullarda aldığı köreltici eğitimle hesaplaşması gerekir. Bilindiği gibi, her devletin bir “Raison d’Éstat”sı vardır. Raison d’État, devletin “yüksek çıkarları” için kendi hukukunun dışına çıkması, hukuk dışı, ahlâkla, vicdanla, adaletle, insan haysiyetiyle bağdaşmayan gayri meşru işler yapması demektir. Devlet, bu amaç için oluşturulmuş kurumları ve görevlendirilmiş “adamları” vasıtasıyla cinayetler işler, kitle katliamları yapar, komplo ve provokasyonlar tertipler, insanları “kaybeder”... Yüksek çıkarın ne olduğuna da, mülk sahibi egemenler adına devletin tepesindeki dar bir ekip karar verir. Bu işlerin finansmanı da “örtülü ödenekten” yapılır. Bütçeden örtülü ödenek için fon ayrılması demek “örtülü işler” yapılacak demektir. Daha yalın ifade edilirse, örtülü ödenek demek,  en azından gayri ahlâkî bir şeyler yapılacak demektir...  Bir devletin halktan gizlenmesi gereken ne gibi bir “yüksek çıkarı” olabilir? “Yüksek çıkarın” ne olduğunu bilen bu adamların bu müstesna yeteneği nereden kaynaklanıyor? Eğer devletin “yüksek çıkarı” diye bir şeyin varlığı kabul edilirse, o zaman bir de “devletin alçak çıkarı” var demektir... O halde “yüksek çıkarla” “alçak çıkar” arasında nasıl bir ilişki olabilir? Halkın oylarıyla seçilenlerden oluşan parlamentolarda neden “gizli oturumlar” yapılır? Parlamento üyelerinin kendilerini seçip oraya getiren halktan gizleyeceği ne olabilir? Gerçekten halktan gizlemeyi gerektiren bir şey olabilir mi? İnsanlar temsilcilerini oraya kapalı kapılar ardında karanlık işler peydahlasınlar, gizli-kapaklı işler çevirsinler, insanlık suçu işlesinler diye mi yolluyorlar? Bunları söylediğinizde, şu sefil Raison d’État’yı sorun ettiğinizde cevap hazırdır: Bu bütün devletlerde böyledir... Başkalarının ayıp etmesi, insanlık suçu işlemesi sizin de aynı şeyi yapmanızı mı gerektiriyor?  Sui misal emsâl olmaz denmemiş midir?

Her devletin bir “Raison d’État’sı vardır ama kutsal devlet anlayışının ve inancının son derecede köklü olduğu, hiç bir zaman bir modernite devrimi de yaşamamış [ama ısrarla ve abartılı bir şekilde yaşamış gibi yapan] TC söz konusu olduğunda, durumun çok daha vahim olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Daha önce de defaaten yazdığım gibi, kutsal devletin geçerli olduğu yerde hukuk bir teferrüattan ibarettir ve ahmakları aldatmaya yarar. Hem kutsal devlet olacak, hem de hukuktan, adaletten, insan haklarından, demokrasiden söz edilecek... Böyle bir şey mümkün değildir... Siz kanunların varlığını hukuk mu sanıyorsunuz? Kanunları kimin ne amaçla yaptığı ortada değil mi? Türkiye’de kanunlar devleti toplumdan korumak, bir de insanlar arasındaki anlaşmazlıkları halletmek içindir. İşte şimdilerde ve oldum olası hukuk devleti denilen böyle bir şeydir... Mesela Anayasa Mahkemesi niçin var? Ortalama insan onun kanunların anayasaya “uygunluğunu” sağlamak amacıyla kurulduğunu sanır... Oysa söz konusu mahkemenin misyonu ve varlık nedeni, devleti korumaktır. Başka türlü söylersek, muhtemel bir demokratikleşme girişimini engellemektir... Aslında kemalist yargıçlar, savcılar, avukatlar, hukuk otoriteleri, kutsal devleti korumaya memur edilmişlerdir. Mustafa Kemal’in yolundan gidiyorlar o bakımdan son derecede tutarlı olduklarını söyleyebiliriz. Kutsal devleti korumayı kutsal bir amaç sayıyorlar... [ Elbette her şeyde, her alanda olduğu gibi istisnalar da vardır... ama istisnalar sadece istisnadır ve sorunun esasını angaje etmez]. Nitekim Mustafa Kemal:  “Vatandaşın işlerine ilişkin konularda mahkemeler bağımsızdır. Kimse müdahale etmesin. Ama siyasi konularda yargı yürütmeye bağlıdır” demişti. Mustafa Kemal, “vatandaşlar arasındaki uyuşmazlık, anlaşmazlık ve çatışmalarda yargı, yargı gibi davranmalı, hukuk işlemeli ama  devletle vatandaşlar arasındaki sorunlarda devleti gözeteceksiniz” demek istiyordu. Bu konudaki süreklilik hakkında söylenecek bir şey yok. 2012’de olup-bitenlere bakın ne demek istediğimi anlarsınız... Her zamanki gibi “devletin yüksek çıkarları için gereği yapılmaya devam ediliyor. Demek ki herkesin kendine göre bir “hukuk devleti” anlayışı var ve herkesin hukuk devleti kendine denecektir...
O halde Türkiye’nin onca zamandır demokratikleşme konusunda patinaj yapmasının sebebi nedir? Neden dönüp-dolaşıp hep aynı yere geliyoruz? Yapılanların ve yapılmak istenenlerin, dillerden düşmeyen “demokrasi” söyleminin neden hiç bir kıymet-i harbiyesi yok? Zira, demokratikleşme olarak sunulan, kurumların adını ve kanunların numarasını değiştirmekten ibaret: İşte İstiklâl Mahkemelerinin adı önce Sıkı yönetim mahkemesi [veya askerî mahkeme] oluyor, sonra Devlet Güvenlik Mahkemesi [DGM] oluyor, daha sonra Özel Yetkili Mahkeme [ÖYM] oluyor... Bunların adı yakında yine değişir ama işin esasında kayda değer bir değişiklik olmaz... Aynı şekilde ikinci bir manipülasyon geleneği de kanunların numaralarının değiştirmekle ilgili... Mesela eski TCK’daki ünlü 141-142’inci maddelerin yerini 3713 nolu TMK alıyor, Eski TCK’deki 159’un maddenin yerini Yeni TCK’daki 301 madde alıyor... Aslında demokratikleşme olarak sunulan, kurum adlarının ve kanun numaralarının değiştirilmesinden ibaret. [Bir yazımdan dolayı ceza evinde olduğun günlerde beni oraya tıkan maddede bir değişiklik yapılmıştı. Yasa değişikliği yapıldığı  günün akşamında televizyonlar, ertesi sabah da gazeteler : Demokrasinin zaferi olarak sunmuşlardı. Oysa yapılan değişiklik cezayı daha da ağırlaştırmıştı... ].

Neden böyle oluyor ve neden devlet ricali bu kadar geniş bir manevra alanına ve manipülasyon yeteneğine sahip? Bu sorunun cevabı gerilerde bulunabilir. Kutsal devleti sorun etmeden bu soruya doyurucu bir cevap mümkün değildir.  Osmanlı İmparatorluğu’nun da dahil olduğu devlet geleneğinde, devlet bürokrasisi aynı zamanda hâkim sınıftır. Ya da egemen sınıftan bağımsız, onun dışında ayrıca bir devlet bürokrasisi mevcut değildir. Örneğin, tipik kapitalist bir sosyal sosyal formasyonda bürokrasi, egemen sınıf fraksiyonlarının sadece dışında değil, ona tâbidir ve onun hizmetindedir. Osya Osmanlı İmparatorluğu söz konusu olduğunda, devlet biçiminde örgütlenmiş bir egemen/yönetici sınıf vardır. Bu yüzden, bazı teorisyenler haklı olarak bu tür devlet biçimini sınıf- devlet olarak niteliyorlar. Bu niteleme bana isabetli görünüyor. Tabii böyle bir durumun varlığı demek de, her şeyin devlette başlayıp devlette bitmesi demektir. Devlet artık bir fetiştir. O zaman da sınıf-devletin adamlarının çıkarı, devletin kutsanmasını yüceltilmesini gerektiriyor. Bunun nedeni, sınıf-devletin adamlarının varlığı ve bekâsı, doğrudan devletin varlığı ve bekâsıyla özdeş olmasındandır. Sınıf-devlet bütünüyle emekçi halk kitlelerine yabancılaşmış durumdadır. Devlet-halk ilişkisi tek yönlü ve devletten halka doğrudur...

Bu tür egemenlik biçimlerinde egemen sınıf [sınıf-devlet] içi mücadele, devletin yapısını veya devlet-toplum ilişkisini ilgilendiren bir mücadele değildir. Üstelik bu tür bir işleyiş geleneği, demokratikleşmenin önünde önemli bir baraj oluşturuyor. Son dönemde AKP hükümetiyle birlikte devlet içi dengelerde ortaya çıkan bazı kısmî değişikliklerin [askerin bir adım geri, polisin iki adım ileri gitmesi, yargının hükümeti daha çok gözetir hâle gelmesi, vb. ] müthiş bir demokratikleşme/sivilleşme sayılması, şeylerin gerçek karakterini anlamaktan âciz  alaturka ‘liberellerin ve ne demekse bir kısım “eski solcunun” bir kuruntusundan ibarettir... Zira, yapılanın ve yapılmak istenenin asla demokrasiyle, demokratikleşmeyle bir ilgisi yok ve olması da mümkün değildir... Bütün bu ‘tanzimatların’ demokrasiyle bir ilgisi yoktur ama neoliberal otokratikleşmeyle kesin bir ilgisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz... Ne tarafa doğru gidildiğini görmek için çok ileri görüşlü olmaya gerek yok. KCK tutuklamalarına, ağzını açan her muhalifin kodesi boylamasına, hapisteki onca gazeteci ve sendikacıya, Uludere’de yapılan katliama, son MİT dalaşına bak anlarsın... Uludere’de  insanı utandıran bir katliam yapıldı ve komisyona havale edildi... Bir şey neden komisyona havale edilir? Cevap belli değil mi: Üstünü örtmek, unutturmak, gündemden düşürmek için... Eğer bu rejim asgari hukuk, adalet ve demokrasi kırıntısı içerseydi, hükümet hâlâ yerinde durur muydu? Sadece yerinde dursa... bir de başbakan Genel Kurmay Başkanına teşekkür ediyor... Şu utanç verici duruma bir bakın... Oysa her şey apacık ortada... Birileri masum insanları katletti. Birileri emir verdi, birileri de bombaladı... O halde neye, kendinizi alçaltan utanç verici yollara baş vuruyorsunuz... Utanmazca yalanlar söylüyorsunuz, insanlık sunuçunu örtmek için nâfile çabalar içine giriyorsunuz? Emir verenle bomlalayanı bulmak için saatlerce heron görüntüsü seyretmek mi gerekiyor... Derin araştırmalar yapmak mı gerekiyor... Bu devletin genetiğini, mantığını ve geleneğini sorun etmezseniz, sorunun kaynağına inmeye cüret etmezseniz, kutsal devlet de katliamlarına kaldığı yerden devam eder... Tabii bu arada birileri de Türkiye’nin demokratikleşme yolunda nasıl hârikalar yarattığını anlatmaya devam edecektir... Kendi vicdanlarını kirletmeyi marifet sayan hukukçular, siyasetçiler, resmi ideolojinin rahle-i tedrisinden geçmiş çok ünvanlı akademi üyeleri ve “konunun uzmanları”, her şeyi bilen köşe yazarları, kutsal devletlerini kutsamaya, bu amaçla da derin tahliller ve yorumlar yapmaya kaldıkları yerden devam edeceklerdir... İyi de, daha ne zamana kadar? Kitleler sokağa çıkıncaya kadar...                                                               

---------------
* Halk deyişi [ atasözü]

Hiç yorum yok: