12 Şubat 2011 Cumartesi

H R A N T ' I A N M A K(2)



Sarkis HATSPANIAN

Berlin'de yaşayan dürüst bir Türk aydını "1915'te Osmanlı Müslümanları 7 Ermeni öldürenin cennete gideceğine inanıyorlardı, varlıklarına el koymak için böyle bir inanca ihtiyaçları vardı" diye yazıp, tarihsel gerçeği dile getirmişti. 2007'de belki de artık el konulacak Ermeni varlığı kalmadığından
olsa gerek ki, kaleminden başka bir silahı olmayan savunmasız bir Ermeni insanını güpegündüz sokak ortasında kalleşçe arkadan katletmekle ve “Vurdum Ermeniyi!” diye sevinmekle yetinebiliyorlar günümüz "T.C."sinde!
19 Ocak 2007, bu gerçeğin imzalı-damgalı bir tasdik belgesidir.




Binyıllardır yaşadığı ata topraklarında 20.inci yüzyılın ilk soykırımına uğratılan Ermeni halkının yakılıp, işgal edilen ülkesinin külleri üzerinde kurulan "T.C."de bugün, çok az sayıda da olsa bu acı gerçeği kabul edip mahkûm eden insanların varlığı sevindiricidir. Hrant'ın cenazesinde sembolik değerde "Hepimiz Hrant'ız, hepimiz Ermeniyiz" söylemi dillendirilirken, çoğu bu sloganın tüm dünya gençlik hareketlerinin ilk kıvılcımı olma özelliğine sahip, 1968 Paris'inde üniversite işgaliyle başlayan öğrenci hareketi liderlerinden Daniel Cohn-Bendit tarafından halksallaştırılan "Hepimiz Alman Yahudisiyiz" sloganıyla, temelinde bir başka soykırım, Yahudi Holocaust'una yapılan atfın yineleniyor, yeniden canlandırılıyor olduğunun farkında bile değildi belki ! Bu sloganlar arasındaki paralelliğin temelinde, her iki söylemin kaynağında da insanlığa karşı işlenmiş olan iki vahşi soykırım suçunun bulunması yatmaktadır ve bu benzerlik ilginç olmasının dışında üzerinde çok ciddi düşünülmesi gereken önemliliktedir. Değişik zaman ve mekanlarda, biribirleriyle hiç ilişiksiz gibi görülen bu olgu pek de sıradan bir tesadüfün eseri değildir ve derin bir analize layıktır. Bu bağlamda Hrant'ın katli hiç de mecazi anlamda bir "1.500.000+1" değil, gerçekten öyledir. Soykırımın bir gün mutlaka yargılanmasını sağlayacak olan toplumlarımız nezninde işlenen suçun hesabının sorulması ve cezalandırılmasına Hrant'ın sunacağı katkı, onun ölümünden sonra bile önce insanlığa, sonra kendi halkına yaptığı hizmete paha biçilmez değerde bir anlam yükleyecektir.

19 Ocak 2007 bir gün mutlaka gerçekleşecek olan Ermeni Nürnberg'inin temel taşlarından olacaktır kuşkusuz ve bunun bir an önce gerçekleşmesine çalışmak, bu yönde çaba sarfetmek, hangi halktan olursa olsun, kendisini İNSAN tanımlayan herkes tarafından insanlığa hizmet etmenin ölçütü olarak algılanmalıdır.
Yaşam gündemini bu sorunun çözümü için çabalamaya endeksleyen tüm insanların, onun bir ulusun geleceği için ne denli yaşamsal önem taşıdığı gerçeğini tanıyıp, kabul ederek, programına alan bütün örgütlerin, "Hepimiz Hrant'ız, hepimiz Ermeniyiz" söylemine yürekten ve içtenlikle sahiplenen ilerici, devrimci, demokrat tüm kesimlerin, yaşamakta oldukları toplumlar içerisinde sapla samanın ayrılmasını sağlama görevleri de vardır. Öyleki, hangi halktan olursa olsunlar, bu samimi, namuslu, dürüstler cephesinde yerlerini almak isteyenlerin dikkatine sunulmak üzere
tarihsel temeli olan ve bilinmesinin yararlı olacağına inandığım bazı örnekler vermek isterim.


***


"Kızıl Sultan" lakaplı Osmanlı padişahı Abdülhamid'i devirerek imparatorluk yönetimini ele geçiren İttihad ve Terakki (Birlik ve İlerleme), nam-ı diğer JÖNTÜRKLER (Genç Türkler) partisinin ileri gelenleri Avrupa'nın değişik üniversitelerinde eğitim almış ve Batı uygarlığını yakından tanımış ilerici insanlardı. 1908'de meşrutiyetin ilan edilmesinin hemen ardından Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti Konstantinople (şimdi İstanbul) mahalle ve sokaklarında yapılan gösterilere, 20O7 Ocağında Şişli'den Balıklı'ya Hrant'ın cenaze törenine katılanlardan çok ama çok daha fazla yığınlar katılmış ve Osmanlı başkenti tarihinde hiç örneği olmayan bu görkemli mitinglerde, Ermeni, Rum, Yahudi, Türk, Kürt, birlikte, omuz-omuza "adalet, kardeşlik, eşitlik, özgürlük" istemişler. Bu mitinglerin anlatılmaz sıcaklığı, dayanışma ruhu ve samimi heyecanını betimleyen, dönemin şahitliğini belgeleyen basın organlarında yayınlanan analiz, haber ve yorum yazılarının mürekkebi bile kurumamışken, Kilikya'da, tarihe 1909 Adana Katliamı olarak geçen, birkaç gün içerisinde 30 bin Ermeni'nin boğazlanıp, baltalanarak kıyıldığı, tarifi pek zor mezalim gerçekleştirildiğinde, ne yazık ki o görkemli mitingleri düzenleyen veya onlara katılan Türk ve Kürt ahaliyle, onların içinde bulunduğu cemiyetlerle cemaatlerini temsil eden hiç bir ses ve nefesten çıt çıkmamış. Osmanlı döneminde saray tarafından "Millet-i Sadıka" olarak adlandırılmış, yaşamın her alanında çalışkan, üretken, yaratan bir halk olarak bilinen Ermeniler katledildiğinde hiç kimse "Hekimlerimiz, hukukçu, mimar, mühendis, kuyumcu, öğretmen, yapıcı, sanat ve zanaatkârlarımız nasıl boğazlanırlar, bu ne biçim
adalet, insanlık bu mudur?" diye sorma zahmetinde bile bulunmamış. Ama o insanlar, muhtara, kaymakama, valiye, hacı, hoca, mollaya, askere, inzibata, jandarmaya, Ermeni kıyımlarına can-ı gönülden katılma sadakatini göstermek için birbirleriyle yarışmışlar!...

Meseleye İslam açısından bakmayı denediğinizde, gerçek Müslümanın bir diğerine haksızlık yapılıp, ona saldırıldığında, mazlum olanın yanında yer alma, diğeriyle mücadele etme ilkesinden hareket etmesi gerekli olduğu teorik anlatımlara rastlarsınız da, pratikte vuku bulan vahşetin sebebini dinî açıdan sorgulamada varacağınız feci sonuç, Berlin'de yaşayan dürüst Türk aydınının belirttiği sebepten "İslam adına" işlenmiş barbarlığı vicdan ve bilincinize sığdıramayacağınızdan insanlığınızdan tiksinmenizi getirirse şaşmayasınız sakın! Ermeniler tarafından yaşanılan vahşetin betimlenip, tarif edilemezliği, bize yukarıda belirtilen ilkeyle hareket etmiş Müslüman insanların bulunamayacağını göstermiştir.

Şimdi, yani bir ulusun kendi topraklarında kıyıma uğratılarak yok edilmesinden neredeyse yüzyıl sonra bile, İstanbul sokaklarına dökülüp de "Hrant için, adalet için" aksiyonları düzenleyen çevrelerde birçoklarının, zamanında dedeleri tarafından düzenlenen "eşitlik, kardeşlik, adalet ve özgürlük" mitinglerine katılan yığınlarca "insanın", Ermeni boğazlamak için ellerinde kör bıçaklarla Kumkapı, Samatya, Bakırköy Beyoğlu, Şişli, Üsküdar ve Kadıköy sokaklarını arşınlayanlardan oluşup-oluşmadığını sorgulayıp öğrenme denemesinde dahi bulunmayışı anlaşılmaz bir muammadır. Bu çevrelere "dostlar alışverişte görsün" hesabı takılan, "Hrant için, adalet için" 24 saat "timsah gözyaşları" döken fırsatçı kariyeristlerden birçok kişi, Polonyalı hukukçu Rafael Lemkin'in jenosid
tanımlamasını ilk kez 1943'de dile getirip, BM tarafından 1948'de tanınarak yürürlüğe girmesinin sağlanmış olduğundan bile bihaber, son zamanların gözde modası "Bok değil, kaka" örneğine eşdeğer, "yok efendim, Soykırım değil de, Büyük Felaket" söylemiyle tarih sahtekârlığı yapan insan namusundan yoksun şûrekadan ayrı tutulabilir mi?


Bu sahtekârların en çok da, sözüm ona eski "solcu", hatta şimdi sadece "erkekliğe bok sürdürmeme" derdinden sol rüzgârların esmediği günümüz koşullarında bile hâlâ "sol yelpazede" yelpazelenen çevrelerde tur atıyor oluşları sadece bir raslantı mı ? İnsanlığa karşı işlenmiş suç olarak tanımlanan Ermeni ulusuna karşı yapılmış SOYKIRIM sorununun, her nedense bu kesimler tarafından "piyasa bulup" pazarlanmaya kalkışılan malzemeye dönüştürülmesi insanlık adına utanç verici değil midir? Bu kesimde yer alanlardan birçoklarının
burjuva medya ve basınında palazlanan, Ermeni davasına "geçmişte olmuş bitmiş acı bir olay" olarak bakıyor gibi bir tavır takınan ve her ne pahasına olursa olsun, sonuçta, "oldu da bitti maşallah" türü bir "özür dileme"yle yetinme hedefinin Ermeni halkı tarafından kabul görmesine ulaşabilmek için çalışan kiralık kalemşörler olduğu bariz değil mi ? Soykırım suçunun uluslararası hukukta öngörülen cezasının "özür dileme" değil, sadece TAZMİN gerektirdiğini, 12 Eylül 1980 öncesi veya sonrası değişik Avrupa ülkelerinde politik ilticacı olarak bulundukları yıllarda iyi-kötü bir dil öğrendikten sonra, kütüphanelerde kendi kendilerini geliştirerek kitap okuyan, insani uygarlıkla "tanışma" şans ve olanağına sahip olmuş beyzadelerden bazıları, "memlekete dönüş yaptıktan" sonra unuttular mı sanıyorsunuz? Batı uygarlığıyla bir türlü uyuşup-kaynaşamadan, gerisin geri geldikleri
yere "dönenler" içinde, Avrupalarda tur atarken hiç yararlan(a)mamış oldukları uygarlığın faydalarından dem vurup, insan hakları savunuculuğuna soyunan Türk ve Kürt medyalarında birdenbire cirit atıp, boy göstermeleri ne kadar abes ise, bunlardan yakınen tanıdıklarımdan bir-ikisinin, şimdilerde o panelden bu seminere, şu toplantıdan bu konferansa koşturarak, "etkili, güzel, insani sözler" söylemeye yeltendikleri halde, kol saatlerindeki zamanın "ortaçağı çeyrek geçe" durmuş olduğunu bildiğim için, bunu size de bildirmek istiyorum.

Uluslararası hukukta tanımlanması ve kanuni bir ceza işlemine tabi tutulma zorunluluğu 1948 yılında Birleşmiş Milletler'ce kabul edilmiş olan soykırım suçu, zaman aşımından muhaf tutulma özelliğiyle mağdur edilen tarafın tazminini öngörmektedir ve bu tazmin sanıldığı gibi sadece finansal ödemeden ibaret değildir. İnsanlığa karşı işlenmiş soykırım suçunun sorumluları, bu sahte "solcular" tarafından ille ve neredeyse "vallahi de, billahi de" yemin-billah yaygınlaştırmaya çalışıldığı gibi, salt dönemin Osmanlı devlet makamları, yani İttihad ve Terakki hükümeti ile emrindeki bürokrat, asker, vs. değil, aynı zamanda o mezalime devlet için değil, kişisel çıkarı olduğu için gönüllü katılan Türkü, Kürdü, Çerkesi, Çeçen, Türkmen, Azerisiyle suça ortak olmuş toplumlardan on binler, yüz binlerdir.

Ermeniler, soykırımda evlerini, işyerlerini, mal-mülk, bağ-bahçe, taşınır-taşınmaz her şeylerini ve tüm bunlardan da çok daha önemlisi anayurtlarını yitirmişlerdir. Tüm bunlara yukarıda adları verilen halklardan yığınla insan el koymuş, birden sahip olmuş, tapusuna geçirmiştir. Katliamlara katılarak Ermenilere işkence ve eziyet ettikleri için CANİ, can alıp öldürdükleri için KATİL, mal ve mülklerini çaldıkları için HIRSIZ, yağmaladıkları için TALANCI, bir ulusun anayurdunu zaptettikleri için de İŞGALCİ'dirler ve öyle oldukları halde, ne yargılanmış, ne de herhangi bir cezaya çarptırılmışlardır.
Yani ortada varolan tüm bu SUÇLAR bu kadar APAÇIKKEN, nedense CEZALAR, CEZALANDIRILANLAR yoktur.

Bu eylemlerden hiçbirine bilfiil katılmamış ama, Ermenileri koruyup, kollamamış, savunup, saklamamış, onlara yapılan insanlık dışı saldırılara engel olmaya çalışmamış olanlar ise SUÇUN 'SESSİZ İŞTİRAKÇISI' olmak vasfıyla, önce kendi vicdanları ve tarih, hem Ermeniler ve hem de insanlık önünde tabii ki suçludurlar ve toplumsal olarak işlenmiş suçun hiç kuşkusuz manevi sorumluluğunu taşımaktadırlar.
Ermenilerin 1915 sonrası mucize olarak hayatta kalabilmiş yetim insanlardan doğma dördüncü nesli, bugün de 24/24 saat yaşanan bir travmayla varlığını sürdürmeye çalışırken, onlara verilen acıların sorumlusu olarak yukarıda saydığım tüm kategorilerdeki SUÇLULARDAN doğma dört nesilden hiç ama hiçbirinin bu travmayı şu veya bu şekilde yaşamaması, aksine devekuşu misali başını kuma gömüp "olanlardan haberi yokmuş gibi" davranması, insan ve toplum üzerine araştırma yapan bütün bilim dalları için incelenmeye değer bir KONUDUR.

Bunların dışında en fazla incelenip, araştırılması ve mutlaka tanımlanması gereken, en önemli siyasal olgu Ermeni anavatanının öz sahiplerinden SOYKIRIM suçunun işlenmiş olması sonucunda İŞGAL edilmesi ve bu işgalin tam 96 seneden beri sürüyor olmasıdır. Bu gerçeklik karşısında "sol" adına konuşan, yazan-çizen kişi ve örgütlerin düşünce ve tavırları, sorunla ilgili duruşları, birazdan anlatımına çalışacağım yadsınmaz öğeler nedeniyle çok önemlidir. İşgal edilen Batı Ermenistan'ın tapusu gayr-ı meşru olarak 29 Ekim1923'te "T.C." adına düzenlenmiş olup, etnik anlamda ne idüğü belirsiz, ama siyasi açıdan en az İttihad ve Terakki kadar tehlikeli ve SUÇLU bir şebeke tarafından çalınmış, gaspedilmiştir. Bu işgal ve gasp durumu hakkında, Ermeni topraklarında yaşayan halkların politik temsilciliğine soyunmuş olan örgütlenmelerin ve hatta sivil toplum kuruluşlarının bile suskunluklarını daha ne kadar zaman sürdürmeyi düşündükleri bilinmese de, hem hukuki, hem de siyasi anlamda görülen bu 'kör-sağır- dilsiz'lere mahsus tavır yokluğunun sorgulanmayacağı anlamına gelmeyeceği gibi, eşyanın tabiatına aykırılık hali süreğen olamayacağı için de hiç sonsuz değildir. Her yaşamsal ciddiyet barındıran konuda olduğu gibi, bu konuda da hep susmayı tercih etmiş olan "sol"un solculuğu sorgulanmalı, pembeden, kırmızıya, oradan kızıla tüm renkler tek-tek görülmeli, bilinmeli, tanınmalı, tanımlandırılmalıdır.




Hiç yorum yok: