8 Temmuz 2010 Perşembe

Attilâ İlhan Selçuk



Gün Zileli
zileligun@hotmail.com

Ölenlerin arkasından yazı yazmayı sevmem. Objektif olamama kaygısıdır bunun nedeni. Sıcak duygularını ortaya döksen başkalarına göre çok duygusal kaçabilirsin. Öveyim desen, sırf öldüğü için bunları yazdığın düşünülebilir. Eleştireyim desen, ölünün arkasından konuşuyor konumuna düşebilirsin. “Şimdiye kadar aklın neredeydi, ölünce mi aklına geldi bütün bunları söylemek” diyebilir haklı olarak birileri. Gerçi sessiz kalsan, bir şey yazmasan, bu sefer de, “aslında yazarsa kötü yazacak da onun için yazmıyor” diye düşünebilir bazıları. Anlayacağınız, ölüm kötü bir olay. Ölenin arkasından bir şeyler yazmaksa bu kötülüğü aratmayacak zorlukta.

Gerçi Attilâ İlhan öleli beş yıl oluyor. O zamandan beri bazen aklıma gelirdi bu büyük yazar ve şair hakkında bir şeyler yazmak. Ölümünden yedi yıl kadar önce, bir yazımda (“Galiyev Üzerinde El Sıkışmak”, Birikim, sayı: 111-112, Temmuz-Ağustos 1998) onun ulusalcı tezleriyle her ne kadar karşı karşıya gelsem ve şiddetle eleştirsem de, Attilâ İlhan’ın şairliğine ve roman yazarlığına (ilk romanlarına) olan hayranlığımdan hiçbir şey eksilmedi.

Bu yazı aslında bir anma yazısı değil. Her ikisi de 1925 doğumlu, benden 21 yaş büyük olan ve bir anlamda öğretmenlerim olarak gördüğüm Attilâ İlhan’la, daha geçen ay kaybettiğimiz İlhan Selçuk’un şahıslarından ve yazarlıklarından hareketle yazarlık ve politika üzerine bir yazı yazmak niyetim.

Attilâ İlhan iyi bir şair ve yazar olduğu kadar kötü bir politika teorisyeni; İlhan Selçuk ise, akıllı ve ihtiyatlı bir politika stratejisti olduğu kadar kötü bir yazardı. Açıklamaya çalışayım.

Attilâ İlhan, büyük bir aşk, gençlik, kent şairi ve yazarıydı. Neredeyse tüm şiirleri eşsiz güzelliktedir. Gençliği, aşkı ve kentin gizemini bulursunuz o şiirlerde. İlk iki romanı, Sokaktaki Adam (1953) ve Zenciler Birbirine Benzemez (1957) de öyle. Attilâ İlhan’ın insanı büyüleyecek güzellikteki bu iki romanının ötesindeki romanları başarısızdır. Attilâ İlhan’ın bu gençlik dönemi romanlarından, şiirlerinden aldığınız o eşsiz tadı alırsınız. Kentin, aşk ve macerayla yoğrulmuş genç insanını bulursunuz bu iki romanda. Sizi müthiş bir aşk ve hayat rüzgârıyla anaforuna alıp savurur. Hayatın genç ve dinç tadı sizi sert bir içki içmişçesine çarpar.

1960’lardan itibaren Attilâ İlhan’ın şiirleri seyrekleşir. Romanları (örneğin Kurtlar Sofrası) o aşk dolu gencin, orta yaşlara gelip politikleştiği ölçüde aşktan uzaklaşıp “kurt”laştığına tanıklık eder. Hâlâ gençlik rüzgârlarının zayıflayan esintilerini hissedersiniz ama gençliğin o özgürlük kokan delidoluluğu, yavaş yavaş hafif külhanbeyi bir politikleşmiş aydına bırakmaya başlamıştır yerini.

Attilâ İlhan’ın yazarlık çizgisi, bundan böyle gittikçe kalınlaşan ve koyulaşan bir çizgi halinde politikaya evrildi. 1970’li yıllarda hapisteyken, ara sıra elime geçen Demokrat İzmir gazetesinde makalelerini okurdum. Kemalist bir sosyal demokrat profili veriyordu bu makelelerde. Fazla akil ve akıl vericiydi. 1970 yılında yazdığı Hangi Sol kitabını ne yazık ki, ancak 1980 sonrası ortamda okuma olanağı bulabildim. Bu kitaptaki yazıları bir hayli iyiydi. Yine fazla akil ve akıl verici olmakla birlikte, 1970’ler solunun Stalinist rüzgârını göğüslemeye ve solun önyargılarını kırmaya yönelik yazılardı bunlar. Geçenlerde bir sahafta rastladım bu kitaba. Üstümde on liram olmadığı için alamadım. Yeniden okumak isterdim, bugün bana daha da ilginç gelen, yakından ilgilendiğim konular olduğunu gördüm “içindekiler” kısmına bakınca.

Bu böyle olmakla birlikte, Attilâ İlhan’ın, 1980’den sonra daha da sağa kaydığını, bir Kemalizm teorisyeni olmaya doğru evrildiğini düşünüyorum. Bu politik teorisyenlik, Attilâ İlhan’ın en reaksiyoner yanıydı ve onu ömrünün sanırım son on yılında sağcı-Kemalist bir muhafazakâra dönüştürdü.

Bununla kalsa yine iyi. 1990’lı yılların sonuna doğru Attilâ İlhan, “sol” fikirlerle harmanlamaya çalıştığı bir Kemalist-Türkçü haline geldi ve bugün “ulusalcılık” dediğimiz akımın politik teorisyeni olarak temayüz etti. Evet, “ulusalcı cephe” fikriyatının babası herkesten önce Attilâ İlhan’dır. Üstelik, bugünkü ulusalcıların kavrayamayacağı ölçüde bir “geniş” görüşlülükle yerine getirmiştir bunu. Geniş görüşlülük derken anlatmak istediğim şudur: “Emperyalizm”e karşı ulus-devleti savunmak üzere, ülkücüleri ve solcuları aynı cephede birleştirmeye çalışmakla yetinmemiştir Attilâ İlhan. Bu cepheye İslamcıları da katmaya çalışmıştır. Laiklik kanalından ordunun Atatürkçülüğüne oynayan bildiğimiz ulusalcıların kavrayamayacağı ya da kucaklayamayacağı kadar geniş bir cephe önerisidir bu: Bir köşesinde laiklikle ve solculukla barışmış Türkçülerin, diğer köşesinde Türkçülükle ve İslamcılıkla barışmış solcuların, üçüncü köşesinde ise solculukla ve Kemalizmle barışmış İslamcıların yer aldığı bir üçgen. Attilâ İlhan’ın geniş cephesinin orijinalliği burada yatar.

Bu öneri orijinal olmasına orijinaldir ama bu, Attilâ İlhan’ın, ömrünün son yıllarında, eski maceralı gençlik yıllarının güzelim şiirlerini ve romanlarını çok uzaklarda unutmuş, politikleştiği ölçüde yazarlığını da köreltmiş kötü bir politik stratejist haline geldiği gerçeğini ortadan kaldırmaz.

İlhan Selçuk da benim gençlik dönemimin yazarıydı. Çetin Altan’la birlikte, her gün sıkı sıkıya takip ettiğim iki yazardan biriydi. Öyle ki, o yıllarda (1964) bir yandan Sait Faik’i taklit eden öyküler yazarken, bir yandan da İlhan Selçuk’u taklit eden “siyasi” makaleler yazmaya özeniyordum. 1960’lı yılların ilk yarısındaki ilk anti-emperyalist gençlik gösterilerinde, İlhan Selçuk, bizlerin yol gösterici yıldızı gibiydi.

İlhan Selçuk’un Yüzbaşı Selahattin’in Romanı gibi romanlarını okumadım. Okumadan konuşmak gibi olmasın ama İlhan Selçuk kadar istikrarlı bir karakterden, onun tam zıddı delişmen bir karakterde olan Attilâ İlhan’ınki gibi ruhları ayağa kaldıran romanlar beklemek hata olur gibi geliyor bana.

İlhan Selçuk, 60 yıl köşe yazarlığı yapmış Refii Cevat Ulunay’ı saymazsak, üstelik de aynı gazetede, aynı köşede ve aynı başlık (Pencere) altında 47 yıl boyunca yazılar yazarak muazzam bir istikrarlı yazarlık performansı göstermiştir. Ne var ki, eğer beyniniz, aynı İlhan Selçuk gibi durmamış ve donmamışsa, bir süre sonra, her gün aynı makaleyi okuduğunuz izlenimine kapılmanız ve artık “Pencere” köşesine bakmamaya başlamanız kaçınılmazdı. Ben de İlhan Selçuk’u 1965 yılından sonra okumamaya başladım. Son yıllarda ara sıra elime geçen Cumhuriyet gazetesinin ikinci sayfasındaki “Pencere” sütununa gözüm iliştiğinde, bu köşeyi sadece, “acaba 40 yıl önce yazdığı şeyleri yazmaya devam ediyor mu” merakıyla okumaya teşebbüs ettim sadece ve makalenin yarısına geldiğimde okumayı bıraktım. Evet anlamıştım, aynı şeyleri yazmaya devam ediyordu bıkmadan.

Bir yazarın istikrarı ve ilkeliliği bir anlamda övgüye layıktır ama böylesi bir “tutarlılığın” da aynı zamanda yazarı muhafazakârlaştırdığını, içten içe kuruttuğunu, kurumuş ve içi boşalmış bir böcekten farksız hale getirdiğini de unutmamak gerekir. Ruh yoksa yazarlık da yoktur.

Ama ruh yoksa politikacılık ya da politika stratejistliği pekâla var olabilir. Hatta belki de bunlar bir ölçüde ruhsuzluğu gerektiren mesleklerdir. İlhan Selçuk hiçbir zaman bildiğimiz anlamda politikacılığa tevessül ve tenezzül etmedi. Her zaman bir politika yazarı olarak, batan gemisinin kaptan köşkünden ayrılmayı reddeden sorumlu ve şerefli bir kaptan gibi, gazetesinin yönetiminde kaldı. Tabii, bu görevi yerine getirirken kimleri harcadı, kimlere haksızlık etti, yakından ve iç yüzünü bilmediğim olaylar hakkında fikir ileri sürmem mümkün değil ama böyle şeylerin olmuş olabileceğini en azından teorik planda tahayyül etmek zor değil. Bu arada, 12 Mart döneminde bizzat uğradığı haksızlığı belirtmeden geçmemek gerekir elbette. 12 Mart döneminin Amerikancı-sağcı paşalarından Memduh Tağmaç-Faik Türün çetesinin önayak olmasıyla tutuklandı ve meşum Ziverbey Köşkünde işkenceye uğradı. Bütün bu badirelerden onuruyla çıkmasını bilmiştir.

İlhan Selçuk da, Attilâ İlhan gibi, 1990’lı yıllarda, ülkücülerle ve MHP’lilerle barış yanlısı oldu. Hatta, hatırladığım kadarıyla, bundan on- on iki yıl önce MHP’lilerle görüşüp onları “vatansever” ilan etti. Neyse ki bu konuda çok fazla ileri gitmedi, belki de sağ kesimden umduğu cevabı alamadı. Bununla birlikte, aynı Attilâ İlhan gibi, bugüne kadar ulusalcı bir cephe için çaba gösterdi.

Seksen yaşının üzerindeyken AKP iktidarının polisi tarafından sorgulanması elbette iktidarların her zamanki işgüzarlığının ürünüydü. Buna rağmen soğukkanlılığını korudu, hatta ihtiyatı her zaman elde tutan bir politik stratejist olarak, AKP’nin aba altından sopa gösteren tutumu karşısında fazla belli etmeyen bir geri çekilme stratejisi bile izledi. Bir politika stratejisti ve taktisyeni olarak belki de doğrudur bu yaptığı, onu bilemem ama bu tutum, “delikanlı” kültüründe “korkmak” olarak değerlendirildiğinde, buna ne cevap verilir, onu da bilemem. Zaten politik stratejistlikle ruhsal enginlik ve şövalyelik pek bağdaşır şeyler değildir. Makyavel, böylesi ruhsal coşkuları elinin tersiyle iterdi bir kenara.

8.7.2010

Hiç yorum yok: