25 Ocak 2011 Salı

Dünya Devriminin 1.2. ve 3. Dönemleri…



Daha önceki birkaç yazımda dünya devrimi gibi “demode” bir kavramı kullanmakta ısrarlı olduğumu belirtmiştim. Üstelik unutmayalım ki, modalar dönem dönem yeniden canlanır ve insanlar yeniden eskiye dönüş yapar gibi görünürler. Ama bir üst düzeyde.

Dünya devrimini üç ana bölüme ayırıyorum: 1. 1789 (Fransız Devrimi) -1871 (Paris Komünü): Aşağıdan kitle devrimleri dönemi; 2. 1889 (II. Enternasyonal’in kuruluşu) – 1956 (Macar Devrimi): Parti öncülüğünde devrimler dönemi; 3. 1966 Çin Kültür Devrimi ve 1968 Avrupa Devrimi ile başlayan ve günümüzde, Fransa ve İngiltere öğrenci hareketleriyle; Yunanistan, Arnavutluk ve Tunus ayaklanmalarıyla devam eden aşağıdan sosyal patlama ve kültürel dönüşüm dönemi.

İnsanlığın kolektif bir bilinci ve belleği olduğunu düşünme eğilimindeyim. Toplumsal deneyler insanlığın kolektif bilinç ve bellek havuzunda toplanır ve bir karışım oluşturur.

Fransız devrimi, Marksistlerin sonradan koyduğu adla ne bir burjuva devrimiydi, ne de yukardan bir Jakoben devrimi. O, ilk büyük aşağıdan kitlesel devrimdi ve yalnız Fransa’ya değil, tüm Avrupa’ya, hatta dünyaya yeni bir toplumsal dönüşüm soluğu getirdi.
1789’u örnek alan ve daha ileri giden devrim girişimi, tüm Avrupa’yı baştan aşağı kasıp kavuran 1848 devrimleriydi. Karşıdevrimci burjuvazinin orduları tarafından zorbalıkla ezilinceye kadar devrimin şarkısını neşeyle her yana yaydı. Bu devrim, tüm Avrupa’yı neşeye boğmasıyla da, ağır yenilgisiyle de 1. Devrim Döneminin zirvesi olarak görülebilir.

1871 Paris Komünü ayaklanması, aşağıdan devrim oyununun kapanış sahnesini oluşturur. Yenilgisiyle bile herkesi ayağı kaldıran muhteşem bir sahnedir bu.

Yaklaşık yüz yıl süren aşağıdan devrimler dönemi, insanlığın ortak belleğinde ve bilincinde bir sıçramaya yol açmıştır: Toplumsal dönüşümü sağlamak için sadece aşağıdan ayaklanma ve devrimler yetmez. Devrimin zaferi için örgütlü, hatta merkezi bir güç gereklidir. Bu güç partidir.

1889 yılındaki II. Enternasyonal’in kuruluşunu, bu ortak bilincin ete kemiğe bürünmesi ve 2. Devrim Döneminin başlangıcı olarak alabiliriz. Ne var ki, aynen insana ilişkin modalarda olduğu gibi, yeni bir dönemin (ya da modanın) başlaması eski dönemin (ya da modanın) bıçakla kesilir gibi kesilmesi anlamına gelmez. Eski, kendini, bir alt akıntısı olarak sürdürür. Yeni dönemin parlayan yıldızı Marksizmdir. Rusya’da Narodnizm, Avrupa ise anarşizm, eski ayaklanmacı geleneği, (gerçek kitle ayaklanmaları döneminin sona erdiği koşullarda) Blankist tarzda, önceden planlanmış silahlı ayaklanmalar, planlanmış suikastlar ve en nihayet, 19. Yüzyılın sonunda ve 20. Yüzyılın başında görülen bireysel şiddet eylemleriyle sürdürmeye çalışırlar ama aslında bu, kendiliğinden ayaklanmacı geleneğin yenilgisinin, bu tür bireysel eylemlerle ilan edilmesinden başka bir anlama gelmemektedir.

2. Devrim döneminin temsilcisi II. Enternasyonal, kendi içinden, örgütlü devrim fikrini öncü partinin örgütlediği devrim fikrine doğru eğen (şu meşhur çubuğu eğme olayı) Lenin gibi teorisyenler ve yine Lenin’in şahsında bu teoriyi pratiğe uygulayan önderler çıkarttı. 1917 yılındaki bu doğum, aynı zamanda II. Enternasyonal’in, en azından radikal devrimciler dünyasındaki ölümü anlamına geliyordu.

1917 Sovyet Devrimi, toplumsal ayaklanmanın bir “öncü parti” aracılığıyla örgütlenmesinin zaferi olarak bilinçlere işlemekle kalmadı, aynı zamanda devrimin getirdiği toplumsal değişimin de bu öncü parti aracılığıyla örgütlenmesine de yol açmış oldu.

Bolşevik iktidarı dönemindeki uygulamalar ve hele 1930’lu yıllardaki, Stalin’in büyük temizlikleri, insanlığın belleğine ve bilincine bir başka gerçeği daha kazıdı: Devrim örgütsüz olmuyordu ama kitle inisiyatifini bastıran ve her şeyi partiye bağlayan bir devrim deneyimi devrimin başarısızlığından da daha büyük bir felaketti; devrimin ölümüydü.

Öncü partili devrim döneminin ölüm çanları, Sovyet Kızıl Ordusu’nun Nazilere karşı askeri zaferleriyle gerçekleşen “Doğu Avrupa Devrimleri”nin hemen ardından çalmaya başladı. Berlin’deki, Poznan’daki işçiler, işçi sınıfını işçi sınıfı adına baskı altına alan, grev hakkını gaspeden ve işçileri zorla çalıştıran parti diktatörlüğü rejimlerini kabul etmemiş ve ayaklanmışlardı. Macaristan 1956, bu kabul etmeyişin en beliğ ifadesi oldu ve Macar Devrimi görkemli bir kapanış sahnesiyle partili devrimler dönemine son verdi.

Ne var ki, yukarda da belirttiğim gibi, eski, bıçakla kesilir gibi sona ermiyordu. Marksist-Leninist partiler ve bu tür partilere dayanan devrim deneyimleri bir anda son bulmadı. Hatta 1970’lerin ortalarına kadar, iktidarı ele geçirme anlamında (Hindiçini devrimleri) yeni başarılı örnekler de ortaya koydu. Ama artık bir gerçek ayan beyan ortaya çıkmıştı ve sonraki örnekler bu gerçeği yeniden ve yeniden ispatlamaktan başka bir şeye hizmet etmeyecekti: İktidarı ele geçirme anlamında başarılı olan öncü partili devrimler, iktidar sonrasında kitleleri bastıran ağır bürokratik diktatörlüklere dönüşüyorlardı.

Bugün halen içinde yaşadığımız 3. Dönem, yazının girişinde de belirttiğim gibi 1966 Çin Kültür Devrimi ve 1968 Avrupa Devrimi ile başladı. İnsanlığın kolektif bilinci ve belleği, partili devrimler döneminden dersler çıkartmış, 19. Yüzyıldaki 1. Devrim döneminin kendiliğinden kitlesel ayaklanma geleneğini yeniden hatırlamış ve bu bileşime bağlı olarak yeni deneylere girişmiştir.

Çin Kültür Devrimi’nin ÇKP eliti tarafından kısa sürede yozlaştırılmış ve manüple edilmiş olması, bu devrimin tüm dünyaya verdiği bir mesajın önerimini azaltmaz: Devrim yukardan değil aşağıdan gelir; devrimin düşmanı dışarda değil, öncelikle içerdedir; öncelikle içerdeki ve yukardaki yozlaşmayı alt etmek gerekir. Bunlar önemli mesajlardır ve anarşizmin iki yüz yıldır temsil ettiği aşağıdancı toplumsal devrime güç katar. Öte yandan, 1968 Avrupa devrimi, çok yeni bir boyut katmıştır devrime: Aşağıdan kültürel değişim. Zaten 1968 devriminin iktidar iddiası yoktu. Onun en büyük iddiası ve yeni döneme katkısı, özinisiyatife dayanan ve “hemen, şimdi” sloganıyla belirlenen muazzam ve çoğulcu bir kültürel altüst oluşu ve değişimi gündeme getirmesiydi. Geçmiş devrim deneylerinin önemli ölçüde ikinci plana attığı, başlı başına devrimci bir perspektif değişimiydi bu.

Elbette Çin Kültür Devrimi gibi 1968 Avrupa devrimi de kısa sürede yenilgiye uğradı ve hatta yozlaştı, bazı dallarıyla liberalizme dönüştü. Yenilgi, aynı 19. Yüzyılın sonunda bireysel şiddetin ortaya çıkmasına benzer bir şekilde, küçük grupların şiddet eylemlerini (RAF, Kızıl Tugaylar vb) doğurdu ve daha da ağır bir yenilgiyle noktalandı. Ama yeni dönemin temsilcisi 1968, insanlığın bilincinde yeni bir sıçramayı temsil ediyordu ve bugün de devrim bu bilincin yeni deneyimlerle geliştirilmesi üzerinden ilerliyor.

19. yüzyıl devrimlerinde merkez Avrupa’ydı. 20. Yüzyıl devrimlerinde merkez (Rus, Çin ve Hindiçini devrimleriyle) Asya’ya kaydı. Bugün, 3. Devrim döneminde devrimin merkezinin yeniden Avrupa’ya kaydığını görüyoruz ama bu Avrupa 19. Ve 20. Yüzyıl Avrupa’sından farklıdır. Hem mekân, hem de içerik olarak.

Mekân olarak farklıdır, çünkü haritaya baktığımız zaman göreceğimiz gibi, devrim, adeta bir hilal gibi Avrupa’nın dış çeperinde, yani bir anlamıyla taşrasında etkili olmaktadır: Arnavutluk, Yunanistan, İtalya, İspanya, Fransa, İrlanda, İngiltere. Çok açık değil mi? İç Avrupa değil, çevre Avrupa’dır bu. Dahası buna, çevre Avrupa’nın da dışı sayılabilecek Tunus, Fas, Cezayir ve Mısır’ı da katalım. Bu ülkeler iç Arap ve islam ülkelerinden farklı olarak görece “Avrupai” Arap ve İslam ülkeleridir; önemli bir marjinal Avrupalı nüfusu barındırmaktadırlar ve dolayısıyla diğer İslam ülkelerine göre Avrupa’daki gelişmelerden daha çabuk etkilenmektedirler. İçerik olarak derken de şunu söylemek istiyorum: Avrupa artık eski Avrupa değildir. Bu Avrupa Asya ve Afrika göçmen nüfusunun doluştuğu bir Avrupa’dır. Bu nüfus, Avrupa’da hem objektif hem de sübjektif olarak kapitalizmin krizine katkıda bulunmaktadır.

Yazının başından beri insanlığın kolektif bilincinden ve belleğinden söz edip duruyorum. Eğer bu gerçekse, bugünkü devrimci kalkışmalarda izlerini görüyor muyuz bunun? Evet!

Londra, Belfast, Paris ve Atina’daki öğrenci hareketleri tamamen aşağıdan ve özinisiyatife dayanarak gelişiyor. Güdümleyici hareketlerin ya da partilerin bu hareketlerdeki rolü sıfıra yakındır. Ayrıca, bu değişim rüzgârı tamamen yeni bir kültürel değişim ve arayışla el ele geliyor gündeme. Gençler, bu zamana kadar görülmemiş ölçüde bir ekolojist kültürün taşıyıcısı konumundalar artık. Veganlık ve vejateryanlık Avrupalı gençlik kuşağında yaygınlık kazanıyor. Anti-kapitalist bilinç ekoloji üzerinden gelişiyor ve yeni yaşam tarzları “hemen, şimdi” gündeme geliyor. Bunlar, ‘68’den devralınan bir bilincin, 2000’li yıllardaki anti-global hareketlerle zenginleşerek günümüzde daha da bir üst düzeye çıkartılması anlamına geliyor. Tunus ve Yunanistan’daki aşağıdan kitle ayaklanmalarında da yeni bir yönelim göze çarpıyor. Tunus’ta ayaklanan kitleler, hem ayaklanmayı sürdürebilmek, hem de her sosyal patlamada görülebilecek yağma ve saldırılardan korunabilmek için kendi aralarında özsavunma müfrezeleri kuruyorlar. Kolektif insanlık belleği, kimbilir tarihin hangi deneyimlerinden çıkartıp onlara hatırlattı böylesi özörgütlenmeleri.

27 Ocak günü, İzmit’te, Kocaeli Kültür Kolektifi’nin düzenlediği “Türkiye’de ve Dünyada Kültürel Dönüşümler” panelinde bunları tartışmayı düşünüyorum.

Hiç yorum yok: