3 Aralık 2008 Çarşamba

TAKTILAR




A. Kadir Konuk / Yenihayat1@t-online.de

Bunlar böyle, bazen iğneleri takılıyor, aynı minval üzere dönüp duruyorlar.
Eskiden, çok eskiden “Tek Tip Elbise”ye takmışlardı.
Elbise giy, televizyon seyret!
Elbise giy, mektup oku!
Elbise giy, gazete al!
Elbise giy, yakınlarını gör!

Giydiremediler!

“Giymezük de görmezük de” sloganını cezaevinde çıkardıkları dergiye yerleştiren idamlıklardanım.
Yıllarca giymedik de görmedik de.
Derken elbise tantanası ardından unutulmaz acılar, ölüler, yaralılar, sakatlar, hastalar bırakarak unutuldu.

Sıra ayakkabıya geldi.
Ama bu kez giy denilmiyor, çıkar deniliyor.
Ayakkabıyı çıkar, revire çık!
Ayakkabıyı çıkar, görüşe çık!
Ayakkabıyı çıkar, kantine git!

Tekirdağ Cezaevi Savcısı emretmiş. Arama sırasında ayakkabılarını çıkarmayı reddeden tutsaklara zor kullanılacak!

Zor zaten her dönemde sultan.
Beş on gardiyan çöker bir insanın başına, giydirirler de, soyundururlar da, çıkartırlar da…
Bu eylem sırasında mahkuma düşen tek şey becerebildiği kadar tekme ve slogan atmaktır.

Ben de geçmişte öyle yapmıştım Burdur’da.
Hıdır’ın idamında hazır bulunan müdürle takışmıştım, bazı gardiyanlar bilinçli hır çıkartıyorlardı. Baş gardiyanlardan birine “Git o müdüre söyle itlerine sahip çıksın” dedim. Az sonra çıkarıldım maltaya. Başıma tüm gardiyanlar birikti. Ali İhsan diye bir baş gardiyan vardı, adam yüz kilodan fazla, boyu iki metre, üstelik gerçek bir yağlı güreş pehlivanı. “Ayakkabılarını çıkar” dedi.
Çok meraklıysan sen çıkar dedim.
Hep birlikte tekme tokat çıkardılar.
Beni de el üstünde, yüzüm gözüm kan içinde yer altı hücrelerine taşıdılar.
İşkencecilerden hesap soracağız diye bağırıyordum. Gün boyu hücrenin sac kapalı penceresine vurdum ayakkabılarımı, doktor istedim.
Doktor insan adamdı, raporu gardiyanların gözünün önünde yazdı.

O günlerde Muzaffer Öztürk de Burdur’un idam hücrelerindeydi. Bizim sözcümüzdü. Sonradan dilekçelerimi savcılığa o iletmiş, gardiyanlar hakkında dava açılması için çalışmıştık. Savcı çağırdı, dilekçende ısrar edersen mesleklerini kaybedecekler, çoluk çocukları var, bir yanlışlık yapmışlar, özür dileyecekler dedi. Gardiyanların hepsi sıralanmışlardı, yalvaran gözlerle bakıyorlardı, tek tek özür dilediler, ben de dilekçemi geri aldım.
Çünkü ben bir insanım.
Gardiyan da olsa o insanın çocuklarını açlığa sürükleyecek bir şey yapmak istemedim.

1986’da, Muzaffer’in sözcülüğümüzü yaptığı günlerde bize ana avrat söven ve sonra üzerine yürüdüğümüzde havalandırma bahçesinden kıçına bakmadan kaçan bir yüzbaşıya da müdürün önünde özür diletmiştik. Muzo da bu özrü hepimizin adına kabul etmiş, “Puşt, it gibi yalvardı” diyerek dilekçelerimizi geri getirmişti.

Muzo 1977’de girdiği hapishaneden 1991’de çıkmıştı, dilini tutamadı, gönlü zulme karşı susmayı kabul etmedi, yine düştü damlara, üstelik infazı da yandı.
Şimdi Muzaffer Tekirdağ’da yatıyor ve savcı, gardiyanlar ona ayakkabılarını çıkar diyor.
Biliyorum gülüyordur o çatlak.
Gel çıkar emmim, diyordur Uşak şivesiyle.
O çok gardiyan, çok cezaevi müdürü, çok savcı, çok işkenceci gördü ömründe.
İşkencenin bütün türlerinin yakın tanığıdır Muzo.
Onun bıyıklarının yarısını Buca zindanında bir üsteğmen tek tek yoldu.
Onun kafasında Yaşama Dönüş operasyonunun kurşun izi var.
Yirmi yıldır o zindanların eciğini de cücüğünü de bilir.
Ona ayakkabılarını çıkar demek cami duvarına işemek gibi bir şeydir.
O giymezük, görmezük geleneğinin temsilcisi oralarda.

O, iğneden ipliğe-inanın iğne ve iplik bile yasaktı bir zamanlar- salçadan, şekere, saz telinden kaleme kadar akla gelebilecek her şeyin yasaklandığı, bütün bunların kavgalarla, gürültülerle elde edildiği bir direnişin tarihini temsil ediyor. Yazılacaksa “İçine sıçtığımın cezaevleri” kitabını yazmak onun hakkıdır. Çünkü ülkede onun içine sıçmadığı pek az cezaevi kalmıştır.

Şimdi ona ayakkabılarını çıkar diyorlar.
Ne bok bulacaklarsa o ayakkabıların içinde.
Neden çorap ve ayak kokusuna bu kadar meraklılar acaba?
Mahkumlar ayakkabı çıkarmayı kabul ettiklerinde ardından donunu çıkar geleceğini iyi bilirler.

1983 yılında, Şirinyer Askeri Cezaevi’nde tek tip uygulaması sırasında Şekip ve iki arkadaşı “Ulan mahkemeye giderken don giymeyelim, pantolonları çıkarmazlar o zaman” diye sivri bir fikre kapılmışlardı. Kapı altında tekme tokatlı merasimle soyundurulduklarında askerlerden biri komutanım bunların donu yok diye bağırdı. Depodan askeri don getirip giydirmişlerdi onlara.

Askeri baş savcı Hacı Mirza ‘ da olayı öğrendiğinde bunların atletlerini boyunlarına bağlatıp, yarı çıplak göndermişti koğuşa. Donlarında askeri deponun mührü vardı. Dayak, o kış gününde saatlerce bir donla beklemek umurlarında değildi. Pantolonlar fora edildiğinde askerler ne biçim olmuşlardı diyerek gülüyor, yeni birer donumuz oldu diye seviniyorlardı.

Tekirdağ Cezaevi müdürü genç mi yaşlı mı bilmiyorum. O da kimlerle dans ettiğini bilmiyor her halde. Yazdığım mektuplara aylardır yanıt alamıyorum. Belki Muzo yine kibrit çöplerinden saz yapıyordur kendine. Yada eğer hücresinde kalorifer varsa, kalorifer böceklerinin nasıl ürediklerini inceliyordur yeniden. Bu konuda uzmandır. Örümceklerden örgüt bile kurar o canı sıkılınca, ama kimse ona gönüllü ayakkabılarını çıkarttıramaz.

O günlerde cezaevlerinde yatmış olanlar bu günlerde olan biteni izlediklerinde “Ne değişti bu demokratik cumhuriyette” diye düşünmeden edemezler.

Sahi sizce ne değişti?

Peki biz neden böyle toptan suskunlaştık, neden unuttuk oralarda hala insanların yaşamaya ve onurlarını korumaya çalıştıklarını?

Neden anlayamıyoruz, mahkumların sadece kantine, revire, görüşe çıktıklarında giyindikleri ayakkabıların bile bir işkence aracı haline dönüştüğünü.

Neden birleştiremiyoruz sesimizi hala?

Niye suskunuz?

Söyler misiniz, Muzo ve onun gibi on yıllardır zindanlarda yaşamaya çalışan insanlar daha ne kadar kalmalı oralarda?

Niye hep bir ağızdan haykıramıyoruz?

Zindanlar boşalsın! Siyasi genel af!

Hiç yorum yok: