13 Haziran 2009 Cumartesi

Sınav Sanayii veya Eğitimin Sefaleti


Fikret Başkaya

“Yarın yine ÖSS yapılacak. Bir ay kadar sonra sonuçlar açıklandığında televizyonlar ve gazeteler ‘en başarılı’ üç öğrencinin başarısının sırrı üzerine yazılar yayınlanacak canlı yayınlar yapılacak, ‘uzmanlar’ da derin tahliller yapacak, özel üniversiteler birincileri kapmak için yarışaçak, bu vesileyle özel dersaneler şampiyon çıkarmakla öğünecek, lâkin geleceği kararan milyonlarca genç insanın ve ailelelerinin kaderi asla tartışma konusu yapılmayacak...”


ÖSS, KPSS, KPDS, TUS, ALES, TCS, AÖS, SBS, STS, JANU, YÇS, DGS, PMYO, TND, ÜDS, YÖS, ALS, AOS, SBS, YÖS... merkezî olarak yapılan sınavlardan bazıları. Sadece ÖSYM’nin 2009 yılı takviminde 34 sınav var. Görünen o ki, Türkiye’de en hızlı gelişen sektörlerden biri ‘sınav sanayii’... Fakat gözden kaçan çelişik bir durum var: sınav sanayi sektörü hızla gelişirken eğitim sistemi çöküyor. Eğitimin tüm aşamaları hızla özelleştirilip bir kâr metaı haline getirilirken. eğitim hem bir ‘hak’ olmaktan çıkıyor hem de eğitim sistemi varlık nedenine ve misyonuna giderek daha çok yabancılaşıyor.

Şimdilerde Türkiye’de ‘ikili sistem’ geçerli ve özel [paralı] eğitim hızla devlet eğitiminin yerini alıyor. Devlet okulları özel eğitim kurumlarına ham madde veya ara-malı sağlar duruma geliyor... Öyleyse buraya nereden ve nasıl gelindi? Bu sorunun cevabı eğitim sisteminin geçirdiği evrimde bulunabilir. Başlarda eğitim başlıca iki işlev görüyordu: devlet aygıtının ihtiyacı olan yönetici-bürokratik eliti yetiştirmek ve rejimin egemen [resmi] ideolojisini üretip, yaymak... Zamanla, kapitalist gelişmeye paralel olarak, bu iki işleve, sermayenin ihtiyacı olan ‘yetişkin’ işgücünü yetiştirmek de eklendi. Şimdilerde dördüncü bir işlev söz konusu: eğitimin bizzat bir kâr alanı, sermayenin değerlenme alanı, herhangi bir mal gibi alınır-satılır bir meta haline gelmesi... Şimdilik başta öğretmenler olmak üzere insanlar bu durumun vehâmetinin farkında değil. Bu süreç bu istikâmette yol almaya devam ederse, eğitim artık bir ‘kamu hizmeti’ olmaktan çıkacak ve ancak parası olanın satın aldığı bir meta haline gelecek.

Bu eğitim-öğretim faaliyetinin kapitalist işletmelerin etkinlik alanı haline gelmesi demektir ki, daha şimdiden bu yolda önemli bir eşik aşılmış durumda. Özel dersaneler, özel okullar, özel üniversiteler, özel dersler hızla çoğalıyor ve devlet okullarını ‘önemsizleştiriyor’, ‘değersizleştiriyor’. Orta dereceli devlet okullarıyla özel dersaneler arasında bir işbölümü oluşmuş durumda: Devlet okulu özel dersaneler için bir pazar oluşturuyor ve diploma veriyor. Özel dersaneler ve özel dersler de öğrencileri sınava hazırlıyor.

Amaç sınav olunca devlet okulunun verdiği diploma değersizleşiyor ve devlet okullarının varlık nedeni ortadan kalkıyor. Bunun eğitici kesim olan öğretmenlerde de bir yabancılaşma ve ‘değersizlik’ duygusu yaratması kaçınılmaz. Artık araçla amaç ters-yüz olmuş, yer değiştirmiş demektir. Fakat bu sefil durumda öğretmenlerin dahli büyük ve yangına körükle gitmek gibi bir aymazlık içindeler. Kendi varlık nedenlerini tehdit eden kepazeliğe karşı çıkmak, bir kamu hizmet alanı olması gereken eğitim kurumlarını korumak ve savunmak yerine özel dersanelere koşuyorlar...

Bindikleri dalı kestiklerinden haberleri yok mu?.. Kendi etiğine sahip çıkmayan, varlık nedenine ve misyonuna yabancılaşmış bir eğitimci, bir öğretmen, bir öğretim üyesi olabilir mi?
Devlet okulunda öğretmediğini ikiyüz metre mesafedeki özel dersanede öğretiyor... Kent merkezlerindeki binaların bir kaç katı özel dersane ve okuldan çok dersane var... Fakat devlet okulları da gizli bir özelleşme sürecine sokulmuş durumda... Hafta sonları ‘etüt’ adı altında özel dersler veriliyor. Bir öğretmen düşünün ki, kendi görev yaptığı okulda öğretmiyor da özel dersanede öğretiyor, haftanın beş gününde öğretmiyor da hafta sonu ‘etütlerinde’ öğretiyor, okulda değil de kendi evinde öğretiyor zira giderek özel dersler özel dersanelerle yarışır duruma geliyor... Özellikle büyük kentlerin orta sınıflarının oturduğu semtlerde öğretmen evleri birer “özel dersane” olma yolunda... Bu duruma kendini kaptırmış bir öğretmen artık her türlü meslekî etik kaygıdan da uzaklaşmış demektir ki, bu kendi varlık nedenini inkâr ettiği anlamına gelir... Zira, onun ‘özel çıkarı’ artık öğrencinin öğrenmesinde değil, öğrenmemesindedir, başarılı olmasında değil başarısız olmasındadır... Başarısız öğrenci sayısı ne kadar çoksa, öğretmenin kazancı da o oranda yüksek olacağı için... Durumun vehâmeti derken söylemek istediğim bu... Öğrencisinin başarısızlığından çıkar sağlayan bir eğitimci ve böyle bir eğitim sistemi ne anlama geliyor?

Devlet üniversitelerinde eğitimin paralı hale getiren sadece giderek artan harçlar değil. Yaz okulu, ikinci eğitim, eğitimin normal mesai saatleri dışına alınması, vb. gizli özelleştirme yollarından bazıları. Öğrenci başarısızsa yaz okuluna devam etmek zorunda ve yaz okuluna devam eden öğrenci sayısı ne kadar çoksa öğretim üyesinin ‘kazancı’ da o oranda yüksek olacak demektir. Zira öğrencilerin ödediği ders ücretinin %70’i ders veren hocaya kalıyor... Nasıl orta eğitimde öğretmen hafta içinde öğretmediğini hafta sonunda ‘öğretiyorsa’, üniversitelerde de öğretim üyeleri kışın öğretmediğini yazın ‘öğretiyor’...

Öğretmenler pedagojik bir eğitimden geçerek öğretmen olduklarına göre çocukların yedi gün okula gitmesini nasıl açıklayıp-içlerine sindiriyorlar dersiniz?..

Orta öğretimde öğrenci çoğunluğu en azından hafta sonunu özel dersanelerde, özel derslerde ve ‘etütlerde’ geçirdiğine göre... Fakat sorun sadece öğretmenleri ve bir bütün olarak eğitim kadrolarını angaje etmiyor. Eğitimin özelleştirilmesi, sermaye sınıfı için büyük kârlar vadediyor ve kamu okullarında verilen eğitimin kalitesini düşürüp, devlet okullarını ‘değersizleştirmek’ üzere ‘bilinçli’ bir politika izleniyor. Özel sermaye devlet tarafından oluşturulmuş alt-yapıyı kullanarak büyük kârlar sağlamayı amaçlıyor. Özel okul, özel dersane ve özel üniversite patronları yetiştirilmesi için hiçbir harcama yapmadıkları, emekçi sınıfın ödediği vergilerle yetiştirilen öğretmenleri ve öğretim üyelerini kullanıyor. Emekçi halkın ödediği vergilerle yetişmiş öğretmen ve öğretim üyelerini varlıklı sınıfın ve orta sınıfın çocuklarının eğitimi için seferber ediyorlar. Yegane amacı kâr etmek olan özel okullarda, özel üniversitelerde verilen eğitimin daha ‘kaliteli’ olduğuna dair de bir tevatür üretilmiş durumda.

Elbette özel okul ve üniversiteler arasında görece daha iyi eğitim verenleri vardır ama istisnayı kural saymak gerekmiyor. Özel okulda ders veren öğretmenler ithal olmadığına ve özel okulun amacı da kâr etmek olduğuna göre, bu okulların daha kaliteli eğitim verdiği iddiası tartışmalıdır. Özel okulda çocuk okutmak orta sınıf insanları için bir prestij, ‘aidiyet’ ve statü sorunudur ve tüketim modelini angaje eder. Bu kesimler için çocuklarının gerçekten daha iyi eğitim alıp, almamasından çok bu vesileyle ortalama insandan ayrı bir ‘statüye’ sahip olma duygusu önemlidir...

Evine 200 metre mesafede ‘iyi’ bir devlet okulu olsa bile çocuğunu mutlaka özel okula gönderecektir... Statünün bir gereği olarak... Özel okul ve özel üniversite eni-sonu kapitalist bir işletmedir tüm kapitalist işletmelerin tâbi olduğu kurallara tâbidir ve sermayenin mantığına boyun eğmek zorundadır... Fakat eğitim, sağlık ve diğer kamu hizmeti niteliği taşıyan- taşıması gereken- hizmetlerin özelleştirilip, bir kâr aracına dönüştürülmesinin başka saçmalıkları da var. İnsanlar yediği ekmekten, içtiği sudan tutun da akla gelen herşey için vergi veriyor, gelir vergisi ödüyor, bu vergiler niçin ödeniyor? Başta eğitim ve sağlık olmak üzere kamu hizmetleri için değil mi? Eğer bütün bu hizmetler özelleştiriliyorsa vergi vermek, üstelik bu kadar çok vergi vermek neye? Ödenen verginin bir karşılığı olması gerekmiyor mu?

Özel dersaneler ve sınavlar neyin hizmetinde?

Sınav bilgiyi, öğretimin ‘etkinliğini’ ölçmenin bir aracı sayılıyor. Aslında sınav, yapılan işten emin olmamanın itirafıdır. Eğer yapılan şeyden şüphe duyulmasaydı sınav diye birşeye de gerek olmazdı. Fakat bilinenin ve sanılanın aksine sınav sadece bilgi ölçmek amacıyla yapılmaz. Sınavın önemli bir işlevi de disiplin ve ehlileştermektir. Bilindiği gibi sınav, normal eğitim anlarından farklı bir ‘ortamda’ gerçekleşir, sınav ortamı bir gerilim ve korku ortamıdır.

Sınavın bir diğer işlevi de ayıklamadır. İşte bizdeki özel dersane çılgınlığının asıl işlevi de ayıklamadır. Orta öğretim aşamasında öğrencilerin yönü üniversiteye çevriliyor ama üniversitede liseyi bitiren öğrencilerin yaklaşık %20’ine yer var. Üstelik %20’nin tamamının da istediği üniversite, fakülte ve bölüme girmesi mümkün değil.

Dolasıyla üniversite’de okumak üzere lise diploması alan öğrenci iki engelle karşı karşıya: üniversiteye girememe ve istediği bölüme girememe. Bu durumda istediği bölüme giremeyenler de dikkate alınırsa, üniversitenin kapısından sadece %10 civarında öğrencinin geçebildiğini söylemek mümkündür. Böyle bir saçmalık olur mu? Böyle bir eğitim sistemi olur mu? Bizde var... Her yüz öğrenciden doksanının önünü kesen, öğrenci nüfusunun yaklaşık %90’nını başarısızlaştırmayı-değersizleştirmeyi başaran bir eğitim sisteminde özel dersane çılgınlığı neden şaşırtıcı olsun!..

Özel dersaneler aslında akla zarar kurumlar ama bizde bu saçmalık tartışma konusu bile yapılmıyor. Bunların eğitimin kalitesini artırdığı sanılıyor. Tam tersine eğitimi daha da değersizleştiriyorlar. Özel dersaneler üniversiteye giren öğrenci sayısını artırmadığına göre...

O halde özel dersaneye karşı olmak için iki neden var:

Birincisi, bu kurumlar eğitimi özelleştirerek onu bir kamu hizmeti olmaktan çıkarıyor; ikincisi, üniversiteye giden öğrenci sayısını artırmadığı gibi bir dizi olumsuzluk da ortaya çıkarıyor.

Öğrenme-bilgilenme eylemi bütünüyle sınava kilitleniyor ve öğrenci test çözmek üzere ezberliyor. Bu durum pedagojik esaslar ve insan sağlığı bakımından zararlı. Öğrenciye okuma, düşünme, çevreyle bağ kurma, sosyalleşme imkânı vermiyor. Eğer özel dersaneler olamsaydı da az-çok aynı öğrenciler üniversiteye girmeyi başaracaktı...

Özel dersanelerin bir başka olumsuzluğu da özel dersaneye verecek parası olmayan ailelerin çocukları aleyhine olmak üzere, zaten mevcut olan eşitsizliği daha da derinleştirmesidir... Dersaneye giden gitmeyene göre, hem dersanaye gidip hem de özel ders alacak durumda olan sadece dersaneye gidene göre avantajlı duruma geliyor... Ama sonuç itibariyle başarı test çözme başarısı ve ezbere dayanıyor...
Velhasıl özel dersane ve ÖSS sisteminin yegane işlevi ayıklama ama ayıklama koskoca bir toplumu hasta etme pahasına mümkü oluyor, bu saçmalık normal bir durum olarak algılanıyor ve gerektiği gibi tartışma konusu yapılmıyor. Birilerine para kazandırdığı için...

Geçerli sistemde artık diploma da değersizleşmiş durumda. Mesela öğretmen olmak üzere dört yıl eğitim gören bir öğrenci, dört yılın sonunda diploma alıyor ama aldığı diploma öğretmenlik yapması için yeterli sayılmıyor, KPSS denilen bir sınava girmesi gerekiyor. Eğer öğretmenlik için ehil değilse niye diploma veriliyor? Kimbilir belki de ‘sınav sanayiinin’ ara-malı olsun diyedir.
Velhasıl özel dersaneler eğitim sisteminin iflasının resmi... Türkiye’de geçerli eğitim-öğretim sisteminde asıl söz olan, öğretimden çok eğitimdir. Amaç öğrenciye bağnaz resmi ideolojiyi enjekte etmek, düşünme ve soru sorma yeteneğini dumura uğratmak, ehlileştirmek, velhasıl egemenlik sistemiyle uyumlandırmaktır.

İlköğretimin dördüncü sınıfından başlayarak üniversite sonuna kadar yaklaşık onüç yıl yabancı dil dersi okutuluyor ama öğrenci 13 yılın sonunda yabancı dili bilmiyor... Acaba dünya’da bunun bir örneği var mıdır? Tam onüç yıl okuyor ve öğrenmiyor... Demek ki, öğretmemek için 13 yıllık çaba gerekiyor... Eğer 13 yılda bir tek yabancı dili öğretmiyorsa bu zaman zarfında başka derslerde gerçekten birşey öğrendiğni söylemek inandırıcı mıdır?

Eğitim sisteminin düşünmeyi öğretmediği, gençlerin düşünme yeteneğine zarar verdiğini söylemek bir abartma değildir. Bizde eğitim kurumları da zaten yarı-askerî kurumlardır...

Eğitim bir haktır

Eğitim bir haktır, insan potansiyelinin gerçeleşmesinin ve toplumun demokratikleşmenin hizmetinde olmalıdır. Dolayısıyla eğitimin bir hak oluşuyla, tanımı, içeriği ve amaçları arasında ayrılmaz bir bağ ve belirleyicilik ilişkisi vardır, olması gerekir. Bu da öncelikle eğitimin maliyetinin devlet bütçesinden karşılanmasını varsayar. Eğitim elbette ülkenin üretici potansiyelini artırma, başka türlü ifade etmek istersek, emek verimliliğini artırma işlevi de görecektir ama bu yeterli değildir. Eğitim aynı zamanda insan potansiyelinin gerçekleştirmenin, gerçek anlamda ‘yurttaş’ yetiştirmenin de hizmetinde olmalıdır veya aynı anlama gelmek üzere bu iki amaç arasında uygun bir denge gereklidir. Eğitim alanında eşitliğin sağlanması, toplum sınıfları arasındaki eşitsizliğin giderilmesini varsayar. Aksi halde geniş toplum kesimlerinin eğitim sisteminin dışına atılması kaçınılmazdır.

Bilindiği gibi ‘demokratik eğitim’ her sınıftan çocuğun eğitim kurumlarından eşit yararlanması demektir. Toplumsal ayrımın hızla derinleştiği, herşeyin paralılaştığı, metalaştığı, özelleştirme girdabına sokulduğu, soysuzlaştığı koşullarda, demokratik eğitim mümkün değildir. Şimdilerde ‘eğitim reformundan’ söz edildiğinde, eğitimin özelleştirilmesi hedefleniyor ve kendinden menkûl bir ‘insan sermayesinden [capital humain]” söz ediliyor. Bu anlayış, bilgiyi bireyin özel çıkarı için kullandığı bir ‘özel mal’ sayıyor ve bilgi üretiminin sosyal karekterini yok sayıyor. Bu, toplumu bireylerin toplamından ibaret sayan bireyci anlayışın bir tezahürüdür ve doğrudan meta yabancılaşmasıyla ilgilidir.

Keynes [kendi döneminde] Gayri Sâfi Milli Hasılanın [GSMH] yüzde ellisinin [meta kategorisine dahil olmayan] ‘kollektif mallardan’ oluştuğunu söylemişti.

Marx’ın sözünü ettiği “ General intellect” de bu vesileyle hatırlanmalıdır. Marx bununla bilgi ve teknoloji üretiminin ‘sosyal niteliğine’ gönderme yapıyordu.

Şimdilerde kamuya ait olan ne varsa özel şahışlar tarafından özel amaçlar için yağmalanıyor ve bu kepazelik bir de ‘ilerleme’, ‘kalkınma’, ‘rasyonalizmin gereği’ olarak sunuluyor...
Eğitim eleştirel bilinci geliştirdiğinde, insaların yaşadıkları topluma dair sorular sorabilecek ve çözümler önerebilecek yüksekliğe çıkarmayı amaçladığında gerçek bir anlam ve değer taşır. Eğitimin başlıca amacı gerçek anlamda ‘yurttaş’ yetiştirmek olmalıdır ve gerçek anlamda yurttaş eleştirel bilince sahip olandır...

Oysa geçerli eğitim sistemi iki şeyin hizmetinde: Varlıklı sınıfların zenginliğini artırmak [sömürüyü derinleştirmek] ve egemenlik sisteminin [yönetici ayrıcalıklı elitin densin] yeniden üretimini sağlamak... Şimdilerde eğitim sistemi uygulayıcı, tüketici ve sayın seyirci üreten bir fabrikaya dönüşmüş durumda.

Yarın yine ÖSS yapılacak. Bir ay kadar sonra sonuçlar açıklandığında televizyonlar ve gazeteler ‘en başarılı’ üç öğrencinin başarısının sırrı üzerine yazılar yayınlanacak canlı yayınlar yapılacak, ‘uzmanlar’ da derin tahliller yapacak, özel üniversiteler birincileri kapmak için yarışaçak, bu vesileyle özel dersaneler şampiyon çıkarmakla öğünecek, lâkin geleceği kararan milyonlarca genç insanın ve ailelelerinin kaderi asla tartışma konusu yapılmayacak...

Hiç yorum yok: