12 Şubat 2011 Cumartesi

H R A N T ' I A N M A K (1)



Sarkis HATSPANIAN(*)

Anlayamadığımız şeyler bizim olamaz. Goethe

Yalnızlık paylaşılmaz, daha doğrusu paylaşılamaz! Bu sözlerin insan yaşamındaki gerçekliğini yüreğimi dağlayan anlatılmaz bir acıyla çok derinden bir kez daha hissettiğimde takvimin yaprağı 19 Ocak 2007'yi gösteriyordu. Yerevan Zvartnots havaalanının bekleme salonunda İstanbul'dan gelecek uçağı karşılamak için bulunuyorken, Rotterdam'dan telefonla arayan Malatyalı okul arkadaşım "Hrant'ı vurdular"diyerek acı haberi verdiğinde cep telefonumun elimden düşmesiyle yere çöküşüm bir olmuştu. Daha sonra televizyon haberlerinde Hrant'ın kalleşçe (*) arkadan vurulduğunu öğrendiğim andan itibaren aklımda durmadan tekrarladığım "çok yalnızdın be ağparik (**), yalnızları yok etmenin ne kadar kolay olduğunu halkının acı tarihi sana öğretmedi mi güzel kardeşim" diye bir taraftan sevdiği yakınını yitirme haline içerleme, diğer taraftan da "kim ne derse desin yalnızlık paylaşılamıyor" doğru düşüncesinin ağır etkisi altında, korumasız ve güçsüzlüğümüzün tek nedeni olan yalnızlığımıza kahrettim. Yitirdiği evladını son yolculuğuna uğurlamak amacıyla Yerevan Özgürlük Meydanında toplanan ve Hrant'ı yaşarken tanıma olanağı olmamış Ermenistanlı insan yığınlarına hitaben yaptığım konuşma sırasında, ayrı yıllarda aynı okul sıralarını paylaştığım "Hrant'ın gerçek bir demokrasi ve özgürlük savaşçısı olduğunu, vurulacağını çok iyi bildiği halde dağdan inmeyi reddederek ölümsüzleşmeyi tercih eden cesur fedayilerimize çok benzediğini" anlatmaya çalışırken, tam önümde, en önde duran siyahlara bürünmüş, başı eşarplı, bembeyaz saçlı, yaşlı bir ninenin hıçkırıklara boğularak hüngür hüngür ağlarken, bir eliyle habire haç çıkarıp başını gökyüzüne kaldırışını, diğer eliyle göğsüne sıkı sıkı basarak tuttuğu "1.500.000+1" yazılı beyaz kartonun bakışlarımı esir alıp, nefesimin kesildiğini hissettiğim an, Hrant'ın dünyanın neresinde bulunursa bulunsun, Ermeni insanının bilincine silinmezcesine kazılı günahsız soykırım kurbanlarına eşdeğer görülerek, ölümsüz şehitler kervanına katıldığını anladım.

Hrant'ın "dağa çıkan" gerçek bir özgürlük savaşçısı olmasına ilişkin anlatımımın anlaşılması içinse, tam Hazreti İsa'nın yaşı kadar, hatıralarımın İstanbul'una, 33 yıl geriye gitmek durumundayım. 1978 baharıydı sanırım, günlerden cuma, ikindi vaktinin de okul çıkışına denk gelen saatiydi eminim... Üsküdar'dan Beşiktaş'a kalkan vapurun güvertesinde kimseciklerin olmadığı bir köşede Hrant'ı bahriye elbiseli bir subayla sohbet ederken tesadüfen görüp selamlamak için yanaştığımda, beklenmedik misafir olduğumu belirten bir tavırla Türkçe verdiği "Merhaba"sını gizli birşey söylediğini çakmam için Ermeniceye dönüştürüp "özel bir görüşme yapıyorum, vapurdan inişte görüşelim" derken, "olur abi, ama hiç olmazsa Armenak ağpariğimizin elini sıkıp bir merhaba etmeme izin ver de sizi başbaşa bırakayım" deyip, onun afallamış halde şaşkın bakışlarına aldırmadan aklımdan geçeni yaptığımda, elini sıktığım bahriye subayı elbisesi giymiş, TKP(ML)/TİKKO'nun Dersim'deki efsanevi komutanlarından, koca yürekli yiğit Armenak BAKIRCIYAN'ı son defa gördüğümü nereden bilecektim. 18 Ekim 1977'de Izmir Buca Cezaevi'ndeyken, diş çektirme bahanesiyle Ege Üniversitesi'ne sevk edilirken örgüt arkadaşları tarafından kaçırılmış, basında boy boy yayınlanan resim altlarında "ne kadar kan dökücü, azılı bir Ermeni teröristi" olduğu ihbar edilen, "infaz emriyle" her yerde fellik fellik aranan, görüldüğü yerde vurulması emredilen, asıl kimliğini bilmeyenler tarafından, Orhan BAKIR ya da Ali Ağa kod adıyla tanınan okuldan ağpariğimizi, 13.Mayıs.1980’de Karakoçan’da (***) düşürüldüğü pusuda katledildiğine dair acı haberi aldığımız andan bugüne kadar hep, vapurda onu tesadüfen bahriye subayı kamuflajı içinde Hrant'la görüşürken son kez gördüğüm andaki resmiyle, sıcak bakışları, tebessüm eden yüzüyle hatırlıyor, anıyorum.

1954 yılı, "T.C." doğumlu olan Hrant, 48 yaşına kadar pasaport yasaklı yaşadı ve insanlığın 21. yüzyıla attığı adımlar vatandaşı olduğu devlet tarafından sadece 2002'de farkedilmeye başladığından olsa gerek, yurtdışına ilk yolculuğunu Cannes Film Festivaline katılan Atom Egoyan'ın ARARAT filmini izleyebilmek amacıyla birkaç günlüğüne bulunduğu Fransa üzerinden ulaştığı anavatanı Ermenistan'a yaptı. 22 yıllık özlem sonrası ilk görüşmemizde saatlerin nasıl geçtiğini farkedemediğimiz koyu sohbetimizde, seneler önce vapurda onu Armenak'la gördüğüm günden konu açıldığında, "O günkü görüşmemizde yiğidimiz bana DAĞA ÇIKMA kararını iletip, belki bir daha görüşemeyiz diye elveda edip, helalleşmek için uğramıştı, onu fikrinden caydırarak yurtdışına gitmesi için ikna etmeye çalıştım, ama beceremedim" demiş, hemen ardından da "yıllar, çok yıllar sonra ben de DAĞA ÇIKMA kararı aldım, ancak silahımın kalem olması gereğine kanaat getirdiğimden, AGOS gazetesiyle fikir mücadelemin mecazi anlamda en yüksek tepesine ulaşmayı hedeflediğim dağa çıktım da. Şimdi o dağda insanlığımızı, yitirmekte olduğumuz kimliğimizi, daha doğrusu kimliğimizi özgürce yaşayıp, yaşatabilme özgürlüğünü arıyorum işte" diye eklemişti.

Duyduklarıma çok sevindiğim halde, aklımdan hiç çıkmayan ve Hrant'ın da bizzat katlanmak zorunluluğunu yaşadığı acı bir olayı ona yarı şaka-yarı ciddi hatırlatma durumunda kalışımın verdiği eziklikle, "yani demokrasi ve özgürlük mücadelesi verebilmek için Stepan Murat, Armenak Orhan, Hrant da Fırat olmayacak mı artık demek istiyorsun ?" diye sordum. Ermeni olan isimlerinin politik örgütlü faaliyetlerinde "engel" teşkil etmemesi veya yakalanmaları durumunda Ermeni Cemaatinin zarar görmesini engellemek amacıyla 1970'li yılların ortalarında birlikte olan üç Ermeni arkadaş, mahkemeye başvurarak Hrant adını Fırat, Stepan Murat, Armenak ise Orhan olarak değiştirmişlerdi.
O zamanları hatırlatan sorumu, hüzünlü bir yüz ifadesiyle, "Amaçlanan niyet o tabii, ama daha da önemlisi, çifte standart mağdurlarımızın ulusal kimliğini korkusuz, ezgisiz, kaygısız, rahatça taşıyabilmesi için gereken ortamın yaratılmasına çalışmak" diye cevaplamıştı. "Nasıl, bize karşı hem suçlu-hem güçlü davranan, 70 milyonluk Müslüman bir devletin son sınıf vatandaş muamelesi yaptığı soydaşlarımıza hiç de dost gözüyle bakmayan, malımız-mülkümüz, atatoprağımıza el koyup üzerine yatan her soy ve boydan halkların ortasında yapayalnız, tek başına bırakılmış, üstelik Hristiyan bir azınlık cemaatiyle bu işin nasıl yapılacağını düşünüyorsun peki?" Soruma kendine has kayıtsızlıkla, "Murat'ları Stepan'lara, Orhan'ları Armenak'lara, Fırat'ları da Hrant'lara dost kılmayı becermeyi, demokrasiye bir adım daha yaklaşmayı deneyerek" diye cevapladı. "Yalnız olmadığımıza, bizi anlayıp, dertlerimize derman olmaya hazır Türk, Kürt, Zaza, Çerkes, Laz, Türkmen, Arap, Ezidî ve daha başka halklardan, Sünnî, Şiî, Alevî, Şarfadin, Rafızî, Şemsî, Musevî, her inanç ve değerlere saygı duyan toplumlara ait insanların varolduğuna" inanıyordu. "Demokrasi mücadelesinin artık insan haklarına saygılı, özgürlük ve eşitlik temelinde yürütülmesiyle bir gelişme sağlanabileceğine inananlar var" diyor, "çok dostlarımız olduğuna" inanıyor, umudunu "adalet tutkunu, eğitimli, çağdaş, uygar, dinamik, yeni bir genç neslin oluşmasına" bağlıyordu.


2002 mayısından 2006 ekimine kadar, Ermenistan'a defalarca geldi-gitti ve her ziyaretinde yaşamın her alanıyla ilgili onlarca sohbet ve tartışmalarımız oldu, bazen her konuda hemfikir olduk, bazen bire-bir zıt fikirler ileri sürdük, düşüncelerimizi kıyasıya savunduk. Çok sevindiğimiz, bazen de birlikte üzüldüğümüz anları olduğunca paylaştık. O, Ermeniliğin sadece tek halini yaşamış olmaktan ileri gelen durum gereği, diaspora ve anavatan Ermeniliğinin şekillenmesinde maya işlevi görmüş ve birbirinden pek farklı olan çok önemli tarihsel, sosyal, kültürel öğelerle, zaman içerisinde oluşmuş farklı politik sistemlerin getirdiği toplumsal olguların karakteristik özelliklerini anlamada doğal bir handikap yaşıyor olmanın rahatsızlığını hissediyor ve bu engeli aşabilmek için herşeyi öğrenmek. kavramak istiyordu. Düşüncelerinde çok samimi, gözlem ve yorumlarında pek isabetliydi. Ermenistan, onun için paha biçilmez bir varlık, gözbebeği gibi korunması gereken en önemli değerdi. Pek kısa zamanlı her ziyaretinde "yahu insan burada kendini ruhen ne kadar hafif hissediyor, bu ne ilginç bir durum böyle be kardeşim" diye şaşkınlığını tekrar etmekten kendini alamıyor, onunla yeni yeni tanışan çevrelerdeyse, geldiği yer Ermenilerinin ruh halinin Ermenistan'da yaşayanlarca zor anlaşılacağı konulu tartışmalarda içindekini boşaltarak rahatlıyor, hafifliyordu.

Karşılığında çok ağır bir bedel ödenerek, her şeye rağmen yaşanılmaya çalışılan Ermeni olma halinin dünyada sadece öz topraklarından göç etmeden, orada kalıp yaşayabilme mücadelesi veren, aynı alınyazının dayanılmaz ağırlıktaki yükünü çeken, bu toprakların en eski yerlisi olan Ermenilere düştüğünü her fırsatta belirtmeyi de ertelenmez bir görev sayıyordu.


Mevlana'nın "Olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol" sözleri onun yaşam felsefesinin temel direği sayılırdı ve bildiği doğrudan şaşmaz, sözünü esirgemez oluşu yüzünden yaşadığı devlet ve toplum içerisinde sorun üzerine sorun yaşıyor, karanlık güçlerin saldırıları için ideal hedefe dönüşüyordu. Ermenistan'a son gelişinde, ilk defaya mahsus olmak üzere kendi ve ailesinin ciddi tehditler aldığından bahsedince can güvenliğiyle ilgili kaygılar etrafında konuşmayı denesek de olası tehlikelerin üstesinden gelebilmenin imkânsız olduğunda mutabık kalmakla yetindik.
Duyduğumdan pek rahatsız bir halde ona, temelli olarak Ermenistan'a yerleşmesini önerdim. "10 YIL ÖNCE HİÇ İNMEMEK ÜZERE DAĞA ÇIKTIM" diye kestirip attı. "Düşünceye kurşun sıkmaya alışık bir devletin ve toplumsal cehaletin hüküm sürdüğü bir yerde yalnızları vurmak en kolay iş, bunun tasdiklenmesini mi bekleyeceksin ?" diye sorduğumdaysa "Karanlığa küfretmek yerine bir mum yakmayı yeğlemek gerek" diye Konfüçyüs'ün sözlerini hatırlattı. "Buna intihar da diyebiliriz, bile bile ölmek intihar değil mi ?" dedim, "belki, ama başka yolu yok" diye cevapladı. Hrant, dönüşü olmayan bir yolun gönüllü yolcusuydu ve son nefesine kadar da inanç ve inatla "yolcu yolunda gerek" düşüncesine sadık kaldı, öyle yaşadı. "Ruh halimin güvercin tedirginliği" başlıklı son yazısında kendi benliğini, "Kalmak ve direnmek! İyi de gidersek nereye gidecektik ? Ermenistan'a mı ? Peki, benim gibi
haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi. Şunun şurasında üç gün Batı'ya gitsem, dördüncü gün 'Artık bitse de dönsem' diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım ? Rahat bana batardı ! 'Kaynayan cehennemler'i bırakıp, 'Hazır cennetler'e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz, yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardık" sözleriyle olduğu çıplaklığıyla özetlemişti...



Hiç yorum yok: