2 Mayıs 2010 Pazar

“SİZ VERMEDİNİZ, BİZ ALDIK!”

Sibel Özbudun


Sınırı aşmak ölüm düşüncesini de
aşmak tümüyle özgürleştirmektir.”
[1]

Size de oluyor mu? Özellikle “olaysız” geçen geniş çaplı bir mitingden sonra eve dönerken akşamki haber bültenlerinin spotlarını, ertesi günün gazetelerinin manşetlerini görmeden ezbere bilmek ve bundan bezginlik duymak: “Sağduyu galebe çaldı!” “Miting olaysız sona erdi!” “Meydan bayram yeri gibi!” “Provokatörlerin çabaları bu kez boşa çıkartıldı!” vb…

Bu sefer de öyle oldu… Birkaç “izanlı”sı dışında koro yine iş başındaydı… “Alkışlarla…” “Taksimine bahar gelmiş memleketimin…” “Taksim duvarı yıkıldı…” “Bu tabumuz da sizlere ömür…”

Sizleri bilmem, ama bu tip manşetler gördüğümde, bu kez nedense etrafa saldırmamış, zincirlik bir deli yerine konulduğumu hissediyorum. Ya da “ne olur ne olmaz” diye yükseltilmiş kafesler içerisinde gösteriye çıkartılan bir sirk hayvanı…

Hele ki 1 Mayıs akşamı TV ekranlarında “olağanüstü sağduyusu, serinkanlı yönetimi sayesinde olaylara meydan vermeyen İstanbul polisine teşekkür” edildiğini izleyince…
[Ya Taksim’in göbeğindeki bayrak direğinin 30 Nisan akşamı, “belki tırmanıp da bayrağı indirirler,” diye gresle yağlanıp, gösteriler sona erdikten sonra yine emniyet güçleri tarafından temizlenmesine ne demeli? Hani mitinglerde genellikle direklere tırmanıp bayrakları yere atmak, durup dururken yerdeki lalelere saldırmak, canımız sıkıldıkça cam-çerçeve indirmek gibi “tuhaf” alışkanlıkları olan “tehlikeli” bir güruhuz ya! ]

Bu kez bu “his”sime tüy diken başka gelişmeler de oldu. İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın’ın “Biz de emekçi sayılırız, 1 Mayıs’ı hep birlikte kutlayacağız,” yollu “sevimli” açıklamaları, ya da Başbakan Erdoğan’ın “1 Mayıs’ı, 1 Mayıs havasında kutladık. Dün Taksim 100 bin kişiyi ağırladı. Tarihi gün yaşandı. 33 yıl aradan sonra böyle bir zemini hazırlamanın mutluluğu içindeyiz. Kimsenin bu iktidardan kopara kopara aldığı bir şey yok. Kopara kopara alma güçleri varsa 1977’den beri neredeydiler? Türkiye bu bayram manzarası için 32 yıl beklemek zorunda kalmıştır. Türkiye nihayet bunu başarmıştır. Bu, Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesinin bir eseridir…”[2] sözleri örneğin…

Ya da 1 Mayıs 1977’deki katliamın en önemli adımlarından birini oluşturduğu 12 Eylül sürecinin başlıca destekçilerinden TÜSİAD’ın şimdiki patronu Ümit Boyner’in, gönül ferahlığıyla “Tüm diğer faili meçhul cinayetlerde olduğu gibi, 1977’de yaşanan ve karanlıkta kalan menfur olayın hâlen aydınlığa kavuşturulmamış olması ise Türk demokrasisi için bir ayıp olarak durmakta ve vicdanları sızlatmaya devam etmektedir,”[3] deyişi…

Gerçekten de bu “muhteremler” hepimizi balık hafızalı mı zannediyorlar? Kaç yıldır Taksim çevresini, 1 Mayıs’ı orada, onlarca sınıf kardeşini, yoldaşını bıraktığı 1 Mayıs Alanı’nda kutlamaktan başka bir isteği olmayan işçilere, emekçilere, sosyalistlere, devrimcilere, hatta yoldan geçenlere zehir eden, tenha köşelere kıstırdıkları gençlerin kafalarını, kollarını, bacaklarını kıran, şiddeti İstanbul Emniyeti’nin elindeki gaz bombası stoklarını tüketecek kertede ölçüsüzleştiren, hastane-okul bahçelerini savaş meydanına çeviren, hızını alamayıp çevre lokantalarında yemek yiyenlere saldıranlar, uzaylılar mıydı sahi?

Ya da, bilin bakalım şu sözleri kim buyurmuştu:

(İki sendikanın kutlamalarını Taksim dışında yapacağını belirttikten sonra:) “Temenni ediyorum diğer sendika da aynen bu şekilde bir karara varır ve böylece geçen yıl yaşananları bu yıl yaşamamış oluruz. Çünkü illegal yaklaşımlar bu işi provoke edebilir. Bunu da açıkça söylemek istiyorum. Geçen yıl yaşananların içinde bunları bizzat gördük. Nitekim şu anda son zamanlardaki gelişmeler de buna yönelik bazı sinyalleri veriyor.”[4] (R. T. Erdoğan, 1 Mayıs 2009 öncesi)
“Ayakların başları yönettiği yerde kıyamet kopar.” (R. T. Erdoğan, 1 Mayıs 2008 öncesi)

* * *
Kimse, faili meçhul, her tarafa çekilebilecek “karanlık güçler/provokatörler” gibi muğlak, her yana çekilebilecek (ve genellikle de devrimci cenahı “kriminalize eden”) söylemlerin ardına gizlenmesin… 1 Mayıs’lar (ya da sosyalistlerin, işçilerin, emekçilerin düzenlediği mitingler) ne zaman “olaylı” geçtiyse, bu devletin gizli ya da açık güçlerinin müdahaleleri sonucu olmuştur. 1 Mayıs 1977’deki katliam için soruşturma dahi açılmamış olsa da failleri (Intercontinental Oteli, Pamuk eczanesi ve Sular İdaresi üzerinden ateş açanlar, meydana dalıp kalabalığı tarayan beyaz Renault…) ve amaçları -bizler için- aşikârdır.

Ana akım medyanın ağızbirliğiyle “laleler”e ağıtlar düzdüğü Kadıköy’deki “olaylı 1 Mayıs” (1996), Söğütlüçeşme’de üç göstericinin polis kurşunuyla öldürülmesinin tetiklediği bir sonuçtur.

Ve Taksim’deki 2007, 2008 ve 2009 1 Mayısları, 1 Mayıs Alanını geri almaya çabalayan işçilere, emekçilere, devrimcilere karşı meydanı “savunan” güvenlik güçlerinin sınır tanımayan şiddetinin damgasını taşır…

Hayır, geride bıraktığımız, görkemli Taksim 1 Mayıs’ında galebe çalan “kitlelerin sağduyusu” falan değildi. Bu 1 Mayıs’ı, hep birlikte, layık olduğu yerde, işçi sınıfı kenti İstanbul’un yüreğindeki o meydanda, 33 yıl önce orada bıraktıklarımızla omuz omuza halaya durduğumuz, hüzünlü bir şenlik olarak kutlayabilmemizin nedeni, inancımız, kararlılığımız ve gözüpekliğimizle, “ayakların baş olması”na karşı direnen “devlet inadı”nı[5] kırabilmiş olmamızdır. Yani, Kadri Gürsel’in yerinde saptamasıyla, “Taksim’i 1 Mayıs’a açan, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama hakkını almak için, yıllarca acımasız polis şiddetini, biber gazını ve hatta öldürülmeyi göze alarak ‘yasadışı gösteri’ yapan grupların ve sendikal hareketin kararlılığıdır…”[6]

Olan biteni belki de en veciz biçimde özetleyen, Taksim’in ısrarlı taliplerinden Çarşı’nın bu yılki pankartıdır: “Siz Vermediniz, Biz Aldık!”

2 Mayıs 2010 18:14:37, Ankara.

N O T L A R
[1]
Theo Angelopoulos.
[2] http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=136474&kw=Erdo%F0an’dan+1+May%FDs+yorumu
[3] “1977 Bir Ayıp Olarak Duruyor,” Milliyet, 1 Mayıs 2010, s. 22.
[4] http://www.ilgazetesi.com.tr/2009/04/30/gul-ve-erdogandan-1-mayis-uyarisi
[5] Bu inadın “miladı” gösterilerin sokağa çıkma yasağıyla engellendiği 1979 yılıdır. “İliştirilmiş” bir gazeteci, Güneri Civaoğlu’nun Taksim’i emekçi gösterilerine kapayan kararın alındığı ortama, özellikle de yasağı gazetecilere “tebliğ eden” zamanın Sıkıyönetim Komutanı Necdet Üruğ’un “beden dili”ne ilişkin görüşleri, gerçekten de ilginç: “O günlerden birinde dönemin 1.Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Org. Necdet Üruğ’un gazete yöneticileriyle konuşacağı bildirildi. Selimiye’deki makamına gittik. Necdet Paşa çok ilginç bir oturuş görüntüsündeydi, ayaklarını çapraz yapmıştı, başparmaklarını ellerinin dört parmağının içine gömerek dizlerinin üzerine koymuştu. Göz göze gelmeden, genellikle önüne doğru bakarak konuşuyordu. Açıklaması önemliydi: ‘1 Mayıs’ta sokağa çıkma yasağı koyuyorum. Taksim’de toplantı yapılmasına izin yok.’ Sendikalar Taksim’e çıkmaya kararlıyken bu ‘sokağa çıkma yasağının uygulanması’ bize neredeyse imkânsız gibi görünmüştü. Bu görüşmeyi gene ayakları çaprazda, yumruk yapılmış elleri dizlerinde, boşluğa bakarak cevaplandırdı, ‘Kesinlikle uygulanacak. Göreceksiniz’ cevabını verdi. Sesindeki kararlılık ve bu oturuş şekli etkileyiciydi… Aradan yıllar geçtikten sonra bu konuda bazı ezoterik yazılarla aydınlandım. Bu oturuş şeklinin Japonlar tarafından uygulandığını öğrendim. Karşısından negatif etkilenmeyi önleyen bir görünmez kalkan oluşuyormuş.” (G. Civaoğlu, “1 Mayıs ve Komutan”, Milliyet, 1 Mayıs 2010, s. 21)
[6] Kadri Gürsel, “Taksim’de 1 Mayıs Türkiye’nin Miladıdır”, Milliyet, 2 Mayıs 2010.

Hiç yorum yok: