10 Aralık 2011 Cumartesi

Devrim üzerine söyleşi...

XXI. yüzyılın ilk on yılları, dünya ölçeğinde devrimler dalgasının on yılları olacak…

Fikret Başkaya - Gün Zileli



FB: Devrim, beklenmedik biçimde ortaya çıkan [zuhûr eden] sosyal/politik radikal
dönüşümü ifade ediyor. Bizde eski dildeki karşılığı inkılap, Batı dillerinde revolution,
etimolojik olarak Latince revolvere’den türee, İtalyancası rivoltare... Aslında modern
zamanların bir kavramı. Galiba ilk defa 1450’lerde ortaya çıkıyor. Fakat sosyal politik bir
dönüşümü ifade etmek üzere ilk kullanılışı, eğer doğru biliyorsam 1688 “Şanlı İngiliz
Devrimi”yle oluyor... Tabii sosyal-politik alan dışında da oldukça yaygın bir kullanımı
söz konusu. İşte “bilimsel devrim”, “sanayi devrimi” vb. Yani var olanın köklü bir
değişime uğraması anlamında... Copernicus 1543‘te yazdığı, gezegenlerin güneşin
etrafında döndüğüne dair el kitabına, revolutionibus orbim coelestium başlığını koymuş...
Bizde devrim kelimesi tuhaf bir şekilde çoğul olarak da kullanılıyor. Atatürk devrimleri
gibi... Oysa devrim kelimesinin çoğul olarak kullanılması tam bir sulandırmadır...
Arap dünyasını saran ve devam eden son isyan dalgasıyla birlikte, “devrim nedir” sorusu
açıkça olmasa da gündeme gelmiş gibi görünüyor. Bu konuda tam bir kafa karışıklığı
olduğu da mâlûm... İstersen baştan başlayalım. Sana göre devrim nedir?

GZ: Kanımca devrim büyük bir toplumsal alt üst oluş, eski toplumsal düzenin yıkılması
ve yerine yeni bir toplumsal inşanın başlamasıdır. Bu bakımdan devrimi bir “an” olarak
görmek yanıltıcı olabilir. Elbette tarihlerle de saptanan bazı zirve noktalar vardır. Örneğin
1789 Fransız devrimi ya da 1917 Ekim devrimi gibi. Ama bu, yanardağın tepesinden
lavların dışarıya büyük bir volkan patlaması olarak çıktığı andır. Evet ama bunun öncesi
ve sonrası yok mudur? Mutlaka vardır. Fransız devrimi çok önceden başlamıştı ve
1789’da olup bitmedi, bütün bir XIX. Yüzyıla yayılarak devam etti. Keza Sovyet devrimi
için de aynı şeyi söyleyebiliriz. XIX. Yüzyılda başladı, XX. Yüzyıl boyunca devam etti.
Patladığı yerde devam etmesi değil sözünü ettiğim. Ulusal sınırları aşan, dünya çapında
sarsıntılarla devam eden bir devrim söz konusudur.
Devrimi bir an gibi algıladık geçmişte. “Devrimden sonra şunu yapacağım” gibi laflar bol
bol dolaşırdı aramızda. Oysa devrim bir milat değildir. Öncesi ve sonrasıyla devam eden
bir süreçtir o. Bu yüzden “sürekli devrim” kavramını da pek benimsemem. Bu, “kulaklı
eşek” demek gibi bir şeydir. Eşek kulaksız olamayacağına göre devrim de zaten sürekli,
süregelen bir şeydir. Yani fazladan lafa gerek yoktur.
Bununla birlikte, anarşistler “devrim” sözcüğünü tek başına kullanmak yerine,
“toplumsal devrim” kavramını kullanmayı yeğlerler. Bunun nedeni de geçmişte
Marksistlerle yaptıkları politik devrim-toplumsal devrim tartışmasıdır. Marks, toplumsal
devrim için bir politik devrim aşaması öngörmüş, anarşistler ise politik devrimi
reddetmiş, doğrudan toplumsal devrimi savunmuşlardı. Bana da politik devrim aşaması
yanlış geliyor. Daha doğrusu, toplumsal devrim için politik iktidarı ele geçirmek, yani
yeni bir devlet kurmak oldukça sorunlu. Çünkü devlet kurulur kurulmaz devrimi bitirir.
Bütün deneyler bunu gösterdi.
Sanırım politik devrim anlayışıyla devrimi bir an olarak gören anlayış arasında da bir
bağlantı var. Yani bir ayaklanma olacak ve politik iktidar ele geçirilecek. Devrim bu.
Daha doğrusu devrim bununla başlıyor. Oysa benim düşünceme göre böyle bir an yok.
Yani politik iktidarın ele geçirildiği anı hayal etmek yanlış. Hatta bence öyle bir an varsa
da bu an devrimi başlatmıyor, bitiriyor.

Örneğin Libya’yı alalım. Orada bir devrim var mıydı, bu tartışılır. Yoksa tamamen
manüplasyon muydu, bu da tartışılır. Ben diktatörlük ve baskının olduğu her yerde
devrimlerin de kaçınılmaz olduğuna inanırım. Akıbeti bende her ne kadar acıma
duygularına yol açtıysa da ne yazık ki Kaddafi de bir diktatördü. Baskıcıydı. Eğer
manüplasyon varsa bile bu manüplasyon halkın gerçek özgürlük duygularının harekete
geçmesiyle başarıya ulaşabildi. Neyse, şimdilik bunu bir kenara bırakırsak, Libya’da bir
ayaklanma oldu. Toplumsal bir alt üst oluş yaşandı. Bir noktada NATO devreyle girdi ve
devrim şansını ortadan kaldırdı. Ama NATO devreye girmeseydi de muhalifler kendi
güçleriyle iktidarı ele geçirselerdi devrim yine bitmiş olacaktı. Çünkü iktidarı ele
geçirdiler ve geçirdikleri andan itibaren artık devleti koruyucu bir güce dönüştüler.
Devleti devraldılar ve artık hapishaneler onlar için çalışacak. Kısaca söyleyecek olursak,
Libya’da gerçek bir devrimci kalkışma var idiyse de bu, hem NATO, hem de iktidarı ele
geçiren muhaliflerce bitirildi.
Ama bu, devrimin tamamen bitirildiği, sona erdiği anlamına gelmiyor elbette. Devrim
alttan alta işlemeye devam edecektir. Neden? Çünkü orada sosyal çelişkiler devam
ediyor, sömürü devam ediyor, emperyalist-kapitalist sistemin mekanizmalarının yarattığı
huzursuzluklar devam ediyor.
Yeniden başa dönecek olursak, devrim bir an olmadığı gibi, bir partinin programıyla
belirlenen bir şey de değildir. Bizim sol hareketler bunu böyle algılıyor. “Bir devrim
programın var mı” diye soruyorlar birbirlerine. Oysa devrim programlarla olmaz. Hatta
tersine, devrim programları da yıkar geçer. 1917 Nisan’ında Lenin, Bolşevik partisinin
bütün programlarını devrim karşıtı ilan etti. Program durağan bir şey, devrim ise dinamik.
Her an yeni sürprizlere açık. Bu yüzden, kendimizi programlarla zincirlemek yerine
hayatın karmaşıklığını kavramaya ve coşkun bir nehir gibi akıp giden bu karmaşıklığı
kavramaya çalışmak çok daha devrimci bir tutumdur.

Devrimin üretici güçlerle üretim ilişkilerinin çelişkisinden doğduğu görüşünün de gözden
geçirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Seninle birlikte yazdığımız Devrimi Yeniden

Düşünmek-I (Özgür Üniversite Kitaplığı, 2010) kitabında bunu bir miktar irdelediğimizi
sanıyorum. Ama daha da derinleşmek gerekir. Devrim elbette toplumsal çelişkilerin
ürünüdür ama onu üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiye bağlamak bir tür
ilerlemeciliğe de yol açabiliyor. Ya da şuralar şuralar geri ülkeler, oralarda üretici güçler
yeterince gelişmediği için devrim olmaz, olsa bile sonuç Rusya’daki gibi başarısızlıktır
türü Menşevik bir görüşü de ön plana çıkarabiliyor. Oysa “geri” denen yerler aynı
zamanda dünya kapitalizminin sömürüsünün en ağır yaşandığı yerlerdir ve buraları fokur
fokur bir devrimci kaynaşma içindedir. Arap halkları da sanıldığı gibi, salt parlamenter
bir sistem kurulması için değil, temelde kapitalist sömürünün yarattığı büyük huzursuzluk
nedeniyle ayaklanmış bulunuyor. Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da yaşanan, ulusal
sınırları aşan, anti-kapitalist bir toplumsal devrimdir.

FB: Tunus ve Mısır’da peş peşe devrimler parladığında, “sol” çevrelerde şöyle bir
değerlendirme yapılıyordu [hâlâ yapılıyor]: Bunun arkasında mâlûm güçler var... Tabii
kimin kastedildiği belli: ABD ve Avrupa bölgeye yeni bir “düzen” vermek istiyor, bu
amaçla da halkı sokağa döküyor. Bu tür zırvalar sol dışı çevrelerden, burjuva odaklardan
gelse o kadar rahatsız edici olmazdı. Bu soldan, üstelik ‘radikal’ oldukları sanılanlar
tarafından dillendirilince işin şekli değişiyor. Bazıları bunu ABD’nin “Büyük Orta Doğu
Projesinin” bir aşaması olarak görürken, bazıları da [belki çoğunluk] bu isyanları yöneten
bir örgütün ve önderliğin olmayışını, bu devrimleri küçüksemek için bir gerekçe olarak
ileri sürüyorlardı. Hatırlarsın, bunun üzerine Orta Doğu ve Arap Dünyasında Yeni Dönem
başlığını taşıyan bir yazı yazmıştım. Bunun kitlelere sadece yukardan bakanların değil,
Avrupa-merkezli bakışın da sonucu olduğunu yazmıştım. Aradan geçen zamanda belki
Libya’daki emperyalist komplo ve Suriye’deki belirsizliğin de etkisiyle bu anlayışın daha
da yaygınlaştığı anlaşılıyor. Öyleyse durumu netleştirmek gerekiyor. Sözünü ettiğim
yazıda da ifade ettiğim gibi, devrimden söz etmek üç şeyden söz etmektir: 1. Devrimi her
zaman halk yapar; 2. Devrimin ne zaman patlayacağı bilinmez, öngörülemez; ve 3. Hiç
bir devrim diğerine benzemez [bu yüzden de devrim ihraç edilir bir şey değildir ]...
Tabii, Mısır ve Tunus’la diğerlerini ayırmak gerekiyor. Mısır’daki ve Tunus’daki
devrimdi ama diğerleri farklıydı. Mısır’da sadece Tahrir Meydanında bir milyonu aşkın
genç, yaşlı, erkek kadın, Müslüman, Hıristiyan, laik, vb. insan toplanmamıştı, nerdeyse
tüm Kahire ayağa kalkmıştı ve sadece Kahire de değil, Mısır’ın her yerinde, tüm
kentlerinde rejim karşıtı devasa bir kalkışma söz konusuydu. Halkı otakrasiye karşı
ayaklandıranlar Batılı güçlerin istihbarat örgütleri, yabancı misyonlar değildi. Bu devasa
halk hareketini bir emperyalist manipülasyonu saymak, devrimin ne olduğundan habersiz
olanların bir uydurmasıdır ama aynı zamanda o halk kitlelerine de büyük bir haksızlıktır.
Neden Mısır’daki, Tunus’daki halk hareketlerini küçümsediler? Çünkü, kafalarında bir
devrim modeli var ve o modele uymayan hiçbir hareketi muteber saymıyorlar. Tabii
devrimi de örgüt yapacaksa ve ortada bir örgüt yoksa, demek ki, ortada bir devrim de
yoktur… Biraz tarih bilgisine sahip olan biri bunları söyleyebilir mi? Bu güne kadar bu
dünyada hangi devrimi örgüt yapmıştır? Elbette bunu söylemek, örgütün önemini hafife
almak demek değildir. Lâkin devrimin mantığı farklıdır ve kendine özgü kurallara göre
tezahür ediyor. Tunus’da devrimin hemen öncesinde kim “isyancıları” destekliyordu?
Obama mı, Sarkozy mi, Berlusconi mi, Zapatero mu, Cameron mu? Kim? Bırakın
isyancıları desteklemeyi, öyle bir şeyi hiçbiri beklemiyordu bile... Sadece emperyalistler
değil, ne Tunus’da Binali, ne de Mısır’da Mubarek yönetimleri öyle bir şey
bekliyorlardı... Neden? Çünkü devrim öngörülebilir bir şey değildir de ondan... Rusya’da
Romanov hanedanının düşmesinden daha üç gün önce [1917] İngiltere’nin Saint-
Petersbourg’daki büyük elçisi Londra’ya gönderdiği mesajda: “Bu gün bazı karışıklıklar
oldu ama bunlar ciddi şeyler değil” diyordu. Benzer bir durum İran İslam Devrimi öncesi
için de geçerliydi. İran’da mitinglerin, gösterilerin en yoğun günlerinde, Şah rejiminin
düşmesinden beş ay önce, CIA tarafından Washington’a gönderilen bir raporda: “İranda
devrimci bir durum yok, dahası devrim öncesi bir durum bile yok” deniyordu. Dönemin
ABD başkanı James Carter de, İran’ın “dünyanın en karmaşık bölgesinde bir istikar
adası” olduğunu söylüyordu. [ Bu vesileyle istikrardan kimin neyi anladığı da netleşiyor
olmalı…] Ve başta ABD ve İngiltere olmak üzere Sovyetler Birliği ve Çin Halk
Cumhuriyeti Şah’a tam destek veriyorlardı... Devrimi öngöremeyen sadece kurulu
düzenin efendileri değildir. Devrimcilerin de devrim anını kestirmesi mümkün değildir.
Nitekim Lenin 1917 Ocak ayında: “ Belki de biz eski kuşak, gelecek devrimin kesin
savaşını göremeyeceğiz” diyordu... İnsanlık tarihinin seyrini değiştiren “Büyük Fransız
Devrimi”nde de durum farklı değil... Bastille’in halk tarafından ele geçirilmesi üzerine
kral XVI. Louis: “ Fakat bu bir isyan?” dediğinde, Lincourt Duke’ü’: Hayır efendim, bu
bir devrim” karşılığını veriyor... Devrim modern zamanların bir kavramı ve bu güne
kadar gerçekleşen tüm devrimler, öngörülemezlik kuralını doğrulamıştır.
İşte devrimin bu özelliğinden dolayı tüm devrimler herkesi, bu arada devrimcileri de
şaşırtıyor. O kadar ki, istihbarat örgütlerini bile şaşırtıyor. Limonin takma adıyla Bolşevik
Partisine sızmayı başaran, Çar’ın gizli polis örgütü Okhrana’nın ajanı şöyle diyordu: “
Patlamaya başlayan haraket, hiç bir partinin hazırlığı olmadan, hiç bir ön tartışma
olmadan patladı, önceden hazırlanmış bin plana göre başlamadı. Devrimci çevreler
ancak ikinci günün sonunda tepki vermeye başladılar” Eğer önceden bilinseydi devrim
olur muydu? Demek ki, öngörülemediği için mümkün oluyor. Yani devrimler her zaman

beklenmedik yerde ve zamanda “patlıyor” ve dostu düşmanı şaşırtıyor…

GZ: Galiba söyleyeceklerin bitmedi ama istersen ben burada araya gireyim. Belirttiğin
gibi, devrim öngörülebilen bir şey değil, geçmiş bütün devrimler bunu doğruluyor.
Rusya’da 1905 devrimi patlak verdiğinde Lenin kendi partisinin elemanlarını
hücrelerinde uyuklamakla eleştirmişti. “Ne yapıyorsunuz o küçük hücrelerinizde, çıkın da
sokakta neler oluyor bakın” demişti. Çok da haklıydı. Ama 1917 Şubat devrimini Lenin
de dahil, hiçbir önder ve parti tahmin edemedi. Lenin, o günlerde Zürih’te felsefi
çalışmalarına gömülmüştü. Troçki Amerika’daydı. Devrim en çok devrimcileri şaşırttı.
Bizim sol bunları görmüyor, görmek istemiyor. Neden? Çünkü onlar için devrim, halkın,
ezilen insanların ayağa kalkmasından çok, bir örgütün iktidarı ele geçirmesinden ibaret.
Yeni TKP’nin yayın organı Sol dergisinde de bu yönde bir yazı yayımlandı. Devrimci
parti (kendileri gibi komünist adlı bir partiyi kastediyorlar sanırım) olayları
yönlendirmiyorsa, devrimci bir program kitlelere yol göstermiyorsa orada devrimden söz
edilemez dediler. Gerçekten komik. “Devrim onay merkezi” gibi çalışıyorlar anlayacağın.
Orada biz yokuz, yol gösteremiyoruz, o halde bu devrim değildir demeye getiriyorlar.
Emma Goldman’ın, “dans edemediğim bir devrim devrim değildir” sözünü
komikleştirerek bunlara uygulayabiliriz: “Benim olmadığım bir devrim devrim değildir.”
Oysa devrime kalkışan kitleler kimseden izin almazlar, onay beklemezler. Dahası, ayağa
kalkan kitleler bile o anda nasıl büyük bir devrimi gerçekleştirdiklerinin tam bilincinde
olmayabilirler. Bilinç her zaman önde giden bir şey değildir. Hatta toplumsal olaylarda
bazen ve hatta çoğunlukla geride kalır ve sonradan oluşur. Bunu söyleyerek bilinç
unsurunu küçümsemek istemiyorum elbette. Bir devrimin selameti açısından bilinç çok
önemlidir ama “önce bilinç oluşsun, insanlar bir iyice bilinçlensin, ondan sonra devrim
olsun” diyemezsiniz. Deseniz bile bunun bir hükmü yoktur. Nasıl ki, “önce depreme bir
güzel hazırlanalım, çadırlarımızı kuralım, olacaksa deprem ondan sonra olsun”
denemezse, “önce bilinçlenelim, sonra devrim olsun” da denemez.
Kaldı ki, bizatihi devrimin kendisi bilinci hiç beklenmedik şekilde, müthiş bir şekilde
yükseltir. O zamana kadar devlete biat eden, “allah devlete zeval vermesin” diye boyun
büken insanlar bir anda olup biteni kavramada muazzam bir bilinç sıçraması yaşarlar.
Yani önce bilinç, sonra devrim demek yerine, bilinç devrimin değil, devrim bilincin
motorudur demek daha doğrudur.
Nitekim Mısır’daki gelişmeler de bunu gösteriyor. Milyonlarca insan çürümüş Mübarek
rejimine karşı ayaklandı ve sonunda onu devirdi. O zaman, Sovyet devrimiyle bir analoji
yaparak, Şimdi Sıra Kadetlerin Devrilmesinde başlıklı kısa bir yazı yazmıştım. Anlatmak
istediğim şuydu: Mübarek devrildi ve ordu idareyi ele aldı, kısa zamanda serbest
seçimlere gideceğine söz verdi. Ordu yönetimi, 1917 Şubat’ından sonra Rusya’da kurulan

I. Geçici Hükümete benzetilebilir. Ordu’nun bir süreç içinde, Rusya’daki Kadetlere
benzeteceğimiz Müslüman Kardeşlerle birlikte yeni bir baskı ve sömürü düzeni kuracağı
besbelliydi. İlk aşamada ayaklanan kitleler tatmin olmuş ve sevinmişlerdi ama orduya ve
düzen partilerinin manüplasyonlarına karşı giderek bir tepki içine girecekleri de kesindi.
Nitekim, Kasım ayı gelince, Tahrir Meydanı orduya, orduyla işbirliği yapan Müslüman
Kardeşlere ve devrimi durdurmak isteyen diğer burjuva unsurlara karşı çıkan ezilen
insanlarla yeniden dolmaya başladı. Bu, devrimin ikinci aşamasıdır. İnsanlar süreç içinde
sorunun Mübarek’in devrilmesiyle hallolmayacağını çok iyi kavradılar. Devam eden
devrim onları eğitti, bilinçlendirdi. Yani yukarda dediğim gibi, bilinç arkadan yetişti. Bir
devrimci parti ya da örgüt istediği kadar böyle şeyleri öngörmüş olsaydı (ki pek yok
böyle bir örgüt), bu öngörünün kitlelerin bilincinin yükselmesindeki payı çok az olacaktı.
İnsanların bilinci kendi deneyimlerinden öğrenerek adım adım gelişir. Yoksa dışlarındaki
bir gücün onlara akıl vermesiyle değil.
Şimdi Mısır’da saflar son derece netleşmiş durumda. Bir tarafta devrimi durdurmak
isteyen ordu, burjuvazi ve Müslüman kardeşler var. Diğer tarafta da, Mısır’daki kapitalist
sömürüden muzdarip kitleler. O kitleler, bilinç olarak elbette hâlâ anti-kapitalist bir
noktada değil. Ama engellerle karşılaşa karşılaşa ve o engelleri devire devire giderek bu
bilinci de edinecekler. Sonunda meselenin salt bir rejim meselesi olmayıp, bir sistem
meselesi olduğunu görecekler. Yeter ki, Libya’da olduğu gibi devrim yolundan
saptırılmasın. Yeter ki, “kitlelerin adına” hareket eden bir “öncü”, devrim adı vererek
(bugün pek öyle bir durum gözükmüyor) iktidara el koymasın. Kitle seli ve devrim kendi
yolunu bulacaktır.
Bu arada, bugünkü devrimi bir dünya devrimi olarak da kavramak gerektiğini
düşünüyorum. Devrim dalgası, diyebilirim ki, 200 yıldır ilk kez bu kadar yaygınlık
kazanmış bulunuyor. Devrimin fay hattı, İrlanda ve İngiltere’den başlıyor, oradan Fransa,
İspanya, İtalya, Arnavutluk ve Yunanistan’a iniyor. Bu hattın karşısında, Kuzey
Afrika’da bir paralel hat daha var. Tunus, Libya, Mısır. Ve Mısır üzerinden, Yemen’den
geçerek Ortadoğu’ya ulaşıp Bahreyn’e, Suriye’ye ve İran’a varıyor. Bir başka fay hattı
Amerika kıtasındadır. Wall Street’i ele geçir eylemi şimdilik durulmuş gözüküyor ama
Birleşik Devletler büyük patlamalara gebe. Çünkü kapitalizmin içinden çıkması imkânsız
bir kriz dünyayı sarsıyor. Artık işsizlikle ve ayrıcalıklarını kaybetmekle yüz yüze bulunan
orta sınıflar da ayağa kalkmaktadır. Şili’de öğrenciler ayaktadır. Latin Amerika ülkeleri
de kaynayan kazandır. Öte yandan, ÇHC denen devlet bir dinamitin üstünde
oturmaktadır. Bu ülke çok uzak olmayan bir zamanda muazzam bir ayaklanmayla
sarsılacaktır. Ucuz emek sömürüsünün had safhaya vardığı bu kapitalist ülkedeki
komünist partisi diktatörlüğünü milyonların sırtlarında daha fazla taşıyacağını
sanmıyorum.
İşte böyle baktığımızda, Büyük Ortadoğu Projesi falan denen şeylerin hiçbir hükmü
kalmaz. Kitleler ne projeleri ne de programları takarlar. Gerçekten devrim isteyenler,
paranoyaları ve muhafazakârdan da muhafazakâr önyargılarını bırakıp bu dünya devrimi
dalgasına omuz vermeli, halk kitlelerinin özlemleri yönünde ilerleyecek anti-kapitalist bir
dünya devrimini körüklemelidirler. Yani Enternasyonal’de dendiği gibi: “Devrim ateşini
körükle…” Ancak bunu yaptıkları zaman gerçekten “devrimci” sıfatını hak edeceklerdir.

FB: Bir kaç gün oluyor, bir televizyon kanalında “konunun uzmanları” Orta Doğu”yu
tartışıyorlardı. İşte ABD ne yapmak istiyor, AB ne istiyor, Türkiye ne istiyor, İran ne
istiyor… lâkin hiç biri orada yaşayan insanlar ne istiyor sorusunu sormuyorlardı. Aksi
halde ne o programa izin verilir, ne de “konunun uzmanları” oraya çağrılırdı… Devrim,
ezilen ve sömürülen sınıfların “ artık senin beni olmamı istediğin gibi olmak istemiyorum,
kendi istediğim gibi olmak istiyorum, kendim olmak istiyorum” dedikleri anda patlıyor,
spontane bir şekilde kitlelerin “korku duvarını” aştıkları zamanda ortaya çıkıyor. Tabii
devrimin genişliği, yaygınlığı ve derinliğiyle, karşıdevrim arasında da bir ilişki var. Eğer
devrimin kapsayıcılığı önemliyse, karşı devrimin etkili olması da zorlaşıyor. Senin de
söylediğin gibi, dünya ölçeğinde bir devrim dalgasının, içinde bulunduğumuz yüzyılın ilk
on yıllarına damgasını vuracağını söyleyebiliriz. Artık bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi
olmayacak, olması mümkün değil… Tabii devrimin gündemde olması demek,
karşıdevrimin de gündemde olması demektir, dolayısıyla zaferin kesinliği diye bir şey söz
konusu değil… Zira, sistem giderek duvara toslamakta, “büyük insanlığa” teklif
edebileceği artık bir şeyi yok, dolayısıyla oyalama, aldatma, kandırma yeteneği de
kaçınılmaz olarak hızla aşınmakta. Meşruluk temeli çökmekte… Çürüyen ve çürüten,
“bunak kapitalizmin” artık insanlığa teklif edeceği bir şey yok ama sürece acilen
müdahale edilmesi, aracın direksiyonunun vakitlice değiştirilmesi gerektiği bir zamanda
olduğumuzun da bilincinde olmak gerekiyor. Zira, insânî ve sosyal kötülüklere ekolojik
yıkım, felâketler birikimi de eşlik ediyor.
Devrimle ilgili olarak iki hususa açıklık getirmek gerekiyor: Örgüt sorunu ve
entelektüelin işlevi. Bir kere örgüt ve örgütlülük vazgeçilmez, lâkin benim “örgüt
paradoksu” dediğim bir şey var. Tarihsel deneyler gösteriyor ki, bir amaç, bir ideal için
kurulan örgüt, belirli bir eşik aşıldığında başlangıçtaki amaca, varlık nedenine
yabancılaşıyor, bürokratlaşıyor, yozlaşıyor. Bunu, savunma amaçlı örgütlenmelerde de
[sendikalar] veya sistemi aşmayı amaçlayan örgütlerde de [sol, sosyalist, komünist
partiler] görmek mümkün. Burada bunun nedenleri üzerinde durmamız uygun değil ama
sonuç itibariyle paradoksal bir durumun varlığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Dolayısıyla
genel olarak devrimden söz edildiğinde, bu paradoksu sorun etmek büyük önem taşıyor.
Velhasıl, bu durumun aşılması yönünde teorik tartışmalar yapmak ve bürokratlaşmanın,
yozlaşmanın bertaraf edilmesi için ne tür önlemler, yenilikler gerektiği üzerinde kafa
yormak önemli. Olabildiğince vertikal [dikey-hiyerarşik] olmayan örgütsel işleyiş ilkeleri
keşfetmek önemli… Bu da demokrasi tanımını gözden geçirmeyi gerektiriyor. Geride
kalan dönemin örgüt modelleriyle sınıfsız toplum yolunda ilerlemek mümkün değil. Bu
konuda ciddi bir teorik sorgulama gerektiğini söyleyebiliriz. Zira, bizzat örgütler var
olanı aşmanın engeli haline geliyorlar. Kendileri birer iktidar odağı, odakçığı haline
geliyorlar, dolayısıyla retorikle realite arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkıyor.
İkincisi, devrim süreçlerinde entelektüel işleve yüklenen anlam ne olmalıdır sorusu. Bir
kere şunu kesinlikle ifade edebiliriz ki, gerçek entelektüelden yoksun hiç bir toplumsal
hareketin başarı şansı yoktur. Çünkü, ideali, ütopyayı, perspektifi inşa eden
entelektüellerdir. Tabii orada söz konusu olan, Gramsci anlamında, ezilen halkların,
sömürülen sınıfların “organik entelektüelleridir”. Entelektüel, devrim öncesinde, devrim
anında ve devrim sonrasında önemli bir işlev üstlenebilir. Yeni, orjinal ve devrimci
fikirlerin derece derece halk kitleleri tarafından içselleştirilmesi, “fikirlerin maddi birer
güç haline gelmesi” büyük öneme sahiptir. Tabii bu, “dışardan bilinç götürme”
anlamında değil. Karşıt bilincin kitleler tarafından içselleştirilmesi şeklinde. Kendisi de
ezilen-sömürülen sınıfın tarafında olan entelektüel, mevcut sistemin teşhir edilmesinde,
onu aşmanın olanakları üzerinde, muhtemel bir toplum düzeninin nasıl olması gerektiği
konusunda bilinç sıçramasına katkıda bulunabilir. Sol örgütler entelektüel işlevi
küçümsüyorlar, çünkü entelektüelin, ayıplarını açığa çıkarma istidadı ve yeteneğinden
çekiniyorlar… Yıllar evvel Özgür Üniversite’de dersleri izleyen bir genç vardı. Bu genç
aynı zamanda bir sol partinin de üyesiydi. Örgüt yönetimi onun Özgür Üniversite’ye
devam ettiğini öğrendiğinde, uyarıyor: “ Bir daha oraya gitme, biz sana gerekli olanı
öğretiriz” diyorlar… Örgüt bir kere dünyanın gerçekliğinin tapusunu cebine koymuşsa,…
düşünmeye, şüphe etmeye, araştırmaya ne gerek var… Bunları söylerken entelektüeli ve
onun misyonunu yücelttiğim gibi bir anlam çıkarmak asla doğru olmaz. Zira bu dünyada
yüceltilmeyi hak eden hiç bir şey yoktur, olmamalıdır ve buna entelektüel de dahildir.
Aksi halde hem entelektüeli ve onun misyonunu yüceltmek hem de komünist toplum
perspektifinden, sınıfsız toplumdan söz etmek büyük bir çelişki olurdu…

GZ: Tamamen katılıyorum. Yüceltmemek ve kitlelerden üst bir mevkiye koymamak
koşuluyla entelektüellerin rolü çok önemli. Sol bu noktada da çelişkili ve sarkacın her iki
ucu açısından da hatalı bir yönelim içinde. Bir yandan, belirtiğin nedenlerle
entelektüelleri tehlikeli görüyorlar ve onları örgütlerinin rakibiymiş gibi algılıyorlar. Bir
de tabii, Stalinist dönemin, entelektüelleri horlayan ve baskı altına alan geleneğini devam
ettirmeleri söz konusu. Ama diğer yandan, örgütlerinin dışındaki popüler entelektüellere,
yani şu senin sözünü ettiğin, “konunun uzmanları”na karşı da tiksindirici ölçüde bir
hayranlıkları, hatta onların karşısında bir aşağılık duyguları söz konusu. Bu tür sistem içi
entelektüellerin sempatisini kazanmak için binbir takla atıyorlar. Aslında Stalin
döneminde de böyleydi. Bir yandan Sovyetler Birliği’nin içinde entelektüelleri baskı
altına alır ve en kalitelilerini yok ederken, bir yandan da, örneğin Avrupa kamuoyunda
tanınmış entelektüellere Sovyetler Birliği övgüsü yaptırabilmek için yapmadıkları
şaklabanlık kalmazdı.
Bence bugün devrimin sağlıklı bir mecrada ilerlemesinin ilk koşulu, solda ve genel olarak
değişimin başını çekecek radikal-devrimci kesimlerde muazzam bir entelektüel
devrimdir. Eski kabuğun kırılıp atılması için bu şart. Eski hurafeler, efsaneler, putlar,
teorik uydurmalar, önyargılar, inkârcılıklar gümbür gümbür yıkılmalıdır. Yani bir
zamanlar Nazım Hikmet’in bir başka bağlamda açtığı “Putları yıkma” kampanyası gibi
bir şey gerekli. Her şey sorgulanmalı, her şey. Gün ışığı görmemiş hiçbir karanlık nokta
bırakılmamalı. Her şey tartışılmalı. Eski paradigma altüst edilmeli. Bunun yerine konacak
yeni paradigmanın da her yanı yeniden ve yeniden gözden geçirilmeli. Bütün bunlar
sonsuz bir özgürlük ortamı içinde ama birbirinin gözünü çıkartmadan tartışılmalı.

Özellikle de senin belirttiğin örgüt konusu. Örgüt gerekli ama daha baştan ne olduğu,
nereye varacağı belli olan bürokratik örgütlerle bu işin olamayacağı artık açık seçik
ortaya çıkmış bulunuyor. O halde tartışma konularından biri de “nasıl bir örgüt?”
olmalıdır. Monolitik, baskıcı, merkez komitesinin ağzına bakan örgütlenmelerle bu iş
olmaz ve zaten insanlar tekrar tekrar bozuk bir aleti denemezler. Bir alet çalışmıyorsa
çalışmıyordur. Bir denersin, iki denersin, hadi emin olmak için üçüncü kez de denersin
diyelim ama çalışmadığını görünce onu bir kenara atar ve yeni bir alet ararsın kendine.
Örgüt de eğer bir fetiş aracı değilse, devrim için bir araçsa, yararlılığı, işlevselliği
açısından ele alınmalı ve yeniden oluşturulmalıdır.

Lenin’in Yaklaşan Felaket diye bir broşürü vardı.
Biz de bugün Yaklaşan Devrim demeli miyiz? Bence demeliyiz. Ama gerçekten
yaklaşıyorsa onu karşılamaya hazır olmak bir zorunluluktur. Tabii bu sözlerimden
devrimi bir “an” olarak algıladığım sonucu çıkarılmamalıdır. Bu sadece bir metafordu.
“Yaklaşan devrimin” içindeyiz zaten. Bizi, bütün bunları bugün daha da ısrarlı
konuşmaya sevk eden de bu değil mi zaten?

FB: O halde bu söyleşiye: “XXI. Yüzyılın ilk on yılları, dünya ölçeğinde devrimler
dalgasının on yılları olacak” başlığını koyabiliriz…

5 Aralık 2011


Hiç yorum yok: