23 Ekim 2008 Perşembe

Kapitalizmin Krizine Dair Gerçeği Söylemek!(1)



Fikret Başkaya

Borsalar çalkalanıyor, bankalar batıyor, emperyalist ülkelerin devlet erkânı telaşlı, kompradorlaşmış Üçüncü Dünya rejimlerinin yöneticileri şaşkın, 1929 krizini hatırlatan manzaralar, intiharlar, televizyonlarda, gazetelerde ‘konunun uzmanlarının’ can sıkıcı gevezelikleri, kredi derecelendirme kuruluşu denilenlerin sefaleti, piyasa dinine tapanların pişkinliği, velhasıl kepazeliğin ve kafa karışıklığının doruk noktası... Ne oluyor, neden oluyor, olup-bitenler kimin için ne anlama geliyor? Söylemle gerçek durum arasında nasıl bir uyumsuzluk var? Sorunun kaynağında ne var ve buraya nasıl gelindi? Neden şeylere dair gerçek söylenmiyor? Bir günde borsalarda 1.2 trilyon doların buharlaştığı söyleniyor... Buharlaşan alkol gibi, su gibi bir şey mi? Kim neyi nasıl kaybediyor? Şu borsa denilen ne menem bir şeydir ve orada ‘oynayanların’ oyunu kimin için ne demeye geliyor? Ya da ‘borsa oyuncusunu’ nasıl bilirsiniz? Menkûl değerler denilen kendinden menkûl bir şey midir yoksa reel bir karşılığı olmak zorunda mıdır?

İşçilerin çalışıp/ürettiği fabrikaların, işletmelerin, meta ve özel mülk kategorisi haline gelmiş, toprakların, madenlerin, enerji kaynaklarının, üretilmiş malların, v.b. maddi [reel ] bir varlığı ve değeri vardır. İşte o varlıklar karşılığında piyasaya sürülen şirket hisseleri, devlet tahvilleri, v.b. [kıymetli kâğıtlar] borsa denilen yerde alınıp satılıyor, işlem görüyor. Oyunculardan bazıları bir şirketin hissesinin veya bir kâğıdın değerinin ilerde yükseleceği beklentisiyle satın alıyor ama birileri alırken başka oyuncuların da söz konusu kâğıtların değerinin ilerde düşeceği beklentisiyle satması gerekiyor. Velhasıl, oyunun oynanabilmesi için bazılarının satması, bazılarının da alması gerekiyor. Bu işlemler sonucu hiçbir ‘yeni değer’ yaratılmıyor, yaratılması mümkün değildir. Hiç bir yeni değerin yaratılmadığı, sadece oyuncuları ilgilendiren borsa neden her günün vazgeçilmez haberidir? Netice itibariyle söz konusu olan sıfır toplamlı bir oyun değil midir? Aynı kumar oyununda olduğu gibi... Kumar oyununda masadaki para oyuncular arasında döner, kaybedenin parası kazananın cebine girer ama oyunun sonunda ceplerdeki para toplamı aynıdır. Bu aşamaya kadar sorun kumarcıları ilgilendiriyordur. Fakat kaybeden orada durmaz elindekini kaybettikten sonra saatini, yüzüğünü, ceketini, evini, arsasını, tarlasını, babasından kalma tüfeğini, vb. de masaya sürerse, kumar oyunu kumarcıdan başkasını da ilgilendirir hale gelir. Bu “yuva yıkma eşiğidir”... Borsada hileyle veya değil bazı kâğıtların hisseleri suni olarak yükseltilir ve reel durumla aradaki fark fazlasıyla açılırsa, belirli bir eşikten sonra bir güvensizlik tablosu ortaya çıkar ve herkes satmaya kalkar, kimse almak istemez ve oyun oynanamaz, sürdürülemez duruma gelir. İşte borsa krizi denilen böyle bir şeydir... O aşamadan sonra sorun borsa oyuncularından başkasını da angaje eder hale gelir. İşletmeler iflas eder, işyerleri kapanır, işsizlik artar, işçi sınıfının pazarlık gücü zayıflar, yoksullaştırıcı ekonomik ve sosyal politikalar gündeme gelir. Kumar oyunu örneğinde olduğu gibi belirli bir sınır aşıldığında, sorun borsanın dışına taşar ve reel ekonomi denileni de angaje eder hâle gelir... Bazı şirketler batar, sahneden çekilirken, ayakta kalmakta zorlanan bazıları da güçlüler tarafından yutulur, sahneden çekilenlerin pazar payları ayakta kalabilen güçlülerin eline geçer. Velhasıl kriz herkes için aynı anlama gelmez... Bazıları silinirken başkaları güçlenir. Her kriz tekelleşme sürecini kamçılar. Başka türlü ifade edersek, bir tür düzeltme, hizaya getirme operasyonu gerçekleşmiştir. Fakat söylem farklıdır: “Herkes elini taşın altına koysun” denmeye başlanır... Aslında taşın altına konacak eller değişmez, hep aynıdır ama taşın ağırlığı artar sadece... Velhasıl her zaman krizin yükü ezilen ve sömürülen sınıfların omzuna yüklenir. Büyük bir finans kurumu veya işletme iflas ettiğinde onu iflasa götürenler olsa olsa bir süreliğine egzotik bir tatile çıkarlar ama işçiler ekmek parasından


olurlar... aç kalırlar... sokağa atılırlar... Uzağa gitmeye gerek yok: ABD’de batan ve devlet tarafından kurtarılan dev firmaların patronlarına, CEO’larına bak anlarsın... Dev şirketleri kurtaran burjuva devleti işsiz kalan işçiler için de bir şeyler düşünüyor mu? Elbette düşünüyor ve ne düşündüğünü gayet iyi biliyoruz... Üstelik kriz bir de doğal afet türü bir şeymiş gibi sunuluyor... Krizin, gözü doymaz ve doyması da asla mümkün olmayan kapitalistlerin, spekülatörlerin, borsa oyuncularının eseri, velhasıl kapitalizmin işleyişinin sonucu olduğu gerçeği yok sayılır. Hiçbir zaman kriz kelimesi kapitalizmle birlikte telâffuz edilmez. Birincisi, krizler kapitalist üretim tarzının mantığının ve temel eğilimlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkar, istisna ya da ‘yol kazası’ değildir. Başka türlü söylersek, kapitalizm için krizler bir tür ‘gençlik aşısı’ veya ‘taze kan’ niteliği taşır. Krizler her zaman bir finans ve/veya banka krizi şeklinde tezahür eder ama gerisinde ekonomik kriz denilen vardır; ikincisi, krizler her zaman talep yetersizliğinden, üretilenin satılamamasından, aşırı üretimden, aşırı kapasiteden, netice itibariyle realizsasyonun sağlanamamasından, kaynaklanır. Bunun anlamı sermayenin değerlenememe/ değersizleşme sorunuyla karşı karşıya gelmesidir.

Buraya nasıl gelindi?
İkinci emperyalistler arası savaşın neden olduğu yıkımın ardından, kapitalizm yeniden bir yükselme dönemine girdi. Bu dönemin yeni ve dinamik ürünlerini otomobil, transistör, elektrikli ev aletleri, konfeksiyon, fonksiyonel kentleşme, v.b. denilenler oluşturuyordu. Belirli bir aşamadan sonra bu malların pazarının genişlemesi yavaşladı, pazarlar daraldı, verimlilik ve kâr oranları düştü. Kâr oranlarının düşmesinin iki nedeni daha vardı: birincisi, hizmet sektörünün göreli ağırlığının artmasıydı – bu sektörde verimlilik ve kârlılık oranları ekseri sanayi sektöründen daha düşüktür-; ikincisi, özellikle emperyalist ülkelerde sermaye tarafından dayatılan yoğun çalışma koşullarına ve temposuna işçi sınıfından gelen tepkiydi. İşçiler bunaltıcı iş temposuna karşı eyleme geçtiler, işi yavaşlattılar, oturma eylemleri yaptılar, fabrikaları işgal ettiler, grevler yaygınlaştı. [Elio Petri’nin ünlü filmi: İşçi sınıfı cennete gidiyor, Türin’de otomobil fabrikalarındaki direnişin hikâyesidir...] Bu tür eylemler işletmelerin verimlilik ve kâr oranları üzerinde olumsuz etki yarattı. Bu arada sermaye sınıfı yüksek reel ücretlerden ve yüksek oranlı vergilerden de şikâyetçiydi elbette...

Kapitalizmin krizi 1974-75’te tüm emperyalist ülkeleri etkisi altına aldı ki, söz konusu olan yapısal krizi de haber veren bir devrevi krizdi. Sermaye kâr oranlarını restore etmek üzere saldırıya geçti. Savaştan sonra ısmarlama üzerine üretilmeye başlanan neoliberal tezler pratik politikaya tercüme edildi. Ekonomiye devlet müdahalelerine savaş ilân edildi. Aslında sermayenin devlet müdahalelerine karşı olması asla mümkün değildir. Dolayısıyla durumun nüansa edilmesi gerekir. Sermaye sınıfı, sermayenin tek yanlı çıkarını gözetenler dışındaki müdahalelere karşıdır demek gerçeğe daha uygundur. Bu yüzden kendi kendini düzenleyen piyasa tam bir mittir... Mesela ABD ekonomisi serbest piyasacı modelin sembolü sayılır, oysa orada devlet her dönemde ekonomiye müdahale etmiştir ve etmektedir, kapitalizm var oldukça da edecektir. Devlet müdahalesi her zaman istisna değil, kuraldır. Onun için söylenene değil yapılana bakmak gerekir... Aynı şey serbest ticaret söylemi için de geçerlidir. Serbest ticaret her zaman başkaları içindir... Daha çok Üçüncü Dünya ülkeleri içindir. Bununla söylediğimi yap, yaptığımı yapma denmek istenir... Kâr oranlarını restore etmenin en kestirme yolu her zaman reel ücretleri düşürmekten [sömürü oranını yükseltmekten] geçer, işçi örgütlerini etkisizleştirmek üzere harekete geçildi, sermayeden alınan vergiler düşürüldü, sosyal amaçlı devlet harcamalarına, kamu hizmetlerine savaş ilân edildi, bazı sanayi dalları ve işletmeler ucuz işçi cenneti denilen Üçüncü Dünya ülkelerine kaydırıldı [bu ülkelerde sadece ücretler çok düşük değil, aynı zamanda vergiler de çok düşüktür veya vergi kaçırmak çok kolaydır, çevre koruma mevzuatı ekseri yoktur veya yetersizdir, üstelik sermayeye sayısız teşvikler de sunulmaktadır... sömürü ve yağma için koşullar kıvamındadır...], Üçüncü Dünya ülkeleri borçlandırılıp bir tür emperyalist sermaye tarafından rehin alındı ve yapısal uyum programlarını uygulamaya uygun koşullar yaratıldı. Böylece Üçüncü Dünya’nın sömürüsü tarihte görülmemiş kapsam ve yoğunluğa ulaştı, sermayenin hareketini kısıtlayan engeller liberalizasyon sloganıyla birer birer ortadan kaldırıldı, önce kamu işletmeleri, daha sonra kamu hizmetleri özelleştirildi [böylece sermaye önemli bir değerlenme alanına kavuştu], savaş sonrası güçler dengesi konjonktüründe oluşturulmuş, emekçi kesimleri gözeten sosyal ve kültürel politikalar uygulamaya imkân veren mevzuat da deregülasyon-dereglemantasyon sloganıyla tasfiye edildi... Merkez bankaları ‘özerkleşme’ adı altında küresel büyük sermayenin ihtiyacı doğrultusunda yeniden biçimlendirildi, işlevsizleştirildi... Özellikle 1980 sonrasında alınan tüm önlemlere ve sermayenin tek yanlı çıkarını gözeten düzenlemelere, uygulanan anti-sosyal neoliberal politikalara, liberalizasyona, deregulasyon-dereglemantasyona ve özelleştirmelere rağmen kâr oranlarını restore etmek mümkün olsa da bütün bu zaman zarfında toplam talep artışı hep düşük kaldı, gereken/beklenen düzeye çıkamadı. Burada neden çıkmadığının tahliline girmem mümkün değil ama yine de kısa bir hatırlatma yapmak gerekiyor. Reel ücretlerin düşürülmesi demek, emekçi çoğunluğun satın alma gücünün düşürülmesi, efektif talebin daralması veya istenilen düzeyin altında kalması demektir... Kapitalizmin içinde bulunduğu aşama dikkate alındığında, bunun neden öyle olduğunu açıklamak için uzun boylu tahliller gerekmiyor. Zira 19. yüzyıl ekonomik krizlerinden farklı olarak, İkinci Savaş sonrası dönemde sermayenin ürettiği malların en büyük müşterisi onu üreten işçi sınıfıydı. Oysa, Samir Amin’in yazdığı gibi, liberal-endüstriyel dönemde [1770–1880] efektif talep işçilerin talebi değil, daha çok köylülerin, orta sınıfların, ve dışarının, dış pazarların talebiydi.1 Bu durum 1929 krizinin ardından Keynes tarafından farkedilmişti. Şimdilerde reel ücretlerin düştüğü [1982 – 2005 aralığında ücretlerin GSYİH ya oranı sürekli gerileyerek G-7 ülkelerinin tamamında %67,5 dan %61,5 seviyesine, Avrupa’da da %66,3 den %58,1’e ve düştü. Düşüş Üçüncü Dünya’da çok daha sert oldu] düşüşün süreklilik kazandığı, gelir dağılımı dengesizliğinin skandal halini aldığı koşullarda, efektif talebi oluşturan daha çok hızla zenginleşen küresel oligarşinin ve onu taklit eden ‘ikinci dalga zenginlerin’ ve orta sınıfların ‘lüks’ tüketim talebidir... Bunun anlamı sermaye sınıfının yeterli efektif talep veya aynı anlama gelmek üzere değerlenme sorununu bir türlü çözememiş oluşu, dolayısıyla sürekli bir toplu değersizleşme riskiyle yüzyüze oluşudur.

Spekülasyon veya gazino ekonomisi
XX. yüzyılın son çeyreğinde, özellikle neoliberal politikaların gözü kara uygulandığı 1980 sonrasında, tuhaf bir durum ortaya çıktı: bu bir tür parayla para kazanma dönemiydi. Sanki para yavruluyordu... Söz konusu dönemde spekülasyon istisna değil kuraldı. Bu durumun gerisinde de başlıca iki düzenleme-düzensizleştirme vardı: birincisi, 1971’de Bretton-Woods sistemiyle oluşturulan doların altına konvertibilesine [çevrilebilirliği] son verildi. Bu ABD’nin istediği zaman, istediği kadar para basabilmesi, dünya likiditesini belirler duruma gelmesiydi. [Bir fikir vermek için 1971’de piyasalardaki [tedavüldeki densin] dolar 776 milyar iken bugün 12 000 milyar dolardır, Şimdilerde ABD’nin toplam borç stoku 48.000 milyar dolardır ki, bu ABD federal bütçesinin tam 19 katı, ABD GSYİH’nin de 4 katıdır. Amerika Birleşik Devletleri her yıl 400 milyar dolar faiz ödüyor, dış ticaret açığı 1971’de 10 milyar dolardan 1994’de 100 milyar dolara ve 2006 da 850 milyar dolara yükselmiş durumda. Bütçe açığı da 2006 da 470 milyar dolardı... Bu rakamlar para dünyasındaki duruma dair fikir vermeye yeter... ]; ikincisi, 1980’li ve 1990’lı yıllarda finansal hareketleri düzenleyen mevzuatın ortadan kaldırılması velhasıl para piyasaları veya finansal piyasalar denilenin kuralsızlaştırılmasıydı. Artık sermayenin her türlüsünün önündeki tüm engeller ortadan kalkmıştı. Fakat spekülasyonu açıklayan asıl neden neoliberal politikaların toplam talebi küçültmesi, ya da gerekli düzeyde artıramamasıydı. Sömürü oranlarının yükseltilmesinin sonucunda kârlar hızla büyürken, ortaya çıkan devasa para sermayesini talep yetersizliğinden ötürü verimli bir şekilde kullanmak, ‘üretici yatırımlarda’ değerlendirmek, yeni üretim kapasiteleri oluşturmak zorlaşmıştı. Bunun anlamı sermayenin değersizleşme riskiyle yüz yüze gelmesidir. Ve sermaye bir şekilde kullanılmazsa değersizleşir. İşte böylesi koşullarda, sermayeyi toplu değersizleşme riskine karşı korumanın bir tek yol kalıyordu: üretim aşamasını atlayarak spekülasyonla veya parayla para kazanmak. Arık nerede spekülasyona uygun bir ortam varsa para-sermaye oraya ulaşıyor, nerede bir ‘boşluk’ varsa dolduruyordu. Başlıca soygun ve sömürü alanlarından biri Üçüncü Dünya’nın yağmasıydı. Söz konusu ülkeler borçlandırıldı ve yüksek faiz oranları dayatıldı. Neoliberal politikaların pupa-yelken yol almaya başladığı 1980 de Üçüncü Dünya’nın toplam borçları 540 milyar dolardı. 1980’le 2004 arasında söz konusu ülkeler tam 5300 milyar dolar borç ödediler... Bunun anlamı 24 yılda 1980 deki borç tutarı kadarın tam on defa ödenmesidir ki, bu tam bir skandaldır... O kadar borç ödendikten sonra toplam borç hâlâ 2600 milyar dolar düzeyinde... Daha sonra yapısal uyum programlarıyla Üçüncü Dünya ülkelerinin yağma ve talan kapitalizmin, emperyalizmin ve modern sömürgeciliğin tarihinde görülmemiş boyutlara ulaştı. Sermayenin bir başka spekülatif değerlenme alanı döviz piyasalarındaki dalgalanmalardan yararlanmaktı. Döviz piyasalarında dönen para 2005 de 4.174,6 milyar dolardan 2008 Haziranında 7008,1 milyar dolara çıktı... Bu arada vergi cennetleri spekülatif sermayenin sığınağı olmaya devam ediyor. Borsalar suni olarak yükseltildi. Velhasıl reel ekonomi dünyasıyla finans dünyası arasında zihinlere durgunluk veren bir uçurum ve uyumsuzluk oluştu. İşte XXI’inci yüzyılın ilk on yılında bunak kapitalizmin manzarası... Gelecek yazıda ABD’de bir yıl önce patlak veren, Eylül 2008 sonunda doruk noktasına ulaşan ipotek krizi [subprime] denilene karşı alınan önemlerin kimin için ne anlama geldiğini, emperyalist ülkelerin ve ‘Yükselen Piyasaların’ [Çin, Hindistan, Bresilya, G. Kore, v.b.] krize nasıl tepki verdiğini ve krizin başta bizzat kapitalizmin kendisi olmak üzere, sömürülen sınıflar, ezilen halklar için ne anlama geldiğini, v.b. tartışmayı sürdüreceğiz...

--------------------

(1) Bkz: Samir Amin, Du Capitalisme à la Civilisation – la longue transition, Syllepse, Paris, 2008, p. 120.

Hiç yorum yok: