29 Haziran 2010 Salı

Problemler ve mazide kalacak ironiler




Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com


Lisenin son sınıfının fen şubesinde matematik hocamız tahtaya bir matematik problemi yazar ve onun çözümünü öğretirken biz talebelerden alternatif çözümler beklerdi. Tarihte siyasi problemlerede akil insanların başarılı çözümler getirebildiklerini biliyoruz. Bu noktadan hareket ederek Türkiye’nin 80 senedir siyasi problemlerini neden çözemediğini teşhis etmeğe çalıştığımızda, siyasi liderlerimizin beyni kifayetsizliği olduğu kanaatına varıyorum. Çöken Osmanlı İmparatorluğu’ndan sonra 80 sene zarfında tarihe iz bırakacak bir liderin Atatürk olduğu aşikar. Hiç bir dış ülke seyahatı yapmadan, kanlı bıçaklı olduğumuz ülkelerle barış anlaşmaları yapmış, İran’la hudut korrektürü, Hatay’ın sınırlarımızın içine alınmasının ön çalışmasını gerçekleştirmiştir. Güneş-dil teorisi gibi bir saçmalığı ortaya atmış, Kürtlere ve gayrimüslümlere ise dürüst davranmamıştır. Ondan sonra gelen yöneciler hep MEHTER takımı adımı atmışlar. İki ileri bir geri, velhasıl ciddi çözümlere imza atamamışlardır. Varlık vergisi, 6-7 Eylül hadiseleri , Ermenilere , azınlıklara ( Kürtlere) ikinci sınıf muamelesi. Türkler nazarında ise problemlerin ağza alınması bölücülükle yapmakla cezalandırılmış , hatta onların aydınlarına her türlü işkence ve eziyetten sarfınazar edilmemiştir. Şimdi dış baskılar sayesinde bir parça demokratik gelişme sağlandığı için ıkına sıkına aydınlar problemleri dile getirmeğe başladılar. Bu duruma sevinmek gerekirken bir taraftanda kanlı hak aramaların yoğunluk aşamasına gelinmesi yönetimdekilerin akli kifayetsizliğin ileri gelmektedir.. Elde silah çözüm çareleri aramanın ne derece ilkel bir yöntem olduğunun farkına varılamamıştır. Avrupa tarihinde yaşanan 30 sene harpleri 300 sene öncesindedir. Küçük büyük avrupa devletleri ( İsviçre gibi, San Marino gibi v.s.) 1300 senesinde yani Osmanlı imparatorluğu ile ayni tarihte kurulmuştur. Şimdi onlar dünyanın en demokrat, zengin ve müreffeh devletleridir. Halen ‘’Kürt sorunu diye bir şey yoktur’’ diyen generaller mevcutken, faşist ruhlu yazarlar, siyasiler mevcutken muasır medeniyetin neden bukadar gerisinde kaldığımızı anlamak mümkün olur. Dünyanın her yanında değişimler olurken hala ‘’Devletimizin kuruluş felsefesi ‘’ diye bir teraneden kurtulamıyoruz.

Türkiye de facto bölünmüştür.

Son Diyarbakır, Mardin seyahatımda gördüm ki Fırat’ın ötesinde, kuzey Kürdistanda Kürtler yaşıyor. Giyimleri, yemekleri, türküleri, dilleri Türklerden başka, yani DE FACTO bir bölünmüşlük gerçekleşmiş. Televizyonlarda hala bölünürüz korkusunun tartışılmasına hayret ediyorum. PKK yı lanetlerken onların içinde Suriyeli, Iraklı, İranlı yüksek tahsilli gençlerin bulunması olayın enternasyonal olduğunu göstermiyor mu? CHP ve MHP nin o bölgede yokluğuda gene bölünmüş olmanın bir karinesi olamaz mı? TV deki tartışmaların değirmende su döğmekten başka bir kıymeti harbiyesi yoktur. Hele hele yabancı devletleri suçlamakta aczin ifadesidir. Öcalan’ı kim yakalatıp Türkiye’ye teslim etti. Türk’ün Türkten başka dostu yoksa Kürdün Kürtten bile dostu yoktur. Ne Barzani Talabaniyi ister, nede Talabani PKK’yı. Türkiye’de ki assimile olmuş Kürtlerin ÖZTÜRK soyadı aldıkları , % 50 den fazlasının Kürtçe konuşmadığı bir gerçektir.

Gelelim MAZİ’ye kalacak İRONİLERE.

Bundan on, on beş sene önce Kürtçe konuşmanın yasak olduğundan bahsedince Türklerde hiçte utanma hissi duyduklarını görmedim. Diyarbakır’daki 12 Eylül zindanlarındaki işkencelerden bahsedincede ‘’bırakın o geçmiş acıları anlatmaktan’’ deniyor. Buna rağmen bir genel kurmay başkanı ‘’Ne mutlu Türküm ‘’ demeyen vatan hainidir diyor. Onları yok edecek ‘’kudret damarlarında ki asil kanda mevcut’’tur diyor.

Başbuğ ‘’ Dağa çıkmaları önleyemiyoruz’’ diyor. Her katledilen PKK’lının bir kaç kardeşi, kuzeni olduğunu bilemiyor mu? Onların dağa çıkmasını teşvik ettiğini düşünemiyor mu? 26 senedir PKK lıları yok edemediğine göre 100 senede geçse Kürt gençlerini bitiremeyeceğini düşünemiyor mu? Onların taş atan çocuklarını hapse atmakla yeni PKK lı ürettiğini düşünemiyor mu?’’ Silahlı kuvvetler müdahelelerine devam edilecek’’ diyecek yerde onlarla barış yapma önerileri üretmeği düşünmezler mi? Kan dökmekten başka çözüm düşünemiyorlar mı?

Problemin enternasyonal olduğunu Suriye, İrak, İran menşeli PKK lıların olduğunu görerek meselenin sadece Türkiye ile sınırlı olmadığını idrak edemiyorlar mı?

Milli eğitim bakanlığının Kürtleri yok addetmesinin göstergesi değil mi hiç bir okul kitabında Kürt kelimesinin bulunmaması?. Kürt edebiyatı, müziği, tarihi, sanatı, kültürü yok farzedilmiyor mu?. İstikbalde bunları hatırlayınca bu ironilerin mazide kaldığını söylemiyecekmiyiz?

İster Mehmetciğin, ister Kürt gencinin kan damlası kaç çakıl taşına bedel olmaktadır.?

On sene sonra kitap fuarlarında Kürtçe romanları görünce bugünkü kültür politikasından utanmıyacakmıyız?

Kan akıtmak için silah kullanmak kolay, fakat barış önlemleri ortaya koymak için akla ihtiyaç var. 80 senedir eksik olanda o.

Lozan zaferinin bugün kü problemlerin müsebbibi olduğunu ne zaman anlayacağız. İşte o zaferde Arap ülkelerinden, Kıbrıstan, Egedeki adalardan , Kürdistanın yarısını vazgeçtik ve bugünkü problemlerin doğuşunu İnönü imzaladı.

Geçmişte ki hatalarla yüzleşmezsek, ezber bozmazsak günün birinde göz yaşı döken anneler yöneticileri, askerleri Yüce divana gönderebilmeği isteyebilirler..

Hamas’ı, İranla Takas’ı bırakında bu topraklarda,dağlarında kan dökülmesini, şiddeti, suçlamalarını bırakıp, önleyici fikirleri üretin aklınız eriyorsa. Onun için diyorum ki silahları değil aklınızı kullanın . Çünkü problemlerin halli matematik hocamızın bizden beklediği gibi çözüm alternatifleri ile mümkündür. İleride ironik adlandıracağımız davranışlarımızı maziye gömmeyin.(!)

Antalya. 27.06.10

26 Haziran 2010 Cumartesi

SOSYALİST HAFİFLEME‏


Tansel Semir /semir.tansel@gmail.com


Kitaplara bakılarak sosyalizm hakkında bilgi edinilebilir. Ancak biz biraz daha derine inelim ve bireyin sosyalizm anlayışını yakından inceleyelim. Peki, neden sosyalizm? Çünkü düşünen bireyin daha doğrusu bilinçli bireyin özelliklerinden biri de sosyalist olabilmesidir. Eğer kişi sosyalist değil ise kişinin düşünme ya da bilinçliliğinde kuşku duymamız gerekir. Kuşkusuz kişi bunu bilmeyebilir. Ancak sonuç değişmez.

İnsanlar daha doğrusu yeni insan türü dediğimiz düşünen bilinçli birey (önceden tanımladığımız) sosyalizme nasıl bakar? Aslında sosyalizm bu insan türü için bir basamaktır. Bilinçlenmenin bilirli aşamasında algı düzeyine bağlı olarak gelişir. Ancak bunun da bir sınırı olmalı.

Sosyalist olmak ne anlama geliyor? İlk önce şunu bilmeliyiz: Biz düşünen bireyi tanımlarken araç değerlerden söz ettik. Özelikle nesnel araçlara büyük yer verdik. Kişi eğer bu araç değerlere bağlı, tutsak ya da bu araçları ele geçirmeye çalışıyorsa bu kişi bilinçsizdir dedik. Çünkü sınırlı bir canlının sınırsız nesneleri istemesi bir bilinçsizlik örneğidir. Ayrıca bu nesneler kişinin değil doğanındır ve doğanın olan her nesne insanın amacı olmaz. İşte sosyalist insan burada devreye giriyor. Çünkü sosyalist insan kendini topluma adamıştır. Çünkü insanlar tek başlarına mutlu olmazlar, insanlar toplum içinde mutlu olabilirler. Gerçek mutluluk toplumsal mutluluktur. Toplum dışında mutluluk yoktur.

Evet, mutlu olmak bireycilikle ilgili değil toplumsallıkla ilgilidir. Bu yüzden düşünen bilinçli birey bu araç ve nesneleri bırakıp kendini topluma adar. Hem kendini topluma adamışlık hem de araç değerler yani mal, mülk, para, eğlence, kadın/erkek peşinde koşmak tutarlı bir davranış değildir. Eğer siz düşünen, bilinçli bireyseniz otak üretimi ortak paylaşımı benimsemiş insansınızdır. Ya hiç mülk ya da araç değer edinmeyeceksiniz ya da elinizdekileri bırakıp toplumsal üretim ve paylaşım içerisine girmelisiniz. Bir örnekle açıklayalım.

İki ülke olsun. Biri sosyalist öteki ise kapitalist bir ülke… Eğer siz düşünen, bilinçli bir bireyseniz kapitalist ülkede durmanızın olanağı yoktur. Eğer siz orada önceden mal mülk araç gereç edinmişseniz ya bunları orada bırakıp sosyalist ülkeye gelip ortak üretim ve paylaşım içerisine gireceksiniz ya da bu mal mülk araç gereçleri getirip sosyalist ülkede kendi gibilerinizle paylaşacaksınız. Yoksa mal mülk araç gereçleri hem bırakmamakta ısrar edip hem de sosyalist ülkede yaşamak istiyorum derseniz bunu kimse yemez. Ya siz kendi kendinizi kandırarak bilinçli veya düşünen birey olarak gözükmek istiyorsunuz çevrenize ya da daha önceden elde edemediğiniz ya da artık o kapitalist hayalinize (mal mülk tanrılaşmak vb.) ulaşamayacağınızı anladığınız için kapitalizme kızgınlığınızı karşı tarafa geçerek hafifletmeye çalışıyorsunuzdur. Çünkü düşünen birey kesinlikle araç değerlerin tutsağı olmaz. Başkaları acı çekerken düşünen bilinçli birey eğlenerek mutlu! olamaz. Çünkü düşünen bireyin amacı araç değerlerle yaşamak değil mutlu olmuş insanlarla yani toplumla yaşamaktır.

Sosyalizm; kapitalist yaşamda araç değerleri elde edemeyenlerin ya da bu araç değerleri yaşamı boyunca elde edemeyeceğini anlamış bireyci insanların kapitalizme olan kızgınlığını hafifletme aracı değildir. Sosyalizm; düşünen bireyin kendine yük gördüğü her türlü araç mal, mülk, vb olgulardan uzaklaşması ve ortak üretim ve paylaşım içerisindeki yaşamasıdır. Çünkü düşünen bilinçli birey kendini bilimle, bilinçle, bilgiyle daha hafif hisseder. Ayrıca mutlu bir toplumda yaşamanın hafifliği de başkadır.
--
http://tanselsemir.blogspot.com/

22 Haziran 2010 Salı

KÜRT SORUNU VE ÇÖZÜMÜ HAKKINDA DÜŞÜNCELER



Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Bir hastaya yanlış teşhis koyarsanız tedavi edemezsiniz. Realiteyi göremiyenler, siyasi ihtirasla, akli kifayetsizlikleri olanlar maalesef teşhiste yanılmaktadırlar. Onun içinde çözüm politikaları üretememektedirler.

Kürt sorunu mevzii bir sorun değildir. Enternasyonaldir. Suriye’de. İrak’ta, İran’da Kürtler yokmu?. PKK içinde 1500 Suriyeli Kürt vardır. Kanser hastalığı lokal bir hastalık değildir. Sistem hastalığıdır. Siz ameliyatla kanserin görünürde olduğu bir bölgeyi ortadan kaldırırsanız, hastalığı tedavi etmiş olmazsınız. Onun için kanser tedavisinde Chemotherapi yapıyorsunuz. Yani vucuda dağilmış bütün kanser hücrelerini yok etmeğe çalışıyorsunuz.

Kandildeki kampları yok etseniz dahi mesele halolmaz. Dersimi bonbaladığınızda Kürt sorununu, başkaldırmayı yok ettiğinizi zannettiniz. Dersimli seneler sonra PKK olarak ortaya çıktı. Kanserin nüksetme kabiliyeti gibi. Şimdi PKK yıda ortadan kaldırsanız meseleyi hal etmiş olamazsınız. Yarın, mesela ÇKK diye ortaya çıkabilir. Bu durumu idrak edemeyipte siz hala birbirinizi suçlarsanız neticeye varamazsınız. PKK çözülme safhasında deyip kendi kendinizi kandırmayın.

Ortada çok ciddi bir realite mevcut. Fırat’ın ötesinde yabancı bir memlekete gelmiş gibi olyorsunuz. Türkiye DE FACTO bölünmüş. Oradaki insanlar başka bir dil konuşuyor. Başka türlü yiyor, giyiniyor, türkü söylüyor ve en mühimide kendilerini Kürt olarak kabul ediyorlar. Siz onlara hala ‘Ne mutlu Türküm ‘’ dedirtmeğe çalışıyorsunuz. TÜRK bir milletin, Kürt sadece bir etnik gurbun ismi demekle gene kendi kendinizi kandırıyorsunuz. Bir Kürt kendini Türk hissetmiyorsa onun kendi problemi olduğunu iddia etmeniz faşist bir anlayıştır. Genelkurmayda askeri stratejilerle, silahla bu sorunu haledemeyeceklerini defalarca itiraf etti. Kimi kalkıyor diyor ki; bu insanlar aç , onları doyurursak dağa çıkmazlar. Sanki dağlarda karınları doyuyor. Bunlar bölücü diyorsunuz. Halbuki bölünmüş olmanın de facto gerçekleşmiş olduğunun farkında değilsiniz. Öcalan o bölgede bir Arafat gibi, bir Che Guevera gibi algılanıyor. Öcalan’ın avukatları ile dahi konuşmasına yasak getirilmesini isteyen akıllılar var. Siz istediğiniz kadar onlara cani deyin. Bu cani dediğiniz PKK olmasa idi Kürt kelimesini dahi Türkiyede ağzınıza almak mümkün olmazdı.

Kuzey Kürdistanda MHP nin, CHP nin mevcut olamayışı bölünmüşlüğün bir karinesi sayılmaz mı? AK partinin oy almasının sebebide, oralarda Kürt adaylarının olmasından. Acaba Türk adayları olsaydı oy alabilirlermi idi?

PKK nın artık bütün vatan sathında eylemlere geçebilmesinin sebebi yakıp yıkılan köylerden Kürtlerin batıya göç etmesinden mütevellittir.

15 milyondan fazla Kürt nüfusuna rağmen oyların ancak % 5 sınırında kalmasının sebebi % 10 luk seçim barajının ve oylarının yarısınında AK partiye gitmiş olmasındandır. Diğer taraftan Kuzey Kürdistanda yerel seşimlerde % 70 e yakın oy toplamışlardır. Bu durum bir seçim kanunundaki kurnazlıktan doğmaktadır. Daha büyük bir yalanda 40 bin şehidimiz var denilmesi. Genel kurmayın tesbitlerine göre şehit Mehmetçiklerin sayısı 5 000 civarındadır ki bunun bir kısmınında Kürt gençleri olduğu unutulmamalıdır.
Genel kurmayın başarısız ataklarında iddia ettikleri argümanlarda çok gülünç. Hava şartlarının kötü olması, sis olması , ,stihbaratın yetersiz oluşu acaba sırf TSK içinmi geçerli idi? PKK ayni şartlarda savaşmadı mı?

PKK nın ve Kürtlerin, DTP nin isteklerinin örtüştüğü ana problemler nelerdir:

1. Kürt kimliğinin anayasalca teyidi. Anayasal vatandaşlık tarifi.

2. Anadilde eğitimin sağlanması. Anadil’in Kürtçedeki ismi ZEMANİ ZIKMAKİ yani ANA KARNINDAKİ DİL. Bu bir insanlık hakkıdır.

3. Kürt kültürünün geliştirilmesi için gereken enstütüsyonun kurulması.

4. Seçim barajının düşürülmesi.

5. Yerel demokratik özerkliğin gerçekleşmesi.

Bunların hiçbiri bölünmeği teşvik etmez. Bilakis Kürtlerin vatana bağlılığını ve sorumluluğunu artırır.

Bana kalırsa PKK misyonunu tamamlamıştır. Bundan böyle siyasal yönden mücadele yapması gerekir. Teröristik faaliyetler insanlık dışıdır. Silahın her iki tarafada bir faydası yoktur. Bu sadece silah fabrikatörlerinin menfaatına yaramaktadır. Hatta Öcalanın durumunda bir değişiklik arzu ediliyorsa oda siyasal yollardan sağlanabilir. Ateşkese değil, silah bırakmaya öncelik vermeleri gerekir. Silaha harcanan bütçe ile Kürdistanın ekonomik ve sosyal kalkınması kolayca sağlanır. Çünkü bu bölgenin çok büyük ekonomik bir potansiyeli mevcuttur.

Şu anda Türkiye’ye duygusal bir hava hakim, halbusu ki AKLISELİME ihtiyacımız var.

Erken seçime gitmek MHP nin, CHP nin değilde Türkiye’de siyasi inisiyatifin PKK da olduğu anlamına gelir ve seçimlerinde parlamento aritmetiğinde fazla bir değişim sağlamayacağı aşikar.

O halde şu anda bütün sorumluluğu AK parti kükumetine, Erdoğana yüklemek, herkesin karşıtını suçlaması , hatta yabancıları bugünkü kaostan sorumlu tutması ucuz bir politikadır. Kendini sorumluluğun dışına çıkarmak gayretidir. Kürt sorununu ciddiye alıp ,çözüm önerileri üretmek zamanıdır.

İster içinize sindirin, ister sindirmeyin realite o dur ki Türkiye DE FACTO bölünmüştür. Şu anki durumda ERGENOKCULAR’ın ön gördüğü, ulaşmak istediği kaos ortamı sağlanmıştır. Bu tuzağa düşmüş olan siyasilerin akıllarını başlarına toplamaları aciliyet kespetmiştir.


Antalya. 20.06.10

20 Haziran 2010 Pazar

Boş Çuval Dik Durmaz!


Demir Bilgin
Demir.bilgin@yahoo.dk

Yazılarımız biraz aksadı. Yoğunluk ve pratik teorinin önüne geçti. Bazen böyle de oluyor, olsun. Ama, daha önce yazdıklarım doğru çıktı. Kendi kendine ”komplo” yapan Deniz Baykal, yerini Kemal Kılıçdaroğlu’na terketti. Bu, planlı bir geliştir. Bellidir. Bu şu demektir: CHP, Kılıçdaroğlu şahsında, Barış ve Demokrasi Partisi’ne karşı bir ”manevra” yapmak istedi. Bu ”manevra” ile, Kürtlerin yaşadıkları il, ilçe ve beldelerde, sıfıra düşen oyları tekrar kazanmak istedi. İstiyor. Bu plan ve hesap tutar mı, tutmaz. Tutmaz, zira boş çuval dik durmaz!

CHP, başa kim gelirse gelsin, boş bir çuvaldır. CHP, 12 Eylül 1980 faşizmden bu yana hiç bir zaman örgüt olmadı. CHP, 12 Eylül 1980’den beri örgüt değildir. CHP, örgüt değildir! CHP, boş bir çuval misalidir, dik durmaz. CHP, örgüt olmaz!

CHP, Kemal Kılıçdaroğlu şahsında da örgüt olmayacaktır, bu bir.

İkincisi, bir soru: Kemal Kılıçdaroğlu’nu CHP’nin başına kim getirdi? Cevap: Amerika ve İsrail’dir! AKP’yi destekleyen Amerika ve İsrail, AKP’ den umudu keserek, CHP’de yeni Recepler buldu. Kemal Kılıçdaroğlu’nu buldu.

Üç: Yine bir soru: CHP ile AKP arasında siyasal olarak ne fark var?

Cevap: Hiç.

Cevap: Her ikisi de Amerikancıdır.

Cevap: Her ikisi de, Kürt Sorunu’nun çözümüne ilişkin herhangi bir projeleri yok.

Cevap: Her iki parti de, Alevi Sorunu’na yabancıdır.

Cevap: Her iki parti de, Kürt çocuklarına yönelik şiddet ve zulüm poltikasına karşı karşı çıkmıyorlar, karşı çıkmak bir yana destekliyorlar.

Cevap: Her iki parti de, Kürtçe eğitim ve öğrenime karşılar.

Dört: Peki Recep Tayyip bey ile Kemal Kılıçdaroğlu arasında fark yok mu?

Cevap: Elbette vardır. Kemal bey, Kürttür, kızılkbaştır. Ama Türkleşmiş bir bir Kürt ve sunnileşmiş bir kızılbaştır.

Yazınn sonucu; biz, Anadolu halklarına karşı, sermaye partileri bir hilkat garibesi oluşturmuşlar. Amerika ve İsrail ile bir ”Zulüm Cephesi” kurmuşlar. Önce bunun dağıtılması gerekiyor. Bu cephenin dağıtılması için yapılması gerekenler vardır. Başta şudur:

Barış ve Demokrasi Partisi ile Anadolu Halkları Kurtuluş Cephesi’ni oluşturup, bizlere karşı oluşturulan bu hilkat garibesi, ”Zulüm Cephesi”ni bir an önce yıkmak gerekiyor.

Şimdilik yapılması gereken budur.

Nesnel koşullar, Anadolu Halkları Kurtuluş Cephesi’ni oluşturmaya elverişlidir.

Direnen bir Kürt damarımız vardır.

Ne mutlu ki bizlere, Kürdistan dağlarında mücadele var!

Ne mutlu ki bizlere, mücadele Anadolu halkları arasında canlanma ve umut yaratıyor!

Kaynağımız budur.

Önemli olan, bu mücadele kaynağına bakıp, geleceğin özgür bir Anadolu devletinin kurulabileceğin hulyası ve umudu ile yaşamaktır.

Yaşam, hem AKP, hem de CHP gibi sermaye partilerine karşı ”Red Cephesi”ni oluşturmak oluyor.

Yaşam, bizleri bir ”manevra” ile kandırmak isteyen Kemal Kılıçdaroğlu’na hayır demek oluyor.

Sonucun sonucu; CHP, Kemal Kılıçdaroğlu ile de, hâlâ, bir boş çuvaldır!

CHP, boş bir çuvaldır. Boş çuval dik durmaz.

CHP, dik durmaz, duramaz!

18 Haziran 2010 Cuma

AZAD VE FATMA’ NIN DRAMI

Haber: Adil Okay
okayadil@hotmail.fr

VİCDANLARA ÇAĞRIMIZDIR!

Müvekkilimiz Fatma Tokmak, 09.12.1996 tarihinde, o tarihlerde 2,5 yaşında olan oğlu AZAT ile birlikte İstanbul’da misafir olarak bulunduğu bir eve düzenlenen polis operasyonunda gözaltına alındı.

Gözaltında tutuldukları İstanbul Terörle Mücadele Şubesinde 15 gün oğlu ile birlikte yoğun işkencelere maruz bırakıldı.

Kendisine yönelik her türlü işkence yöntemi uygulandı. Elektrik, askı, çırılçıplak soyma, cinsel taciz ve diğer yöntemler… Ama ona asıl ağır gelen küçük oğluna uygulanan işkence oldu.

Küçük oğlu AZAT, çırılçıplak soyuldu, belinde ve sırtında sigara söndürüldü ve cinsel tacize maruz kaldı.

15 gün devam eden işkence, Fatma TOKMAK’IN tutuklanıp cezaevine gönderilmesiyle de son bulmadı. Küçük Azat, annesi ile birlikte cezaevine gönderilmesi ya da yakınlarına teslim edilmesi gerekirken, Çocuk Esirgeme Kurumuna gönderildi.

Azat’da, Fatma ‘da bu durumdan çok yoğun bir biçimde etkilendiler.

Tarihin Terörle Mücadele Şube müdürü “bunu nasıl yaparsınız sorusuna”, “devletimiz ona daha iyi bakar” diye cevap verdi.

Fatma’nın avukatları olarak, 1,5 ay boyunca küçük Azat’ı Çocuk Esirgeme Kurumundan alana kadar uğraştık. Azat, yuvada bulunduğu sürece hiç kimseyle konuşmamış adını bile söylememişti. Büyük bir travma yaşıyordu. Tarafımızca annesinin yanına, cezaevine götürüldüğü gün ise sanırız her ikisinin de hiç unutamayacakları bir mutluluktu.

Azat, “içerisi ve dışarısı” arasında gidip gelerek büyüdü.

Bu süre içinde Fatma Tokmak’ın yargılaması sürdü. Fatma, yakalandığında hiç Türkçe bilmiyordu. Ayrıca, okuma-yazması da yoktu. İçeriğini hiç bilmediği bir ifadeye parmak bastırıldı.

Suç’u sadece misafir olarak gittiği o evde bulunmaktı. Yasadışı sorgulandı. Mahkeme aşamasında Türkçe bilmediği için ve o tarihlerde Kürtçe tercüman konusunda büyük sorunlar yaşandığı için, uzun yıllar mahkemece ayrıntılı ifadesi alınmadı. Bu süre içinde o devamlı suçsuz olduğunu anlatmaya çalıştı.

Cezaevinde kalp hastası oldu. Hastalığı tespit edildiği halde çok uzun yıllar tutuklu kaldı.

Azat’ın yaşadığı işkenceler ise gerek İstanbul Tabip odası gerekse İnsan Hakları Vakfı İstanbul Temsilciliği tarafından belgelendi.

Ancak dosya her zaman olduğu gibi resmibilirkişilik kurumu olan Adli Tıp’a gönderildi. Adli Tıp’ın verdiği işkence bulgularını onaylayan ancak belirsizlik taşıyan rapor savcılık tarafından benimsendi ve küçük Azat’a işkence yapanlar cezasız kaldılar.

2006 yılına gelindi. Azat büyüyordu. Fatma, sonunda hastalığı kabul edilerek 9 yıl sonra tahliye edildi.

2006 yılında bu yana Anne-oğul kendilerine bir hayat kurdular. Fatma, Sosyal Hizmetler kurumunda çalışarak engellilere baktı. Kazandığı parayla oğlunu okutmaya çalıştı.

Bu arada, geçtiğimiz günlerde Fatma’nın Yargıtay’da görülen davası onanarak geri döndü. Fatma’nın aldığı son derece hukuksuz, somut verilere dayanmayan, adil yargılanma hakkında tamamen uzak olan müebbet hapis cezası kesinleşti.

Ve bu acı gerçek anne ile oğlu bir kez daha ayırdı. Fatma tutuklanarak Bakırköy cezaevine gönderildi. Her ikisi de büyük bir travma yaşıyorlar.

Azat’ın dudaklarından dökülen “ama ben anneme çok alışmıştım” sözcükleri yürekleri dağlıyor.

Fatma Tokmak gerçekten suçsuz ve hasta..

Bizler avukatları olarak hastalığı nedeniyle “ceza ertelemesi“ yoluna başvuru hazırlığı yapmaktayız. O’nu kurtarabilmek için elimizden geleni yapacağız. Ancak bunun için yoğun bir kamuoyu desteğine ihtiyacımız var. Bu nedenle, insan hakları kuruluşlarını, entelektüelleri, sanatçıları, kadın kurumlarını ve herkesi ve herkesi tavır almaya çağırıyoruz.

Fatma Tokmak Vekilleri
Av. Eren Keskin

http://www.adilokay.com/

16 Haziran 2010 Çarşamba

İsviçre Bayraklı Çöp Torbaları ve Türkiye

Demir SÖNMEZ(*)

Bayrak, bir ülkenin, bir ulusun, bir kurumun veya kuruluşun sembolu olarak kabul edilir.Sonuçda semboldur.Ama bazı ülkeler için sembolde öte onurdur, namusdur, herşeydir.Bu yaklaşım ekonomik,sosyal,siyasal geri kalmış ülkelerin tarzıdır.

Bayrak motiflerinin moda ve ticari amaçlı olarak birçok alanda kullanıldığı biliyoruz. Pantolon, sütyen, külot, tuvalet klozetlerinde, alkollü içeçeklerin etiketlerinde vs...

Dünya kupası heyecanı her tarafı sararken birkez daha kupaya katılan ülkelerin bayrak satışları rekor düzeyde, bütün şehirlerde caddeler, balkonlar bayraklarla donatılmış durumda.

İsviçre’de dünya kupasına katılan ülkelerden ve H grubunda Honduras, İspanya ve Şili’yle mücadele edecek.

Cenevre’de her taraf İsviçre bayrakları ile donatılmış değil, balkonlarda ve restorantlarda sadece İsviçre bayrağı değil yanında diğer ülkelerinde bayrakları var. İnsanlar balkonlarına, mağazalarına, restorantlarına, kafelerine ve işyerlerine hem İsviçre bayrağını hemde kendi ülkesinin bayraklarını yan yana asmışlar. Öyle tek bayrak kaygıları ve korkuları hiç yok, böyle birşeyi hissetmeleri içinde bir nedende yok. Kültür ve medeniyetin ulaştığı boyutda zaten bunu gerektiriyor.

Cenevre Belediyeside Dünya Kupası nedeniyle artan çöp problemine ve kendi takımlarına destek için, İsviçre bayraklı çöp torbalarını ( isviçre bayrağı ve üzerinde Hop Suisse sloganı yer almakda) bütün şehrin çöp sepetlerine takarak destek sunmakta.

Bu işi yapan resmi bir kurum ve bu işlerden sorumlu kişide belediye başkan yardımcısı ve gelecek yılda Cenevre belediye başkanı olacak ayrıcada sağcı Radikal Partisi temsilcisi.

Şimdi bir an düşünelim, Türkiyede bir kurum veya bir kişi veya bir karikatürüst türk bayrağını çöp torbası olarak dağıtsa, karikatür olarak çizse başanı neler gelebilir düşünebilir misiniz ? Ülkenin gündemine bomba gibi düşerdi, borsalar alt üst olurdu, kriz masaları kuruludu, bütün medya kuruluşları özel programlara geçerlerdi, ülkenin her tarafı bayraklarla donatılırdı, Milyonlarca kalabalıklar meydanları doldurur ve bayrak histerisine kapılmış, linç kültürüyle beslenmiş, Allahu-Ekber nidalarıyla O belediye binasını ateşe verip içindekileri tekbir sesleriyle yakarlar ve yakanlarıda türklüğün onurunu ve namusuna sahip çıktıkları için Türkiye sizinle gurur duyor sloganlarıyla bagrına basarlardı.

Cenevre belediyesinin isviçre bayrağından çöp torbası yapması ne Cenevre’ lilerin, ne medyanın ne de hiç bir kurumun umrunda değil.

Resimleri çekerken küçük bir anket yaptık. İsviçre bayrağından çöp torbası yapılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz diye sorduk. Aldığımız yanıtlarda olumsuz hiçbir tepkiyle karşılaşmadık. Neden olmasın , şaşılacak birşey değil, güzel bulanlar hatta nereden bulabiliriz diye soranlar vardı.

İsviçre nin ve halkının kaygılar Türkiyenin kaygıları gibi değil.

Bölünme kaygısı yok.İsviçre konfederasyonu : dört bölge 26 kanton, her bölge kendi anadilinde (4 ana resmi dil Almanca, İtalyanca, fransıça ve Romanş) eğitim yapıyor, her kanton kendi meclisi tarafında yönetiliyor, her kantonun hatta her kasabanın kendi bayrağı var.

Türkiyenin tüm kırmızı çizgileri burada yok, hatta hiç yaşanmamış.

Hergün Türkiyenin büyüklüğünde dem vuran başbakana, milletvekillerine, Genel kurmaybaşkanına, diplomatlarına, yöneticilerine hatta halkımıza sormak gerekir ”tek millet, tek dil, tek bayrak“, çağdaş, ilerici, demokratik, insan haklarına saygılı ülke olmanın kıstasları bunlarmı ?

İsviçre 7,5 miyon nüfusa, Türkiye 75 milyon, İsviçre dünya kupasında, Türkiye nerede ? İsviçre mi ? Türkiye mi ? Demokratik, sosyal, laik, ilerici, insan hak ve özgürlüklerine saygılı

----------------------

(*)Cenevre Halkevi
Demir SÖNMEZ
http://www.assmp.org/

14 Haziran 2010 Pazartesi

Gazze mi? Kürt sorunu mu?‏


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

“Herkes evinin önünü temizlerse, şehir temiz olur.”

Bu vecizeyi dünyanın en büyük yazarlarından GOETHE’nin söylediğini zannediyorum. İNCİL’dede bu tarzda bir deyim olduğunuda söyleyenler var. Son günlerde ERDOĞAN’ın GAZZE için söylemlerini yorumlayanlar ‘’Evvela evindeki problemleri hallet, GAZZE’den öncelikli KÜRT sorununu ‘’ hallet diyorlar. Bahçeli’ye göre PKK inisiyatifi ele aldı, yani TSK 400 binlik ordusu, Skorsky’leri ile, korucu ordusu ile, Jandarması, polisi ile , USA’nın istihbarat desteği ile sanki eli kolu bağlı, ancak bayrağa sarılı cenazeleri defnetmekle meşgul. Hangi taraftan olursa olsun hayatını kaybeden gençlere yüreğim sızlıyor. Sanki 12.Eylül öncesi bir devir yaşıyoruz. O zaman 5 bin gencimiz birbirini yok etmişti. Şimdide Mehmetçikle, Kürt gençleri karşı karşıya. Bana kalırsa bu gençler pisi, pisine ölüyorlar. Yönetimdekilerin, isyancıların cerebral (beyin) yetmezliğinden ileri geliyor. Tıpta osteomyelit diye bir hastalık vardır. Otuz defa ameliyat edersin yine iyileştiremezsin. Radikal tedaviler gerektirir. Kürt sorununuda askeri yöntemlerle düzeltemiyeceğini asker kendisi senelerdir itiraf ediyor. PKK yı yok etsen, Öcalan’ı serbest bıraksanda bu sorunu çözemessin. Birarada sulh içinde yaşamayı temin edecek şartları sağlayamıyorsan, bu demektir ki Kürt sorununu etnik bir problem görmeyerek anayasal , kültürel , siyasal eşitliği sağlayamazsan bölünmenin önüne geçemezsin. Kürt sorunu netice itibarı ile dörde bölünmüşlük ortadan kalkmadan çözülmez.

İki sene evvel Fırat’ın ötesine yaptığım seyahatta, tıbbi konuşmalar için, bölünmenin de facto oluştuğunu tesbit ettim. Geçen ay Dıyarbakır kitap fuarını ziyaretimde, sonra Mardin’e gittiğimde bu bölünmüş olmanın dahada zemin kazandığını gördüm. Maalesef siyasiler başlarını kuma sokmakla, kendi kendilerini kandırmakla meşguller. Kuzey Kürdistanda yaşayan Kürtler kadar batıda yerleştiği, iş sahibi olduğu, Türklerle evliliklerin arttığı göz önüne alınınca, bölünmeninde kolay olmayacağı anlaşılır. Tıpkı Belçika’daki seçim neticeleri gibi iki taraftaki radikal gurupların artması büyük tehlike arz ediyor. Hele CHP ve MHP nin oralarda tamamen silinmiş olması , bölünmeyi kabullenmiş görünmeleri, yerel seçimlerde AP ve DTP nin seçilen bütün adaylarının Kürt kökenli olması bir referandum görüntüsü vermektedir. Bu tehlikeyi görmek istemeyen siyasiler AÇILIM gibi zevahiri kurtarmak hevesine düşmüşler. Generaller garnizonları gezmekte, halkla hiç bir ilişki kurmamakta, vekillerin taraftarları yahutta idari yetkililerle görüşmeleri onlara yanlış intiba kazandırmaktadır. Hakeza köşe yazarlarının masa başında ahkam kesmeleri, yahut oralarda bir iki gün otellerde konaklamaları yanıltıcı olmaktadır. Kürtçe bilmeyenler elbette halkla temas kuramıyorlar. Halkta korkusundan ahkam kesenlere hakiki yüzlerini göstermekten çekiniyorlar. İşte bu aldatmaca maalesef aptalca gençlerimizin hayatına mal oluyor. Bütün televizyon kanalları Kürtleri yok sayıyor. Türkü dahi söyletmiyorlar. Milli eğitim bakanlığının müfredatında tek kelime KÜRT geçmiyor. Bu yok farzetmeler Türkiyeye çok pahalıya mal oluyor.

İşte bu hakikatleri ciddiye almayan, evinin içindeki problemi görmezden gelen iktidar , sanki birinci derdimiz GAZZE, yahut İRAN’ın atom denemeleri imiş gibi büyük bir hatanın müsebbibi oluyor. Dolayısı ile PKK katliamları gittikçe artıyor. Bu kan yerde kalmaz gibi nakaratları dinliyoruz.

En ciddi konumuz Mavi Marmara gemisi. Hükumet önceden tedbirini almalıydı sözlerini ahlaksızlık addediyorum. Çünkü gemi yola çıktığında ne siyasiler, nede köşe yazarları ihtar babında bir şey söylediler. Olay olduktan sonra akıl veren çoktur. Bu bana göre ahlaksızlıktır. Refakatında harp gemisimi göndermeli idi hükumet. O zaman savaşımı göze alacaktık?

Atom, İran ve İsrail mevzzundada yalanlar söyleniyor. Cuba krizinde İncirlikte atom bombası başlıklı füzelerin Nato’nun emrinde olduğu açığa çıkmadımı?

Türkiye’nin dış poitikası elbetteki AK parti merkezinden yönlendirilir. Bunu iyi anlamak içinde Davutoğlu’nun STRATEJİK DERİNLİK eserini okumak gerekir. Bilgi kirliliği içinde hep ayni kişilerin televizyonlarda laf ebeliği yapmaları ortamı dahada ciddiyetsizleştirmektedir. Ataklı, Nazlı, Ergil, bir iki ezbere konuşan emekli general, Prof. Batum, Ali Sirmen , bir iki hukuk profesörü. Bu sayılı, saygın şahsiyetlerden başka hakiki aydınlar yokmu sözü dinlenecek?

Türkiye partileri ile, askeri ile, yargısı ile, medyası ile yokuş aşşağı yuvarlanmakta. Tıpkı 27 mayıs, tıpkı 12 eylül öncesi gibi bir manzara arz ediyor. Hiç biri on metre ilerisini göremiyor, halklarla direkt iletişim sağlanmıyor, ciddi bazı hakikatler umursanmıyor. Türkiyeye yazık oluyor.

Hulaseten:

1. Siyasilerin önceliğinin kendi evimizin içindeki problemlere öncelik vermeleri,

2. Fıratın öte yanında sanki yabancı bir devlet varmış gibi, de facto bölünmüş olduğunu görmemek saflık mı, kurnazlık mı. Yoksa cerebral kifayetsizlik mi?

3. Dış politikayı yürüten Davutoğlunun Stratejik derinlik kitabı siyasilere neden mehaz olmuyor?.

4. TV lerde hep ayni kazip şahsiyetleri dövüştürmekten vazgeçilse hayırlı olmaz mı?.

5.
İncirlikta Nato’nun atomlu füzeleri olduğunu generaller inkar ederler mi?

6. Mevcut siyasilerimiz ne Kürt sorununu, ne Ermeni, nede Kıbrıs sorununu çözecek kabiliyette değiller. Kılıuçdaroğlu Sav’ın kucağına düşmüş şaşkın tavuk gibi her şeyi düzelteceğini hangi cerebral kabiliyeti ile iddia ediyor? Bahçeli neredeyse ülkücü gençleri ile Kuvayi milliye ordusunu kuracak(!).

7. Kürt sorununa ciddi çözüm arayacakların evvela Kürtçe öğrenip Kürt halkı ile iletişim sağlamadan masa başından afaki beyanlardan acilen imtina etmeleri gerekir.

Antalya. 14.06.10

TÜRKİYELİ SOSYALİSTLERDEN ORTAK AÇIKLAMA


BİR DÖNEM FİLİSTİN SAFLARINDA MÜCADELE EDEN TÜRKİYELİ SOSYALİSTLERDEN ORTAK AÇIKLAMA:

“Dilsiz kalabalıklarda büyür yalnızlığımız/ Postal sesleri boğar türkülerimizi/

Bir gecede büyüyen Filistinli çocuklar / İntifada biçer mayın tarlalarında/

Kutsal topraklar utanır/ Biz utanırız çaresizliğimizden/

Sınırları zorlarız/ Taş doldurup ceplerimize…”
Adil Okay

Biz, İsrail’e karşı savaş sürecinde, Lübnan’da Filistin kamplarında kalan 68’li ve 78’li devrimciler, son olaylar hakkında ortak bir bildirge yayınlamayı uygun gördük. Zira İsrail’in, İHH'nin insani yardım taşıyan gemi konvoyuna düzenlediği saldırıda dokuz insanın ölmesi üzerine başlayan tartışmada “at izi ile it izi” birbirine karıştı ve 1970’ten itibaren Filistin kamplarında, İsrail’e karşı savaşta hayatını kaybeden yoldaşlarımızın kemikleri sızlamaya baladı. Öncelikle altını çizelim ki, İsrail’in yardım gemisine saldırması bir haydut politikasıdır. Bu politika da yeni değildir. Bir dönem Filistin kamplarında sayısı bini geçen biz, bunu yıllar önce etimiz ve kemiğimizle yaşamıştık.

Gazze katliamından sonra başbakan Erdoğan’ın ‘one minute’ çıkışı Arap aleminde sempatiyle karşılanmıştı. Ancak bu çıkıştan hemen sonra AKP hükümeti, İsrail’den Heron uçakları satın almış, askeri tatbikatlara, pilot eğitimine ve tankların modernizasyonuna devam etmiş, samimiyetsiz olduğunu göstermişti. Dokuz yardım görevlisi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının İsrail tarafından alçakça katledilmesinden sonra İsrail’e karşı laf var ama ciddi bir yaptırım yok. AKP yaklaşan seçimlerde halkın dini duygularını istismar edip oy toplamaya çalışıyor. Bu gün bir kez daha kapitalist kampın ‘demokrasi ve insan hakları’ savunusunun göreceli ve ikiyüzlü olduğunu görmekteyiz. Bu ikiyüzlülüğe Türkiye de uzun yıllar ortak olmuştur. Paranın hükümranlığının yaşandığı kapitalist dünyada, ticari ilişkiler ön plandadır. Bu güne kadar İsrail tercihinin bir nedeni de budur. İsrail 1948, 1967, 1982 ve en son Gazze işgalinde de benzer katliamlar gerçekleştirmiş, işgali BM kararlarına rağmen sürdürmüştür. Bu insanlık dramına ve İsrail’in işlediği insanlık suçlarına rağmen, Türkiye, İsrail’le ilişkilerinde ABD’nin dümen suyundan gitmiş, ‘din kardeşlerinin’ trajedisini görmezden gelmişti. Şurası açıktır ki: AKP Hükümeti İnsan hakları konusunda ders veremeyecek kadar sabıkalıdır. Filistin halkına yönelik katliamlardan, İsrail kadar sorumlu tutulması gereken ABD, ‘Mavi Marmara katliamı’nı kınamayarak, ‘siyonizm−emperyalizm işbirliğini kutsamıştır.

Mavi Marmara gemisine saldırıdan sonra yaralılara kelepçe takan İsrail’in bu insanlık dışı uygulaması yeni değildir. Bir zamanlar Filistin kamplarında İsrail’e karşı saf tutan dünya devrimcileri vardı. Solun parametrelerinden biri olan, ‘mazlum halkların yanında yer almak’ şiarını hayata geçiren sosyalistlerden birçoğu 1973’te ve 1982’de İsrail’in saldırıları sonucu katledilmiş, onlarcası da esir düşmüştü. Yaralı yakalanan arkadaşlarımız da sadece kelepçelenmemiş aynı zamanda işkence görmüşlerdi. Bu gün Türkiye’deki bazı grupların, İsrail karşıtı gösterileri Musevi karşıtlığına dönüşmeye başlamıştır. İşte aramızdaki fark budur. Bizim Musevilerle sorunumuz yoktur. Bizim Siyonist−işgalci İsrail devleti ile kavgamız vardır.

Buradan bir kez daha ilan ediyoruz ki, biz aşağıda adları yazılı 68’li ve 78’li Türkiyeli devrimciler olarak, Filistin’in kurtuluşu için İsrail’e karşı mücadelede yer aldığımızdan dolayı onur duyuyoruz. Biz, Sadece Gazze’de, Batı Şeria’da yaşayan Filistinlilerin değil, Lübnan, Suriye ve Ürdün mülteci kamplarında yaşayanlar dahil olmak üzere tüm Filistin halkının dostuyuz. Filistin sorunu sadece Gazze ablukası değildir. Sorunun çözümü için İsrail 1967’de işgal ettiği topraklardan çekilmeli ve bağımsız Filistin devleti kurulmalıdır. Bunun için AKP hükümetine sesleniyoruz: İsrail ile olan tüm ilişkiler kesilsin. ABD ve İsrail ile stratejik ortaklığa son verilsin.

İletişim: Hasan Mantıcı. Tel: 05334395114
filistinicinsosyalistler@hotmail.com

İLK İMZACILAR: A. EYÜP YASİN, A. KESKİN, ABDULLAH DERELİ, ADİL OKAY, AHMET YOLAL, BEKİR REYHAN, BEREKET KAR, CELAL ÖZCAN, ERDOĞAN AHMET, ERGUN ADAKLI, ENİS KALAYCI, FAİK BULUT, FATMA İRİER, GAZİ EKE, HASAN MANTICI, HÜSEYİN PİRRO, M. KELLECİ, MUSTAFA YALÇINER, ŞENTÜRK İNCİ, TEMEL DEMİRER, TESLİM TÖRE, YASİN DURSUN…

------------

Bu metin, bir dönem Filistin kamplarında kalan tüm devrimcilerin imzasına açıktır.

13 Haziran 2010 Pazar

BAŞBAKAN ERDOĞAN‘A AÇIK MEKTUP

Demir SÖNMEZ
info@assmp.org

Başbakan’a sesleniyoruz: Çoçuklara Kıyma !

Recep Tayyip ERDOĞAN’ının, sıfatı başbakan.Başbakanlık çok ciddi bir makam. Bütün ülkenin gözü, kulağı ordadır. Oradan yükselen ses bütün ülkede ve dünyada yankı bulur.

Başbakan, İsrail’li yetkililere diyor ki : Siz çoçuk öldürmeyi iyi biliyorsunuz. Tevratdan alıntı yaparak üç dilden hitap ediyor : Öldürmeyeceksin, Zülum yapmayacaksın ve dün de 8. Türkçe Olimpiyatlarının kapanış töreninde yaptığı konuşmada :

''HİÇ KİMSE ÇOCUKLARIN KATLEDİLMESİNİ MAZUR GÖSTEREMEZ'' diyor .

Ve Nazım Hikmet’in bir şiirinden alıntı yaparak devam ediyor : Koşuyor altı yaşında bir oğlan/Uçurtması geçiyor ağaçlardan/ Siz de böyle koşmuştunuz bir zaman/ Çocuklara kıymayın efendiler/Bulutlar adam öldürmesin diyor.

Bu başbaknın özüde sözüde bir değil, bu başbakan samimi değil

Başbakana soruyoruz ?

· TC’NİN KURULUŞUNDAN BUGÜNE KADAR KAÇ ÇOÇUK DEVLET TARAFINDAN KATLEDİLDİ ?

· SENİN İKTİDARIN DÖNEMİNDE KAÇ ÇOÇUK DEVLET GÜÇLERİ TARAFINDAN KATLEDİLDİ ?

· SENİN İKTARIN DÖNEMİNDE KAÇ ÇOÇUK GÖZALTINA ALINDI ?

· SENİN İKTİDARIN DÖNEMİNDE KAÇ ÇOÇUK POLİSE TAŞ ATMAKTAN DOLAYI CEZAEVLERİNDE ?

· SENİN İKTİDARIN DÖNEMİNDE KAÇ ÇOÇUK İŞKENCE GÖRDÜ VE NE KADARI GÖRDÜĞÜ İŞKENCE SONUCU SAKAT KALDI ?

· SENİN İKTİDARIN DÖNEMİNDE KAÇ ÇOÇUK HAKKINDA DAVA AÇILDI ?

· SENİN İKTİDARIN DÖNEMİNDE KAÇ ÇOÇUĞA NE KADAR HAPİS CEZASI VERİLDİ ?

· SENİN İKTİDARIN DÖNEMİNDE KAÇ ÇOÇUK AÇLIKTAN ÖLDÜ ?

· SENİN İKTİDARIN DÖNEMİNDE KAÇ AİLENİN OCAGINA ATEŞ DÜŞMÜŞ HABERİN VAR MI ?

Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN, Gazze’deki çoçuklar için duyduğun merhameti, kendi ülkendeki çoçuklara da duyuyor musun ?

Diyorsun ki :

Yeryüzünde hiç kimsenin, çocukların katledilmesini mazur gösteremeyeceğini, bir çocuğun dahi ölümünün tüm insanlığın ölümü, vicdanların, masumiyetin ölümü olduğunu belirterek, ''Açık söylüyorum, masum bebeklerin, masum çocukların, masum sivillerin katledilmesine göz yumanlar, görmezden gelenler, gizli ya da açık şekilde saldırılara destek verenler, en az katiller kadar sorumludur, en az saldırganlar kadar suçludur''

Bu ülkede son 20 yıl da katledilen 350 kürt çoçuğunun katili kim ?

4000 kürt çoçuğunu cezaevlerine koyan ve işkencelerden geçiren kim ?

Kürt çoçuklarını ağır ceza mahkemelerinden yargılayan ve onlarca yıla mahkum eden kim ?

O zaman diyoruz ki bu çoçukların katliamında, en az katiller kadar sen de sorumlusun. Bunu sen kendin itiraf ediyorsun, çoçukların katliamından sen sorumlusun.

Sayın başbakan siz emir vermediniz mi :

“Kadın da olsa, çocuk da olsa güvenlik kuvvetlerimiz gerekeni yapacaktır” diye

Bu emrinizden sonra kaç çoçuk öldürüldü biliyor musunuz ?

Sayın başbakan sana sesleniyoruz ; Öldürmeyeceksin, Çoçuklara kıymayacaksın, Çoçuklara zülum yapmayacaksın.

Bu ülkenin aydınlarına , yazarlarına, gazeteçilerine, sanatçılarına, basın - medya kuruluşlarına, parlementerlerine, içinde insan ve çoçuk sevgisi olan herkese sesleniyoruz, bu ülkenin çoçuklarına sahip çıkın. Diyarbakır E tipi Cezaevi’nin önündeki çoçukları sürgüne gönderilen ailelerin çadırlarını ziyaret ederek destek verin, sesinizi yükseltin, Başbakanın Çoçuklara kıymasına izin vermeyin, Çoçukların kıyıma sessiz kalanlar, göz yumanlar, görmezden gelenler, en az katiller kadar suçludurlar.Sizinde bildiğiniz gibi susmak onaylamaktır.

Cenevre 12 HAZİRAN 2010

9 Haziran 2010 Çarşamba

YAŞAM FELSEFESİ...



Dr. İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com

Sorgulanmayan yaşam , yaşam sayılmaz !
SOKRATES.

NESİMİ gibi göğe çıkıpta alemi seyreylerseniz, tefekkür etmeniz icap eder. Tarihi kadimi önünüze alıp, Beşeriyet sayfasını irdelediğinizde görürsünüz ki etkileyicilerin iki türlü olduğunu tesbit edebilirsiniz. İnsan yaşamına müsbet (pozitif) etkileyenler olduğu gibi menfi (negatif) etkileyenler olmuştur. Evvela müsbet etkileyenlerden başlayalım.

DİNLER

Dindarlar için VAHİY’le peygamberlerle insanlığa ulaştırılan dinler, dogmatik sayılsada milyarlarca insana yaşamlarında formationu sağlarlar. Ateistler nazarında ise MUSA gibi, İsa gibi, Konfiçyus gibi, Muhammet gibi akıllı insanlar, sonradan kitap haline getirilen söylemlerini, anlamasalarda milyarlarca insana , asırlarca inandırmışlardır.

Hazreti Muhamömed dini hiyerarşiyi kaldırmışsada, en son peygamber olduğunu duyurmuşsada , bugün insanlık yeni arayışlara başlamıştır. Çünkü 1400 sene evvelki insani ilişkiler bugünküne uyum sağlamamkta. İslamiyetteki erkek üstünlüğü, kadının erkeğin yarısı kıymette olması sadece feminşistlerce değil normal emanzipe kadınlarcada kabul görmemektedir. İslami devletlerdeki antidemokratik yaşam, Monarşların zenginliklerine rağmen , halklarının yoksulça yaşamı adaletsizliğe sebebiyet vermekte. Hele İsevi dinde ki hiyerarşi, haçlı seferleri, halen kapitalist sistemle batıda zenginleri dahada zenginleştirdiği, fakir ülkeleri dahada fakirleştirdiği son ekonomik kirizle dahada ortaya çıktı. Cehennem ateşi korkusuyla ahlak kaidelerini kabullendirmek insanları şüpheci kılmıştır. Adem babanın yaratılışı ile evrim teorisi insanların aklını karıştırmıştır. 11 Eylül faciası Hunntingtonun medeniyetler çatışması öngörüsünü sanki kanıtlamıştır.

Velhasılı kelam İnsanlık yeni arayışların peşine düşmüştür. Dönelim Sokrates’in sözüne. İnsanlık yaşamı sorgulamaya başlamıştır. Neticede yeni bir din yahut ödeoloji ortaya çıkacakmıdır Mahşerden önce bilinemez?. Aynı arayış Ekonomide de başlamıştır. Seneler önce gece saat üçte New York’a vardığımda TV.de Harward’lı filozofların bir tartışmasına mutalli oldum. Komunist sistem batarken, Kapitalist sisteminde sonuna geldiğini , dolayısı ile yeni bir sisteme ihtiyaç olduğunu vurguluyorlardı. Komunist ideolojiye inananlar Komunist ideolojinin değilde yöneticilerin hatalı tatbikatı Komunizmin batmış gibi görüntüsü verdiğini iddia ettiler. Ayni argümanları dindarlardada gördük. İslamiyet doğrudur. O zaman sembolik ifadeler ihtiva eden sure ve hadislerin bugünde geçerli olduğunu söylemeğe başladılar. Yahut yöneticilerin islamiyeti hatalı tatbik ettiklerinden dem vurmağa başladılar. Hakikat o ki insan beyni yeni arayışların peşindedir. Dinler, ideolojiler doğru söylüyor fakat tatbikatçılarının kifayetsiz olduğu söyleniyor. Bu dogmaların insanlığın ne dercede hayrına olup olmayacağını zaman gösterecektir.

DEMOKRASİ

1215 de Magna Charta ile , hatta eski yunanda tatbik edilen DEMOKRASİ bugün zaafını sergilemiştir. Halklar Monarşların, üst yetkililerin becerisizliklerini keşfederek yönetime daha çok iştirak etme meyli demokrasinin zaafı olarak algılanmış. Politik yaşam yeni gelişimleri , sosyal demokrasiyi zorlamağa başlamıştır. İnsanlık politik yaşamı sorgulamağa başlamıştır. İnsan beyni ne derece bir yeni evrimi geliştirecek, onuda zaman gösterecektir. İnsanlık bir takım menfi tutkularından ne zaman kurtulacak?. Bu menfi etkenler nelerdir?.

TÜTÜN VE ALKOHOL TUTKUSU.

Hazreti Muhammet ve Tıp Alkolü bir dereceye kadar yasaklamışsada alkolün menfi komplikasyonları bu tutkudan vazgeçirememiş. Tütüne alışkanlık Muhammetten sonra ortaya çıkmışsada yavaş yavaş dünyanın her tarafında yasakçı kanunlar ertkisini göstermektedir.
PARA ve SİLAH

İnsanların icat ettikleri bu iki vasıtada yavaş yavaş menfiyetini algılandırmağa başlamıştır. Biri insanları ahlaksızlaştırmakta, ötekininde insanları öldürme vasıtası olduğu biliçlenmektedir. Hala şurada burada ekonomik kırizlerin oluşumu bu melun para yüzündendir. Şurada burada hala savaşların sürmeside silah satıcıların terkelindedir. Yaptıkları tahribatın insanlarca algılanması ve universel yasakların getirilmesi şart olmuştur.

FUTBOL

Sporla hiçbir ilişkisi olmayan fakat insanların adetA KİMLİĞİ HALİNE GELEN BU TUTKU milyarlarca insan emeğinin israfına sebep olduğu bir gün anlaşılacaktır. Bir Brezilyalı futbolcuya ödenen dolarla kimbilir kaç şehirde yüzme havuzu yapılabilir ve gençlerin enerjizisi spora kanalize edilebilir. Spor yapan gençliğin silaha sarılması, dağa çıkması önlenir. Siyasi mücadele beyinle yapılır, silahla değil. Costa Rica ilk defa ordusunu lağv etip, o parayı sağlığa ve eğitime harcadı. Bugün dünyada en mutlu insanların Costa Rica’da olması gerçekleşti. Atatürk’ün okunmasını EMRETTİĞİ bir kitap vardır. ‘’Beyaz zambaklar mermleketi FİNLANDİYA’’. Orada Futbolun ne derecede insanlar için zararlı olduğunu izah eder.

PASAPORTLAR VE BAYRAKLAR

Pasaportlar ve Bayraklar milletlerin kimliklerini pekiştirirler. Dolayıs ile öteki milletler ötekileştirilir. Hayırlı olan ise insanların hangi milletten olursa olsun kardeş değer taşıdığı insanlara aşılanmalı ve her türlü ayrımcılık sembolleri yürürlükten kaldırılmalı. Milletler arasında SIFIR problem politikası gerçekleşmeli. İşte o zaman ‘’Yurtta sulh, cihanda sulh’’ idealine vasıl olunur. Hiç bir millet, hiç bir insan kendini ayni aidiyete sahip olmayandan kendini üstün sayamaz.

Hulaseten söylediklerimin dışında elbette ki özlenen müsbet etkinlikler vardır. Keza sarfınazar etmemiz gereken etkenlikler .

İşte o zaman ‘’ Vatanım ruyi zemin, milletim nevi beşer’’ diyebiliriz.

Antalya. 8.6.10

BİR TL’NİN NESİ VAR; 362 YILIN NESİ VAR!

Hüseyin Habip Taşkın
habibtaskin@gmail.com

Kanunlar Türkiye’de kişiye/ kişilere göre farklı uygulanıyor diye düşünüyorum. Bu kanunlar kime göre ya da nasıl bir anlayışla yapıldı? Aslında bu kanunlarla mizahi öykü oluşturacak kararlara imza atıldığını görmekteyiz.

Diyarbakır’da 1 TL gasp ettikleri iddiasıyla yargılanan 4 çocuk hakkında 362 yıl hapis cezası istenmiş. Diğer yanda ise dokunulmazlık zırhını kanunlarıyla sağlamlaştıran milletvekillerimiz sayesinde, Meclis’te yolsuzluk, rüşvet ve sahtecilik gibi gerekçelerle haklarında 350 dosya bulunan 112 milletvekili yargılanamıyor. Bu ‘vekiller’ dokunulmazlık zırhından cesaret alarak yollarına devam ederken, Kanunlarımızın adil olduğunu söyleyemeyiz.

1997 yılına doğru gittiğimizde Gaziantep’te yaşanan bir olay aklımıza gelecektir. Baklavacı dükkanının kapısını kırarak baklava ve fıstık çalan A.K , A.A, L.H. ve Metin Subaşı, “çete oluşturarak hırsızlık yapmak” suçundan yargılanmış; 18 yaşından küçük olan A.A, A.K. ve L.H. 6’şar yıllık cezalarını ıslahevlerinde çektikten sonra serbest kalmış, olay tarihinde reşit olan Metin Subaşı ise 9 yıl hapse mahkum edilmişti.

Bir yandan çocuklar, diğer yandan ülkemizi yöneten milletvekillerimiz! Çelişkiler içinde olan kanunlarımız. Kanunları yapan milletvekillerimiz değil midir? Elbette onlardır. Aşağı tabaka yargılanacak, üst tabakaya ‘serbest geçiş’ tarifesi uygulanacak. Adalet bunun neresinde? Elbette çocukların yaptıkları onaylanamaz ama ekonomik, sosyal koşullarına bakmamız gerekmez mi? Aynı anda sistemi sorgulamamız gerekmez mi?

***

18 Şubat 2010 tarihinde Diyarbakır’da 1 TL gasp ettikleri iddiasıyla yargılanan 4 çocuk hakkında 362 yıl hapis cezası istenmiş. Bu cezanın adil olduğunu kim iddia edebilir ki!? İlk önce yasayı yapanlar yasalara uymalıdır. Eğer uymuyorsalar orada bir başıbozukluk var demektir.

Bu ülkede Yahya Demirel, Engin Civan, Cem Uzan, Jet Fadıl ve diğerleri gelip geçmeye devam ediyor. Bunların birçoğu devleti dolandırdı. Halkı dolandırdı. Nasıl bir iş ise, beylerimiz kanatlanıp yurtdışında yaşamaya başladılar. Üstelik Interpol bile bunları yakalayamıyor. Nede olsa bunların yakalanmama zırhı olduğundan, ortaya sorgulamamız gereken birçok konu çıkıyor.

Ülkemizde cezaevi kapasitesi az diye durmadan cezaevi açan zihniyetin, IMF, ABD ve AB’nin emirleriyle ekonomimize yön verenlerin, kısacası her işimize burnunu sokanların ve bunları uygulayanların sorgulanması gereği ortaya çıkıyor.

***

Gasp eden ve edilenler ilköğretim okulu öğrencisidir. Şikâyetçi olan çocuklar şikâyetlerini geri alsalar da kanun onlar için işlemeye devam ediyor. Bu çocukların yaşları 13, 14, 15 olarak geçiyor. Çocuklardan bir tanesi Diyarbakır E Tipi cezaevine konulmuş. Bir tanesi de aranıyor. İkisi tutuksuz olarak yargılanıyor.

İddianamede, 4 sanık çocuk 4 mağdur çocuğa karşı suç işlediği iddia edilmiş.“Birden fazla kişi tarafından birlikte yağma” fillini düzenleyen TCK’nin 149/1 maddesi gereğince her sanık çocuğun 4’er kez, 10 ile 15 yıl arası değişen hapis cezası ile cezalandırılmasını; sanık çocukların, TCK’nin 109/2 maddesine göre 4’er kez ayrı ayrı 2 ila 7 yıl değişen hapis cezası ile cezalandırılmasını istenmiş. Aynı iddianamede, toplamda ise tüm çocukların 152 ile 362 yıl arası hapis cezası ile cezalandırılması talep edilmiş.

Yanlış uygulamalar ve yöntemlerle bu çocukların gelecekleri karartılıyor. Amaç çocukları kazanmak mı? Açılan davanın iddianamesinde cumhuriyet savcısı’nın talep ettiği cezalarla çocukları kazanmak mümkün değildir. Ortaya öyle bir tablo çıkıyor ki: Bu çocuklar çok kötü olaylar yapmış, ancak diğer tarafta dokunulmazlık zırhına bürünen milletvekillerine ‘adaletin keskin kılıcı’ neden uygulanmaz!.. Neden yiğit bir savcı çıkıp da, “Adalet varsa herkese eşit olalı” diyemez. Bu adalet denilen mekanizmanın ceza kısmı hep yoksullara, emekçi kesimlerine mi uygulanır!?

Farkında mısınız, bu ülkenin cezaevlerinde çocuk hükümlü ve tutuklu sayısı gün geçtikçe artıyor. Kürt çocukları güvenlik güçlerine taş atıyor diye cezaevlerini dolduruyor. Fakat bunun nedenleri sorgulanmıyor.

Dili, kültürü, rengi ne olursa olsun tüm çocuklar bizim çocuklarımızdır. Onlara cezaevleri değil, aydınlık yarınlar bırakmak için çözümler üretmeliyiz. Eğer bir çocuk suç işliyorsa, öyle kabul ediliyorsa, ilk önce devlet kendi işleyişini gözden geçirmelidir. Hatalarını doğrularını ortaya koymalıdır. Bu ülkede öyle bir işleyiş olmadığı gibi, kanunlar adamına göre işliyor. Sonradan deniliyor ki, “çocuklar saygısız, görgüsüz, suç makinesi…” Herkes kendini sorgulamalı; “bu hale nasıl geldik” diye…

NEWROZ HAFTALIK SİYASİ YORUM GAZETESİ

5 Haziran 2010 Cumartesi

Gazze Şeridi: Değişen bir şey olacak mı?



Murat Çakır
cakir@rosalux.de

İsrail’in, Gazze Şeridi’nin uluslararası hukuka aykırı olan ablukasını aşmak isteyen yardım filosuna yönelik korsanlığı, dünya çapında infiale yol açtı. Uluslararası sularda gerçekleştirilen saldırı, yürürlükteki bütün Deniz Hukuku maddelerine, BM Şartı’na ve daha da önemlisi insanî değerlere aykırı bir eylem. Suçu işleyen İsrail devleti olmasaydı, bugün, kendilerini »uluslararası camia« olarak nitelendiren Batılı ülkelerin, »askerî müdahale gereklidir« tartışmalarına tanık olurduk.

Ancak söz konusu olan İsrail devleti ve şimdiye kadar defalarca olduğu gibi, dünya çapındaki »kınamaların« herhangi bir cezalandırmayla sonuçlanmayacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Buna rağmen belirli bir değişim için kapının aralandığını belirtebiliriz.

Öncelikle 2006’dan bu yana olan gelişmeleri doğru okumak gerekiyor. Evet, İsrail elindeki nükleer silahlar ve modern teçhizatı ile dünyanın en güçlü üçüncü ordusuna sahip. Onlarca kez BM Örgütü ve Güvenlik Konseyi tarafından kınanmasına rağmen, hiç bir yaptırıma uğratılmaması, İsrail egemenlerine kırılmaz bir özgüven vermekte. Bu özgüvenle 2006’da Lübnan’da, 2008/2009’da da Gazze Şeridi’nde askerî güçlerinin yıkıcılığını kanıtladılar. Ama geriye dönüp bakıldığında, İsrail’in ne Lübnan’da, ne de Gazze’de başarıya ulaşamadığı görülür. Çünkü Lübnan Hizbullah’ı ve Hamas, saldırılardan sonra yok edilemediler, aksine daha da güçlendiler. Üstüne üstlük, İsrail’in kendisi dünya kamuoyunda izole olmaya başladı.

Böylesi bir süreçten sonra gerçekleştirilen korsanlık, bardağı taşıran son damlaya benziyor. En son ABD başkanı Barack Obama dahi İsrail’i eleştirerek, »gereksiz bir trajedi yaşandığından« bahsetti. AB’nden gelen yorumlar da benzer düzeyde. Ayrıca Türkiye-İsrail ilişkilerinin zedelenmesi »yaraya tuz« misaline dönüştü.

Peki, tüm bunlar neye işaret ediyor? İsrailli politolog Gershon Baskin’ın dediği gibi »Güney Afrika apartheid rejiminin yıkılmasıyla paralellikler« mi yaşanıyor? Batılı güçler İsrail’e sırt mı dönecekler ve sahiden Gazze Şeridi özgürlüğüne mi kavuşacak?

Konuyu daha geniş bir analiz yazısında ele alacağım, ama bir köşe yazısının tanıdığı çerçeve içerisinde soruları kısaca yanıtlamaya çalışayım – tek kelime ile: Hayır! İsrail önceden de olduğu gibi ABD ve AB’nin Orta Doğu’daki en önemli mevziîsidir. Orta Doğu’nun yeniden biçimlendirilmesinde ve küresel stratejilerin uygulanmasında İsrail vazgeçilemez bir faktördür. Ancak bu gerçek, İsrail yönetiminin politikalarında değişiklik yapılması için baskı uygulanmasına engel olmayacaktır.

İkincisi, »bölgesel istikrar« küresel ihtilaflarda belirleyici rol oynamak isteyen ABD-AB işbirliğinin öngördüğü bir »zorunluluktur«. Bu aynı zamanda Kasım ayında yapılacak olan Lizbon NATO Zirvesi’nde karar altına alınması beklenen yeni NATO Strateji Konsepti’nin bir gereğidir. NATO, »küresel misyonunu« her yerde ve alanda »tek başına« yerine getiremeyeceğini, bazı (!) ülkelerin »NATO görevlerini üstlenmesi gerektiğini« ve bu ülkelerin de »siyasî istikrara« sahip olmalarının zorunluluğunu tespit etti.

Bu nedenle İsrail özelinde büyük bir olasılıkla hükümet değişikliği ile »radikal« kesimlerin marjinalize edilmelerine ve Gazze Şeridi’nin ablukasının yumuşatılmasına dair adımlar atılacaktır. Zaten İsrail Başbakanı Netanyahu Gazze’de böylesi bir adımı düşündüklerini açıklamış ve başkan Obama da dünkü konuşmasında bunun önemine dikkat çekmişti. Bu çerçevede de »İki-Devlet-Çözümü« hedefiyle İsrail ve Filistin arasındaki »Barış Görüşmeleri«nin reaktive edilmesi söz konusu. Görüldüğü kadarıyla ABD ve AB, İsrail yönetimi üzerindeki baskılarını bu yönde adım atmaları için artırmaktalar. Sonuç itibariyle Gazze Şeridi’nin statükosunda bir değişim olmayacak, ancak bazı »insanî yardım olanakları« yaratılacaktır. Ki, bunlar da sonrasında Hamas’a yönelik yeni baskı malzemelerine temel oluşturacaktır.

Türkiye karar vericilerinin oynadığı role gelince: tam bir ikiyüzlülük! İsrail’e »devlet terörü« suçlamasına yapma hakkına sahip olan en son hükümet herhalde Türkiye hükümetidir. Gazze’de 1.400 insanın yaşamına mal olan saldırı hâlâ hafızalarda. Buna rağmen Türkiye-İsrail işbirliği zedelenmedi, şimdi mi zedelenecek? Peki, »Kahrolsun İsrail!« sloganı atanlar, yarın Türkiye ve İsrail savaş gemileri karşı karşıya geldiğinde kimlerin politikalarına eklemlendiklerinin farkına varabilecekler mi?

Sorulacak çok soru var, ama yerim kalmadı...

4 Haziran 2010 Cuma

EMBARGOLAR...


Dr.İsmet Turanlı
dr_ismetturanli@mynet.com


İsrailin GAZZE’ye, Rusların Berlin’e, DERSİM’den mütevellit BİZE.


İsrail’in GAZZE’ye Embargosu

İsrail 4 sene önce HAMAS’ın roket atışlarına karşı kendisini koruma babında aldığı Embargo kararı gereği Gazze’ye yiyecek içeçek, ilaç ve inşaat manzemeleri sokturmuyordu. Bu karara uyan MISIR dahi Gazze’ye kapılarını kapamıştı. İsrail daha ileri giderek Gazze’yi işgal edip bonbardıman yağmuruna tutmuştu. Binlerce insan, hatta çocuklar hunharca yok edilmişti. Şimdi bu embargoyu delmek için muhtelif memeleketlerdeki insan hakları örgütleri Antalya’dan kalkan MAVİ MARMARA gemisi ile yiyecek, ilaç, oyuncak ve inşaat malzemelerini Gazze’ye götürmeğe çalıştı. Fakat bu insani teşebbüs İsrail ordusunun müdahalesi ile akımete uğradı. Ayrıca 9 gönüllü katledildi, bir çok yaralı ve yüzlerce mürettabat gönüllü kelepçelenerek hapse atıldı. Türkiye’nin ve USA nın müdahalesi ile serbest bırakıldılar ve memleketlerine döndüler. Erdoğan Gazze’li çocukların dramlarından bahseder oldu.

Rusların Berlin blokadı.

İkinci dünya harbini müteakıp Rusya Berlin’e bir blokad uyguladı. USA uçaklarla yiyecek, giyecek, ilaç, ve çocuk mamalarını paketler halinde Berlin halkına ulaştırdı. Berlin’deki çocukların gözlerindeki sevinci unutamıyorum.

DERSİM’den mütevellit BİZE konulan embargo.

Dersim isyanı sırasında Kahta’da mukim sülaleyi hayvan naklinde kullanılan Karavagonlarla, 7 aylıktan 70 yaşındakine kadar, Türkiyenin dört bucağına çil yavrusu gibi dağıttılar. Emlaklerine el koydular. Aç periçan, parasız, pulsuz, sorgusuz, suallsiz bir muameleye tabi tutuldular. Bu sülalenin ikinci sürgünü idi. Birincisi Şeyh Sait isyanı sırasında. Üçüncüsüde 27 Mayısta . 80 yaşındaki dedem Sıvas kampına. Dayım ve abim de Yassı adaya gönderilmişti.

İkinci sürgünden İnönü’nün aileye yakınlığı sayesinde kısmi affa uğramış ve memeleketleri Malatya’ya gönderilmişlerdi. O zamanın emniyet müdürü İhsan Sabri Çağlayan’ın sonradan bana anlattıklarına göre dedem Zeynel bey Malatya’da mecburi iskana tabi tutulmuş dolayısıyle her hafta müdürlüğe gidip Malatyayı terk etmediğine dair imza verirmiş.

Ben, kardeşlerim ve annem Malatya’da mukim olduğumuz için sürgünden muaf tutulmuş idik. Tatillerde Kahta’ya gidip harman yerlerinde hasılatı toplardım. Fakat Malatya’ya sevk ettirmeğe imkanım yoktu Çünkü hükumet embargo koymuştu. Yani buğdayımızı dahi 100 km. Uzaklıkta ki Malatya’ya gönderemiyordum. Babam ben iki yaşında vefat edipte birden fakirleştiğimiz için annem evin yarısını 10 liraya kiraya vermişti. Çar çur geçiniyorduk. Dört sene sonra, günün birinde, ben Kahtada yaz tatilinde iken annemin dayısı, Malatya milletvekili Kahtaya uğramıştı. Durumu ona anlattım. O da kaymakamdan benim buğday yüklü katırlara izin belgesi vermesini rica etti. Bende her katır yükü için kaymakamlığa gidip müsaade belgesi temin ettim. Embargo delinmişti. Erdoğan’ın Gazze’li çocuklardan bahsettiği tarzda biz çocuklarda mahzunluktan kurtulmuştuk. Hiç olmazsa ekmek yapmak için un ve Bulgurumuz vardı. Malatya’ya döndüğümde akraba çocukları nazarında kahraman bir insan edası gibi çalım atabiliyordum. Gerçi harman yerlerine eşşeğim olmadığı için kızgın güneş sıcağında yaya gidiyordum köylere. Erdoğan Gazze’li çocuklardan bahsedince bende bize konulan o embargolu günleri hatırladım. Kaşıdı Erdoğan benim eski yaralarımı. Unutmuştum belkide o günleri. Fakat şimdi polise taş atan binlerce kürt çocuğu,(ya babası meçhul kimselerce katledilmiş, yahutta kardeşi dağda ), Diyarbakır zindanlarında mahpus tutulmakta , İskenderunda bahriyeli genç askerler ölüme mahkum edilmekte. Bütün bunlar 80 senelik Kürt sorununun devam ettiğine kanıttır.. Kılıçdaroğlu aç olan Kürt gençlerinin dağa çıktığını söylüyor. Demekk ki açlık hüküm sürüyor oralarda. Aslında onlar dahada aç kalmağa kendilerini mahkum ettiler. Demekki direkt olmasada endirekt bir embargo devam ediyor kuzey Kürdistanda. İşsizliğe son verecekmiş. O sadece komunist memleketlerde mümkündür. Çünkü onların anayasalarında ÇALIŞMA HAKKI vardır vatandaşın. Kapitalist ülkelerin anayasalarında böyle bir şey olamaz. Hayalperest olma, cehaletini açığa vurma bari. Ya Generallerimiz, bayramlarda asarı atika KILIÇLARINI takıyorlar. Elleri vatandaşa değince kirlenmesin diyede eldiven takıyorlar.

Çok korkmuştum, şayet İsrail yönetimi Erdoğan’a ‘’ sen kendi Kürt kardeşlerinin ölümüne göz yumma, Gazze ile uğraşacağına.’’. Fas’tan Endonazya’ya kadar hangi müslüman ülke Gazze’ye arka çıkıyor, MISIR bile dört senedir Gazze’ye embargo uyguluyor derse.ki bunu dile getiren İsrailli köşe yazarları olmuştur..

Erdoğan’ı IMF mevzuunda kutluyorum. İki sene önce ‘’ Asgari ücretleri düşür ‘’ ‘kamuda çalışanların tazimatlarını ödeme, yerel yönetimlere mali destek verme ‘’dedikleri tavsiyelerine uymadı. TÜSİAD’ın IMF den alacağın paraları bize dağıt demelerinede uymadı.

Erdoğan akılılık ettide CHP ‘ liler gibi düşünüp iki harp gemisi birlikte göndermedi. O zaman hakiki harp gerekçesi ortaya çıkardı.

Erdoğan MHP sinden, CHP sinden korkmayıpta Kürt kardeşlerinin isteklerini bir ciddiye alsa. Onların istedikleri Kıbrıs Türklerine istedikleriniz gibi, Güney Kürdistanda aşiret reislerinin halklarına kavuşturdukları haklar gibi. Hürriyet gazetesi diyor ki Türkiye Türklerindir. Bu etnik bir politika değil mi?, Diyanet sadece sunilere hizmet vermiyor mu? Bu dindar politika değil mi ? Siz se Etnik ve Din üzerinden politika yapmıyoruz diyorsunuz. Kendi kendinizi kandırmayın. Elbette Kürtlerin damarlarında ASİL kan yok. Elbette onlar mutlu olmak için Türküm demiyorlar. Yüzlerce senedir küsüp dağa çıkıyorlar. (General Moltke Türkiye mektuplarında öyle diyor).

İsrail gözden çıkardı seni. Alaşşağı etme planlarını tatbik ediyorlar. Bizim komik politikacılar, kendini aydın sananlar bu tatbikata yağ çalıyorlar. Tıpkı 27 Mayısta, tıpkı 12 Eylülde olduğu gibi. Tıpkı Ergenekoncular gibi darbeleri özlüyorlar.

Bu aptalca katliamların önüne geçmenin birinci şartı SİLAH FABRİKALARINI yasaklamakdır. Buna hiç bir kötü siyasi cesaret edemez. Çünkü onun arkasında en namusu mücessem siyasileri dahi baştan çıkaracak, ahlaksızlaştıracak vasıta PARA mevcut. Yurt’ta sulh, dünya’da sulh ancak silahın ve para’nın yok olması ile mümkündür. Onlara karşı DONKİŞOT olabilirmiyiz.?

Gazze’li çocuklar, Berlinli çocuklar, bizim Kürt çocukları :

Bu çocuklar beni hep meyus eylemişlerdir. Tıpkı Porrgy ve BESS muzicalindeki çocuklar gibi. Gershwin’in o müziği beni hep ağlamaklı kılar. Rio’daki İsa heykelinden şehre inen teleferikten varoşlardaki teneke evlerin önünde, donsuz, yalınayak oynayan siyah gözlü çocukları görür gibi olmuştum. İşte o müziği dinlerken o çocuklar için ağlamaklı olurum. Sayın Erdoğan yaramı kaşıdın, çocukluğumu hatırlattın, ağlamaklı oldum gene.

Antalya. 03.06.10

BİN FİDAN OLDUK

Cirik Haci / Fezali
Cirik.Haci@gmx.de

Çok fidanların bakılmadı boyuna
Boynundan astılar, bin fidan olduk
Çabası hayat vermekti köyüne
Kökünden soktüler, bin fidan olduk

Binlerce ölümler, bitmedik daha
Güneş olduk ışık açtık sabaha
Oyalanıp eylemedik bahane
Zindana attılar, bin fidan olduk

Zulüme, zalime boyun bükmedik
Duruşumuz dik, göz yaşı dökmedik
Güneş olduk karanlığa bakmadık
Meçhuldu ölümler, bin fidan olduk

Bağrına bastı bizi, toprak ana
Kök saldık dünyada dört bir yana
Can aldı faşizm, doymadı kana
Sürgüne saldılar bin fidan olduk

Fezalim
der hacim uyumaz gözüm
Haykırış ruh dolu baharım yazım
Emekci sınıfa vardır niyazım
Eylemde vurdular, bin fidan olduk

Dünya Yüzünde En Az Bulunan Şey Nedir?


Gün Zileli
zileligun@hotmail.com

Yok yok elmas değil. Üstelik nadiren bulunduğu zaman da elmas gibi bir ölçülebilir “değer” ifade etmez. Çoğunlukla dikkat bile çekmez. İşte o, tutarlılıktır. Üstelik onu arayan çok az.

Son günlerin gürültü patırtısı bana bunu düşündürdü. İsrail devletinin, Filistinlilere yardım götüren gemilerine saldırısı üzerine kopan büyük gürültüden söz ediyorum. Şimdi, bu gürültü patırtı içinde zaten pek nadir görünen tutarlılığı nerede bulacağız? Anarşist sitelerde bile bazı arkadaşlar, İsrail devletinin saldırısını neredeyse haklı çıkaracak bahaneler aramaya giriştikten sonra. “Bir insani yardım görevlisi” İsrail askerlerine sopayla karşı koymazmış! Bu, her türlü devlete ve devlet müdahalesine karşı olan anarşistlerin bir sitesinde söyleniyor. Hayret ki ne hayret!

Bunu geçelim. George Orwell'i hatırlayarak şu kadarını söylemek gerekir İsrail devletiyle ilgili olarak: Bütün devletler paranoyaktır. İsrail devleti daha fazla paranoyaktır. Bu saldırının ardında büyük politik hesaplar, son derece “akıllıca” stratejiler aramayalım. Devletlerin en paranoyağı olan ve varlığını böylesi bir paranoyaya dayandıran İsrail devletinin insani yardımları bile bir tehdit olarak görüp saldırması kaçınılmazdır.

Benim esas üzerinde durmak istediğim, Türkiye devleti de dahil olmak üzere diğer paranoyak devletlerin gösterdiği tepkidir. “Alçakça pervasızlık...” Peki buna benzer pervasızlıkları Türk devleti ve diğer devletler defalarca ve defalarca göstermediler mi, göstermiyorlar mı, korkunç savaş harcamalarıyla ve nükleer projeleriyle göstermeye devam etmiyorlar mı? Çocuklara ateş açan sadece İsrail devleti mi? Türkiye'de ve dünyanın her yerinde ağır silahlı polis ve ordu güçleri, sivilleri ve çocukları öldürmüyorlar mı? Silahla oynayan, silahlanan bir dünyaya katkıda bulunan herkes - ki, buna “haklı” bir savaş verdiklerini ileri süren çeşitli ülkelerdeki gerilla güçleri de dahildir - ergeç silahın darbesini yiyecektir. Silahla ayakta duran silahla devrilir. Silahla var olan, silahla yok olur. Dünya yüzünde bu konuda tek tutarlı eğilim, vicdani ret eğilimidir. Bunun dışında kalan bütün güçler şu ya da bu ölçüde tutarsızlık skalasında yer alırlar.

Bu kadar radikal bir bakışı geçici olarak bir kenara bıraksak bile, iki yüzlü kınama mesajları yayınlayan dünya devletlerinin ortak tutarsızlıklarının merkezinde yine Türkiye devleti ve hükümeti yer almaktadır. İsrail devletinin sorumlularına “alçakça bir pervasızlık” suçlamasını yapan ve Türkiye'nin İsrail'deki büyükelçisini geri çekmek gibi bir jeste başvuran hükümetin, tutarlı olabilmek için yapacağı tek şey, “stratejik ortaklık” içinde bulunduğu İsrail'le ittifakına derhal son vermesi, bu devletle bütün askeri antlaşmaları iptal etmesi, bütün ekonomik ilişkilerini kesmesidir. Aksi halde, “alçakça pervasızlık” yapanlarla müttefik durumuna düşmüş olacaklardır ki, bu da, bırakın tutarsızlığı, Ortadoğu halkları karşısında yeni bir pervasızlık örneği oluşturacaktır.

Ulusal bayrakların hiçbirini sevmem ve taşımam. Buna Filistin bayrağı da dahildir. Londra'daki gösterilerde, güya Filistin halkıyla dayanışma adına Filistin bayrağı taşıyanlardan uzak durmaya özen gösterirdim. Ne var ki, bugün televizyonda gördüğüm bir manzara beni çarptı. Amerika'nın bir kentinde yapılan bir İsrail devletini protesto gösterisinde, Avrupa'nın her kentinde, özellikle bazı semtlerinde hep rastladığımız o siyah elbiseli, kendine özgü, geniş kenarlı siyah şapkalar giyen, çoğunlukla sakallı Yahudi fundamentalistler Filistin bayrağı taşıyorlardı. Bu, Hırant Dink öldüğünde, “hepimiz Ermeniyiz” diye slogan atan Türkiyelilerin empatisini hatırlattı bana. İlk kez bir ulusal bayrağın taşınması göğsümü kabarttı. Taşınana değil, taşıyana bak!
O zaman, bugün vicdani retçilerin şahsında vücut bulan o nadide tutarlılığın, sayıları çok çok az temsilcileri arasına Amerika'daki, Filistin bayrağı taşıyan Yahudi fundemantalistlerini de ekleyelim. Karşıda ise koca bir cephe var. Mızrak başını paranoyakların paranoyağı İsrail devletinin oluşturduğu silahlılar cephesi.

1 Haziran 2010 Salı

CHP, ‘Sosyal Demokrasi’ ve Yanılsama...


Fikret Başkaya

Deniz Baykal’ın bir komployla parti genel başkanlığından uzaklaştırılması [herhalde başka türlü değiştirilmesi mümkün olmadığı için olacak], ve yerine Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçilmesi, medya tarafından nerdeyse Türkiye’nin politik yaşamında bir dönüm noktası, ‘müthiş bir olay’ olarak sunuldu, sunuluyor. Kılıçdaroğlu’nun AKP’nin sekiz yıllık iktidarı döneminde gözü kara uyguladığı neoliberal politikalardan muzdarip emekçi kitlelerin gözünde de bir umut haline geldiği anlaşılıyor. Başka hiç bir şey değişmeden sadece parti genel başkanının değişmesi, bir partiye ‘umut bağlamak’ için yeterli bir neden olabilir mi? Şüphesiz lider ve liderlik önemsiz değildir ama lider hiç bir zaman boşlukta durmaz. Liderin gücü ve yapabileceklerinin sınırı, dayandığı sosyal sınıflar ve güç odakları tarafından belirlenir. Genel bir çerçevede durum böyledir ama CHP gibi bir parti söz konusuysa, durumun nüanse edilmesi gerekir zira CHP bilinen siyasi partilere pek benzemez. O herhangi bir siyasi parti değildir… CHP daha devletin adı Cumhuriyet olarak değiştirilmeden önce kurulmuş bir partidir. Doğrudan devlet tarafından ve devletin başı olan Mustafa Kemal tarafından kurulmuştur. Bir devlet partisidir veya aynı anlama gelmek üzere parti devlettir. Devletle bütünleşmiş, onunla iç içe geçmiş, devletin bir parçası haline gelmiş bir örgüttür. Dolayısıyla CHP kavramın bilinen anlamında burjuva partilerinden farklıdır. Bu onun az ya da çok her zaman iktidarda olması demektir. Türkiye’de seçimle gelen siyasi partilerin neden hükümet oldukları halde bir türlü iktidar olamadıklarının cevabı da burada saklıdır. Lâkin şimdilerde bu durum değişiyor, rant bölüşümünde artık biz de varız diyenler tarafından, bürokratik iktidar tehdit ediliyor... Netice itibariyle taraflardan hiç birinin demokrasi diye bir kaygısı yok zaten olması da mümkün değildir.

Kılıçdaroğlu parti kongresinde yaptığı konuşmada, işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk üzerinde durdu. İşsizlik ve yoksullukla mücadele edeceklerini söyledi. Öteki siyasi parti liderleri farklı bir şey mi söylüyor? Hepsi her zaman bunları söyler ama işsizlik ve yoksulluk artmaya, sefalet derinleşmeye, doğal çevre bozulmaya, yaşam kalitesi kötüleşmeye devam eder. Ve başka türlü olması mümkün değildir. Bütün bunlar olurken, Türkiye’nin kalkınma yolunda nasıl hızla ilerlediği, nasıl büyüme rekorları kırdığı da birilerinin dilinden hiç düşmez... Her zaman tüm siyasi partiler tarafından yapılan bu tür vaatler seyirciyi oyalamak içindir... Acaba Kılıçdaroğlu öteki siyasi partilerin söylediğinden farklı bir şey söyleseydi, söylediğinin bir karşılığı olabilir ve bu umutlanmak için bir neden olabilir miydi? Kılıçdaroğlu işsizlik, yoksulluk, sosyal adaletsizlikten söz ediyor da, kapitalizmi, emperyalizmi, sömürüyü, neoliberalizmi hiç ağzına almıyor... Belli ki, o da kapitalizmi ‘insanlığın’ normal hâli’ sayıyor. 2010 yılında kapitalizmi sorun etmeyen, neoliberalizmi dert etmeyen bir parti hangi sorunu çözebilir? Mesela Kılıçdaroğlu: “içinde bulunduğumuz sefil durumun gerisinde 30 yıldır uygulanan neoliberal politikalar var, biz ülkeyi bu beladan kurtaracağız, herşeyi baştan aşağı değiştireceğiz, ülkemizi yerli-yabancı sermayenin sömürü, yağma ve talan alanı olmaktan çıkaracağız, insanların kaderini asla piyasa ekonomisine teslim etmeyeceğiz, son 20-30 yılda özelleştirilen kamu hizmetlerini yeniden gerçek birer kamu hizmetine dönüştüreceğiz, bunları bir kâr ve kazanç metaı olmaktan çıkaracağız, küresel ve yerli sermayenin çıkarına oluşturulmuş mevzuatı baştan sona değiştireceğiz, derhal emperyalist bir askeri pakt olan NATO’dan çekileceğiz, seksen yıllık Kürt sorununu çözeceğiz, bunun için ne gerekiyorsa yapacağız, ilk iş olarak düşünce özgürlüğünün önündeki engelleri ortadan kaldıracağız, ve halen düşüncelerinden dolayı cezaevlerinde bulunan yazar ve gazete yöneticilerini oradan çıkaracağız, önümüzdeki hafta bu toplumu ‘taş atan çocuklar’ ayıbından kurtarmak üzere girişimler başlatacağız, ülkemizin beşeri ve doğal kaynaklarını bu ülkenin insanlarının refahı için kullanacağız...” deseydi, bunları söylediği akşam televizyonların ve ertesi gün gazetelerin görüntüsü nasıl olurdu? Kılıçdaroğlu hâlâ bir umut olarak sunulur muydu? Mesela ‘bu adam çıldırmış olmalı’ ya da ‘ne dediğini bilmiyor’, ‘sanki hayal dünyasında’, ‘bu da nerden çıktı...’ gibi manşetler atılır mıydı? Köşe yazarları neler yazardı dersiniz? CHP’nin yeni genel başkanı bunları söyleyemez, söyleyecek olsa başkan yapılmaz. Her şeye rağmen söylerse de koltuğundan olur. Elbette Kılıçdaroğlu, seçim barajını düşürmek ve mayınlı arazileri topraksız ve az topraklı köylülere dağıtmak gibi iyi şeyler de söyledi ama asıl söylenmesi gerekeni söylemedi, söyleyemezdi...

CHP hakkındaki tevatürlerden biri de onun sosyal demokrat bir parti olduğudur. Aslında CHP’nin o tarakta bezi yok. Varlığını demokrasi yokluğuna borçlu bir partinin gerçekten demokrasi diye bir sorunu olabilir mi? Sosyalliğe gelince, CHP’nin solla tanışması 1960’lı yılların ortalarına rastlar. 1962 de Türkiye İşçi Partisi kurulmuş, 1963 yılında Mehmet Ali Aybar’ın genel başkan seçilmesiyle TİP hızla ezilen ve sömürülen sınıfların gözünde bir umut ve çekim merkezi haline gelmişti. TİP’in güçlenmesi demek, CHP’nin TİP lehine oy kaybetmesi demekti. TİP’in önünü kesmek ve tabandaki kaymayı durdurmak için CHP genel başkanı İsmet İnönü ‘ Biz ortanın solundayız‘ dedi ve Bülent Ecevit’le birlikte de CHP’nin sosyal demokratlığı ön plana çıkarıldı. CHP’nin ‘sola kaymasının’ asıl nedeni solun önünü kesmekti. Lideri bir şey söyledi diye bir parti değişmeyeceği gibi, lideri değişince de fazla bir şey değişmez. Fakat sorun sadece CHP ve onun sosyal demokratlığını angaje etmiyor, bizzat sosyal demokrasiyle ilgili de önemli bir sorun var. Zira, bir edeb-i kelâm ile ‘çağdaş sosyal demokrasi’ denilen çoktan sizlere ömür. Bilindiği gibi Batı Avrupa’da ve bazı başka ‘gelişmiş ülkelerde’ İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında refah devleti, kayırıcı devlet, sosyal devlet denilen rejimler söz konusuydu ve orada geçerli rejimlere genel bir tanım olarak ‘sosyal demokrasi’ deniyordu. Fakat oralardaki sosyal demokrasiler, parti lideri öyle istiyor diye sosyal demokrat olmamışlardı. Söz konusu rejimlerin sahneye çıkması, doğrudan sınıfsal güç dengelerinin bir sonucuydu. Güç dengesi emekçi sınıflardan yana dönmüştü. Bunu da gerisinde merkezde yükselen işçi sınıfı mücadelesi, sömürge halklarının anti- koloniyalist mücadelesi ve sosyalist denilen blok’un varlığıydı. Böylesi bir güçler dengesi söz konusuyken, sermaye ödünler vermek zorunda kalmıştı. İşte refah devletinin kazanımları böylesi bir güçler dengesinin sonucunda mümkün olmuştu. Gerçi ‘komünist tehdit’ denilen emperyalist burjuvaziyi telaşlandırıyordu ama asıl tehdit tevatür edildiği gibi Sovyetler Birliği değildi, nitekim Stalinist Sovyetler birliği çoktan batı kapitalizmi için bir tehdit olmaktan çıkmıştı... Asıl tehdit bizzat kendi ülkelerindeki işçi sınıfının ve emekçi halk kitlelerinin dayatmasıydı. Mesela Fransa’da faşizme karşı direniş ve FKP olmasaydı, bir dizi sosyal kazanım, dolayısıyla ‘sosyal devlet’ de söz konusu olmazdı.

Emperyalist savaş sonrasında ezilen halklar ve sömürülen sınıflar lehine olan güç dengesi, kapitalizmin yeniden yapısal krize girdiği 1974-75 den itibaren aşınmaya uğradı ve 1980 yılında neoliberal saldırının zaferiyle bütünüyle tersine döndü. Artık sermaye sınıfı sağlam yere basıyordu ve yeni ödünler vermeye zorlanmak şurada dursun, önceki dönemde kaybettiği mevzileri geri almak için saldırıya geçmişti... Neoliberalizmin zaferi sosyal demokrasinin de sonu oldu. Giderek adı ne olursa olsun, - sosyalist -sosyal demokrat- işçi partisi, vb. Avrupa’daki sağ ve sol partiler arasındaki ayrım silikleşti. Sol partiler şimdilerde liberal sol partilere dönüşmüş durumdalar. Buna kavramın kendisindeki çelişki [contradiction dans le terme] deniyor. Hem ekonomik planda liberal hem de sol olunamayacağına göre... Bunun anlamı, bu partilerin artık kapitalizme bir itirazlarının olmaması, dolayısıyla da hiç bir alternatif projelerinin olmaması demektir. Bir kere neoliberalizmin mektebine kaydolunca, geriye ‘en iyi öğrenci’ olma yarışına katılmak kalıyordu... Artık neoliberal küreselleşmeyi sonuna kadar destekliyorlar. Komünist partiler de hızla aşınıp aynı trene atlamayı bir çıkış yolu olarak görüyorlar ki, bu artık Avrupa solu diye de bir şeyin olmadığı anlamına geliyor. Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesine itirazları yok, sermayenin önünün sonuna kadar açılmasını refahın güvencesi olarak görüyorlar, NATO’nun daha da güçlenmesinden ve ‘etkinlik alanını’ genişletmesinden yanalar, ABD’nin ‘önleyici savaş’ doktrinini destekliyorlar... Durum böyleyken hâlâ sosyal demokrasiden söz etmenin bir karşılığı ve kıymet-i harbiyesi olabilir mi? Bir kıymet-i harbiyesi yok ama herhalde ‘çağdaş sosyal demokrasi’ birilerinin kulağına hoş geliyor... Küresel planda güç dengeleri sermayeden yana dönmüşken, hâlâ sosyal demokrasi şarkıları söylemek beyhudedir ama bunun Türkiye gibi bir ülkede söylenmesi tuhaflığı daha da büyütüyor. Politika boşlukta yapılmaz. Ve eskide çözüm aramak beyhudedir. Türkiye emperyalist dünya sisteminin çevresinde yer alan bir ülkedir ve merkezi taklit etmek hem mümkün değildir, hem de arzulanır bir şey olmaması gerekir. Üstelik ortada taklit edilecek bir şey de yok iken... Emekçi sınıflar lehine kazanımlar elde etmenin, mevziler kazanmanın yegane yolu mücadeleden geçer. Mücadele olmadan güç dengeleri lehe çevrilemez. Dolayısıyla 2010’lu yıllarda Türkiye’de sosyal demokrasiyi mümkün ve arzulanır bir şey olarak sunma zorlaması tam bir illüzyondur.

Neoliberal küreselleşme çağında siyasi partiler artık külliyen işlevsizleşmiş durumdalar. Asıl misyonları sermayenin önünü açmak üzere kitleleri aldatıp- oyalamak... Hiç birinin artık ‘ben daha iyiyim’ diyecek morali yok, ancak ‘ben daha az kötüyüm’ diyebilirler... Zira yapabilecekleri şey belli... O zaman da aralarındaki fark bir üslûp farkından öteye geçemiyor... İşte seçim mistifikasyonu böyle sefil bir oyunun oynanmasından ibaret. Türkiye’deki düzen partileri arasında ‘ben özelleştirmelere karşıyım’, ‘insanların kaderi piyasa ekonomisinin işleyişine bırakılamaz...’ diyeni var mı? Piyasa sizin yakınınızdaki semt pazarı değil, yakında iflas edecek olan mahalle bakkalı da değil, insanlığın kaderini elinde tutan, ne var ne yoksa sömüren, yağmalayan küresel sermaye ve onun gerisindeki küresel oligarşi... Küresel oligarşinin arkasında da küresel plütokrasi var... Düzen partilerinin hepsi piyasacı, hepsi özelleştirmeci, hepsi sermayenin büyümesiyle refahın artacağını, sorunların çözüleceğini söylüyor... Milyoner ve milyarder sayısının artmasını ‘kalkınma’ olarak sunuyorlar. Yeni bir milyoner yarattıklarında kaç kaç on bin yoksul yarattıklarını bilmezler... Bilselerdi bir şey değişir miydi? Burjuva politikasının kuralı her aşamada düzen partilerinden birini allayıp-pullayıp öne çıkarmaktır... Sekiz yıllık dönemde AKP kendinden bekleneni başarıyla yaptığına göre, artık başka ata oynama zamanı gelmiş olmalı... Yeni bir illüzyon yaratmak için yeni bir umut yaratmaları gerekiyor. Şimdilik yeni illüzyonun adı CHP gibi görünüyor. Oysa insanların illüzyondan kurtulmaya ihtiyaçları var... CHP ister tek başına isterse bir koalisyon hükümeti kursun, unutmayın asıl iktidar her zamanki gibi yağma ve talan cephesi, velhasıl sermaye olmaya devam edecek... Başka türlü olabilir mi? Bir koşulda başka türlü olması mümkün: Paradigmayı değiştirmek...

Türkiye - تركيا



تركيا

ماجد أبوغوش


من خلف البحر الأزرق
من عند جدار القلب
تأتي محملة بالحب
تأتي تركيا

على وجه الموج
تطفو أغنية عن غزة
تكسر صمت العالم
هذه أغنية تركية

يا عاصمة العثمانيين
يا جامعة حران
يا مسجد ابراهيم
يا نهر العاصي
يا قبر إمرؤ القيس
يا أناضول
يا سيدة الحرية
يا تركية