Fikret
Başkaya
Panama belgelerinin açık
edilmesiyle ortaya çıkan yoksuzluk skandalı ( vergi kaçırma, "vergi
cennetleri", kara para aklama, servet kaçırma, kaçakçılık, kamu
kaynaklarının yağmalanması, spekülasyon, banka sırrı, her türden ahlaksızlık, vb.)
aslında buz dağının yüze çıkan kısmı, ormanı gizleyen ağaçtır... Yine de o skandalın açık edilmesi, kapitalist
çürümenin ne boyutlara ulaştığı hakkında bir fikir veriyor. İnsan havsalasını
zorlayan yolsuzluklar (corruption) kapitalist dünya sisteminin sefil hallerini
açık ediyor... Eğer öyleyse bu durumun sebebi ne, bunun geresinde kimler var?
Bu durum insan iradesini aşan bir takım güçlerin, bir takdir-i ilahinin eseri olmadığına
göre... Bu kepazelik, bu dünyayı yöneten siyasi elitlerle sermaye odaklarının
ortak "eseridir" ve bu ikisi ayrılmaz, bir bütün oluşturuyorlar. O
zaman yapılacak şey de çok basit demektir, ikircikli olmayan bir tarza devlet
denilen şu netameli aygıtı ve kapitalizmi tartışmaya cüret etmek ve gereğini
yapmak. Devleti ve özel mülkiyeti bir tabu olmaktan çıkarmak. Devlet ve özel
mülkiyet bir tabu sayılmaya devam ettikçe, kapitalizmin ne mene bir şey olduğu
anlaşılıp gereği yapılmadıkça, şeylerin daha da kötüye gitmesi, çürümenin daha
da derinleşmesi kaçınılmazdır.
Zira, devletlerin
de, kapitalizmin de etikle, ahlâkla uzaktan-yakından
bir ilişkisi yoktur. Devlet ve sermaye aslında bir ve aynı şeydir ve
birbirlerini karşılıklı olarak yeniden üretiyorlar... Bu sistem dahilinde ahlâksızlık istisna değil
kuraldır, dolayısıyla yolsuzluklarla mücadele söylemi, ahmakları aldatmak
içindir. Kaldı ki, ahlaksızlığın kural olduğu yerde skandal kelimesi de
anlamını yitiriyor... Skandal utanılacak şey demektir ama utanmak için utanacak
birileri olması gerekir. Kaldı ki, kapitalizm koşullarında skandallar istisna
değil kuraldır. Uzağa gitmeye gerek yok. 17-25 Aralık yolsuzluk skandalı açığa
çıktığında insanların ayağa kalkması gerekmiyor muydu? Tam tersi oldu!
Skandalın failleri ayağa kalktı. Öyle bir ayağa kalktılar ki, o eşine az
rastlanır skandalı ülkeyi kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etmenin bir
aracı haline bile getirdiler.. Herhalde "böyle kiliseye böyle papaz"
denecektir...
Bütün bu skandalların
gerisinde dev şirketlerin yöneticileri, CEO'ları, büyük finans kurumları,
bankalar, spor kulüplerinin yöneticileri, zengin ünlüler, milyarderler,
bakanlar, başbakanlar, devlet başkanları, krallar, siyaset elitleri ve şürekası,
vb. var. Tüm bu netameli işleri birlikte kotarıyorlar. Yegane amaç sömürü,
yağma ve talansa eğer, başkaca hiç bir kaygı yoksa, başka türlü olabilir miydi?
İnsanlar bakanların aslında neye
baktıklarını, pek merak etmiyorlar. Varlığını bu sisteme borçlu olan tüm bu
aktörler bu sistemi yeniden üreterek yola devam ediyorlar...
Aslında kapitalizm
küreselleştikçe çürüme de (corruption) küreselleşti. Siz hükümetleri ne için
var sanıyorsunuz? Hükümetler yağma ve talanı kitabına uydurmak ve dayatmak
içindir ama söylem farklıdır... Hükümetler oldum olası parazit sınıfların
hizmetinde ve onların koruyucusudur. Türkiye'de bir zamanlar 'Çevre Bakanlığı'
yoktu. Çevre tahribatının bir sorun haline geldiği 'anlaşılınca' (ki, dünyanın her yerinde az-çok öyleydi) bir
bakanlık kuruldu. Amaç doğal çevreyi korumaktı! O bakanlık kurulduktan sonra Türkiye'de
doğal çevre tahribatı aldı başını gitti... Nerdeyse yağmalanmamış, talan
edilmemiş, gabp edilmemiş bir şey bırakmadılar... Öyleyse o bakanlık neye kuruldu? Cevap ortada
değil mi? Doğanın, kentlerin, tüm ortak yaşam alanlarının(müştereklerin) yağma
ve tabanını kitabına uydurmak, tepkileri etkisizleştirmek, yapılanı
'meşrulaştırıp' dayatmak için...
Önce sermayenin önündeki
tüm engelleri kaldıracaksın, bu dünyanın kaynaklarını sömürü, yağma ve talana
sonuna kadar açacaksın. Her türlü değer ölçüsünü, nirengi noktasını yok
edeceksin, sonra da yolsuzlukla mücadeleden söz edeceksin... Oysa asıl skandal,
finanslaşma, kapitalist küreselleşme, düzensizleştirmeler ( dereglementation),
özelleştirmeler, her türlü korumacılığın ortadan kaldırılması, dünyayı sermaye
için dikensiz gül bahçesi haline getirmek değil miydi? Artık şimdilerde zengin olmak için bir şey
üretmek gerekmiyor. Bir şey üretmeden de zenginliğe el koymak, sosyal emek
tarafından üretileni yağmalamak, talan etmek mümkün. Zira finanslaşma öyle bir
şeyi mümkün kılıyor. Lenin'in bundan yüz yıl önce söylediği, şimdilerde çok
daha gerçek. Finanslaşmayla birlikte üretim dolayımı olmadan ranta el koymak
mümkün ve rantla geçinen küresel bir parazit
oligarşi türemiş durumda. Eğer 'vergi cennetleri' varsa o cennetler kimin
eseridir? Ya da oralar kimin için cennettir? O cennetler Adem ile Havva'nın
kovulduğu yer gibi bir şey midir?
Durum böyleyken, küresel
oligarşinin adamları, sözcüleri, zaman zaman, 'yolsuzlukla mücadele' zirveleri yapıyorlar.
Dünyanın zenginliğine en çok el koyan G20 denilenlerin liderleri 2009'da
Londra'da, 2013'de Saint Petesburg da yolsuzlukla mücadele için bir araya
gelmişlerdi. Geçtiğimiz Mayıs ayında İngiltere'nin çok "muhafazakâr",
"çok neoliberal" başbakanı David Cameron da Londrada bir yolsuzlukla
mücadele zirvesi düzenlemişti ama Panama kağıtları ayıbını açık etmişti.. Meğer
kendisi de "vergi cennetlerinin" müdavimlerindenmiş! Acaba yolsuzlukla
mücadele şarkıları söyleyen siyaset erbabının kaçının vergi cennetlerinde 'hesabı'
yoktur veya aralarında bir şekilde pisliğe batmamış olanı var mıdır?
Etik demek sınır
demektir. İradi olarak insanın kendisini sınırlamasıdır. Potansiyel olarak
yapılabilir olanı yapmamak, sakınmaktır. Bunun için de riayet edilen/edilmesi
gereken bir takım değerler, kurallar, ölçüler, bir nirengi noktası olması
gerekir. Lâkin kapitalizm dahilinde öyle bir şey mümkün değildir. Zira,
zenginliğin yüceltildiği, sömürü, yağma ve talanının -bırakın mahkûm etmeyi-
bir marifet sayıldığı koşullarda, en büyük hırsızların en itibarlı insanlar
sayılması neden şaşırtıcı olsundu? Asgari etik değerin, ahlâkın geçerli olduğu
yerde, "çalıyor ama çalışıyor", "yiyor ama iş de yapıyor"
denir miydi? Bir şey hakkında kafaların açık olması gerekiyor: Ekseri sanılanın
ve 'bilineni' aksine kapitalist devletin misyonu ve varlık nedeni topluma ait
olanı, herkesin olanı (müşterekleri) korumak değil yağmalamak, yağmalatmak,
sömürtmektir... Son 36 yılda çıkarılan kanunları, , yapılan düzenlemeleri, dayatılan
politikaları bir hatırlayın, ne demek istediğim anlaşılacaktır. Şimdilerde
hükümetler münhasıran finansal oligarşinin ayak işlerine memur edilmiş
durumdadırlar. Tabi bal tutanın da parmağını yalaması koşuluyla...
Kapitalizm dahilinde
ahlaktan, etikten, iyi niyetten, sağduyudan, ne demekse 'iyi yönetimden (good governance
diyorlar) söz etmek abesle iştigal etmektir. Dolayısıyla yolsuzlukla mücadele
söyleminin reel bir karşılığı olması mümkün değildir. Tam bir ikiyüzlülük zira,
'hırsızların hırsızlıkla mücadele etmesi" eşyanın tabiatına aykırıdır.
İstediğiniz kadar kanunlar çıkarın, istediğiniz kadar kurumlar oluşturun, istediğiniz
kadar 'yolsuzlukla mücadele komisyonları' kurun, şeylerin seyri asla
değişmeyecektir... Ta ki kapitalizmi ve devleti gerektiği gibi sorun edinceye kadar...
Asıl yolsuzluğun faili bu ikisi olduğuna göre... Dolayısıyla her geçen gün
yolsuzluğun, ahlâksızlığın daha da büyümesi kaçınılmazdır. Zira, asıl kirli
olan kapitalizm ve kapitalist devlettir...
Kapitalizm din ve iman da
dahil, bu dünyada her şeye nüfuz ediyor, her şeyi metalaştırıyor, kâr etmenin
aracına dönüştürüyor, her şeyi kendi mantığıyla uyumlandırıyor,
biçimlendiriyor, biçimsizleştiriyor, dejenere ediyor, her şeyi bir tisünami
gibi kapsıyor. Şimdilerde bir "helâl" furyası almış başını gidiyor...
İşte helâl su, helâl et, helâl süt, helâl tatil... velhasıl her kelimenin önüne
helâl niteleme sıfatı ekleniyor... Neden? Eskiden su helâl değil miydi? Ya da
helâl etiketi yapıştırılmayan suyu içenler günaha mı girmiş oluyor? Aslında
sorun 'dinci' numarası yapan aç gözlü kapitalistlerin pazar kapma yarışında
dinin araçlaştırılması, kullanılmasıdır... Tam bir utanmazlık ve sahtekârlıktır...
O halde bu ne demek oluyor? Dinin dinci kapitalistler tarafından bir özel kâr
ve kazanç aracına dönüştürülmesidir...
Türkiye'ye toplumuna
neoliberalizm aşısını yapan 12 Eylül askeri cuntasının başbakan yardımcısı,
daha sonra başbakan ve cumhurbaşkanı olan Turgut Özal (ki, mülk sahibi oligarşi
kimi ne zaman nereye getireceğini çok iyi bilir... ) "benim memurum işini
bilir" demişti... Aslında "bizim" memurumuz her zaman
"işini bilirdi"! Bu vesileyle bir anektod nakletmek şart oldu. 1969
yılı yazında tatil için Fransa'dan Türkiye'ye gelmiştim. Yanımda da iki kişilik
küçük bir çadır getirmiştim. Çadıra Sirkeci gümrüğünde el koydular. Vergiye
tabi dediler. Fakat vergi nerdeyse çadırın değeri kadar... Oysa çok daha büyük
ve önemli şeyler getirenler gümrüğe takılmadan geçip gitmişlerdi. Meğer rüşvet
vererek geçiriyorlarmış. Bana çadırı alabilmem için iki seçenek sunulduğunu
anladım. Ya büyük oranda bir vergi ödeyeceksin, ya da küçük çaplı bir rüşvet
vereceksin. İkisini de yapamazdım.. Memura dedim ki, " bak, bu çadır benim
kolumdaki saatten, sırtımdaki gömlekten farksız... Üstelik sırtımdaki gömlek gibi
geri gidecek, bundan bu kadar vergi almanın ne alemi var? Memur " mevzuat böyle" diyor başka
bir şey demiyordu... Çadırı almak için tam bir hafta uğraştım. Tabii tatilin
dörtte biri çadırı almakla geçti...
İzmir'e geçtim
Gümüldür'de denize çok yakın, kumsalın üzerine küçük çadırımı kurdum. Gece
yarısı müthiş bir gürültüyle uyandım yanımdaki kumu kamyonlara yüklüyorlardı ve sahili
mahvediyorlardı. Herkesin olanı paraya çeviriyorlardı... Sabah yakındaki köye
gittim. Bir adama muhtarın adresini sondum. "Ne yapacaksın" dedi.
"Sahilin kumunu çekiyorlar, doğayı mahvediyorlar, ortalığı delik deşik
ediyorlar, muhtarı haberdar edeceğim" dedim. "Boşuna uğraşma, onlar o işi muhtar ve
jandarmayla ortak yapıyorlar" dedi... "O zaman ben de valiye şikayet
ederim" dediğimde, adam mühtehzî gülümsemişti... Bir dilekçe yazdım, bir
dolmuşa atlayıp doğruca İzmir'in yolunu tuttum. Valiyle görüşmek istiyordum ama
bir vali yardımcısına yönlendirdiler. Vali yardımcısı" "mesele nedir
genç adam" dedi. Sahilin kumunu yağmalıyorlar efendim, ortalığı
mahvediyorlar, duruma müdahale etmenizi rica etmek için geldim, şikayetçiyim"
dedim. Vali yardımcısı: " Onları men ettirip kumu kendin mi çekmek
istiyorsun" dedi. Öylece kalakaldım. Başımı salladım ve dilekçeyi vermeden
odadan çıktım... Merdivenlerden inerken, köyde muhtarın adresini sorduğum
adamın neden müstehzi gülümsediği anlaşılmıştı...